Kategori arşivi: Yazılar

Osmanlı Devletinde Hukuk Varmıydı ?

Devletler insan gibidir; büyürler, olgunlaşırlar, yaşlanırlar ve ölürler. ’’der İbni Haldun.

Evet devletlerde insanlar gibi belli bir hayat safhaları yaşar. Bu safhalar devletlerin tarihinde çok önemli izler bırakırlar. Mesela Osmanlı Devleti gibi bir devlet bu safhaları net bir şekilde yaşamış ve dünya tarihinde silinmeyecek bir iz bırakmıştır.

Osmanlı Devletinin kuruluş dönemini çocukluk safhası olarak sayarsak yükselme dönemini gençliğe, gerileme dönemini de yaşlılığa benzetebiliriz.

Bu dönemlerin ihtiyaçları farklı farklıdır. Mesela kuruluş döneminde ihtiyaç olmayan bir kanun yükselme döneminde hayati bir ihtiyaç haline gelmiştir. Çünkü artık devlet büyümüş ve İhtiyaçları büyümüştür. Bu ihtiyaçları kuruluş döneminin yasalarıyla karşılamak 15 yaşındaki bir çocuğa 5 yaşındaki bir çocuk elbisesini giydirmek gibi bir durumdur.

Osmanlı Devleti yıllarca örfi ve şeri kanunlarla idare edilmeye çalışıldı.

İmparatorluk haline geldikten sonra artık bu kanunlar devletin hukuki yapısını kaldıramaz hale geldi.Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avrupa’danalınan kanunlar Osmanlı Devletinde uygulanmaya başlandı. Bundan dolayı Sultan Süleyman‘’Kanuni’’namıyla anılmaya başlandı.

Kanuni döneminden sonra Kanuninin Osmanlıya Uyarladığı kanunlar yetersiz gelmeye başladı. Kanunların yetersiz gelmesiyle birlikte artık devletin İlmiye(Bürokrasi) ve Seyfiye(Asker) kısmında bozulmalar başladı. Bu bozulmalar devletin temel yapılarında olumsuz büyük etkiler yaptı.

Artık yenilerine ihtiyaç doğdu birçok padişah ve sadrazam yeni yasalar çıkardı. Fakat bu çıkarılan kanunların ve yasaların en önemlisi Sultan Abdülaziz döneminde çıkarılan Mecelle kadar kapsamlı değildi.

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, 1868-1878 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yarım yüzyılında şer’i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Bir giriş 16 bölümden oluşur ve 1851 madde içerir.

Mecelle kendi çağında 13 yüzyıllık İslam fıkıh geleneği üzerinde inşa edildiği halde, maddeler halinde düzenlenmiş analitik ve pozitif bir hukuk sistemi oluşturma çabasıdır. Tanzimat Fermanı ile açılan dönemin en önemli kanunu ve Osmanlı modernleşmesinin en önemli örneklerinden biridir.Mecelle Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat Kanunu’nun 43. maddesiyle 4 Ekim 1926’da Mecelle yürürlükten kaldırılmıştır.

 Mecelle ile Demokratik anayasa adımını atan Osmanlı Devleti Tanzimat, Islahat fermanlarından Tarihinin ilk anayasası olan Kanunu Esasi’yi 1876 da 1. Meşrutiyetle kabul etmiştir.

Osmanlı Devleti dünyada meydana gelen bu gelişmelere ve değişmelere kayıtsız kalamazdı.Çünkü dünyada değişim başlamış ve Osmanlı Devleti bu değişimin arkasında kalamazdı. I.Meşrutiyetin ilanı Cumhuriyet yönetimine geçişin en önemli adımı hatta yarı Cumhuriyete geçiş sayılır.Çünkü bu anayasada seçimler vardır.Meclis vardır.Halkın seçtiği milletvekilleri vardır.Bu meclis o kadar demokratik bir meclisti ki Osmanlıda yaşayan bütün Müslüman ve gayrı Müslim bütün halkları temsil ediyordu. 

Kânunu esasi Osmanlı Devletinin ve Türk tarihinin ilk yazılı anayasası olma özelliğini taşır. Bu anayasa o kadar özgürlükçüdür ki azınlık olan gayri Müslimlere Müslümanlardan daha çok hak vermiştir. Bu hakları da Müslüman olmayanlar Osmanlı Devletinin lehine değil aleyhine kullanmışlardır. Osmanlı Devletini yıkmak için bir yol olarak kullanmışlardır.

Kanunu Esasi 1921 Anayasası olan Teşkilatı Esasiye ilan edilene kadar yürürlükte kalmıştır.1921 Anayasasının kabulüyle Kanunu Esasiye yürürlükten kaldırılmıştır.

Osmanlı Devletinde verilen bu haklar bize Osmanlı Devletinin özgürlük düşüncesi hakkında az da olsa bir fikir vermiştir. Bu kanunların değişmesi ve yenilenmesi de bazılarının iddia ettiği gibi Osmanlının bir despotik ve katı yönetim anlayışında olmadığını ve Osmanlı devletinin yeniliğe ve yenileşmeye açık olduğunun en iyi göstergesidir.

Hamit DERMAN

Bediüzzaman’a Verilen Bir Teselliname (Şiir)

Bir gün Üstad çam dağının başında kalıyordu

Oradaki anısını şöyle anlatıyordu:

 

“Çam dağının tepesinde ben yalnız kalıyordum

Bu yalnızlıkta kendime bir de nur arıyordum

 

Bir gece çam ağacının tepesine çıkmıştım

O ağacın üstündeki odada oturmuştum

 

O gece ıssız ve sessiz ağaçlar arasında

Hışıltıların içinden geldi hazin bir seda

 

Bu ses ihtiyarlığıma fazlaca tesir etti

İhtiyarlığın verdiği etkiyle ihtar etti

 

Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebdil ediyor

Bu aydınlık dünya siyah kefenini giyiyor

 

Öyle de ömrün gündüzü geceye dönüşecek

Ve hayatın yazı kışa inkılâp edilecek

 

Nefs bilmecburiye dedi garibim vatanımda

Yaşadığım şu ömrümün elli sene zarfında

 

Giden şu sevdiklerimden ayrı düşmüşüm elbet

Dostlarımdan ayrılışım daha hazin bir gurbet

 

Ve bu gece dağ başında şöyle düşünüyorum

Daha elim bir gurbete tam yakınlaşıyorum

 

Anladım ki müfarakat zamanı yaklaşıyor

Çünkü bu ihtiyarlığım bana haber veriyor

 

Bu vaziyet içindeyken kendime soruyordum

Bu çıkmazlardan bir çıkış ve bir nur arıyordum

 

Aniden İman-i Billâh bana ünsiyet verdi

Benim şahsıma verdiği teselli kâfi geldi

 

Evet, ey ihtiyareler ve de siz ihtiyarlar

Mademki Rahman ve Rahim bizim Hâlıkımız var

 

Bizim için gurbet olmaz madem O var her şey var

Mademki Hâlıkımız var melaikeler de var

 

Öyleyse dünya boş değil boş değil hâli dağlar

Boş zannettiğimiz her şey boş değil boş sahralar

 

Her zemin Cenabı Hakkın ibadiyle doludur

Zişuur ibaddan başka her yer nurla doludur

 

Taşlar ve ağaçlar birer refik hükmüne geçer

Lisanı halle konuşur ve görüşebilirler

 

Büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca

Rahmetini gösteriyor onları okuyunca”

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

Risale-i Nur’dan Vecizeler

Risale-i Nur’dan Vecizeleri sizin için hazırladık… Sms, Kısa Mesaj yollayacağız ama elimizde Risale-i Nur’dan Vecizeler yok, sms ve kısa mesaj gönderemiyoruz diyenler vardı. Bizde sizleri düşündük bir smsyi geçmeyecek şekilde Risale-i Nur’dan Vecizeler hazırladık ve istifadenize sunuyoruz.

Ayrıca bu vecizeleri Facebook profilinizde paylaşabilir ve Twitter’da da Tweet atabilirsiniz. Malum Twitter’da 140 karakter kullanabiliyorsunuz ona bile yetecektir. Bir sms 160 karakterdir.

Risale-i Nur’dan Vecizeler:

Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

İslamiyet güneş gibidir, üflemekle söndürülmez gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.

Ey alem-i İslam! Uyan, Kur’an’a sarıl, İslamiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol.

Her şey mânen Bismillâh der. Allah nâmına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar.

Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın!

Sultan-ı kâinat birdir, her şey’in anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gâyesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na îmân edip ibâdet etmektir.

Bu çiçek kimin turrası, kimin mührü ve kimin nakşı ise, elbette bütün yeryüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir.

Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin… Rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün.

Kâinatta en yüksek hakikat imandır.

Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.

Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.

İman hakikati öyle bir çekirdektir ki; eğer tecessüm etse bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tubası olur.

Risale-i Nur Kuran-ı Mu’ciz-ül Beyanın taht-ı tasarrufunda olduğundan,ona uzanan,ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.

Şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan,hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin.Nasıl sen nizamsız,gayesiz kalabilirsin?

Ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.

Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme.

Bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfi değildir.

Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.

Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?

Elde Kur’ân gibi bir mucize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.

Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir.

Kuran kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifadır.

Evet ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır.

Bir şey tamamiyle elde edilemediği takdirde, o şeyi tamamiyle terketmek câiz değildir.

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.

Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış.

Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir.

Mâlâyâniyle iştigal, maksudu geri bırakıyor.

Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizliktir.

Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez.

“Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir.” deme.

Kabir, bu dâr-i fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.

Herbir şeyde hususen zîhayatlarda öyle harika bir nakış, öyle mucizekârbir sanat var ki; onu öyle yapan elbette O olacaktır.

Kalb, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.

Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.

Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır.

Bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye Rab olamaz.

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.

Gençlik kuvvetini ibadette sarfetmenin neticesi, dâr-ı saâdette ebedi bir gençliktir.

Kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir.

Aynada görünen güzellik aynaya ait olmadıgı gibi, hiçbir güzellik de o güzelin malı değildir. Bütün güzellikler Cemîl isminden yansıyor.

Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et.

Sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir.

“Allah” bir ism-i câmi’ olduğundan esma-i hüsna adedince tevhidler, içinde bulunur.

Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir.

“Sen, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.”

Evet, kainat iman nuruyla matem-i umumi olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur.

Böyle dehşetli bir asırda insanın en büyük meselesi, imanını kurtarmak yada kaybetmek davasıdır.

Dünyanın yüz bahçesi, fani olmak haysiyetiyle ahiretın baki olan bir ağacına mukabil olamaz.

Ey nefis! Eğer takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir.

Herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-ı Rahîm’e olan teslimiyete bağlıdır.

Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir.

İmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır.

Fena şeylerle zihnen meşgul olmakta fenadır.

Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir.

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.

Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.

Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.

Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.

Bu ittihadın (İttihad-ı İslâm) meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır.

Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.

Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.

Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir (…) Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur.

Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir.

Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete (düşmanlığa) vaktimiz yoktur!

Kâinat sarayını ter temiz tutan bu ulvî, umumî tanzif (temizlik), elbette ism-i Kuddûsün cilvesi (yansıması) ve muktezasıdır.

Haşiye: Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar mânevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.

Hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha (Hadis-i Şerif) vardır.

Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir.

Zaman gösterdi ki; Cennet ucuz değil, Cehennem de lüzumsuz değil.

Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır.

Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim.

Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

Mâdem her şey mânen Bismillâh der. Allah nâmına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz.

Eğer Namaz kılmazsan, senin o günkü alemin zulümatlı ve perişan bir halde gider.

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar.

Mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme.

En bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın.

İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.

Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir.

Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.

Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.

Derleyen: www.NurNet.Org

Ayrıca Tavsiye Yazımız İçin Tıklayınız : En Güzel Dualar (Risale-i Nur’dan Dualar)

Mimar Sinan’ın Akıl Almaz Sırları

Büyük üstad Mimar Sinan’ın eserlerinin sırlarını biliyor musunuz?

Süleymaniye Camisi’nde gizli bölmede bulunan notta ne yazıyor? Süleymaniye’nin dört kubbesi neyi temsil ediyor? Camii’nin inşaasına neden ara verilir? İran Şahı’nın gönderdiği mücevherler nerede? Kandilde yanan isler ne işe yarıyor? İşte Sinan’ın eserlerine gizemli yolculuk…

Mimar Sinan, bir gün, dostlarından ve devrinin şair ve ediplerinden Mustafa Saî Çelebi’ye gelerek, “Çok kocadım. İsterim ki, öldükten sonra adım unutulmasın. Hizmetlerim anılıp hayırla anılayım. Anlatacağım hatıralarımı nazım ve nesir diliyle yazar mısın?” der.

Bunun üzerine Çelebi, Mimar Sinan’ın anlattıklarını yazmaya başlar ve küçük bir kitap ortaya çıkar.

Saî Mustafa Çelebi’nin Mimar Sinan’ın ağzından kaleme aldığı, “Tezkiretü’l Bünyan” ve “Tezkiretü’l Ebniye” adını verdiği ve günümüzde ‘Yapılar Kitabı’ adı altında toplanarak yayımlanan bu eseri, büyük ustanın yaşam öyküsünü, eserlerinin envanterini ve kendi dönemine ait gözlemlerini içeriyor

Mimar Sinan’ın yaşantısına dair birçok ayrıntıyı, eserlerini, döneminin insanları hakkındaki düşüncelerini bu kitap ile, Sinan’ın kendi ağzından öğrendiğimiz gibi, Süleymaniye Cami’nin sırlarını da belli ölçülerde, bu kitapta bulabiliyoruz.

Mustafa Saî Çelebi’nin ‘Yapılar Kitabı’nda Süleymaniye ile ilgili çarpıcı bölümler yer alıyor.

Mimar Sinan, Süleymaniye Cami’nde, bir çok sorunu olduğu gibi, akustik sorununu da mükemmel bir biçimde halletmiştir. Bu konuda yine rivayete dayanan hoş bir hikâye var:

Cami inşa edilirken, Sinan’ın mihrapta nargile içtiği söylentisi yayılır. Söylenti padişaha kadar ulaşır.

Kanunî, bu söylenenlere inanmak istemese de bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten mihrapta nargile tokurdatıyor.

“Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın, nedir bunun hikmeti” diye sorar.

Sinan şöyle cevap verir: “Sultanım, dikkat edin nargilemde tömbeki, tütün yoktur. Sadece suyun fokurdamasından meydana gelen sesin cami içerisinde dağılımını kontrol ediyorum. Buradaki suyun sesi caminin her tarafına eşit yayılırsa, yarın burada Kuran okuyacak olan hocanın sesi de 60-70 metreye kadar toplanan cemaat tarafından duyulacaktır. İşte bu yüzden, akustiği kontrol ediyorum.”

Süleymaniye Camii’nin ayrıntılarına inildikçe insanı büyüleyen pek çok özelliği ortaya çıkıyor.

Caminin temelleri atıldıktan sonra, temelin iyice oturması ve sonradan bir çöküntü olmaması için, inşaata bir yıl ara verilir.

Ağır masraflar yüzünden caminin yapımına ara verildiğini zanneden İran Şahı Tahmasp Han, inşaatın devamı için, kıymetli mal yüklü bir kervanı ve içi değerli taşlarla, mücevherlerle dolu bir kutuyla, bu hediyeleri göndermesinin sebebini açıklayan bir mektubu Kanunî’ye yollar.

Bu mektuba ve üsluba sinirlenen padişah, malları elçinin gözleri önünde bahşiş olarak dağıtır ve kutuyu Sinan’a vererek içindeki mücevherleri yapının taşlarına karıştırmasını buyurur.

Mimar Sinan, değerli mücevherleri minarelerden birinin taşları arasına maharetle yerleştirir. Güneş ışığında pırıl pırıl parladığı için bu minareye ‘Cevahir Minaresi’ adı verilir. Evliya Çelebi zamanla sıcaktan bozulduğunu ve taşların pırıltısının kaybolduğunu belirtir.

Süleymaniye’nin dört minaresi İstanbul’da yaşamış dört büyük hükümdarı; Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman’ı ya da camiyi yaptıranın İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu temsil eder.

Minarelerin uzun ve kısa düzenlenişi, ana kütleyle beraber yapıya modüler sistemde piramidal bir görünüm kazandırır. Uzaktan bakıldığında, birbiri üzerinde göklere yükselen bir merdiven gibi duran bu orantı ustalığı, Hıristiyan öğretide, “Yakub’un Merdiveni” ile anlam bulur.

KANDİLLERİN İSİNDEN MÜREKKEP

Caminin içinde yanan yaklaşık 250-300 kadar kandilin isi, yukarıdaki bir akımla kapı üstündeki dört pencereden is odasına çekilirdi. Kitap yazımında ve hattatlıkta kullanılan mürekkebin en güzeli bu isten elde edilirdi.

Halen Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcut olan bazı kitaplar bu isle yapılan mürekkeple yazılmıştır.

Süleymaniye Camii ile ilgili büyüleyici hikayeler bunlarla da bitmez.

Geçtiğimiz yıllarda Süleymaniye Camii’nin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmış.

Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış. Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymiş. Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit taşları zamanla aşınmış. Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş.

Hemen Türkiye’nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş. Ortaya bir sürü fikir atılmış. Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış.

GİZLİ BÖLME

Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmaşa sürüyormuş. Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş. Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş.

Bölmede, üzerinde eski yazı olan bir not varmış, Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu belgelenmiş. Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan bir mektupmuş. Mektupta yazılanlar günümüz Türkçesine tercüme ettirilince ortaya söyle bir metin cıkmış.

SİNAN’IN BIRAKTIĞI NOT

“Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz.”

Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş. Bu oyuk içinde yer alan bir şişe ve şişe içindeki notta söyle bir şey yazıyormuş: “Her kim bu tas eskidiğinde yenisiyle değiştirmek isterse eski taşın yerine takılacak. Yeni kilit taşının iki tarafından yağlı iple taşı bir taraftan sokup öteki taraftan çeksin ve sonra ipin dışarıda kalan kısımlarını kessin.

TOPKAPI SARAYI’NDA MEKTUP

Heyet Sinan’ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye Camisi böylelikle kurtarılmış. Bu mektubun Topkapı Sarayı’nda saklandığı söyleniyor.

Otuz yıl kabul olunmayan dua

Kalakalırız.
Kolumuz kanadımız kırılmıştır sanki. İçeriden bastıran nihayetsiz isteklerle kendi gücümüz, kuvvetimiz, bilgimiz, irademiz arasında boğulur gibi oluruz.

Acizlik dört bir yanımızda kol gezer. Zerrelerimize nüfuz eder. Bir hastalık bedenimizi hiç de hesapta yokken kıskıvrak sarar. Bir nehir taşar. Zaman darken, trafik tıkanır, yollar geçit vermez olur. Gök adeta delinmiştir de caddeleri sular seller götürür. Bir insan bizi anlamaz. Bir diğeri ise yanlış anlar. Birisi sever. Birisi nefret eder. Biri alay eder. Biri küçümser.

Bu hal, bir tek biz insanların hissedebildiği, “varoluşsal çaresizlik”tir.

Hele uğradığımız haksızlıklar yok mu? Hiçbir şey yapamamanın, eli kolu bağlı olmanın getirdiği o ruhsal daralma belki de bir tek insana özgüdür.

Varoluşsal çaresizlik belimizi büker. Burnu Kaf Dağı’nda olan benliğimiz sarsılır, içimizdeki depremin ardından, benliğimizin sınırları yeniden çizilir. Bir noktadan öteye uzanamaz gücümüz kudretimiz.

Ruh bir menfez arar. Kalp teselli diye inler. Akıl, bir çıkış yolu talep eder. Benlik, “ben bir hiçim,” diye inler. İşte o an, benlik, kendini bulmuştur.

Varoluşsal çaresizlik, inkârla reddedilmemeli, dibine kadar yaşanmalıdır. Bizi biz yapan çaresizliğimizdir. Çaresizlik genellikle kişilik zayıflığı olarak yanlış algılanıp güçlü, kuvvetli olmaya göz dikilir. Oysa sonunda ölecek olan hangi insan ben güçlüyüm hezeyanına kapılarak ne elde eder?

Varoluşsal çaresizliğimiz bizi sonunda getirip duanın kapısına bırakır.

Eller yukarı uzanır. Kalp, Mutlak Varlıkla bağlılığını tazelemek ister. Ruh yalnızlığından sıyrılıp sonsuzluğa bir pencereden bakıp nefeslenmek ister.

Varoluşsal çaresizlik gözyaşlarıyla dile gelir. Gece, gündüz, yürürken, yatarken. Gecenin bir vakti. Gündüzün ortası. Her an O’nun kapısı çalınır.

İstekler, bir bir sıralanır. Her istek varoluşsal çaresizliğin kelimelerle bedenlenmiş halidir..

O da ne.

Çok özel bir yaşantı, olmazsa olmaz haline getirdiğimiz isteklerimiz yerine gelmedi diye berhava edilir. Duadan küskünlük çıkar. Neden duam kabul edilmiyor, sızlanışı duyulur. Bir yanılgı, duanın tüm büyüsünü bozar.

Otuz-kırk yıl dua edip kabul edilmeyen duasına hâlâ devam edenler vardır. Zamanın Bedii, muzdarip olduğu kulunç hastalığının şifası için dua eder, yalvarır, yakarır. Bir türlü şifa gelmez. Ama o, sızlanmaz, küsmez, darılmaz Sonsuz Rahmete. Çünkü duanın sırrına vâkıf olmuştur. “Otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi.” der. Kronik, müzmin, sürgit fiziksel ya da ruhsal sorunlardan muzdarip insanların takıldığı temel soru, “neden?”dir. Bu kadar ağrı, sızı, zahmet, meşakkat, uykusuzluk, yorgunluk, dermansızlık, nefes darlığı vs. vs neden?

“Hastalar Risalesi-On Yedinci Deva”dan öğrendiğimize göre, Zamanın Bedii anlar ki: “Hastalık dua için verilmiş.”

Hastalık neden verilmiş, diye bir kez daha soralım: Dua için.

Hastalıkları ya da başımıza gelen olayları, musallat olan musibetleri anlamlandırmak; vehim, vesvese, kuruntulardan, öfke ve kızgınlıktan kurtulmak için harika bir bakış açısıdır bu.

Duasının zahiren kabul olmaması, yani bu dünyada kabul olmaması Zamanın Bedii’ni hayali sükuta uğratmaz. Tersine, ettiği duayla hastalık şifa bulsa, bu bir açıdan dua etme imkanının ortadan kalkması olacağından, neredeyse duasının bu dünyada kabul edilmemesine sevinir. “Evet, bir kısım hastalık, duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine (ortadan kalkmasına) sebep olsa, duanın vücudu kendi ademine sebep olur; bu da olamaz.” der.

Sonra şu sonuçlara varır: “Duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye iltica eder.” Duam kabul olmuyor, istediklerim neden verilmiyor dediğimizde, unuttuğumuz nokta kanaatimce burasıdır. Dua etmenin neticesi, duanın bizatihi kendisidir. Dua etmekten maksat mesela hastalık için edildiğinde, şifa duanın neticesi değildir. Bir musibetin ortadan kaldırılması için dua ediyorsak, duanın neticesi musibetin ortadan kalkması değildir. Bir isteğimiz için dua ediyorsak, istediğimiz verildiğinde duanın neticesi hasıl oldu demekte de noksanlık vardır. Bunlar olsa olsa Mutlak Varlığın fazlındadır, ayrı bir ikramıdır.

Dua bir yaşantıdır. Bir haldir. Bizi bilen, duyan, gören Bir’in varlığına derin bir imandır. Ruhun aradığı sonsuzluğa açılan penceredir. Ruhun aradığı isteklerin gerçekleşmesi değildir. Dua kendimizi Mutlak Varlığa anlatmanın en mümtaz imkanıdır. Kendimizi tarif etmektir. Kendi sınırlarımızı çizmektir. Bunu yaparken aslında yaptığımız Mutlak Varlığı tarif etme halidir.

Zaman ve mekânın kasvetli havasından O’na yönelme zamanıdır.

Dua insanın kendini Yaratıcısına anlatmasıdır. İnsan kendini anlatırken aslında O’nu anlatmak, tarif etmektir. Bu dünya da ister kabul edilsin ister edilmesin, hiçbir dua boşa gitmez.

Dua, insanın var oluş gerekçesidir. Dua, bir anın içinde Mutlak Varlık’la kurulan derin, son derece özel bir ilişki halidir. Bu ilişki isteklerimize kurban edilmemelidir.

Dua, varoluşsal olarak sonsuz çaresizim, sonsuz acizim diyebilmektir. Bundan daha cesur bir eylem var mıdır?

Mustafa ULUSOY

Zaman