Kategori arşivi: Yazılar

Sicim Teorisi ve Esir Maddesi

Öteden beri hem maddenin hem de uzayın dokusu ve esasının “Esir Maddesi” olduğuna dair -daha ziyade dinî kaynaklara dayanan bir kanaat ve inanç- insanlığın gündeminde yer etmiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bilim dünyasında da “Esir” in yapı ve özellikleri ile ilgili yoğun bir tartışma yaşanmıştı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında esir maddesinin nasıl anlaşıldığını yansıtması açısından, 1883 yılında ünlü Nature dergisinde yer alan ifadeler hayli ilginçtir:

Esir genelde bir akışkan, ya da bir mayi olarak adlandırılmaktadır ve yine katılığı itibariyle bir jele benzetilmektedir. Oysa bu adların hiçbiri uygun değildir. Bunların hepsi moleküler gruplardır, dolayısıyla esir gibi değildir. Eylemsizlik özelliği olan sürekli sürtünmesiz bir ortamı basit olarak ve tek başına düşünelim, mefhumun muğlâklığı, bilgimizin şu anki durumunda münasip olduğundan daha fazla bir şey olmayacaktır.

Kusursuz devamlılığı olan, ince, sıkıştırılamayan, tüm uzaya yayılan ve içinde yerleşik sıradan maddenin molekülleri arasında sızan ve kendi imkânları ile birini diğerine bağlayan bir özdek fikrini idrak etmeye çalışmalıyız. Ve onu cisimler arasındaki tüm hareketlerin sürüp gittiği evrensel bir ortam olarak kabul etmeliyiz. O halde bu onun -hareket ile enerjinin ileticisi olarak- fonksiyonudur (1).”

Uzayın dokusu gibi, madde (örneğin elektron ve kuark gibi atom altı tanecikler) ve hatta ışın ve elektrik gibi şeyler esir maddesinden mi meydana geliyor? Hatta insan ve canlıların aura denen ikinci bedenleri (misali bedenleri) esirden yapılmış olabilir mi? Bediüzzaman’a göre “evet”. O, Kuran’ın yaratılışa ait sırlarına dair açıklamalarda bulunan Hud Suresi yedinci ayetinde ki “Arş su üzerindeyken…” ifadesini Esîr maddesiyle yorumlar. Esîr maddesinin yaratılış silsilesinin ilk adımını teşkil ettiğini ve sonra atom altı taneciklerin (cevahir-i ferd) yaratıldığını ifade eder. Bu yoruma göre, Cenab-ı Hakk’ın arşı, su hükmünde olan Esîr maddesi üzerinde yer almaktadır. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur (2).

Esîr maddesinin varlığı ve mahiyetiyle ilgili bir başka bilgiye de, Yasin sûresi 36. ayetten elde ediyoruz. Bu ayette geçen “Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir” ayetindeki “yüzme” bir boşlukta değil, ancak bir madde içinde olabileceğine göre, ayette uzay boşluğu bir denize benzetilmektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır “Arş, su üzerindeyken…” ayetinin tefsirinin bir manasını, “Bunlar arşın her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir” şeklinde açıklar. Bu yorumda da Esîr ve Esîrin özelliklerine dolaylı yoldan bir açıklama getirildiğini söyleyebiliriz.

Bediüzzaman, fezanın esir ile dolu olduğunu ifade ettikten sonra; “Meyveler ağacını; çiçekler çimenlerini; sümbüller tarlalarını; balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe’lerinin tarlasını, denizini, çimengâhını vücudun, aklın gözüne sokuyorlar (3)” ifadeleriyle de esirin varlıkların hem teşekkül, hem de faaliyet alanı olduğunu belirtir. Devamla, ulvî âlemde, yani fizik ötesi kanunlara göre çalışan metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını, her birinin kendine has kanunları bulunduğunu, böylece yedi farklı uzay-mekânın farklı işleyiş mekanizmaları olduğunu, esir’in bu âlemlerin ortamı ve alanı olduğunu ifade eder:

Madem Âlem-i Ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semavat, muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar var… Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması vardır.

Esîrin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesi ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm ve kaidelerine göre yapılanmasını ise şu şekilde anlatır:

Esîr kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki; buhar, su, buz, gibi havaî, maî, camid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esîriyye’den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz (4).”

O, esîr ile ilgili bu açıklamalarını yaparken, bu izah ve yorumlara dayanak olan hadis ve ayetleri de belirtir. “Gök ve yer ve içindekiler O’nu tesbih eder”, “Sonra iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti; O her şeyi bilir”(5) ayetleri ile “Semâ emvacı karardide olmuş bir denizdir” hadisi bunlardan bazılarıdır.

Ruha yakın bir yapıda ve vücudun en zayıf mertebesi olan esiri anlaşılır kılmak kolay bir mesele olmamaktadır. Esir, ışınlarla, manyetik ve nükleer kuvvetlerle ve çekim ile fizikî ve kimyevî bildiğimiz anlamda bir etkileşim içinde değilse, ya da var olan etkileşimleri, spektroskopik cihazların ölçüm alanının dışında kalıyorsa, müşahhas ve ayrıntılı neticelere ulaşılması kolay olmayacaktır. Bu izahlara göre, hem Sicimlerin hem de Esirin çok farklı ve üzerinde çalışılması zor bir konu olması bir yana; asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, birinin diğerinin yerine geçebileceğini irdelemektir.

Sicimler Esir Maddesi Olabilir mi?

Bilim dünyasının sicimler üzerindeki gayretini adı konulmamış bir “esir” maddesi arayışı ve çabası olduğunu söyleyebilir miyiz? Esir kavramının bilim tarihi içerisinde geçirdiği dönüşümler bilimin insanî boyutları hakkında fikir vermekle beraber, zamanla değişen teorilerden bağımsız bir gerçeklik anlayışına ulaşma ihtiyacı da vardır. Dolayısıyla ilahî vahyin doğru anlaşılması ve yorumlanması önem taşımaktadır.

Kâinattaki tüm parçacıkları ve etkileşimleri bir çatı altında toplayacak “Her Şeyin Teorisi”, Einstein’dan beri tüm fizikçilerin en büyük hayali olmuştur. Maddeyi, vakumu ve evrenin başlangıcını daha iyi anlayabilmemiz, bu problemin çözülmesine bağlı görünmektedir. Bu dev problemin çözülmesi yolunda en büyük umut vadeden yaklaşımın ne olduğunu söyleyelim şimdi: Süpersicim Teorisi! Eğer esir maddesi, sicimlerden başkası değilse; esir maddesinin ne denli büyük bir kozmik gerçeği ifade ettiği; keşfinin tıkanan fizik biliminin önünün açılması için ne kadar önemli olduğu anlaşılmış olur.

Süpersicim Teorisi’ne göre bütün parçacıklar ve kuvvet taşıyıcıları (elektronlar, kuarklar, fotonlar, gravitonlar vs.) Planck uzunluğu 10-33 (on üzeri eksi otuz üç) cm mertebesinde boyutlara sahip sicimlerden oluşmaktadır. Uçları açık veya kapalı (halka şeklinde) olabilen bu sicimler, titreşim şekilleri farklı olan parçacıklara tekabül etmektedir. Bu teorinin en cazip yönü, hem “dört temel kuvveti” ve hem de onlarca temel parçacığı basit bir sicimin titreşimleri ve hareketleri cinsinden ifade edebilme kolaylığıdır.

On boyutlu âlem

Süpersicim Teorisi’nin en sıra dışı özelliği, sicimlerin titreşim ve salınımlarını ifade edebilmek için tam on boyuta ihtiyaç duyulmasıdır. Biri “zaman” ve dokuz uzay boyutunda hareket eden sicimler, dört boyutlu uzay zamanımızda noktasal parçacıklar ve bu parçacıklar arasındaki etkileşimleri oluşturmaktadır. Gözlemleyebildiğimiz dört boyutun dışında kalan boyutların, kendi üzerine kıvrıldığı ve çok ufak kaldıkları için fark edilmedikleri düşünülür.

Genel İzafiyet Teorisine göre, çekim alanları, uzay zamanın temelidir. Hâlbuki çekim de dâhil olmak üzere tüm kuvvet alanlarını içine alan sicimler, aynı zamanda “uzay zaman“ı da teşkil eder. Sicimlerin gerçek teorisi bulunabilirse, hem uzay zamanın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı anlaşılacak, hem de dolayısıyla uzayın dokusu, esirin yapı ve mahiyeti hakkında da daha doyurucu ve sağlam bilgilere ulaşabilecektir.

Esir maddesi anlayışına gelince, o varlığın sınırını, maddenin nihai küçük noktasını teşkil eder. Varlığın en küçük birimidir ve her şey –boşluk bile- esirden yapılmıştır. Sicim Teorisi aynı şeyleri söylemektedir. Sadece maddi küçük taneciklerin değil, ışık ve enerjinin elektrik ve kuvvetleri de sicimlerden yapılmıştır. Hatta yıldızlar arasındaki “boşluk” da dâhil, her şey onlardan oluşuyor. Onlardan daha küçük bir cisim yok. “Onlar olmasaydı hiçbir şey olamazdı. Ne zaman, ne uzay, ne de madde olurdu. Yıldızlar ve gezegenler de olmazdı. Evren diye bir şey olmazdı.” diyor konu uzmanlarından olan Brain Gren (6).

Âlemin sırlarına Kur’an’ın bakış açısı ve ışığı altında açıklamalarda bulunan Bediüzzaman, esirin anlam ve fonksiyonlarını anlatır ve “esir maddesine” mevcut sicim anlayışına paralel, hatta çok daha ötesinde ve ilerisinde anlam ve vazife yükler. “Esir” maddesinin sadece varlığın beliriş ortamı ve faaliyet alanı ile sınırlı kalmadığını, onun “nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle techiz” edildiğini, ilâhî arşlardan biri olduğunu söyler. “Arş” ile “alan” ya da “ortam”, vazife ve fonksiyon itibariyle benzerliğe dikkat edelim. Su ve toprak da birer arş olarak yaratılmışlardır. Onun ifadesi ile esir maddesi, Cenab-ı Hakk’ın en nazenin bir hulle-i icraatıdır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhanî ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet alanıdır.

Bediüzzaman, esiri; “Ecram-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının râbıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde” olarak ifade eder; “en ziyade mekâna dağılmış hadsiz kesretli bir maddî madde” şeklinde değerlendirir. O, bu ifadeleri ile esir maddesinin işlevini ve görevini fizik ötesi kanunların yürürlükte olduğu “gaybî âlemlerle ilişkilendirmektedir. Ona göre, evren katlarının (semavat) her birinin kendine has kanunları vardır ve o kanunlar sayesinde yedi farklı uzay-mekânın birbirinden farklı işleyiş mekanizmaları yürürlüktedir. Bu evren katlarının hepsinin de ortamı ve aslî yapısı “esir maddesi”dir. O, varlığın şehadet âlemi denilen fizik dünyaya inhisar etmediğini, farklı uzay-zamanların bulunduğunu şöyle anlatır:

Mâdem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var, muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor; öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semâvât muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var; elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer semâsı vardır.

Yedi tabaka, her bir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-i misâle; tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder (7).”

Bilimin nazarı henüz daha fizik dünyadan (şehadet âlemi) iken, “sicim”lerin öteki âlemleri de içine alan görev ve işlevlerinden söz etmesini bekleyemeyiz. Öyle anlaşılıyor ki, bilimin esir maddesinin (ya da esir maddesi olarak düşündüğümüz sicimleri) keşfi şimdiye kadar yapılan en büyük bir buluş olacak ve bilimde ve teknolojide büyük değişim yaşanacaktır. Gerçek anlamda uzay-zamanda teknolojik olarak seyahatin anahtarlarının ancak o zaman ele geçirileceğini söyleyebiliriz.

Uzay Boşluğu Esîr ile Mi Doludur?

Uzay boşluğu “boş” olmayıp, esir maddesi ile dolu ise, o zaman tüm ışın ve elektomanyetik dalgalar gibi gök cisimleri de bu “esir denizinde” yol almaktadır. Sicim teorisine göre uzay, sicim denen özelliği sayesinde sayısız kuanttan oluşmuş ve “yaylanabilen, esnek” bir örümcek ağı biçiminde “yüzey” oluşturmaktadır. Karadelikler, sonsuz ağırlıkları ile “” şeklindeki uzayın “delinmesine” yol açmakta; “uzay denizinde” bir girdap oluşturmaktadır. Elbetteki “boş” olan bir uzayın “bükülmesi” ve “delinmesi” söz konusu olamayacağına göre, uzayı dolduran bir “dolgu malzemesi” bulunmalıdır.

Çevir de gözünü semaya bak, bir çatlak, kusur görecek misin?”(8) âyetine göre uzay-zaman ağının son derece sağlam örüldüğü, çatlaksız olduğunu anlamak mümkün. Ağ, üzerine konan ağır cisimlerce eğip bükülüyorsa, adına sema dediğimiz esir, ya da sicim ilmikleri ile örülü uzay-zaman ağı da üzerine “oturmuş” büyük kütleli gök cisimlerince öylesine eğilip bükülmektedir. Karadelik sonsuz bir ağırlık anlamına geldiğinden, o bölgede uzay-zaman ağı “eğilip bükülmekle” kalmaz, adeta yırtılıp çatlamakta, daha uygun bir tabirle “delinmektedir”.

Delinmenin anlamını nasıl değerlendirmeliyiz? Elbetteki orada fizik kanunlarının geçerliliğinin kaybedilmesi ve o yörede fizik ötesi âleme kapı açılması şeklinde.

Çekim gücü ile uzayın asıl dolgu nesnesi bir alaka içinde bulunuyorsa, bu alakanın şekli ve mahiyetinin açıklığa kavuşturulması, uzayın dolgu maddesinin (esir ya da sicim) keşfedilmesi ve tâbi olduğu kanunların keşfine bağlı görünmektedir. Herkesin merakla beklediği “uzay ağı” içinde açılabilecek, “tünel”ler vasıtası ile uzay-zamanda yolculuk ne zaman mümkün olabilir? Bu soruya olumlu cevap verebilmek, her şeyden önce, uzayın dolgu maddesinin keşfine ve ona hükmeden kanunların keşfine bağlı görünüyor.

Bütün bunların, her şeyi maddeye indirgeyen ve tek boyutlu düşüncenin dışına çıkamayan materyalist inanç ve pozitivist felsefeyle anlaşılması ve çözülmesi mümkün değildir.

Prof. Dr. Osman Çakmak

(1) O. Lodge, “The ether and its functions”, Nature, XXVII, 1883; 304.
(2) Nursi, B. S. İşaret-ül İcaz. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
(3) Nursi, B. S. Sözler. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
(4) Nursi, B. S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996. s. 67.
(5) Bakara, 29.
(6) MB Green and D. Gross, eds., Unified String Theories, World Scientific, Singapore, 1986. J. Scherk and JH Schwarz, Nucl. Phys. B81, 1 18.
(7) Nursi, B. S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.s. 62-69.
(8) Mülk, 67/3.

Kur’an’ın Fatiha’da Dercedilmesi

Cenab-ı Hakk’ın kudret kalemiyle yazmış olduğu şu kainat kitabındaki birçok meseleler ve hadiseler, Kur’an-ı Kerim’in bir tek suresine, hatta birtek kelimesine veya bir harfine dahi nazire getirmek beşer gücünün çok üstünde olduğu gibi, şu kainat kitabının bir tek cümlesi olan bir ağacın ya da bir tek kelimesi olan bir elmanın ve bir tek harfi olan bir çekirdeğin nazirini getirmek de insanların haddi değildir. Cenab-ı Hak bir ağaçtaki bütün manaları süzüp çekirdek te topladığı gibi, bütün Kur’an-ı Kerim’i de süzüp Fatiha’da cem etmiş bulunuyor. Bazı haddini bilmez cahil kimseler, Fatiha’nın mücmel bir mealini getirerek, “bütün Kur’an; mesela Sure-i Yasin, bunun neresinde?” diye ahmakane soru soruyorlar. Bu sorunun cevabına muhatap olabilmek de büyük bir ilimle olabileceğinden, meseleyi basit olarak şöyle izah ediyoruz:

Elimize bir elma çekirdeği alarak o şahsa soruyoruz: “Yapraklar bu çekirdeğin neresinde? Dallar neresinde? Çekirdeğin kökü nerede?

O şahsın bize vereceği cevap şöyle oluyor: “Bu çekirdeği toprağa atıp beklemek veya bu mesele ile ilgili bilimin derinliklerine varmak lazımdır ki mesele anlaşılsın.

İşte, kainat kitabında durum böyle olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de böyledir. Fatiha çekirdeğinin nasıl büyüdüğünü ve ondan Kur’an ağacının nasıl çıktığını anlamak için de bunun için lüzumlu ilmi tahsil etmemiz lazım geliyor.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi

Melekler tatil yapmıyor!..

Yaz tatili geldi. Pek çok kişi izne ayrılacak, tatil yapacak. Tatile gidenlere hatırlatırım; melekler tatil yapmıyor!.. Sağ omzumuzda sevap meleği, sol omzumuzda günah meleği durmadan, saniye saniye attığımız adımları yazıyor.

Tatil için lüks yerlere gezmeye gidenler etraflarına bakabilir; en güzel yerlerde en büyük günahlar işleniyor. Bu nankörlüktür. Yani demek istiyorlar ki: “Allah’ım sen böyle güzel yerler yaratmışsın. Ben de işlediğim günahlarla buraları çirkinleştiriyorum!

Güzel yerlere gidenler dönünce anlatır, “Öyle bir yere gittik ki, cennet gibi…” Peki, ben de sana soruyorum; o cennette ne yaptın? Cennette cehenneme hazırlık mı yaptın? Beş yıldızlı bir otel… Yiyecekler, içecekler, konforlu odalar, her şey tertemiz… İsteyen yüzüyor, isteyen yatıyor, isteyen deniz kıyafetiyle geziyor… “Cennet gibi yerde” günah deryası içinde kalınıyor.

Böyle söyleyince bazıları itiraz ediyor. Gezmeyelim mi? Görmeyelim mi? Allah’ın nimetlerinden istifade etmeyelim mi?

Allah her şeyi insanlar için yaratmış. Bu yarattıklarından elbette ki en çok Müslümanlar istifade etmelidir.

Amma Müslüman’ca!..

Mesela ben şu anda basit ve sade bir köy evindeyim. Ağaçlar, çiçekler, tertemiz bir hava… Bu basit köy evinin balkonu… Helal daire keyfe kâfidir. Burada oturmayıp sahilde plaja gitsem, sol taraftaki melek başlayacak yazmaya: “Helal daireden haram daireye geçti.”

Adam diyor ki: “Bahçeden bana ne, denize girmek istiyorum!” Araban varsa biner, ıssız bir yere gider denize girersin.

Efendim, muhafazakâr oteldeyiz. Hanımlara ayrı havuz, erkeklere ayrı deniz…

Şuurlu muyuz, haramdan korkuyor muyuz? Öyleyse ilmihalde hanımlar hanımların arasında, erkekler erkeklerin arasında nasıl giyinmeli, bahsi yeniden okunabilir.

Velhasılı…

Uçağa binmek zevkli, gökte uçmak güzel, meşrubat ve yemekler şahane. Buraya kadar iyi…

Fakat nereye gidiyoruz? Önemli olan bu…

Ben dünyayı dolaşmış bir insanım. Yabancı ülkelerin imtihanı da ağır diye düşünürdüm. Şimdi Türkiye’de pek çok yerde insan kendini yabancı ülkede gibi hissediyor.

Hem tatil deyince aklımıza niye lüks oteller geliyor? Mesela bu tatilde imkânı olan Kudüs’e gidebilir. Keşke hasta olmasam da ben de gidebilsem o mübarek yerlere. Üç gün, beş gün, bir hafta kalıp gezebilsem. Mescid-i Aksa’yı ziyaret edebilsem…

Tatilde üzerimizde nefsin hâkimiyeti olmamalı… Tebdil-i mekânda ferahlık vardır amma helal dairede olursa… Yoksa sonunda ferahlık değil, maddi-manevi karanlık vardır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Üstad Hakkında Bilmediklerimiz

Büyük mütefekkir hakkında az bildiğimiz hususları bir araya getirelim diye düşünürken bu çalışma ortaya çıktı. İstifadeli olması temennilerimizle.

Hizan Nahiyesi

Tarihçi İdris-i Bitlisî “Şerefname’sinde kaydettiğine göre, bu bölge halkı İslâmiyet’e dahil olduktan sonra, ibadet, zühd, salâhat ve takvada, özellikle gecede teheccüd namazını eda etmekte meşhurluğundan dolayı, buraya “Seher-hîzan” adı verilmiştir.“Seher- hizan” Farsça bir terkip olup, seherlerde uyanıp teheccüd namazını kılanlar demektir. Şerefname diyor ki: “Bu terkip, bilâhare bölgeye isim olarak kaldı. Fakat zamanla halk dilinde kısaltılarak sadece “Hîzan” şeklinde kaldı. Daha sonraları ise “Hizan” oldu.

Üstadın Göbek İsmi

Üstadın müdakkik alim talebesi Ahmed Feyzi Kul, Hazinetül Burhan adlı eserinde şöyle diyor: Hazret-i Bediüzzaman’ın adı yalnız “Said” değil, “Muhammed Said”dir. Buna hemşehrileri şehadet ediyorlar. Lihikmetin göbek adı gizlenmiş, belki de kasdî olarak yalnız Said adı iştihar etmiştir.”

Üstadın Sülalesi

Hz. Üstadın baba tarafından nesebi beş dedeye kadar yürütülebiliyor, maruf bir sülaleye bağlı değiller. Bediüzzaman’ın babası Sofi Mirza, 1920 yılında vefat ettiği, sülalesi ise, Sofi Mirza’dan sonra, dört batna kadar (yani baba) belli olup, bunlar: “Ali, Hızır, Mirza Hâlid ve Mirza Reşan” olduğu, yine tespitler arasındadır.

Yaş sırasınca Sofi Mirza’nın çocukları

Yaş sırasına göre çocukları: 1-Durriyye, 2-Hanım, 3- Abdullah, 4-Said, 5-Mehmed, 6-Abdülmecid ve 7-Mercan’dır

Not; Çok sevdiği talebesi ve yeğeni merhum Abdurrahman, Molla Abdullah’ın, yine yeğeni ve talebesi şehid Molla Ubeyd ise Durriye hanımın oğludur.

İlimde birden parlaması

Üstadın emsalleri arasında ilimde birden parlama tarihi 1892’dir. Bir yerde buna işareten şöyle der: bu tarih, o müellifin harika bir sûrette pek az bir zamanda, ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde onbeş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu, o zamanın, o muhitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsûlü onbeş senenin mahsûlü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle.”(Sikke-i Tasdik-i Gaybi Osmanlıca sayfa 62)

Bediüzzaman unvanının verilmesi

Molla Said-i Meşhur unvanına ek olarak, Bediüzzaman lâkabı da verilmesi Hicri 1309-Miladi 1892’dir. Üstad bir yerde şöyle diyor: “Meraklı kardeşimiz Re’fet Bey, Bediüzzaman-i Hemedânînin üçüncü asırda, vazife ve te’lifatı hakkında malûmat istiyor. Ben o zat hakkında yalnız harika bir zekâveti ve kuvve-i hafızası bulunduğunu biliyorum. Elli beş sene evvel, üstadlarımdan Siirt’li merhum Molla Fethullah eski Said’i ona benzeterek, onun o ismini ona vermiştir.” (Osmanlıca Emirdağ L: 383)

Bediüzzaman kelimesinin manası

Bediüzzaman’ın manası şudur: Mahlûkata müteveccih lügat manası itibariyle: kendi zamanının nâdidesi. görülmemiş garibi, emsali olmayan harikası vesaire demektir.

Istılahî manası ise, Bediüzzaman unvanı, zekâ ve hıfzda insanlar arasında emsali bulunmaz derecede zeki ve kuvve-i hafızası acip olan kimselere verilmiştir. Bediüzzaman-ı Hamedanî de böyle imiş. Tarihte bir kaç Bediüzzaman gelmiş geçmiş. Fakat Bediüzzaman Said-i Nursî’nin hem zekâ ve hıfzda, hem idrak ve kavrayışta, hem hal ve davranışta, hem kıyafet ve harekette, hem tarz-ı beyan ve üslup cihetlerinde hiç birisi ona benzememektedir. Yani Said-i Nursi filhakika ve vakıa olarak her şeyi ile zamanın Bedi’idir. Hatta meslek ve meşrebi de, davası ve mücahadesi de bambaşkadır, garibtir, bedi’dir. (Abdülkadir Badıllı)

Hafızlığı

Kardeşi Molla Abdülmecid hatıra defterinde şöyle der: “Kur’an-ı Kerim’i onbeş gün zarfında hıfzetti. Kamus-ul Muhitten altmış satırlık bir sahifeyi bir defa okumakla ezberine alırdı. Evet bu zat, gerek medrese, gerekse mekteb ilim ve fenlerinden ezberine aldığı metinleri, kitapları unutmamak için, daima ezberinden okuyup tekrarlamaya mecburiyeti vardı. Ezberinde bulunan metinlerin mecmuu otuz Kur’an kadar idi…”

Japon Başkumandanı ile tanışması (1911)

Osmanlı Devri yayın organlarından Resimli Mecmua’nın 31.Numaralı sayısına göre 1911 yılında Japon Başkumandanı Mareşal Nogi bir heyetle birlikte İstanbul’a gelmiş. İslâm dinini tetkik etmiş olan bu kumandan, zihnindeki bazı istifhamları gidermek amacıyla, İslâm hilâfetinin payitahtı İstanbul’un büyük ulemasından çeşitli sualler sormuştu. O sıra Bediüzzaman Hazretlerinin sit ve şöhreti de afakı kapladığı günler idi. İstanbul uleması, altından kalkamadıkları çetin ve muğdil sualleri gelip Bediüzzaman’a sorarlar. Ona sorulan bu suallerin ekserisi müteşabih olan bazı hadis-i şeriflerin hakikatlerine dairdir. Bu hadiseyi, Bediüzzaman bilâhare Denizli ve Afyon mahkeme müdafaatında bir münasebetle şöyle anlatır: “…Hürriyet’ten evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın başkumandanı islâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sordular.

“Bir sel gelecek”

Molla Abdülmecid Efendi, kendi hatıra defterinde şöyle yazmaktadır: “Birinci Harb-i Umumi’nin arefesinde, Horhor namındaki medresesinin damında bizlere tefsir dersini verirken; o akşam güneş tamamiyle, tutulmuştu. Derinden derine bir âh!.. çekerek, “Eyvah!” dedi. “Öyle bir sel gelmek üzeredir ki; hepimizi süpürüp götürecek.” Hakikaten bir ay sonra harb ilan edildi ve az bir zaman içinde memleket tamamıyla yıkıldı gitti..”

Yeğeninin kaleminden Şark Cephesi kaplanı

Merhum yeğeni Abdurrahman Efendi, 1920’li yıllarda kaleme aldığı Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı adlı eserde şunları yazmakta: “Harb-i Umumi’de mecburiyetle bütün talebeleriyle harbe iştirak etti. Pasinler cephesinde büyük musibet ve felâketlere uğradı ise de, gerek muharebede ve gerek esarette çektikleri mezahimi (zahmetleri) yazmama, harbin aleyhimizde neticelenmesinden dolayı müsaade buyurmadılar.”

Pasinler Cephesinden Van’a avdet ettiği zaman, Van’da ihtilâl zuhur etti. Kendisi bu ihtilale karışmadı. Medresesinde ikamet etmeye başladı. Fakat daima masumların vikayesine çalışıyor, çoluk ve çocuklara dokunulmaması için herkesi ikaz ediyordu. Bu sırada Van şehri de sukut etti. Bediüzzaman gönüllü talebeleri ile birlikte medresesinde tahassun ederek, Ruslarla harbe karar verdiler. Lâkin valinin fazla ilhahı (ısrarı) üzerine Van’dan çekildi. Fakat kaçamamış bîçare muhacirleri selâmet içinde muhafaza etmek ve hicretlerini te’min etmek için, Vestan’a (Gevaş’a) giderek Ruslara karşı müthiş harbler yaptı. Burada Bediüzzaman’ın İşarat-ül İ’caz kâtibi Molla Habib Efendi şehit düştü. Allah Rahmet eylesin. Buradan kaçışmakta olan muhacirlerin selâmet içinde gitmelerini te’min etti. Sonra İsparit nahiyesinin Ermeni çetelerinin taarruzuna uğradığını duydu. Bunun üzerine kendi nahiyesi ve doğduğu yer olan Nurs köyüne giderek gönüllüleri ile Ermeni fedailerini oralardan kovdu. Fakat Ermenilerin kaçmayan kadın ve masum çocuklarını bir yerde toplayarak:”Şer’an bunlara dokunmak caiz değildir.” deyip halkı dokunmaktan men etti. Ve mezkûr kadın ve çocukları bir yerde toplayarak Emeni fedailerine teslim etmek üzere onlara gönderdi.

Ermeni fedaileri Bediüzzaman’ın bu hareketinden çok memnun kalarak: “Madem ki Molla Said bizim çocuklarımıza dokunmadı, biz de bundan sonra çoluk çocuğa dokunmayacağız” diye haber gönderirler.

Bazı Harp Hatıraları

Abdülkadir Badıllı diyor ki: Bitlisli Abdülmecid bizzat bize anlattı: (Bu zat, l.Cihan Harbi’nden sonra esaretten kurtulmuş, gelip Urfa’ya yerleşmişti, bilâhare İzmir’e nakl-i mekân ederek 1958’de orada vefat etmiştir.)

“Biz orduda askerdik. Molla Said-i Meşhurun gönüllü alayı ile yan yana idik. Kendisinin beyaz bir atı vardı. Daima at üstünde, alayının önünde atını sağa sola koştururdu. Sipere yatmazdı. Sonra Bitlis’in sukutunda ben de esir düştüm. Beni Sibirya’ya götürdüler. Artık onu bir daha göremedim. Sonra Ruslar bizi serbest bıraktılar. Harbten sağ kurtulabilmiş ailemizin efradı Urfa’ya muhacir gittiğini duydum. Ben de buraya geldim.”

Yine Muhterem A. Badıllı bey anlatıyor: 1955 senesi Sonbaharında, tahminen Ekim ayı içinde, Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaret ettiğimde bir sabah dersinde, Üstadın odasında ders oldu. Dersten sonra, Hazret-i Üstad çok neşeliydi. Eski Harb-i Umumideki maceralarından, ibret dersleri için izahlarda bulunuyordu. Bir ara sözü Şarklılara ve Şark’taki eski talebelerine getirdi, dedi ki: “Eski Said’in o zamanlardaki talebeleri o kadar muti’ ve fedaî idilerdi ki; bir işaretimle ruhlarını feda edebilirlerdi. Hatta dedi: “Benim l.Cihan Harbi’nde Mir Mahe’ isminde bir talebem vardı. Bazan tek başıyla Rus taburlarının içine atıyla hücum eder, dalar, bir kaç Rus’u gebertir, geri sağ gelirdi..” diye o sabah uzun bir sohbet dersini yapmıştı.

Eskişehir Mahkemesi(1934)

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor: Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın ziyareti için Isparta’ya gittiğimizde, Rüştü Çakın Ağabey bizzat bana anlatmıştı: “Biz Eskişehir hapsi hadisesinde mahkemeye çıkarılmıştık. Üstadımızı en önde tek olarak oturtmuşlardı. Bizler de onun arkasında, sıralarda dizilmiştik. Savcı bizim idamımızı talep eden iddianamesini okuyordu. Hepimizi bir korku telaşı sarmıştı, fakat baktık Üstadımız, cübbesinin eteği üstünde tesbihinin ipini kırmış, yeniden onu ipe dizmekle meşgul. Onun sanki hiç bir şey yokmuş gibi, savcının laflarına beş para ehemmiyet vermeyen pervasızlık içerisindeki tavrını görünce, bizlere de kuvve-i maneviye ve cesaret geldi.” (Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım- M.Kırkıncı, Sh.101-102)

KAYNAKLAR:

1-Mufassal Tarihçe-i Hayat(3 Cilt)-Abdülkadir Badıllı- İttihad Neşriyat

2-Hazinetül Burhan-Ahmed Feyzi Kul

3- Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım- M.Kırkıncı-Cihan Yayınları-İst-1989

Kaynak: Risale Talim

Gül Yağıyor (Şiir)

Gül yağıyor gül yağıyor
Medine’nin üzerine
Semalardan nur akıyor
Resulüllah’ın Şehrine

Semalardan akan bu nur
Resulüllah’ın nurudur
Resul Muhammed Mustafa
Mü’minlerin gururudur

Gül kokuyor gül kokuyor
Medine’nin dağı taşı
Hiçbir şey durduramıyor
Gözlerimden akan yaşı

Resulüllah’ın Ravzası
Olmuş bir cennet bahçesi
Baktıkça gönüller açar
Ravzanın yeşil kubbesi

Medine hurması tatlı
Lezzetine doyulmuyor
Doyulmuyor doyulmuyor
Can Ahmed’e doyulmuyor

Tanyeri der ki: özledim
Resul’un o kokusunu
Yıllar geçse unutamam
Medine’nin coşkusunu

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR