Kategori arşivi: Yazılar

Türkçe/İngilizce Tesettür Risalesi Hazır

Türkçe ve İngilizce, karşılıklı satırlara tevafuk eden bu risale çalışması, sür’atle istifade edilmesi için önce A4 sayfasına taslak hazırlanıyor. Sonraki zamanlarda ise “booklet” *  dediğimiz bu şekilde kitapçıklar bastırmak üzere düzenleniyor. Elimizde bu tarz çalışmalardan vardır ve kim isterse bizimle irtibata geçebilir.

Bu çalışmalara bizi sevk eden amaçlardan birisi, yabancı dildeki hizmetlerimizi geliştirmek, Risalelere İngilizcede ecnebi kalmamaktır. Başlangıç seviyesinde iken, Türkçe ve İngilizce iki ayrı kitabı karıştırmak yerine, vaktimizi biraz tasarruf edelim niyetiyle Allah’ın bir ihsanı olarak bu işlere başladık. Dimağda bir kolaylık, fikirde bir derinlik ve genişlik, ülfette bir ciddiyet, mânada bir zenginlik, hizmetlerde ise muvaffakiyetler diliyoruz bu çalışmalarla.

Belki başka bir taifenin yapacağı ise, İngilizce Risalelerin seslendirilmesidir, biz ise bu konuda ehil değiliz. Çünkü Türkçe Risaleler bile Risaleleri anlayanlarca seslendirilince daha mânalı oluyor.. yani, Türkçe bilmek yetmiyor.. Bu hizmetlerde birbirimizden haberdar olabilirsek, bu alanda taksimü’l-a’mal hâsıl olabilir.

Not: Elimizde şu an gönderilebilir 2. Söz, 13.Sözün ikinci makamı hazır var. Ayrıca ileride tam hazır olabileceklerden 24. lema, 25.sözden bir parça, 19. Mektubdaki 1. Esas, Hikmet-i Hilkat-ı Alem konulu derleme çalışması, 22. Sözün 1. Leması ve biraz daha fazlası.. gittikçe artacak inşaallah.

PDF formatında Kitabı indirmek için Tıklayın

Diğer çalışmalar için Tıklayın

(Not : Bu çalışma kitapçık fotmatında değil, A4 sayfası içindir)

Kıbrıs Magosa Nur Talebeleri Namına Lütfullah

ludevelop@gmail.com
Kuzey Kıbrıs

www.NurNet.org

 

Müslüman Oldum, Elhamdülilâh!.. (Barihudâ Tanrıkorur)

Huzurunda kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldum, elhamdülillâh!.. Sonra bana:

“-Kızım, şimdi İslâmiyet’i öğrenmek için bir müslüman memleketine gitmen lâzım… Burada doğru hoca bulamazsın. Ben Konyalı olduğum için seni Konya’ya dâvet ediyorum. Buyur gel, misafirim ol!.. İstersen başka İslâm ülkelerine de gidebilirsin. Fakat burada kalırsan bir şey öğrenemezsin. Bazen özel konularda görüşmen gereken hanım hocalara ihtiyacın olur, burada hocalar hep erkek!.. Sen, müslüman hanımlarla tanışıp onlardan öğrenmelisin.” dedi.

Gerçekten ben, Konya’ya gelene kadar hiç müslüman bir hanımla tanışmamıştım.

Sonra yine sözlerine devam etti:

“-Hem geldiğinde Konya’da Mevlânâ hazretlerini ziyaret eder, duâ ederiz. Onun hürmetine inşaallâh kapalı kapılar da açılır.”

Bu sohbeti müteakip Süleyman Dede, iki buçuk hafta Amerika’da kaldı. O zaman zarfında pek çok kimseyle birlikte çeşitli şehirlerden 11 kızı da Konya’ya dâvet etmişti. Ben, bütün bunları Konya’ya vardıktan sonra öğrendim.

Türkiye’ye Dâvet

Süleyman Dede, beni dâvet etmişti; ancak içimde bir huzursuzluk ve tereddüt vardı. O sıralar rüyamda Hazret-i Meryem’i gördüm, o da beni “Gel, gel!..” diye dâvet etti. Meğer onun kabri de Türkiye’deymiş. Daha sonraki zamanlarda rüyamda beni dâvet eden başka evliyâullâhı da gördüm. Öğrendim ki, onların da kabirleri Türkiye’deymiş.

Gitsem nasıl olacak diye düşünüyordum. Ama o zamana kadar Türkler hakkında hep olumsuz şeyler duymuştum. Türkler vahşî ve barbar insanlarmış. Osmanlı, şöyleymiş-böyleymiş. Elime bir harita aldım ve onda Türkiye’yi çok zor buldum. İçimden ne zaman, “Sonra giderim!..” desem, başıma bir kaza geliyordu.

Bu bunalımlar içindeyken, San Fransisko’ya gittim. Orada Kudüs’ten gelen bir Rifâî şeyhine uğradım. Kapıdan girer girmez, şeyh kalktı ve:

“-Sen Konya’ya dâvet edildin ve gitmiyorsun!.. 25 Temmuz’a kadar gideceksin. Ben de orada olacağım.” diye azarladı.

Anladım ki, benim için yollar Türkiye’den geçiyor. Ama hâlâ bir türlü kendimi ikna edemiyordum.

Mevlânâ’nın Kapısında

İkamet ettiğim şehre dönerken, üstü açık bir arabaya binmiştim. Bir yandan da, “Gitsem, orada kimi tanırım, lisân bilmiyorum, yer bilmiyorum. Ne yaparım ben tek başıma..” diye düşünüyordum. Başımı yana eğmiş yatıyordum. Birden arabanın açılıp kapanan tavanı havalandı, uçup gitti. Arabanın arkasında yola savruldu. Eğer başım yatık vaziyette değil de dik olsaydı, kesinlikle kafam da kopup savrulacaktı. Bu, bir ikazdı.

“-Tamam Allah’ım, gidiyorum!..” dedim.

İkinci defa Amerika’daki herşeyimi sattım. Biletimi aldım. Dönüşümün ne zaman olduğu belli olmadığı için açık bilet aldım. Uçağa binip Türkiye’ye geldim. Davud da Temmuza kadar Türkiye’de olacaktı. O bana yardım eder diye düşündüm. Davud bana, Konya’da Mevlânâ türbesinin karşısındaki bir halıcının adresini vermiş ve:

“-O sana yardım eder.” demişti. Amerika’dan İstanbul’a, İstanbul’dan da otobüsle Konya’ya geldim. Yıl, 1976 idi. Konya’ya vardım, adresi buldum.

“-Süleyman Dede, Ilgın’a, kaplıcalara gitti.” dediler.

Davud da yoktu. Şaşkındım. İçimden, Hazret-i Mevlânâ beni çağırdıysa, ben de ona giderim, dedim. Gittim. Kapıdan içeri girer girmez, türbedâr Ömer Efendi beni gördü ve:

“-Gel, gel!.. Kızım geldi!..” diye bana doğru yaklaştı. Ben de onun yanına gittim. Hazret-i Mevlânâ’nın tam önündeydik. Elini açtı, gülbank çekti ve duâ etti. Sonra bana dönerek:

“-Bütün bunlar vâsıta!.. Sen yarın yıkan, gel!..” dedi ve bana işaretlerle gusül abdestini öğretti. Bana, erkenden gelmemi ve geldiğimde kapıyı tıklatmamı tembihledi.

Târif ettiği üzere yıkandım ve ertesi sabah erkenden gittim. Beni girilmesi yasak olan bütün bölümlere soktu, türbenin her tarafını gezdirdi. Hazret-i Mevlânâ’nın kabrinin dibine kadar yaklaştırdı.

“-Çök!..” dedi, oturdum ve sandukanın örtüsünü öptüm. Başımı kaldırdığımda yukarıdaki kandile kafam çarptı.

“-Akıllan, uyan!..” diye bir ses duydum ve mânevî terbiyem böylece başlamış oldu.

Her gün besmele çekiyor ve Mesnevî’den bir bölüm seçerek okuyordum. Oradaki hocalar bana İslâm’la ilgili herşeyi öğretiyorlardı, hatta cenâze yıkamaya varıncaya kadar… Çünkü Amerika’ya dönecek ve orada hizmet edecektim. Onlar böyle dedikçe, hep:

“-Allah bilir!..” diyordum.

( Devam Edecek.. )

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Bediüzzaman Ne Yapılması Gerekeni Bilen Bir Yapıcıydı

Bir yazar, bir sanatçı, bir ıslahatçı bir konuda yeni bir eser ortaya koymaya kalkınca kendisine gelinceye kadar o alanda yapılanları bilmesi gerekir, çünkü ne yapılmadığını bilmeli ki ne yapması gerektiğini bilsin.

Bediüzzaman, Bediüzzaman unvanını alırken yeni yüzü ve yeni bakış açısının kendisinden önceki gelenekten farklı olduğu için böyle bir farklı unvana layık olmuştur. Zamanın mutad akışının dışında bir yazar ve eser, tavır sahibi olduğu için zamanın üdebası uleması ona zamanın akışının dışında farklı anlamda Bediüzzaman demişler. Estetikte güzel insan idraki tarafından kuşatılabilir ama B e d i i sıradan güzelliklerden farklı olan, sıra üstü, olağan üstü güzellik demektir. İnsanın beş duyusunu uyaran, ikaz eden, tahrik eden bir güzellik demektir bedii. Bu yüzden eskiler güzellik bilimine bediiyat demişler.

İsmi bedii olduğu için yaptıkları da güzelden öte bedii güzelliklerdir. Haşir risalesinde eseri okuyup bitiren okuyucusuna bazı telkinlerde bulunur, o okuyucusuna bazen ihtarlarda bulunarak eserin önemini vurgular, bazen yine ihtarda bulunur, eserinin eserin tema zincirinde yerini belirlemek için. Mesela, İkinci şua için: “ Bu eseri anlayarak okuyan imanını kurtarır inşallah” der. Eserinin önemine dikkat çeker.

“Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş!

Deme niçin bu Onuncu Söz’ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma .”

Bediüzzaman anlama konusunda çekilen sıkıntıyı bahsin gelenekteki yerini ve kendisine gelinceye kadar ne tür algılandığından bahseder. “Çünkü İbn-i Sina gibi bir dahi-yi hikmet “Elhaşrü leyse ala makayis-i akliye “ demiş,

“İman ederiz. Fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir.”

Bediüzzaman felsefe tarihini değil ayrıntılı olarak felsefeyi iyi bilir, isim vermeden birçok felsefeciye cevap verir, fikrinin butlanını anlatır.

İbni Sina filozoflar içinde bir felsefe dâhisidir, bu hükmü Bediüzzaman vermiştir. Deha nedir, deha üzerine çok şey söylenmiştir. Bediüzzaman bir deha değil deha üstü bir insandır, o eserlerinde sıradan ulemayı değil dehaları eleştirir, dehaları eleştiren dehalardan daha üstün bir deha olmalıdır.

İbni Sina onun eserlerinde birçok yerde geçer onu takdir de eder, kibarca eleştirir de. Zaten o eleştirirken ya semaya çıkarıp ya yerin dibine vurmaz. Dokuz cani sıfatı olanın bir masum sıfatı varsa onu bile kurtarır.

Fikret’e “Fena ve fani fakat güzel ve baki “ bir sözü olan olarak bakar.

Biz ise bir cani sıfat bulsak bitiririz adamı, içimizde nice insanları basit yanlışları için kenara itmişiz,

Bediüzzaman nerde biz neredeyiz. Döke döke giden bir araba, dökülenleri toplayan bir araba. Bir zihniyet.

Bediüzzaman hodfuruşluktan hoşlanmaz, kendi yaptığı bir hikmet dehasının gidemediği bir yoldur. “Akıl o yolda gidemez “ demiş, demek haşir yolu dağlardaki yürümekle zor gidilen patika yollar gibidir, nasıl her insan o yoldan gidemez, haşir yolunda da İbni Sina bile gidememiştir. Yolunu bulamamıştır.

Bediüzzaman Haşir ile böyle büyük dehaların gidemediği bir yolu açmıştır.

Bununla kalmaz devam eder. “Hem bütün ulema-i İslam Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez, diye müttefikan hükmettikleri “

Gerek filozoflar gerek İslam âlimleri haşir konusunda aklın gideceği bir yol açamamışlar. Bunu kendinden önce haşir konusunda ne yapılamadığını anlatmak için Bediüzzaman bir eleştiri dehası olarak kibarca, zarifçe, ince ve mantıklı şekilde ortaya koyar. Demez ki “ bakın ben onların yapamadığını yaptım.” Sen bu yapılanı yazdırılmıştır deyip geçemezsin, yazdıranlar mı felsefe ve ilim tarihini gözden geçirip bu iş çözülememiş sen çöz dediler.

Şimdi Bediüzzaman ulema ve felsefecilerin gidemediği yolu ne hale getirmiştir. “Elbette o kadar d e r i n ve manen pek yüksek bir y o l birdenbire bir c a d d e –i u m u m i y e y i a k l i y e hükmüne geçemez. “

Şehirlerin büyük caddeleri vardır, bir de kenarda köşede dar yollar. Bediüzzaman haşrin patika ve kimsenin gidemediği yolunu bir umumi akıl caddesine çevirmiştir. Bu ne kadar harika bir ifade ve tespit! Yani ben bu kadar zekânın ve dehanın gidemediği bir yolu umumi akıl caddesine çevirdim demiyor, ama o anlama gelmiyor mu, o öyle konuşmaz ama biz öyle anlasak mahzuru yok. Kendi yaptığını nasıl beyefendice, zarif bir dille anlatır, şapka çıkarılacak bir tavır.

İmanımızın Kurtulması Meselesi

“Kur’an-ı Hakim’in feyziyle ve Halık-ı Rahim’imin rahmetiyle şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükretmeliyiz. Çünkü imanımızın k u r t u l m a s ı n a kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız. “

Mesele imanın kurtulmasıdır, herkes imanını kurtaracak okumalar gerçekleştirmelidir.

Metinde üç yerde yol kelimesi geçer bu haşir yoludur, Bediüzzaman o yolu bir umumi akıl caddesine çevirmiştir. Herkes o çıkmaz yolun başında durmuş başlarını ellerinin arasına almış düşünürken Bediüzzaman ufukta görünür ve onları o girdaptan kurtarır.

Bediüzzaman sadece müminleri, münkirleri değil dâhileri, filozofları ve âlimleri de çıkmazlardan kurtarmıştır. İşte yapılmayan veya yapılamayan ve onun yaptığı kendi dilinden. Onun aklının yaptığı budur.

”Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa aciz kalır, taklide mecbur kalır.”

Bediüzzaman bütün faaliyetlerinde aklı darlıktan ve küçük düsturlardan kurtarmıştır

Prof. Dr. Himmet Uç

Süleyman Dede ile Tanışma (Barihudâ Tanrıkorur)

Neyse, 23 Nisan’da bu Süleyman Dede Efendi ve Davud geldi. Ben de onları Los Angeles’a dâvet edip karşılayan kimselerin arasına girmiştim. Onu dâvet eden kişiler bana:

“-Sen bu gelen şeyh efendiyi nereden tanıyorsun ki?” diye sordular.

Ben de:

“-Bana mektup geldi. Beni de dâvet ettiler.” dedim.

Onlar:

“-Nasıl olur, onu buraya biz dâvet ettik.” dediler ve beni bir kenara doğru ittirdiler.

Süleyman Dede, uçaktan indi. Meğer daha önce Davud, Süleyman Dede’ye benim fotoğrafımı göstermiş ve kısaca başımdan geçenleri de anlatmış. Konuşurlarken Süleyman Dede, fotoğrafa bakmış, alnıma bir çarpı işareti koymuş ve:

“-Hazret-i Cebrail, bu kıza zaman zaman bazı haberler veriyor.” demiş. Tabiî, benim bunlardan çok sonradan haberim oldu.

* * *

Dînî konularda bilgi sahibi insanların sayısı bile bu kadar azken, benim başımdan geçen bazı olayları ve bazı tasavvufî incelikleri herkesin yeterince anlamasını beklememek gerektiğini düşünüyorum.

Gerçekten bazı olaylar var ki, inanç taşımayan kimselerin kabullenmesi, inanması çok zor!.. Onun için bunlar anlatılmaz, sadece hissedilir, yaşanır. Bu yüzden herkesin kendi iç yolculuğunu yaşaması lâzım!..

Süleyman Dede ile Tanışma

Havaalanında ben kalabalıktan biraz ayrılmıştım. Davud ve Süleyman Dede uzaktan göründüler. Davud, “İşte anlattığım kimse!..” der gibi eliyle beni gösterdi. Süleyman Dede, bana Türkçe olarak:

“-Kızım, bana su getirir misin?” dedi.

Türkçe bilmediğim hâlde, ne demek istediğini anladım. Bir bardak su getirdim.

“-Kızım, akşam bizim tekkeye gel!..” dedi.

Akşam dedikleri yere gittim. Orada yeni müslüman olmuş pek çok kimse vardı. Süleyman Dede, hepsiyle tek tek ilgilendi. Hatta bir Meksikalı genç vardı, yeni hidâyete ulaşmış. Konya’ya götürüp onu yetiştirmiş ve tekrar Meksika’ya göndermişti. Beni görünce:

“-Sen Hazret-i Mevlânâ’dan mesajlar alıyorsun ve rüyaların bu mesajlara rehberlik ediyor. Ama senin bu dünyada bir rehbere ihtiyacın var. Kızım, ismin ne?” dedi.

“-Bari…” dedim.

“-Bundan sonra, «Barihuda» olsun. Şimdi benden ne istiyorsun?” diye sordu.

“-Aramızda Hazret-i Şems ve Hazret-i Mevlânâ gibi bir münâsebet (ilişki) istiyorum. Sizin Hazret-i Şems olup beni bir Mevlânâ hâline getirmenizi istiyorum.” dedim.

“-O gün de gelecek… Bazen ben Hazret-i Şems gibi olacağım, bazen de sen!..” dedi.

Büyük laflar… Ne kadar çok câhilmişim, haddimi bilmeden neler söylemişim. Şimdi bile garibime gidiyor. Ben sorular soruyordum, o da Mesnevî’nin İngilizceye çevrilmiş Reynold Nicholson’un tercümesi veya şerhinden bazı yerleri bana gösteriyor:

“-Oku!..” diyordu.

Bir gün ona:

“-İngilizce bilmeden o hanımla nasıl anlaştınız?” diye sormuşlar. Cevâben:

“-Kalpten kalbe yol vardır.” demiş.

Gerçekten, neyi sorsam, bana kitaptan yerini gösterirdi. Gösterdiği o bölümü okur ve cevabımı almış olurdum. Tekkede sohbetler yapılmaya başlamıştı. Sohbeti, Türkçe’den İngilizce’ye çevirmek üzere bir tercüman getirdiler.

Gelen kimdi biliyor musunuz?! Yıllar önce, bana o bozuk tarikattan uzak durmamı söyleyen, parkta namaz kılan ve benim doğru yolu bulmam için duâ eden Iraklı!.. Adam, beni orada görünce neredeyse kalp krizi geçirecekti. Dedenin elini minnetle öpmekte ve bir yandan da şöyle demekteydi:

“-Ah dede, ne kadar iyi etmişsiniz, bu kızı evlat edinmekle… Ne kadar duâ ettim, bu kız doğru yolu bulsun diye…”

Üç sene sonra karşılaşmamız, hem de böyle bir yerde karşı karşıya gelmemiz çok garipti.

Süleyman Dede, o sohbette peygamberlerden bahsetti. Her zaman bir peygamber geldiğini, peygamberlerin hükmünün kendi zamanları için geçerli olduğunu, eğer onların devrinde yaşasaydık, onlara tâbî olmamızın gerekli olduğunu, şimdi ise son peygamberin gönderilmiş bulunması sebebiyle sadece ona tâbî olunmasının zarurî olduğunu söyledi. Sohbette Yahudi ve Hıristiyanlar da vardı. Hepimizin rahatça anlayacağı ve kabulleneceği şekilde, bu gerçekleri uzun uzun izah etti.

“Feyz” meselesini bilirsiniz. Dede, eskiden Konya Mevlânâ Dergâhı’nın imâretinde aşçıymış. Yemek yaparak insanlara şifâ dağıtırmış. Los Angeles’a gelir gelmez de kıyma aldırmış, kendi elleriyle köfte yapmıştı. Sohbete katılan çoluk-çocuk herkese bu köftelerden ikram etti. Dinleyicileri arasından bazılarına işaret ederek:

“-Bu, feyzi aldı.” diyordu.

Bazı çocuklara yemekten önce el yıkamasını öğretti.

“-Buralarda İslâm’ı öğretecek bir hocaya çok ihtiyaç var. Bu insanlar temiz, ama yol gösterecek kimse yok!..” dedi.

Benimle biraz hasbihal ettikten sonra:

“-Kızım, senin kafanı bâtıl düşüncelerle çorbaya çevirmişler. Aslında her şey çok kolay… Sen müslüman ol, her şey temizlenecek ve her şey kolayca anlaşılacak!..” dedi ve bana kelime-i şehâdeti telkin etti.

( Devam Edecek.. )

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Ramazandan Bir Gün Önce, Peygamberimizin Bir Hutbesi

Resûlullah, (s.a.v) bize bir Şaban ayının son günü bir hutbe irad buyurdu ve şöyle dedi:

Ey Müslümanlar!

Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu, içinde ‘bin aydan daha hayırlı’ olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu bir aydır.

Bu ay, Allahu Teâlâ’nın, gündüzlerinde orucu farz; gecelerinde teravih namazını nafile olarak meşru kıldığı (mübarek) bir aydır.

Bu ayda kim bir hayır işlerse başka zamanlarda bir farzı yerine getiren kimse gibi sevap kazanır. Bir farzı eda eden de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getiren gibi sevap kazanır.

Bu ay, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir.

Bu ay, ihsan, yardım ve eşitlik ayıdır.

Bu ay, mü’minin rızkının arttığı bir aydır.

Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bu, onun günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden kurtulmasına sebeb olur. İftar ettirdiği Müslümanın aldığı sevaptan bir şey eksilmeksizin onun kazandığı kadar da sevap kazanır.”

– Bizim hepimiz bir oruçluyu iftar ettirecek imkâna sahip değildir…” dediler.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v);

Allahu Teâlâ bu sevabı bir oruçluya bir hurma veya bir yudum su ya da bir içim süt ile iftar ettirene de verir” buyurduktan sonra hutbesine şöyle devam etti:

Bu ay evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Kim (bu ayda) emri altındakilerin yükünü hafifletirse, Allah onu bağışlar ve cehennemden azâd eder.

Bu ayda dört şeyi çok yapınız. Bunların ikisi ile Rabbinizi hoşnud edersiniz; ikisinden de zaten uzak kalamazsınız.

Rabbinizi hoşnut edecek iki işiniz; lâ ilâhe illallah diyerek Allah’ın birliğine şehadet etmeniz ve bağışlanma dilemenizdir.

Uzak kalamayacağınız öteki iki şeye gelince, onlar da Allah’tan cenneti isteyip cehennemden uzak kalmayı dilemenizdir.

Kim bir oruçluyu doyuracak olursa, Allah onu benim havuzumdan sulayacak, o da cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir.

(İbn Huzeyme, Sahih III, 191-192, Thk. M.M. A’zamî, Beyrut 1975)