Kategori arşivi: Yazılar

Gözün Misyonları

Bediüzzaman Altıncı Söz isimli büyük eserinde insanın hayatla ilişkilerini kuran duyularının müspet ve menfi kullanımlarını anlatır. Bunlardan biri gözdür.

Bediüzzaman’ın hayatında ve insan hayatında, sanatta, dinde, felsefede, ilimde göz çok önemli bir misyona sahiptir. Herşey onunla dış dünya ile ilişki kurar, Bediüzzaman bu ilişki sınıflarını Altıncı sözde anlatır.

“Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o PENCERE ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü gözün Sani-i Basir’ine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir MÜTALAACISI ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir SEYİRCİSİ ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir ARISI derecesine çıkar.” (Sözler, 31)

İnsan ile âlem iki farklı oluşum, birinden birine açılan pencere, göz.
Aynı göz bir mütalaacı,
aynı göz bir seyirci,
aynı göz bir arı.
Eğer pencere kapalı ise veya iyi yerde kullanılmıyorsa insan bakar körler sınıfına girer. İnsanın bütün dini, ilmi ve sanatsal faaliyeti göz sayesindedir. Bütün Risale-i Nur mütalaa, seyir ve arı faaliyetleri ile doludur. Aslında bu göz Bediüzzaman’ın gözüdür. Bu gözü bütün eserlerinde kullanmış ve ortaya eserleri çıkmıştır. Çünkü risaleler çok zaman görsel daha sonra akli ve kalbidir.

Sanatın temel sorunlarından biri biçimdir. Bediüzzaman eserlerinde Tanrısal sanatın biçimleri üzerinde, renkleri üzerinde yorumlar yapar. Kâinat bir ilahi sanatlar galerisi olduğuna göre Bediüzzaman baktığı her şeyi önce ilahi, ondan hareketle beşeri sanatın normlarına göre anlatır.
Marksistlerin biçim teorisi vardır. Hatta meşhur Marksizm ve Biçime diye önemli bir kitap vardır. Zaten bu iki akım birbirine cevap veren akımlardır.

SURET VE MİKDARLARDA MASLAHAT

On İkinci Pencerede canlıların s u r e t lerini söz konusu eder.

Bu Allah’ın yarattığı canlılardaki biçimler üzerindeki ayrıntılı dikkatidir. “Umum eşyada hususan zihayat masnularda-canlı sanatlı mahluklarda-hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam –düzenli bir miktar- ve bir suret hikmetle verildiği ve o suret ve miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması hem müddet-i hayatlarında değiştirdikleri suret libasları –suret elbiseleri- ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkip ve tanzim edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması bilbedahe gösterir ki Bir Kadir-i Zülcelal’in bir Hakim-i Zülkemal’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin destgahında vücutları verilen o hadsiz masnuat, O Zat’ın vücub-ı vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler.” (Sözler, 920)

Bu cümleler bir biçim estetiğinin ayrıntılarıdır. Çünkü biçim varlığın varlık alanına çıktığı şekildir. Her biçim, hem kendi içinde düzenli, hem toptan birlikte birbirine göre bir biçim uygulaması ile meydana getirilmişlerdir.

İNSANA GÖRE BİÇİMLENMİŞ ÂLEM

Arı, insan, ağaç, ceviz, kavun, at hep birlikte tasarlanmışlardır, çünkü birbiri ile iç içe biçimdirler. Atın vücudu insana göre, diğerleri de yine insana göre tasarlanmışlardır. Kâinat bütün biçimleri ile aynı anda yaratılmışlardır, görünüşte öncesi ve sonrası yok. Nasıl her şey bir cetvele göre yapılırsa insan da varlığın mikyasıdır, adeta metresi insan olan bir kâinattır. Bu ilgiyi Bediüzzaman insanın âleme bir mikyas ve mizan olmasını bu cetvel misali ile ortaya koyar. Yani âlem insana göre biçimlendirilmiştir. Adeta ona bakılıp ona göre bir kâinat biçimlendirilmiştir. Nasıl bir ressam bütün sanatını bir resme yüklerse, Allah da bütün isimlerini insana tahsis etmiştir. “İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını insanın nefsi ile insana tahsis ediyor.” (İnsan Penceresi) Bütün esması onun hizmetine, onun varlığına tahsis edilmiştir. Hani şu tahsisat kelimesi var ya işte onun gibi. Bütün isimler insana ayrılmış, kalbim hissediyor ama kalemim ifade edemiyor. İşte kendisine bu kadar önem verilen insanlardan insanlığı anlayanlar bu tahsisat karşısında utançlarından ve mahcubiyetlerinden büyük efali küçültmemek için büyük olmuşlar. Bütün bunlar gözün, Bediüzzaman’ın gözünün ifade ettiği hakikatlerdir, okuduğu hakikatlerdir.

Mütalaanın arkasından insanın gözü, onu seyirci yapar.
Bediüzzaman’ın seyirleri nasıl anlatılabilir? Bütün eserleri onun seyirleridir.
Alvarlı Efe; “Seyreyle güzel kudreti Mevla neler eyler” derken seyretmeye teşvik eder müridanını.
Yahya Kemal Vuslat şiirinde, “seyretme cennetinde yoksul fakir yoktur” mealinde konuşur. Yani seyretmek ruhun cennetidir, orda sınıf farkı yoktur, der.

Gök kubbesi her lahza bütün gözlere mavi
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi
(Kendi Gök Kubbemiz, 75)

“Ruhun en estetik faaliyeti seyretmektir” derken Kant bunu kasteder.
Bu dünyaya açılan terkibi ve görünüşü ile harika iki pencerenin sıradan seyirlerle bedavaya gitmesi ne korkunç akıbet. Bediüzzaman kâinat sinemasını bu hakikat iki gözü ile seyretmiş, bir de i m a n s i neması diye bir imaj kullanır. Ne derin adam, hayatın hiç kabuğuna iltifat etmemiş.
BEDİÜZZAMAN : ‘‘BAŞINI KALDIR!’’der

Bak şimdi o göze C e m a l l e r i seyreder. “ Şu kainatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler bir Cemal-i Sermedi cilvelerinin bir nevi gölgesi olduğunu gösterir” o kendisine hayran olunan güzellikler O’nun bir nevi gölgesidir. İnsan ona değil Ayet-i Hasbiyede dendiği gibi gölgeye aşık olmuştur. Gölgeden başını kaldırıp güneşe bakmak herkese nasib olmaz. Gölgede kaybolan bir gölge, ne hazin kaybolmak! Gölgenin gölgeye âşık olması, ama yapıyoruz işte. Bu yüzden Bediüzzaman “Başını kaldır” der. Gelip geçen cemalleri o kalbimizi bağladığımız güzellikleri, o içinde kaybolduğumuz güzellikleri nasıl yorumlar. “Evet ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimi bir şemsin şualarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi, s e y y a l z a m a n ı r m a ğ ı n d a, s e y y a r m e v c u d a t ı n ü s t ü n d e parlayan lemaat-ı cemaliye dahi bir Cemal-i Sermediye işaret ederler ve O’nun bir nevi emareleridirler.” (Sözler, 943)

Seyyal zaman ırmağı, ne imaj.
Bergson Bediüzzaman’ı görseydi zaman kavramını nasıl anlattığına hayran olur parmağını ısırırdı.
Nerde Duree kavramı nerde seyyal zaman ırmağı.
İşte biz o seyyal zaman ırmağı üzerindeki kabarcıklarız. Kabarcık sonunda bir de “cık” eki var, küçültme eki.

TÜRKÇE LİSANI VE BEDİÜZZAMAN

Sanat demez Bediüzzaman insanın sanatına sanatçık der.
Türkçe onun elinde bir sanat diline dönüşür. Bir felsefe diline dönüşür.
Mardin’de beni etkileyen bir adam ismini unuttum, hanedan, cömert ama ruhu da cömert, yorumları da kalp, akıl, ruh ve hissiyat karışımında bir periyodik eğitim dışı kalmış, iyi ki de kalmış bir büyük adam dedi,
“Bediüzzaman hem Said-i Kürdidir, hem Said-i Nursi’dir, hem Said-i Arabi’dir, hem Said-i Farsidir. Hem Said-i bilcümle akvam-ı âdemdir.” Helal olsun bu kadar okudum ama bu kadar hissedemedim.
Gelin takılıp kalmayalım bu adam gibi bakalım.

Bediüzzaman gözü arıya benzetir. Ne kadar harika bir empati.
Arı bal yapar, göz de mana balları üretir. Bütün nurlar o balların tadlarıdır.
“Yunus Ballar balını buldum kovanım yağma olsun” derken herhalde onu kastetmiştir.
Ballar balı nurlar, biz de kötü bir kovan, at kovanı ballar balına koş.
İkinci şua bir mana balı,

“Bu risaleyi anlayarak okuyan imanını kurtarır inşallah” der. Ne harika bir söz!
Risale-i Nur bütün dünyanın tattığı bir bal okyanusudur, haydi ballara ballara…

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Her hâliyle örnek, tek önder

Her toplum kendisinin; güvenilir, saygın, âdil, korkusuz, şefkatli, hiçbir kötü alışkanlığı olmayan, gözü pek ve çalışkan bir liderinin olmasını ister. Yüce Hâlıkımız bizlere, tüm bu olumlu vasıflarla donattığı Hz. Muhammed S.A.V. efendimizi, önder ve lider olarak, üstelik de herkesin konumunda yaşatarak örnek bir MODEL tayin etmiştir. Sonsuz hamd ve senalar olsun… Âdetâ O c.c. bizlere; “Şu durumda olduğunuz zaman, böyle davranacaksınız. Bu durumda olduğunuz zaman ise şöyle davranacaksınız. İşte size mükemmel bir de model insan gönderdim” diye zımnen ferman ediyor… Veya bazı mahrumiyetlerimiz için; SINAV GEREĞİ olduğunu idrak ederek, “tevekkeltü alellâh” dememiz gerektiğini de fiilen bizlere gösteriyor. Birkaçını hatırlayalım:

1. Hz. Muhammed YETİM idi, üstelik kendisi doğmadan babası Abdulah vefat etmişti. Bu durumda, o acıyı ömrünün ilk yıllarında tatmıştı.

2. 6 Yaşlarındayken de annesi vefat ettiğinden, ÖKSÜZ kalmıştı. Her iki acıyı birden yaşamıştı. Hem yetimlikte hem öksüzlükte örnek oldu.

3. Üstelik, yoksul bir aileye mensuptu. Yoksulların, yetimlerin ve öksüzlerin hâllerini çok iyi biliyordu. Zirvede bir örnek hayat yaşıyordu.

4. Kendisinden 15 yaş büyük olan Hz. Hatice ile evlendikten sonra, bölgenin en zenginlerinden oldu. ZENGİN kimselerin de hallerini en iyi biliyordu. Zenginlerin nasıl davranmaları gerektiğini de fiilen gösteriyordu. Ticarette, ortaklıkta ve zenginlikteki davranışlarımıza da örnek oluyordu.

5. Yedi evlât sahibi oldu. Onlara (kızlara veya erkeklere) nasıl davranılması gerektiğini, bizlere fiilen gösteriyordu.

6. Yedi evlâdından altısını, kendi mübarek elleriyle kabre koymuştu. EVLÂT ACISI ne demek olduğunu, en iyi O sav. Biliyordu.

7. Kendisinden farklı düşünen zâlimlerin, acımasız baskılarına mâruz kalıyor, yakınları ve arkadaşlarına işkenceler çektiriliyor veya öldürülüyordu. Hattâ bu zulümler, ülkesinden hicret ettirecek seviyelerdeydi. Bu durumlarda da nasıl davranılacağını, nasıl sabır ve mukabele edileceğini, yaşayarak bizlere öğretiyordu.

8. Ordu kumandanı olduğunda, nasıl davranılması gerektiğini, tedbirlerin nasıl alınacağını, savaş stratejilerini, savaş halinde bile hangi ibadetlerin ertelenip, hangilerinin nasıl edâ edileceğini bizlere fiilen gösteriyordu.

9. Mağlup bir kumandan olunduğunda nasıl, gâlip bir kumandan olunduğunda nasıl davranılacağını, fiilen gösteriyordu.

10. Mekke fethinden sonra şehre girerken bile, asla mağrur bir edâ ile değil, bineğinin üstüne kapanmış olarak ilerliyordu. Müşriklerin bile onurlarını zedelemekten sakınıyordu. Onlardan intikam almak değil, kalplerini de fethederek, Cehennemden kurtarılmalarının çarelerini arıyordu. Cennete giden doğru yola rücû etmeleri için, onlara, (hattâ en sevdiği amcasını öldüren Vahşî’ye bile) kucak açıyordu…

11. Barış konusunda kendisine itaat edilmediği zaman, nasıl bir taktik ile itaatin sağlanmasını, bizlere fiilen gösteriyordu. (Koltuk uğruna halkına işkence çektiren, halkına tanklarla saldıran ve her türlü eza ve cefayı reva gören şimdiki M.Kaddafi, H.Mübarek, B. Esat v.d.’lerinin kulakları çınlasın. Bu değerlerden yoksunlukları anlaşılsın.)

12. Hasta olduğunda, hastalara sabırda ve kullukta fiilen örnek oluyordu. Sağlıklı zamanlarında ise hastaları nasıl ziyaret etmemiz gerektiğini, onlara nasıl davranmamız gerektiğini yaşayarak öğretiyordu.

13. Yaşlı olduğunda, yaşlılara fiilen örnek oluyordu.

14. 53 Yaşından sonra, yüce Dînin tüm prensiplerinin her yönüyle öğrenilmesi ve her kabileye yayılması, v.s. birçok hikmetler nedeniyle, birden fazla evliliklerde, eşler arasındaki adaletin nasıl tesis edileceğini ve onlara nasıl davranılması gerektiği konusunda da örnek oluyordu.

15. DEDE olduğunda, torunlara nasıl davranılması gerektiğini, nasıl terbiye edilmesi gerektiğini bizlere fiilen gösteriyordu.

16. İmam, lider, önder, devlet reisi veya hâkimiyet zamanında, mahiyetindeki yöneticilere, halka, kölelere, yoksullara, öksüzlere, yetimlere, gençlere, yaşlılara, hastalara, misafirlere, fakirlere veya zenginlere nasıl davranılması gerektiğini fiilen gösteriyordu.

17. Vefat edeceğini anladıktan sonra, o yolculuğa nasıl hazırlık yapılacağını, nasıl davranılıp nasıl vasiyet edileceğini bile fiilen gösteriyordu. Acaba sadece birkaçını sayabildiğimiz bu önemli kriterlerde, insanlığa Hz. Muhammed’den başka tek bir örnek, lider ve önder gösterilebilir mi? Hâşâ…

Hz. Muhammed SAV’in teşrifinden önceki cehalet asrı ile Dâr-ı Bekâya irtihali sırasındaki SAADET asrını mukayese ettiğimizde, ortaya çıkan tablo gerçekten göz kamaştırıyor. Kız çocuklarını bile diri-diri toprağa gömen vahşi, putperest, bencil, ayyaş ve bedevi bir toplum, kendilerine sunulan saadet prensiplerinin tüm insanlığa ulaştırılması için, tüm çevre ülkelere yayıldılar. Vedâ hutbesindeki “..burada olanlar, burada olmayanlara anlatsın” emrini alan 124 000 sahabeden, 110 000 yetişkin sahabenin evini, barkını ve vatanını terk ederek, bu saadet prensiplerini bizlere kadar ulaştırması, o seçkin lidere SAV bağlılığı ve sadakati göstermiyor mu?… Böylesine seçkin bir liderin Hicrî ve Miladî doğum günleri, KUTLU DOĞUM HAFTASI’na işte bu sebeplerden sığmaz oldu. Birçok ülkede, bir aydan fazla zamandan beri bu kutlamalar, işte bunun için hâlâ devam ediyor. Helâl olsun… •Ne mutlu bu saadet ve bahtiyarlar kervanına katılanlara. Saadet sarayları ve Cennet bahçeleri O’na tâbi olanları bekliyor… •Veyl olsun Müslüman gözüktükleri halde, geçici dünya menfaatlerine aldanan ve kendi halkına savaş açarak zulüm eden, bu ulvî prensiplerden yosun tüm liderlere ve onlara uyanlara… •Ve, ne mutlu “bu ulvî prensipleri öğrenip, çevresine ve o sahabeler gibi tüm insanlık âlemine yaymayı ve tüm insanlığın Ebedî Cehennemden kurtarılmasını” kendilerine DERT edinenlere…

A. Raif Öztürk / Moral Haber

Bediüzzaman’da Peygamber (a.s.m.) sevgisi

Bediüzzaman’ın Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m.) sevgisi bir başkadır. Bediüzzaman, Efendimizin (a.s.m.) siyerine ve onun İslâm âlimlerince anlatılan hayatına değil, şahs-ı manevisine bakmamızı tavsiye ederek şu mesajı vermiştir: “Sadece siyerde kalırsanız, Efendimizden bugüne kadar ne kadar insan namaz kılmışsa onların kıldığı namaz sevabının onun defterine yazıldığı; o kadar oruç tutanların, o kadar Kur’an okuyanların, o kadar cihat edenlerin, o kadar ila-yı kelimetullah davası için can veren şehitlerin sevaplarının misliyle Resulullah’ın (a.s.m.) makamını arttırdığını ve Allah Resulü’nün hâlen berhayat olan ruhaniyetine aktarıldığını anlayamazsınız.

Bediüzzaman’ın On Dokuzuncu Söz, Birinci Reşha’da güzel bir tespiti var: “Rabb’imizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitab-ı kâinattır, birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatü Vesselam’dır, biri de Kur’an-ı Azimüşşan’dır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı natıkı olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatü Vesselam’ı tanımalıyız, dinlemeliyiz. Evet, o burhanın şahs-ı manevisine bak: Sath-ı arz bir mescit, Mekke bir mihrap, Medine bir minber…

Bu tespit, Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin (a.s.m.) bütün yaptığı işleri içine alan muhteşem bir tespittir.

Hayatında Peygamberin hayatını eritmiş

Bediüzzaman’ın hayatında Peygamberimizin hayatı eritilmiştir. Bir gün kullandığı bir ilacı alması için talebesine 100 kuruş vermiş. Hap gelmiş, içmiş ama yutamamış, geri çıkarmış. Talebesi hapı tekrar vermiş, onu da yutamamış. Üç defa aynı hapı yutamayınca, “Oğlum, bunu kaça aldın sen?” diye sorunca çocuk, “110 kuruş olmuş efendim!” demiş.

Bediüzzaman 100 kuruş vermiş, 10 kuruş da talebe cebinden katmış ilacın parasına… 110 kuruş olduğunu duyunca cebinden 10 kuruşu çıkaracak, “Al oğlum!” demiş, 10 kuruşu vermiş, ondan sonra “Bismillah!” diyerek hapı yutabilmiştir.

Burada Resulullah Efendimizin –ganimet dağıtılırken– torunu Hz. Hasan’la arasında geçen olayı hatırlamakta fayda var:

Hz. Hasan (r.a.) beş yaşında çocuk. Bir ganimet dağıtılmaktadır. Efendimiz bir şeylerle meşgulken bir tane hurmayı ağzına atmış. Resulullah koşmuş, Hz. Hasan hurmayı çiğneyecekken şehadet parmağıyla ağzından hurmayı çıkararak, “Zekât malı bize haramdır!” demiş.

Helal ve haram noktasında bir hurmanın hesabını yapan Hz. Muhammed Mustafa’yı, 10 kuruşun hesabını yapan Bediüzzaman, varlığında eritmiştir. Resulullah’ın hayatını hayatına yansıtmıştır.

Bediüzzaman’ın hayvanlara merhametini düşününüz: Erek Dağı’nda bir gün bir küp kavurma gelir. Talebeler kavurmayı azar azar yemek için muhafaza altına alırlar. Ancak bir köpek gelir, kavurmaları yer. Bunun üzerine talebeler köpeği yakalayıp cezalandırmak isterler. Bunu fark eden Bediüzzaman, talebelerini toplayarak, “Siz aç kalsanız, küpün içinde kavurma görseniz, yasak olduğunu bilseniz, acınızdan öleceksiniz; o kavurmayı yemez misiniz?” diye sorar. Talebeler “Yeriz efendim!” diye cevap verince, “Sizin aklınız var, dininiz var, şeriatınız var… Siz yiyorsunuz da, onun ne aklı var, ne dini var, ne vicdanı var, bu köpektir, bunun yediği her şey ona helaldir. Dolayısıyla o hayvanı dövmeye kalkmanız garip değil mi? Dövmeyin! Hakkınızı helal edin, köpeğin gıybetini de yapmayın” diye nasihatte bulunur.

Bediüzzaman bir köpeğe merhamet etmiş, bir köpeğin dövülmemesi onun gündeminde bir madde olmuş…

Allah Resulü bir gün Medine’deydi. Bir deve, Resulullah’ın önünden geçerken durdu. Resulullah’a döndü. Gözünden yaş akan deve, Efendimize bir şeyler anlatıyordu inleyerek… Kendi diliyle deve inim inim inliyordu. Allah Resulü (a.s.m.), belki Bedir Savaşı’nda yanında savaşmış bu adamı yanına çağırdı, “Gel buraya!” dedi: “Senin şu hayvanın, seni bana şikâyet ediyor! Utanmıyor musun, hiç mi mahcup olmuyorsun, hiç mi için sızlamıyor buna bu kadar yük yüklemeye? Sen ona çok ağır yük yüklüyormuşsun, sonra dövüyormuşsun, sonra aç bırakıyormuşsun.

Bir devenin iniltisi için sahabeyi azarlayan bir peygamber, Hz. Muhammed Mustafa!

Büyüklerin hayatı, Peygamberimizin hayatına benzer. Çünkü onların öğretmeni odur. Onlar, Allah Resulü, Kâinatın Sultanı, Nebiyy-i Zîşan Efendimizi hayatlarında eritmişlerdir.

Peygamberin gözünün nuru

Bediüzzaman’ın gönderildiği ilk sürgünde hava çok soğuk. Başına diktikleri asker çocuk tir tir titriyor. “Sen uyu oğlum” demiş gece olunca… Yolculuk uzun, Trabzon’a gidilecektir Van’dan… Orada 20 gün kalıp oradan Barla’ya kadar uzayacak yolculuk başlayacaktır. 1925’in Şubat ayı.

Asker geceyi şöyle anlatıyor: “Çekine çekine uyudum. Gece bir an ses duydum; bir tıkırtı… Kalktım ki, lambayı yakmış, buz gibi arazinin yüzünde de çadır falan yok, her taraf kar. Bediüzzaman elinde lamba ve su dolu ibrikle gitti. Abdestini aldı geldi. Öyle uzun bir namaz kıldı ki! ‘Allahu ekber!’ dediğinde yer gök sallanıyor zannettim.”

Allah Resulü’nün “gözümün nuru” dediği namaz, hayatının değişmeyen omurgası, dinin direği namaz. İşte Bediüzzaman, Peygamberi böylesine hayatına rehber edinmiş…

Peygamberi şiir gibi anlatmış

Bediüzzaman, “Asr-ı Saadet’e, Ceziretü’l-Arab’a gideriz” diyor İkinci Reşha’da… “Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak: Hüsn-ü siret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki, elinde mu’ciznüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî Âdem’e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.”

Peygamber ancak bu kadar, şiir gibi anlatılır!

Bediüzzaman, Barla’ya son defa gitmiş, vedalaşıyor âdeta. Resulullah Efendimiz de son günlerinde Medine’yi gezmiş, Uhud’a gitmiş, Kuba’ya gitmiş… Bir gece Cennetü’l-Bâkî’yi gezmiş Allah Resulü, sahabeyle beraber hatırası olan yerlere oturmuş. Her şeyle veda etmiş âdeta.

Sıla-i rahim, Allah Resulü’nün hayatında terk etmediği bir güzel ahlâk.

Ümmü Eymen’in evine giderdi Allah Resulu. Yaşlı kadın… Peygamber Efendimiz ziyaret ederdi. O, sıla-i rahim için yapardı. Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ebubekir (r.a.) Efendilerimiz de aynı şeyi yapınca dediler ki: “Resulullah ziyaret ederdi, onun için geldik. Ümmü Eymen niye ağlıyorsun? Aradan kaç gün geçti; üç günden fazla yas tutulmaz, bilmiyor musun? Niye ağlıyorsun?” deyince, “Ben Resulullah’ın vefatına ağlamıyorum ki!” dedi, “Gökten semalardan vahiy kesildi, Kur’an inmiyor artık; ben ona ağlıyorum!”

Sıla-i rahim, Efendimizin hayatı…

Bediüzzaman, son kez gelmiş Barla’ya. Barla sokaklarında yürürken bir yerde durmuş. Kapıya bakmış, paslı bir kilit. Kapı yıllardır açılmamış. Mustafa Çavuş’un kapısı. Üstad’ın has talebelerinden ve ilk talebelerinden…. Üstad’ın içine sanki hançer saplanmış, dönmüş, “Mustafa Çavuş?” demiş. Oradakiler “Vefat etti!” deyince, Hz. Üstad’ın gözlerinden yaşlar boşalmış.

Peygamber’in vefasını bedeninde eritmiş.

Sarığına el uzatan Ankara valisine, “Benim başımdakiyle uğraşma, başından bulursun!” demiş. Hz. Muhammed Mustafa’nın bir sünneti için asla taviz vermemiş.

Bediüzzaman, Tiflis’i seyrederken “Ne yapıyorsun?” diye soran Rus askerine “Kuracağım medresemin planını yapıyorum” demiş. Bediüzzaman, “Delirdin mi sen! Burası Tiflis. Sen Bitlislisin. Bilmez misin, buralar bizimdir. Hem İslam dünyasının hâline bak. Önce siz gidin kendinizi kurtarın” diyen Rus askerine şu cevabı verir: “Bilmez misin Tiflis’le Bitlis kardeştir.” Sonra diyecek ki: “Sen bizi perişan mı görürsün öyle! Hindistan Müslümanlarının o hâline bakıp da perişan mı görürsün? Onlar İslam’ın en zeki çocukları; şimdi İngiltere’ye tahsile gittiler, bir gün gelecekler.”

Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) Mekke’yi Medine’ye kardeş yaptığı gibi kardeş yapmış Bitlis’e Tiflis’i.

Hendekten sıçrayan kıvılcımdan İstanbul’un fethini gören Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) baktığı yerden bakmak… “Yemen sizin olacak” diyen, hendek kazıp düşmanın şerrinden kurtulmak isteyen bir ordunun komutanı Hz. Muhammed Mustafa, Selman’ın elinden aldığı balyozu vurduğu yerden çıkan ışık İran’a doğru gidince “Lâ ilâhe illâllah!” deyip “İran sizin olacak” diyecek.

İşte bir insan Hz. Muhammed’i hayatına hayat yaparsa yaptığı her işte O’ndan bir iz taşır… Tıpkı Bediüzzaman gibi…

Ömer Döngeloğlu / Moral Dünyası Dergisi

EY DOST (Akrostiş şiir)

Ahımı, figanımı anlatabilsem size

Hicran dolu gönlümü atabilsem denize

Mahzun bakışlarınla getirdin beni dize

Etme ey dostum etme, ne olur acı bana

Tebessüm et, gül biraz, halime acısana

 

Tebessüm et ki yüzüm ebediyen solmasın

Ağlamasın gözlerim, gözyaşlarım olmasın

Neler çektim bir bilsen şu dünyanın elinden

Yıkıldı hayallerim insanların dilinden

Eriyen kurşun gibi döküldüm yeryüzüne

Ruhumun sıkıntısı dönmedi hiç özüne

İstiyorum insanlar bağlı kalsın sözüne

 

Ahmet TANYERİ – ANKARA

04.Nisan.1979

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur!

Risalelerin manevî ders halkasına giren bir kişi, kısa bir süre sonra kâinattaki bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden, kainattaki tüm ilahi fiilleri teşhis edebiliyordu..

Risale-i Nur’ları ellerine geçiren insanlar, kısa bir süre sonra, hattâ bazan risalelerin ilk satırlarından itibaren, kâinatı bir kitap gibi okumaya başladıklarını hissediyorlardı. Bu, bir insan için yeniden doğuş demekti.

Çünkü, daha önce görülmeyen, görülse de önem verilmeyen varlıklar vardı şimdi âlemde. Kışıyla, baharıyla, yeriyle, göğüyle, canlısıyla, cansızıyla, gecesi ve gündüzüyle herşey ve her olay, Yer ve Gökler Rabbinden bir mektuptu ve doğrudan doğruya insanı muhatap alıyordu.

Telif edilen her risale, sanki bu mektupların şifrelerinden bir ikisini daha çözüyor ve insana onu açıkça okutuyordu. Böylece, bir yandan derslerin tekrarlanmasıyla, diğer yandan da yeni telif edilen risalelerin elden ele ulaşmasıyla, insanların önlerindeki kâinat kitabı okuma becerisi de artıyor ve bu beceri artışı, daha fazla okuma iştiyakını doğuruyordu.

Böylece, Nur Risalelerinin manevî ders halkasına giren bir kişiye, kısa bir süre sonra, kâinattaki tek bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden bir tanesini teşhis etmesi yetiyordu; o tek fiil, kâinattaki bütün İlâhî fiillerle omuz omuza verip, onu bütün İlâhî isimlerin Müsemmâsına götürebiliyordu.

Fakat bu bakış açısı ve bu beceri, iradeli bir bakışa ve sürekli temrinlerle bu bakış açısını diri tutmaya ihtiyaç gösteriyordu. Aksi takdirde, dünya hayatının uğraşları, özellikle geçim endişesi ve zamanımızın diğer meşgaleleri, insanın dikkatini hemen dağıtıverme istidadını taşıyordu.

Bediüzzaman’ın talebeleriyle yazışmalarında, onları bu tür oyalanmalara karşı zaman zaman uyardığı görülmektedir. Daha önce de temas edildiği gibi, yeni telif edilen bir risalenin ulaşmasından sonra, bu risale ile ilgili hissiyatı satırlara dökerek Üstada göndermek, onun yakın talebeleri arasında bir geleneğe dönüşmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, bu mektuplar, aynı zamanda, Bediüzzaman’a, talebelerinin kavrayışlarını ölçme ve gelişmelerini izleme imkânı da veriyordu.

Nitekim iki risaleye en yakın talebesi Hulûsi Beyden cevap gelmediğinde, Bediüzzaman, bu gecikmenin birtakım dünyevî meşgalelerden ileri geldiği sonucuna varmakta gecikmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Hulûsi Bey, o sıralarda bir harita işiyle meşgul olmaktadır; ancak bu maddî işin ayrıntıları, onun “pek keskin zekâsı” önünde geçici bir perde teşkil ederek, manevî âlemlerdeki incelikleri yakalayıp manevî zevkleri tatmasına engel olmuştur:

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata [ay, dünya ve gezegenlere] dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevap yazamadı.

Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike [hakikatlere] işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, o Mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.”

Zaman zaman, insanların dikkatini manevî konulardan çekecek ve son derece değerli ömür dakikalarını, saatlerini ve günlerini gelip geçici meselelerle ziyan etmesine yol açacak bahanelerin güç kazandığı olur. Üç Aylar gibi mübarek mevsimlerin geride kaldığı, yahut bir yandan engin bir tefekkür zemini teşkil ederken diğer yandan da insanın nazarını gaflete yöneltme istidadı taşıyan bahar ve yaz mevsimlerinin yaklaştığı dönemlerde, Bediüzzaman aşağıdakine benzer mektuplarla talebelerini uyarmaktan geri kalmamıştır.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgul olamıyor.

Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem Şuhûr-u Selâsenin [Üç Ayların] gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden [iman ilimlerinden] olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.”

Neş’eli kış dersleri, mütevazi evlerde sobaların etrafında halkalanmış mütevazı insanlar arasındaki sohbetlerin uzadıkça uzadığı ve tazelenen çaylarla iyice tatlandığı derslerdir. Bir iman bahsi açılır risalelerin birinden. Büyüleyici cümleler, risaleyi okuyan talebenin dilinden birbiri ardınca dökülür. Hayaller cennet gibi âlemlere kilitlenir. Bir muhabbet pınarı kaynamaya başlar. Duygular keskinleşir. Sohbet ısınır, insanlar ısınır, âlemler ısınır. Kalabalık, görünenin kaç misline çıkar sohbet boyunca, kimse bilmez. Ancak herkes bilir yahut hisseder ki, kendilerinden başka birileri de oradadır, yanı başlarında aynı ders ve aynı tefekkürdedir. Bir tek kanat seslerinin işitilmediği kalır, o kadar.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından [iman hakikatlerini dinlemekten] çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz [dinleyicileriniz] çoktur.

Allah’ın kitabını okumak ve öğrenmek için Allah’ın evlerinden birinde veya başka bir evde bir araya gelen hiçbir topluluk yoktur ki, melekler onları ziyaret ederek etrafında dönmesin. O topluluğa kalp huzuru iner, onları rahmet kaplar. Ve Allah, yüce katında bulunan meleklere onları hayırla anar.”

Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Görünen âlemlerle görünmeyen âlemlerin gündemleri birbirinden çok farklıdır. Birinde manşetlere çıkan haber, diğerinde hiç işitilmeyebilir. İman ilimlerinin açtığı kapıdan âlemlerin her ikisine birden bakanlar ise, kâinatın asıl gündemini yakalamakta gecikmezler.

Baharın yaklaştığı günlerden birinde karları tebessümüyle eriten bir kardelen, kozasından çıkmış bir kelebek, bu âlemdeki pek çok insanın dönüp de bakmayacağı, baksa da görmeyeceği, görse de o akşamki bir televizyon programının tek bir sahnesi kadar bir değer vermeyeceği işlerdendir.

Fakat nakış nakış İlâhî isimlerin dokunduğu hiçbir hadise, gözden kaçırılacak kadar önemsiz olamaz bu kâinatta. Ve bir Risale-i Nur talebesi bunu bilir. Onun keskinleşmiş duyuları, manevî âlemlerde haber teşkil edeni, manşetlere çıkanı, izleyici toplayanı kaçırmaz. Bir ibretli bakış, bir tefekkür, bir zikir, dünyanın kalabalığı arasında kaybolup gidecek bir küçük hadise değildir; bunu bilir Risale-i Nur talebesi. Her an, nice “sıradan” insanların zikir ve fikirleri rengârenk çiçekler halinde açar ve bu gezegenin manevî simasını bir bahar sahnesine çevirir. Açan çiçeklere onların müştakları doluşur. Görünen âlemlerin yasaları, bir başka biçimde, görünmeyen âlemlerde işler. Biri kelebekleri çağırır çiçeklerin, diğeri melekleri. İman ilimlerinin talebesi, dünya ve içindekilerden daha hayırlısını bulmuş, onlardan daha kalabalık bir dost topluluğu edinmiştir.

Rabbimiz Allah deyip dosdoğru bir yol izleyenlerin üzerine melekler inerler. “Korkmayın,” derler onlara. “Mahzun da olmayın. Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz.”

Dostlar, olup biteni kaçırmazlar. Her söz, her görüntü, her düşünce, her hayal tek tek kayda geçer. Ve bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbine sunulur. Nasıl bir ihtişam içinde, orası ancak o âlemlerden görülür. Ama söz Ona yükselir; bu görülmüş gibi bilinir. Çünkü öyle buyurmuştur Kur’ân’ı gönderen.

Görünen âlemin önemli haberleri, görünmeyen âlemlerde nasıl sıraya giremezse, o âlemlerin haberleri de bizim dünyamızda pek rağbet görmez. Ancak kâinatın hakikatinden haberdar olan, duyuları keskinleşmiş olanlar, dünya kalabalıklarının değil, Allah’ın katında değer taşıyan şeyin peşindedirler.

Dünya hayatının meşgaleleri bu duyuları ve düşünceleri köreltmek üzere her taraftan saldırı halinde olduğu için de, sürekli derslerini tekrarlayarak his ve heyecanlarını diri tutmaya, doymak bilmeyen meraklarını ve kendilerine manevî Cennet hazlarını yaşatan şevklerini arttırmaya çalışırlar.

Onların iman derslerine olan ihtiyaçları, işte bu yüzden içilen su veya alınan nefes gibidir:

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur.

Ümit ŞİMŞEK