Kategori arşivi: Yazılar

Yaz Kur’an kurslarının hatırlattığı misaller

Kur’an’dan ayetler ezberleyenlerle ezbersiz kalanların farkını anlatmak için verilen misalde deniyor ki:

-Yolda yürürken yerde gördüğünüz bir kâğıdın üzerinde Allah adının yazılı olduğunu görürseniz basıp geçemez, hemen eğilip alır, kâğıdı hürmetle korumaya çalışırsınız değil mi? Çünkü üzerinde Allah ismi celalini taşımaktadır bu kâğıt. O kutsal isim o kâğıdı hürmet edilecek dereceye yükseltmiştir.

İşte insan kalbi de aynen bu kâğıt gibidir. İnsan kalbinde ezberlediği herhangi bir ayet yoksa kendini kıymetlendirecek bir değerden de mahrum demektir. Onu kıymetli kılacak bir yazı yoktur çünkü. Böyle değil de, en azından namazlarda okuyacağı kadar Kur’an’dan ayetler, sûreler ezberlemiş, yani kalbine Allah’ın kelamını yazdırmışsa, artık o kimse ayak altına düşecek boş kâğıt değersizliğinden çıkmış, üzerinde Allah ismi yazılı değerli kâğıt kutsiyetine yükselmiştir. Hem öylesine yükselmiştir ki, Rabb’imiz de kelamını ezberleyerek kalbine yazdırmış olan hafız kulunu, cennetine layık görmekle kalmıyor, ayrıca şefaat etme izni vereceğini de vaat ediyor.

Nitekim meşhur hadis kitabı İbni Maceh’te zikredilen hadiste Peygamberimiz (sas) Hazretleri Kur’an’ı ezberleyip manasıyla amel eden hafızın şefaat etme iznine sahip olacağını şöyle haber veriyor:

Kim Kur’an’ı okuyup ezberler, ezberlediği Kur’an’ın emirlerine de uygun şekilde yaşarsa, o hafızı Allah Teala ezberlediği Kur’an hürmetine cennetine almakla kalmaz, ayrıca akrabalarından (Cehenneme gitmesi kesinleşen) on kişiye de şefaat etme izni verir!..

Evet, ünlü hadis kitabından (İbni Maceh) alınan hadis aynen böyle haber veriyor Kur’an’ı önce okumasını öğrenen, sonra da ezberleyerek manasıyla da amel eden hafızın şefaat iznini.

Kur’an kursuna giderek ya da evinde özel gayretle Kur’an öğrenerek bazı sûreleri ezberleyip hafızasına yazdıranlar, bu müjdeden hissedar olabilirler. Tatil devresinin böyle bir fırsatı değerlendirme devresi olduğu unutulmamalıdır.

Bu konuda Hazreti Mevlânâ’dan vereceğimiz şu saygı misali de Kur’an’ı ezberleyenin değerini daha da net şekilde anlatmış olmaktadır.

Huzuruna giren bir genci ayağa kalkarak karşılayan Hazreti Mevlânâ, bununla da kalmaz, genci makamına çağırıp oturtur, kendisi de karşısına geçip iki dizi üzerine çökerek hürmetle dinler.

Çevredekiler Mevlânâ’nın makamını bir gence terk edip de karşısında hürmetle diz çöküşünü uygun bulmazlar da itiraz yollu sorarlar. Büyük insan, gence bu hürmetin gerekçesini şöyle açıklar:

-Bu genç der, Kur’an’ı ezberlemiş bir hafızdır. Kalbinde Kur’an yazılıdır. Siz sokakta üzerinde Allah yazılı bir kâğıdı görünce hemen hürmet göstererek eğilip alıyor, yüksek bir yere hürmetle koyuyorsunuz. Ben de kalbine Kur’an’ın tamamı yazılı bir gence ayağa kalkıyor, hürmet gösteriyorum. Sizin hürmet gösterdiğiniz kâğıt üzerindeki yazıdan daha fazladır bu gencin kalbinde yazılı Kur’an!..

Hazreti Mevlânâ, sözlerini şöyle tamamlar:

-Sadece ben değil Allah (cc) da kelamını ezberleyerek amel eden hafızlara büyük değer veriyor, cennetine almakla kalmıyor, akrabalarından cehenneme gidecek on kişiye de şefaat ederek kurtarma hakkı tanıyor!.. Yeter ki o hafız ezberlediği Kur’an’la amel etmede bir ihmale düşmesin.

– Ne dersiniz, bu tatil devresinde böyle özel ve güzel müjdelerden bizler de hissedar olsak mı? Biz de kalbimize Kur’an’dan namazlarda okuyacağımız ayetler, sûreler yazdırarak kendimizi değerli insan haline getirsek mi? Yoksa hiçbir şey ezberlemeden boş kâğıt gibi kalma değersizliğine düşmeye razı mı olsak?

Takdir elbette tercih edenin olacaktır. Ama hiç olmazsa namazda okuyacağımız sûreleri kalbimize yazdırma değerini kazanmalıyız bu tatil devresinde..

Yoksa gönül razı olmuyor kendimizin de çocuklarımızın da boş bir kâğıt parçası gibi ayaklar altında değersiz halde kalmamıza..

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Kabir (Şiir)

Bilir misin bir kabir ya bir cennet bahçesi

Ya da cehennemlerden çukurun bir tanesi

 

Oraya giren kişi ameliyle baş başa

Kabirde bir haksızlık mümkün değildir hâşâ

 

Bütün o sevdikleri bırakır tek başına

Kabre konulmak için hiç bakılmaz yaşına

 

Kimisi amelinden sıkıntılar çekiyor

Salih insanlar ise orada ferahlıyor

 

Münker ve Nekir gelir sorarlar ahvalini

Ancak Yaradan bilir o mevtanın halini

 

“Rabbin kimdir?” diyerek ilk soruyu sorarlar

Sonra “Resulün kimdir?” diyerek sorgularlar

 

Buna benzer sorular gelir arka arkaya

 Allah yardım eylesin oradaki mevtaya

 

Kişi cevap verirse “Ne mutlu sana!” derler

O kişiyi müjdeler ve de tebrik ederler

 

Cevap vermezse şayet kabir daralır birden

Kemiklerini kırıp sıkıştırır her yerden

 

Yılan ve akrep dolar o şahsın mezarına

Kimseler kulak vermez onun ah-u zarına

 

Ameliyle baş başa kalacaktır orada

Kıyamet kopana dek bekler o dar odada

 

İsrafil’in suruyla mahşer dolup taşacak

Ölen bütün zihayat orada buluşacak

 

Ya Rabbi kabrimizi “Cennet Bahçesi” eyle!

Dünyada cümlemizi birer Salih kul eyle!

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

Vicdanlı ateistler iyi insan olmayı kime borçlu?

Akıllarının penceresi olan vicdanlarının şahitliğinde, Mutlak Varlığın “iyi” dediklerine iyi, “kötü” dediklerine kötü diyerek O’na teslim olan müminlerin aksine, bir yazarın belirttiği üzere, “Ben ateistim” diyen kişi kendi etik sistemini de, gene düşünerek, taşınarak, kendisi kurmak zorunda.

Mutlak Varlığı ret ve inkâr eden bir ateist kendi etik sistemini nasıl kuracaktır? Bilebildiğim kadarıyla verilen cevap, vicdan. Bir ateiste, niçin yalan söylemezsin, diye sorarsınız alacağınız “yalan söylemek kötüdür” şeklinde akli bir cevaptan ziyade, vicdana dayalı cevap olacaktır: “Bana yalan söylenmesinden hoşlanmam, vicdanım yalan söylemekten rahatsızlık duyar, hoşlanmayacağım şeyi başkasına da yapmam.” “Bir köpeğe eziyet edemem, onun üzülmesine üzülürüm, bu bana eziyet etmenin kötü bir şey olduğunu anlatır.” Örnekler çoğaltılabilir.

Görünen o ki, ateistler, iyi, erdemli, ahlaklı davranışlar sergilerken bunu, ne Mutlak Varlık’ın ahirette vereceği cezanın (cehennem) korkusuyla ne de vaat ettiği ödülün (cennet) karşılığında yaptıkları argümanı kendilerine dayanak alıyorlar. Güya hiçbir dünyevi karşılık beklentisi de yok bu davranışın temelinde. Sırf vicdanlarının sesini dinleyerek yaptıkları için de, davranışlarının daha içten olduğu iddiasındalar.

Bu oldukça yaldızlı iddianın altı kazındığında karşımıza çıkan şey bambaşka. Bir ateistin vicdani bir mülahazayla yalan söylemekten kaçındığını düşünelim. Bu güzel, hayırlı eylemin ceza ve ödülün dışında olduğunu kim iddia edebilir? Yalan söyleyince vicdanlı bir inkâr ehli vicdan azabı çekmez mi? Yalan söyleyerek arkadaşını kandıran vicdanlı bir ateistin vicdanı sızlamaz mı? Bu vicdandan geldiği apaçık belli olan ceza değil midir, yalanın ona kötü olduğunu düşündürerek ondan uzaklaştıran? Ve pişmanlık denen şey değil mi, ona bunu bir daha yapmamasını defalarca söyleyen? Bir insanı haksız yere öldüren vicdanlı bir ateist için, def edilemeyen bir suçluluk hissi kadar ağır bir ceza var mıdır? Bu cezanın cehennemden nasıl bir farkı vardır? İster ateist olalım ister mümin, biz insanları kötülüklerden alıkoyan unsurlardan biri bu vicdan azabı değil midir?

İyi ve güzel bir iş yapan, mesela bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçiren, fakire fukaraya yardım eden, insanlık için gayret eden bir ateistin vicdanı huzura gark olmaz mı? Hangi ateist bu huzur ödülünü yakalamak için erdeme sarılmaz? Bu mükafatın cennette müminlere verilecek olan mükafattan farkı nedir?

Vicdana yaslanarak bir etik sistemi kurma iddiasındaki inkâr ehlinin içine düştükleri başka bir çıkmaz daha var. Buna geçmeden önce yazmak zorundayım ki; kimi ateistler neredeyse vicdanı “insana ait verili bir durum” olmaktan çıkarıp ateistlere has kılacaklar. Sanki müminlerin hayatında vicdana hiç yer yok. Gerçekten öyle mi?

Zamanın Bedii, “Mesnevi-i Nuriye-Nokta Risalesi”nde mealen, “Allah Teala ki, O’ndan başka ibadete layık hiçbir İlah yoktur. O Hayy’dır, Kayyum’dur (Bakara Sûresi: 2:255)” ayetinin tefsirini yaparken, O’nun tekliğinin dört kuvvetli bürhanı, delili olduğunu söyler. Bunlardan ilki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’dır. ? İkinci bürhan, “Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber (büyük bir kitap ve büyük bir insan) olan kainattır.” Üçüncü bürhansa, Kur’an’dır. Zamanın Bedii, dördüncü delilde bir sürpriz yapar. Vicdanı inkar ehlinin tasallutundan kurtararak onun bizzat O’nun vahid ve ehad oluşunun delili olduğunu vurgularken çok enfes bir vicdan tarifi de yapar. Ona göre vicdan, görünen ve görünmeyen alemin kesişim yeri ve berzahı, iki alemden birbirine gelip gidenlerin buluşma yeridir. Vicdan, şuurlu varlıkların fıtratıdır aynı zamanda. “Fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.

Bu tanımdan yola çıkarak vicdanın Mutlak Varlık’ın ayetlerinden olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Kimse vicdanını kendi üretmez. Vicdan da insan gibi yaratılır. İnsan gibi gelişir, kemale erer.

Bu noktadan bakıldığında inkâr ehlinin vicdanla ilgili bir açmazına daha ulaşırız. “Vicdanımı dinleyerek aç bir köpeğe yiyecek verdim, ben çok iyi bir insanım,” diyen bir inkar ehli, bu iyilik dolu eylemi Mutlak Varlık’tan tabiri caizse “çalarak” kendine mal eder. İster mümin olsun, ister inkâr ehli olsun, kişinin, aç bir köpek gördüğünde vicdanında uyanan merhamet hissi, Mutlak Varlık tarafından yaratılan bir histir. İnsan bu his istikametinde iyi bir davranış sergiler, gider köpeğin önüne yarım kilo eti koyar. Köpeğe merhamet etmeyen bir insansa, ister mümin olsun ister ateist, Mutlak Varlık’ın “merhamet et” emrine karşı çıkmış olur. Erdemli, iyi davranışların Yaratıc’ıyla bağını koparan insan, onu hakiki sahibinden gasbeder. İnkâr ehlinde, her iyi eylemi Mutlak Varlık’tan koparıp kendine mal etme yapısal bir sorun olduğu halde, müminde bu geçici bir gaflet halidir. Fark ettiğinde tövbe ve istiğfar etmekle yükümlüdür.

İster mümin olalım, ister ateist; iyi, güzel, hayırlı eylemlerimizi, vicdanlarımızı yaratıp bize veren O’na borçluyuz.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

Okumak ve Bilmenin Ehemmiyeti!

Pek muhterem ve Aziz Kardeşlerim!

İnsan için ilim kadar kıymetli bir meziyet yoktur. Bu insan kulağından ve gözünden ne alabildıysa odur, başka olamaz. Yani: Nasıl kimselerden söz işitmişse ne okudu ise o renkle renklenir. Dinimizde Namaz çok mühimdir, fakat Namazı kılmadan evvel , o namaz nasıl kılınır öğrenilmesi lazım.

Kur’an-ı Kerim nazil olurken Allah bize ilk Ayeti Kerimeyle “Oku” diyerek okumayı emrediyor. Oku derken, Allahın adıyla oku. Yoksa Allahın adı anılmamadan, besmele çekilmeden yapılan her hangi iş ebter dir(bereketsizdir). Evet Allah ilk ayetle bize ilmi emrederken ilmin kıymet ve ehemmiyeti ortaya çıkmış oluyor.

İslâm kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur’an-ı Kerim’de sadece ilim kelimesi yüzbeş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüzellidokuzu bulur. Ayrıca “akıl, fikir, zikr” gibi kelimeler Kur’an-ı Kerim’de çok zikredilir.

Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de “Sakın ha cahillerden olma” (el-En’âm, 5/35) buyurulmuştur. Kur’an-ı Kerîm’in açıkça ifade ettiğine göre “Kulları içerisinde Allah’tan ancak âlimler korkar” (el-Fâtır, 35/28).

Kur’an-ı Kerîm’de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı açıkça belirtilmiştir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ” (ez-Zümer, 39/9). Mehmet Akif Bu ayeti kerimeyi açıklarken: Olmaz ya tabii biri insan biri hayvan diyor.

Yine Kur’an-ı Kerîm’de “Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir” (el-Mücadele, 58/15) buyurulur

Peygamberimiz a.s.m. biz ümmetine bir çok Hadisi şeriflerle ilmin kadru kıymetini önümüze seriyor:

1- “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir” (Keşfü’l Hafâ, H. No: 751).

2- Peygamber efendimiz (s.a.s), dualarında; “Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır” [Tirmizî, Daavât, 128);] “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” [Tirmizî, Daavât, 68)] buyurururdu.

Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet’le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir.

3- “İlim öğrenmek için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allahın yolundadır.” [ Tirmizi İlim 2,(2696) İbni Mace)17, (227)]

4- “Kim ilim talep ederse, onun bu işi, geçmişteki günahlarına kefaret olur” [ Tirmizi İlim 2, (2650)]

5- ” Hikmetli söz Müminin yitiğidir. onu nerede bulursa hemen alsın.” [Tirmizi ilim 19 (2688)]

6- ” Alimin ibadet edene üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir” [Tirmizi İlim 19,(2686)]

7- “İlim Çinde dahi olsa gidin alın” [ Binbir Hadis 126]

8- ” Sağlam imanın dayanağı, onun tahsili ve elde ettiği ilimdir.”[ Kütübü Sitte]

9- “Allah indinde ilim kadar faziletli biri şey yoktur” [Kütübü Sitte (4104)]

10- “İlim taleb etmek üzere yola çıkan hiç kimse yoktur ki, melekler onun bu yaptıklarından memnun olmasınlar. Onu üzere kanatlarını germemiş olsunlar.” [ Kütübü Sitte (6051)]

11- “Kim ilim öğrenmek için bir yola suluk ederse, Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir…” [Ebu Davud ilim 7, (4108)]

12- “Kime ilimden sorulur, oda bunu ketmedip söylemezse (kıyamet günü) ateşten bir gem ile gemlenir.” [Ebu Davud ilim 9, (3658) Tirmizi ilim 3,(2651)]

13- “İlimden faydalanmak maksadı ile geçen bir saat. İbadet ve taatla geçirilen bir gün, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır.” [Binbir Hadis (535)]

14- “İlmi beşikten mezara kadar talep edin” [Kütüb-ü Sitte]

Hazreti Ali Kerremasllahu vecheh nin ilim hakkında şöyle güzel bir sözü var: “Bana bir harf öğretenin ben Kölesi olurum” demiş.

İlimlerin Şahı ve padişahı İman ilmi” olduğunu Üstadımız Bediüzzaman hazretleri: Mübarek sözü ile, bu zamanda iman, ilimsiz ayakta duramayacağını tasdik etmiş.

Evet! Şüphe yok ki İslam dininde İmandan sonra ilim gelir. Bununla beraber, bu zaman öyle bir zamandır ki, o İman cevheri mevcut düşmanlar karşısında ilimsiz dayanamıyor. Çünkü Karşımızdakiler bize ilimle saldırıyorlar. Bu sebepten Peygamberimiz a.s.m. “Euzu bil-lahi min lisanil alim” yani: (Bilgili dinsizlerin şerrinden Allaha sığınırım) buyurmuşlardır. Bu düstur: Bildiğini kötüye kullanan kimseler çok şerli olduğunu bize gösteriyor. Bundan dır ki Bediüzzaman Hazretleri: “Risale-i Nurlardan eğer yeteri kadar kuvvet alamadı iseniz onlarla tartışmayın” diyor. Çünkü Allah korusun, sizi imansız brakmaya o sebep olabilir.

Bu se Biz Nur Talebeleri İlimlerin Şahı ve padişahı olan İman ilmini ihtiva eden Risale-i Nurları çok okuyacağız. Her kes zamanına göre kendine: Ben günde ne kadar okuyabilirim sayfa sayısını kendine tayın ettikten sonra. Yani: en az 5 sahife olmak şartı ile onu okumadan yatıp uyumayacak demeli. Bu hususta okumanın sayfa numarasını ve insana sağladığı faydaları Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dilinden sağdaki panoda göreceksiniz.

Bakın İlim hususunda İstiklak Marşı Şairimiz Mehmet Akif şiiri ile ne diyor:

İslamda ilim herkese iman gibi farzken,

Uğrunda ümürler boyu tahsil çağı azken,

Her yükselişin yolu imanla ilimken,

Har sahada hâkim yaşamak hakkı bizimken,

Cehlin niye biz kapkara kâbusuna daldık,

Öz cevherimizden nice yüz yıl geri kaldık.

Evet! Asrı karanlıktan kurtaran

Rabbin eli Üstad Bediüzzaman,

İman kurtarıcısıdır bu kahraman.

O çok ızdırap çekti sabretti durdu,

Mucize vâri birçok mefkûre kurdu.

Küfre karşı bize elmas kılıç sundu,

Nurlara dünyalar oldu kendi yurdu.

Rabbim, bu halkı Sen ilimsiz bırakma,

Rahman İsminle kuru onları yakma.

Ey insan! Fırsat sendeyken, çıkmadan can,

Nedamet et kardeşim, eldeyken imkân.

Tevbe et gelmeden o “İrciî” emri,

Unutma ki gelecek hesabın devri.

KADİRİN abdi

*************************************************

RİSALE-İ NUR OKUYUN DERSE GİDİN

Okuyun, kıymetli kardeşler, insan olduğunuzdan,

Okuyun, kızlar ve erkekler, çok düşman olduğundan,

Okuyun, bu kitaplar, çok faydalı olduğundan,

Okuyun, Rabbimizin ilk emri “Oku!” olduğundan.

Okuyun, etrafımızı fitne, fesat sardığından,

Okuyun, onlarla çok müşkül hallolduğundan,

Okuyun, bütün ehl-i tahkikin malı olduğundan,

Okuyun, ilerde sayısız pusu kurulduğundan.

Okuyun, âteist felsefeye cevap olduğundan,

Okuyun, o sizi cehaletten kurtaracağından,

Okuyun, kâinat kitabını net okuttuğundan,

Okuyun, bu zat bildiklerini hep yaşadığından.

Okuyun, fikri siyasetten uzaklaştırdığından,

Okuyun, zamanın yarasına iyi geldiğinden,

Okuyun, bizlere ihlas-ı kazandıracağından,

Okuyun, her şey onlarla iyice görüldüğünden.

Okuyun, bu zamanda geçerli ilim olduğundan,

Okuyun, iki hayata faydası çok olduğundan,

Okuyun, bir gün bizi buradan kovacaklarından,

Okuyun, önümüzde ebedi hayat olduğundan.

Okuyun, kâinat bizim için yaratıldığından,

Okuyun, biz kâinata hülâsa olduğumuzdan,

Okuyun, ücreti fazlasıyla verileceğinden,

Okuyun, mezardaki cevapları öğrettiğinden.

Allahım bu mübarek aylar ve geceler hürmetine, Peygamberimiz a.s.m ve diğer Peygamberler a.s. hürmetine Üstadımızın Ruhaniyeti ve Nur talebeleri hatrına, bizleri Kur’anı ahkamına uyanlardan eyle Kur’anın tefsirlerinden bu zamanın ihtiyaçlarına cevap veren Risale-i Nurları çok okumak iyi anlamak ihlasla amel etmek nasip ve müyesser eyle Amin Velhamdülil-lahi Rabbil’alemin.

Nurların Kemter Talebesi

Abdülkadir Haktanır

Rabbin eli Üstad  Bediüzzaman,

Sicim Teorisi ve Esir Maddesi

Öteden beri hem maddenin hem de uzayın dokusu ve esasının “Esir Maddesi” olduğuna dair -daha ziyade dinî kaynaklara dayanan bir kanaat ve inanç- insanlığın gündeminde yer etmiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bilim dünyasında da “Esir” in yapı ve özellikleri ile ilgili yoğun bir tartışma yaşanmıştı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında esir maddesinin nasıl anlaşıldığını yansıtması açısından, 1883 yılında ünlü Nature dergisinde yer alan ifadeler hayli ilginçtir:

Esir genelde bir akışkan, ya da bir mayi olarak adlandırılmaktadır ve yine katılığı itibariyle bir jele benzetilmektedir. Oysa bu adların hiçbiri uygun değildir. Bunların hepsi moleküler gruplardır, dolayısıyla esir gibi değildir. Eylemsizlik özelliği olan sürekli sürtünmesiz bir ortamı basit olarak ve tek başına düşünelim, mefhumun muğlâklığı, bilgimizin şu anki durumunda münasip olduğundan daha fazla bir şey olmayacaktır.

Kusursuz devamlılığı olan, ince, sıkıştırılamayan, tüm uzaya yayılan ve içinde yerleşik sıradan maddenin molekülleri arasında sızan ve kendi imkânları ile birini diğerine bağlayan bir özdek fikrini idrak etmeye çalışmalıyız. Ve onu cisimler arasındaki tüm hareketlerin sürüp gittiği evrensel bir ortam olarak kabul etmeliyiz. O halde bu onun -hareket ile enerjinin ileticisi olarak- fonksiyonudur (1).”

Uzayın dokusu gibi, madde (örneğin elektron ve kuark gibi atom altı tanecikler) ve hatta ışın ve elektrik gibi şeyler esir maddesinden mi meydana geliyor? Hatta insan ve canlıların aura denen ikinci bedenleri (misali bedenleri) esirden yapılmış olabilir mi? Bediüzzaman’a göre “evet”. O, Kuran’ın yaratılışa ait sırlarına dair açıklamalarda bulunan Hud Suresi yedinci ayetinde ki “Arş su üzerindeyken…” ifadesini Esîr maddesiyle yorumlar. Esîr maddesinin yaratılış silsilesinin ilk adımını teşkil ettiğini ve sonra atom altı taneciklerin (cevahir-i ferd) yaratıldığını ifade eder. Bu yoruma göre, Cenab-ı Hakk’ın arşı, su hükmünde olan Esîr maddesi üzerinde yer almaktadır. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur (2).

Esîr maddesinin varlığı ve mahiyetiyle ilgili bir başka bilgiye de, Yasin sûresi 36. ayetten elde ediyoruz. Bu ayette geçen “Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir” ayetindeki “yüzme” bir boşlukta değil, ancak bir madde içinde olabileceğine göre, ayette uzay boşluğu bir denize benzetilmektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır “Arş, su üzerindeyken…” ayetinin tefsirinin bir manasını, “Bunlar arşın her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir” şeklinde açıklar. Bu yorumda da Esîr ve Esîrin özelliklerine dolaylı yoldan bir açıklama getirildiğini söyleyebiliriz.

Bediüzzaman, fezanın esir ile dolu olduğunu ifade ettikten sonra; “Meyveler ağacını; çiçekler çimenlerini; sümbüller tarlalarını; balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe’lerinin tarlasını, denizini, çimengâhını vücudun, aklın gözüne sokuyorlar (3)” ifadeleriyle de esirin varlıkların hem teşekkül, hem de faaliyet alanı olduğunu belirtir. Devamla, ulvî âlemde, yani fizik ötesi kanunlara göre çalışan metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını, her birinin kendine has kanunları bulunduğunu, böylece yedi farklı uzay-mekânın farklı işleyiş mekanizmaları olduğunu, esir’in bu âlemlerin ortamı ve alanı olduğunu ifade eder:

Madem Âlem-i Ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semavat, muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar var… Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması vardır.

Esîrin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesi ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm ve kaidelerine göre yapılanmasını ise şu şekilde anlatır:

Esîr kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki; buhar, su, buz, gibi havaî, maî, camid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esîriyye’den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz (4).”

O, esîr ile ilgili bu açıklamalarını yaparken, bu izah ve yorumlara dayanak olan hadis ve ayetleri de belirtir. “Gök ve yer ve içindekiler O’nu tesbih eder”, “Sonra iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti; O her şeyi bilir”(5) ayetleri ile “Semâ emvacı karardide olmuş bir denizdir” hadisi bunlardan bazılarıdır.

Ruha yakın bir yapıda ve vücudun en zayıf mertebesi olan esiri anlaşılır kılmak kolay bir mesele olmamaktadır. Esir, ışınlarla, manyetik ve nükleer kuvvetlerle ve çekim ile fizikî ve kimyevî bildiğimiz anlamda bir etkileşim içinde değilse, ya da var olan etkileşimleri, spektroskopik cihazların ölçüm alanının dışında kalıyorsa, müşahhas ve ayrıntılı neticelere ulaşılması kolay olmayacaktır. Bu izahlara göre, hem Sicimlerin hem de Esirin çok farklı ve üzerinde çalışılması zor bir konu olması bir yana; asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, birinin diğerinin yerine geçebileceğini irdelemektir.

Sicimler Esir Maddesi Olabilir mi?

Bilim dünyasının sicimler üzerindeki gayretini adı konulmamış bir “esir” maddesi arayışı ve çabası olduğunu söyleyebilir miyiz? Esir kavramının bilim tarihi içerisinde geçirdiği dönüşümler bilimin insanî boyutları hakkında fikir vermekle beraber, zamanla değişen teorilerden bağımsız bir gerçeklik anlayışına ulaşma ihtiyacı da vardır. Dolayısıyla ilahî vahyin doğru anlaşılması ve yorumlanması önem taşımaktadır.

Kâinattaki tüm parçacıkları ve etkileşimleri bir çatı altında toplayacak “Her Şeyin Teorisi”, Einstein’dan beri tüm fizikçilerin en büyük hayali olmuştur. Maddeyi, vakumu ve evrenin başlangıcını daha iyi anlayabilmemiz, bu problemin çözülmesine bağlı görünmektedir. Bu dev problemin çözülmesi yolunda en büyük umut vadeden yaklaşımın ne olduğunu söyleyelim şimdi: Süpersicim Teorisi! Eğer esir maddesi, sicimlerden başkası değilse; esir maddesinin ne denli büyük bir kozmik gerçeği ifade ettiği; keşfinin tıkanan fizik biliminin önünün açılması için ne kadar önemli olduğu anlaşılmış olur.

Süpersicim Teorisi’ne göre bütün parçacıklar ve kuvvet taşıyıcıları (elektronlar, kuarklar, fotonlar, gravitonlar vs.) Planck uzunluğu 10-33 (on üzeri eksi otuz üç) cm mertebesinde boyutlara sahip sicimlerden oluşmaktadır. Uçları açık veya kapalı (halka şeklinde) olabilen bu sicimler, titreşim şekilleri farklı olan parçacıklara tekabül etmektedir. Bu teorinin en cazip yönü, hem “dört temel kuvveti” ve hem de onlarca temel parçacığı basit bir sicimin titreşimleri ve hareketleri cinsinden ifade edebilme kolaylığıdır.

On boyutlu âlem

Süpersicim Teorisi’nin en sıra dışı özelliği, sicimlerin titreşim ve salınımlarını ifade edebilmek için tam on boyuta ihtiyaç duyulmasıdır. Biri “zaman” ve dokuz uzay boyutunda hareket eden sicimler, dört boyutlu uzay zamanımızda noktasal parçacıklar ve bu parçacıklar arasındaki etkileşimleri oluşturmaktadır. Gözlemleyebildiğimiz dört boyutun dışında kalan boyutların, kendi üzerine kıvrıldığı ve çok ufak kaldıkları için fark edilmedikleri düşünülür.

Genel İzafiyet Teorisine göre, çekim alanları, uzay zamanın temelidir. Hâlbuki çekim de dâhil olmak üzere tüm kuvvet alanlarını içine alan sicimler, aynı zamanda “uzay zaman“ı da teşkil eder. Sicimlerin gerçek teorisi bulunabilirse, hem uzay zamanın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı anlaşılacak, hem de dolayısıyla uzayın dokusu, esirin yapı ve mahiyeti hakkında da daha doyurucu ve sağlam bilgilere ulaşabilecektir.

Esir maddesi anlayışına gelince, o varlığın sınırını, maddenin nihai küçük noktasını teşkil eder. Varlığın en küçük birimidir ve her şey –boşluk bile- esirden yapılmıştır. Sicim Teorisi aynı şeyleri söylemektedir. Sadece maddi küçük taneciklerin değil, ışık ve enerjinin elektrik ve kuvvetleri de sicimlerden yapılmıştır. Hatta yıldızlar arasındaki “boşluk” da dâhil, her şey onlardan oluşuyor. Onlardan daha küçük bir cisim yok. “Onlar olmasaydı hiçbir şey olamazdı. Ne zaman, ne uzay, ne de madde olurdu. Yıldızlar ve gezegenler de olmazdı. Evren diye bir şey olmazdı.” diyor konu uzmanlarından olan Brain Gren (6).

Âlemin sırlarına Kur’an’ın bakış açısı ve ışığı altında açıklamalarda bulunan Bediüzzaman, esirin anlam ve fonksiyonlarını anlatır ve “esir maddesine” mevcut sicim anlayışına paralel, hatta çok daha ötesinde ve ilerisinde anlam ve vazife yükler. “Esir” maddesinin sadece varlığın beliriş ortamı ve faaliyet alanı ile sınırlı kalmadığını, onun “nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle techiz” edildiğini, ilâhî arşlardan biri olduğunu söyler. “Arş” ile “alan” ya da “ortam”, vazife ve fonksiyon itibariyle benzerliğe dikkat edelim. Su ve toprak da birer arş olarak yaratılmışlardır. Onun ifadesi ile esir maddesi, Cenab-ı Hakk’ın en nazenin bir hulle-i icraatıdır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhanî ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet alanıdır.

Bediüzzaman, esiri; “Ecram-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının râbıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde” olarak ifade eder; “en ziyade mekâna dağılmış hadsiz kesretli bir maddî madde” şeklinde değerlendirir. O, bu ifadeleri ile esir maddesinin işlevini ve görevini fizik ötesi kanunların yürürlükte olduğu “gaybî âlemlerle ilişkilendirmektedir. Ona göre, evren katlarının (semavat) her birinin kendine has kanunları vardır ve o kanunlar sayesinde yedi farklı uzay-mekânın birbirinden farklı işleyiş mekanizmaları yürürlüktedir. Bu evren katlarının hepsinin de ortamı ve aslî yapısı “esir maddesi”dir. O, varlığın şehadet âlemi denilen fizik dünyaya inhisar etmediğini, farklı uzay-zamanların bulunduğunu şöyle anlatır:

Mâdem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var, muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor; öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semâvât muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var; elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer semâsı vardır.

Yedi tabaka, her bir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-i misâle; tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder (7).”

Bilimin nazarı henüz daha fizik dünyadan (şehadet âlemi) iken, “sicim”lerin öteki âlemleri de içine alan görev ve işlevlerinden söz etmesini bekleyemeyiz. Öyle anlaşılıyor ki, bilimin esir maddesinin (ya da esir maddesi olarak düşündüğümüz sicimleri) keşfi şimdiye kadar yapılan en büyük bir buluş olacak ve bilimde ve teknolojide büyük değişim yaşanacaktır. Gerçek anlamda uzay-zamanda teknolojik olarak seyahatin anahtarlarının ancak o zaman ele geçirileceğini söyleyebiliriz.

Uzay Boşluğu Esîr ile Mi Doludur?

Uzay boşluğu “boş” olmayıp, esir maddesi ile dolu ise, o zaman tüm ışın ve elektomanyetik dalgalar gibi gök cisimleri de bu “esir denizinde” yol almaktadır. Sicim teorisine göre uzay, sicim denen özelliği sayesinde sayısız kuanttan oluşmuş ve “yaylanabilen, esnek” bir örümcek ağı biçiminde “yüzey” oluşturmaktadır. Karadelikler, sonsuz ağırlıkları ile “” şeklindeki uzayın “delinmesine” yol açmakta; “uzay denizinde” bir girdap oluşturmaktadır. Elbetteki “boş” olan bir uzayın “bükülmesi” ve “delinmesi” söz konusu olamayacağına göre, uzayı dolduran bir “dolgu malzemesi” bulunmalıdır.

Çevir de gözünü semaya bak, bir çatlak, kusur görecek misin?”(8) âyetine göre uzay-zaman ağının son derece sağlam örüldüğü, çatlaksız olduğunu anlamak mümkün. Ağ, üzerine konan ağır cisimlerce eğip bükülüyorsa, adına sema dediğimiz esir, ya da sicim ilmikleri ile örülü uzay-zaman ağı da üzerine “oturmuş” büyük kütleli gök cisimlerince öylesine eğilip bükülmektedir. Karadelik sonsuz bir ağırlık anlamına geldiğinden, o bölgede uzay-zaman ağı “eğilip bükülmekle” kalmaz, adeta yırtılıp çatlamakta, daha uygun bir tabirle “delinmektedir”.

Delinmenin anlamını nasıl değerlendirmeliyiz? Elbetteki orada fizik kanunlarının geçerliliğinin kaybedilmesi ve o yörede fizik ötesi âleme kapı açılması şeklinde.

Çekim gücü ile uzayın asıl dolgu nesnesi bir alaka içinde bulunuyorsa, bu alakanın şekli ve mahiyetinin açıklığa kavuşturulması, uzayın dolgu maddesinin (esir ya da sicim) keşfedilmesi ve tâbi olduğu kanunların keşfine bağlı görünmektedir. Herkesin merakla beklediği “uzay ağı” içinde açılabilecek, “tünel”ler vasıtası ile uzay-zamanda yolculuk ne zaman mümkün olabilir? Bu soruya olumlu cevap verebilmek, her şeyden önce, uzayın dolgu maddesinin keşfine ve ona hükmeden kanunların keşfine bağlı görünüyor.

Bütün bunların, her şeyi maddeye indirgeyen ve tek boyutlu düşüncenin dışına çıkamayan materyalist inanç ve pozitivist felsefeyle anlaşılması ve çözülmesi mümkün değildir.

Prof. Dr. Osman Çakmak

(1) O. Lodge, “The ether and its functions”, Nature, XXVII, 1883; 304.
(2) Nursi, B. S. İşaret-ül İcaz. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
(3) Nursi, B. S. Sözler. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
(4) Nursi, B. S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996. s. 67.
(5) Bakara, 29.
(6) MB Green and D. Gross, eds., Unified String Theories, World Scientific, Singapore, 1986. J. Scherk and JH Schwarz, Nucl. Phys. B81, 1 18.
(7) Nursi, B. S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.s. 62-69.
(8) Mülk, 67/3.