Kategori arşivi: Yazılar

Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın!

Mü’min demek, feraset sahibi insan demektir. O, Allah’ın verdiği nur ile bakar. Ancak bu nura kavuşmanın bir bedeli vardır; o da, Allah’ın ve Resulünün öğütlerini ciddîye alarak çalışmaktır.

Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın.” (Muhammed Sûresi, 47:30)

Mü’mini “feraset sahibi” olarak niteleyen bir hadis-i şerif, mü’minin ince anlayış ve seri kavrayış sahibi olduğunu, hadiselerin içyüzüne nüfuz edebilen bir bakışa sahip bulunduğunu ifade etmektedir. Ancak insanlar analarından böyle bir yetenekle doğmadıkları gibi, sadece “İman ettim” demekle de oturdukları yerden bu yeteneğe sahip olamazlar. Bu, ancak Kur’ân’ın terbiyesi altında kazanılacak olan bir beceridir ki, hadisin devamındaki “Mü’min Allah’ın nuruyla bakar” sözünde bu hakikate bir işaret bulmak mümkündür. Zira birçok âyetinde Kur’ân bizzat kendisini “nur” olarak nitelemiştir.[1]

Hayata bakışı Kur’ân’ın terbiyesi altında şekillenen bir insan, Allah’ın nuruyla bakan bir insan demektir. Bu ise, Kur’ân’ın irşadına kulak vermek ve onun derslerini ciddîye almak suretiyle mümkün olur.

Bir önceki bölümde ele aldığımız Bakara Sûresinin âyetindeki “Sen onları yüzlerinden tanırsın” hitabı, bu hakikatin bir örneğini içeriyordu. Orada söz konusu olan kişiler, kendilerini Allah yoluna vermiş yoksullar idi. Başkalarına dertlerini açmadıkları için zengin sanılan bu kişileri Peygamberin yüzlerinden tanıdığı bildirilmiş, mü’minlere de böyle bir beceriye sahip olmak hedef olarak gösterilmiştir.

Bu âyete gelince, o da münafıklardan söz etmekte ve yine Peygambere hitaben “Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın” buyurulmaktadır. Âyetin tamamı şöyledir:

Dileseydik Biz onları sana gösterirdik de yüzlerinden tanırdın. Ama sen onları konuşma biçimlerinden de tanırsın. Allah ise bütün işlerinizi bilir.

Bakara Sûresindeki âyet ile karşılaştırdığımızda, bir fark hemen dikkatimizi çekiyor:

Orada “Sen onları yüzlerinden tanırsın” buyurulmuştu. Burada ise yüzlerinden değil, konuşma biçimlerinden çıkarılacak bir sonuç söz konusu edilmektedir. Bunun anlamı ise şudur:

Münafıkları tanımak, yüzlerinden tanınırcasına net bir tanıma değil, ancak bir kısım belirtilerinden yola çıkarak varılacak bir neticedir. Bu ise daha fazla beceri, daha yüksek seviyede bir feraset ister.

Münafıklar konuşma biçimlerinden nasıl tanınır?

Kur’ân-ı Kerim, bazı âyetlerinde buna dair ipuçları vermiştir.[2] Bu âyetler, onların etkili bir biçimde konuştuklarını ve sözlerinin hoşa gidebileceğini bildirmektedir.

Ancak “Şunu söylerse veya şöyle söylerse münafık olduğunu anlarsın” şeklinde, herşeyi ayan beyan ortaya koyan bir formül sunulmamıştır. Bununla beraber, Kur’ân’ın münafıklardan söz eden pek çok âyeti vardır; bu âyetlerin onlar hakkında anlattığı şeyler kâfi bir ders olarak görülmüş ve gerisi mü’minin ferasetine bırakılmıştır. İşte, bu âyet-i kerime de, Peygamberin münafıkları tanıma konusundaki üstün sezgisinden söz ederken, aynı zamanda, mü’minlere de—tıpkı Bakara Sûresinin âyetinde olduğu gibi—bir hedef göstermekte ve “Düşmanlarınızı ayırt etmekte siz de Peygamberiniz gibi olun” demektedir.

Münafıklar hakkındaki ipucu olarak konuşma biçimlerinin verilmiş olması dikkat çekicidir; bu noktanın ihmal edilmemesi gerekir. Zira tuzakların ekserisi tatlı bir dilin ardında saklanır. Nice safdiller, nice cinayetleri birkaç güzel sözle unutuverir de kırk yıllık düşmanının bir anda dost oluvereceği zannına kapılır.

Nitekim, Kur’ân’ın “Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın” sözüyle hitap buyurduğu Peygamberimiz de âhir zamanda ortaya çıkacak “sözleri baldan tatlı, kalpleri kurt kalbinden vahşî” kimseler hakkında ümmetini uyarmıştır.[3]

Mü’min demek, feraset sahibi insan demektir. O, Allah’ın verdiği nur ile bakar. Ancak bu nura kavuşmanın bir bedeli vardır; o da, Allah’ın ve Resulünün öğütlerini ciddîye alarak çalışmak, çabalamaktır.

Eğer biz bu bedeli ödemekte gevşeklik göstermezsek, dostumuzu ve düşmanımızı ayırt etmekte de fazla zorlanmayız. Onlardan kimini yüzünden tanırız, kimini konuşma biçimlerinden. Kimini bir bakışta, kimini biraz çaba ile teşhis ederiz. Ama birini diğerine karıştırmayız. Dostumuzu ihmal etmez, düşmanımızın elinde oyuncak olmayız.

Lâkin İslâm toplumlarının bugünkü haline baktığımızda şunu da sormadan edemiyoruz:

Acaba Kur’ân’ın bizden istediği bedeli ödeyebildik mi?

Ümit ŞİMŞEK

 [1] Bkz. Nisâ Sûresi, 4:174; Mâide Sûresi, 5:15; Şûrâ Sûresi, 42:52; Tegabün Sûresi, 64:8.

[2] Bkz. Bakara Sûresi, 2:204; Münafikun Sûresi, 63:4.

[3] Tirmizî, Zühd: 60.

Bu din adamı geri bırakır mı?

Şu Müslümanlar İslamiyet’le buluşunca İslam güneşi doğacak, sabah olacaktır. Müslüman’ın Müslüman’a düşmanlığı biterse ümmet ortaya çıkacak, böylece Müslümanlar bir millet olacaktır.

Bana sordular: “İsrail, yardım gemisine saldırdı. Müslüman ülkelerden ciddi bir tepki görmedi. Küçücük bir İsraille başa çıkılamıyor. Bu hadiseye hangi noktadan bakıyorsun?

Şu noktadan bakıyorum: Müslümanlar musibet mektebinde tahsil yapıyor. Allah, İslam’ın şahlanması için Müslümanlara batılı musallat etti. Asr-ı saadetteki İslamiyet’e ne kadar ihtiyacımız olduğu anlaşılsın diye…

El hakku yalû, hadis-i şerifini hem Mehmed Akif, hem de Said Nursi işlemiştir. Buna bakarak 300 senedir devam eden gecenin sabahını, kışın baharını her ikisi de beklemiş ve müjdelemiştir.

Akif’in Safahat’ından anladığımız şudur:

Hakikat mutlaka galip gelecektir. Bu âtıl hal geçecek, Müslümanlar her bakımdan ilerleyecek, bu yükselişe hiçbir şey mani olamayacaktır. Işığa perde çekilse de hakikat güneşi batmayacaktır.

Hata başka, hak başkadır.

Müslüman başka, İslamiyet başkadır.

Şu Müslümanlar İslamiyet’le buluşunca İslam güneşi doğacak, sabah olacaktır. Müslüman Müslüman’a dost olup, şahsi günahlarına düşman olduğunda gaflet bulutları dağılacak, Müslüman’ın Müslüman’a düşmanlığı biterse ümmet ortaya çıkacak, Müslümanlar bir millet olacak, o zaman kurtulacaktır.

Said Nursi, bu hadis-i şerifi şöyle açıklıyor:

Mademki hak (İslamiyet) her zaman galiptir, neden kâfir, Müslüman’a galiptir?

Her Müslüman’ın her vasfı İslam’a uygun olması gerekirken her zaman böyle olmuyor.

Her kâfirin her vasfı da İslam dışı olması gerekirken, bu da olmuyor.

Demek ki, kâfirdeki İslamî prensipler, Müslüman’daki kâfir prensiplerine galebe çalmaktadır.

Mesela ilim, teknik, çalışkanlık, beceriklilik İslam’ın malıdır; bu meziyetler İsrail’deki Yahudi’de olsa…

Cehalet, tembellik, beceriksizlik gibi gavur âdetleri de Mekke-i Mükerreme’deki Müslüman’da bulunsa…

İsrail’deki İslamî prensipler, Mekke’deki gavur prensiplerine galip gelir.

Eğer İslamiyet kitapta kalmış, tatbikata çıkmamışsa, Müslümanlar hakla batılı karıştırmış, kuvvetsiz ve şaşkınsa Allah onlara bir düşmanı musallat eder ki, gaflet uykusundan uyansınlar!..

İlmin kendisi değil, neticesi mühimdir. Zafere ulaştırmayan harp ilmi, şifa vermeyen tıp ilmi, neticeyi bulamayan matematik ilmi, ibret alınmayan tarih ilmi ve yaşanmayan İslam ilmi kurtarıcı olamaz.

İlahiyat fakültesinde her ders var, ‘İslam’ın ticareti nasıl olur‘ yok. Veya ders var, tatbik eden yok. O kapı 200-300 senedir kapalı. O kapı açılmadıkça ileri gidemeyiz. Seccademizi düşman çiğner.

İslamiyet, dünyanın her yerinde üstünlüğünü devam ettirirken, Müslüman İslamiyet’le bütünleşince, Müslümanların da galip geldiği görülecektir. Bu sebeple, “İstikbalde en gür seda, İslam’ın sedası olacak, Asya’nın yeri göğü İslam’ın eline geçecektir!..

Bedir muharebesinde alınan esirlere şöyle bir teklif yapılmış: “On Müslüman’a okuma yazma öğretenler serbest kalacak.

İşte İslam ve ilim!

Bu din, adamı geri bırakır mı?

Hekimoğlu İsmail

“Dünya”yı sevelim ama nasıl?

Cenâb-ı Hak dünyayı ve dünyadaki her şeyi güzel yarattığını, fakat bunların geçici olduğunu, aldanılmaması gerektiğini, asıl dönülecek ve varılacak yerin Allah’ın huzuru olduğunu bildiriyor.

Nefsanî arzulara, kadınlara, oğullara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, davarlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katıdır.” 1

Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre dünyanın üç yüzü vardır:

1- Dünyanın birinci yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakar. Allah’ın isimlerinin nakışlarını gösterir. Mânâ-yı harfiyle, yani ayna gibi başkasını gösteren vücudu ile Allah’ın isimlerinin aynası hükmündedir. Dünyanın bu yüzü Allah’ın hadsiz isimlerinin hadsiz mektupları mahiyetindedir; bu yüz gayet güzeldir. Nefrete değil; aşk derecesinde sevilmeye lâyıktır. Çünkü dünyanın bu yüzü sevildikçe, neticede Allah’ın isimleri sevilmiş olur, Allah sevilmiş olur.

2- Dünyanın ikinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennetin fidanlığıdır. Rahmetin çiçekliğidir. Dünyanın bu yüzü de, birinci yüzü gibi güzeldir. Çünkü bu yüzde ekilen her şey Allah’ın izniyle âhirette ebediyen meyve verecektir. Şu halde bu yüz de tahkire değil; muhabbete lâyıktır.

3- Dünyanın üçüncü yüzü, insanın heveslerine bakan, gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın oyuncağı hükmünde bulunan yüzüdür. Dünyanın bu yüzü gayet çirkindir, gayet tehlikelidir. Çünkü fanidir. Çünkü yok olucudur. Çünkü elemlidir. Çünkü keder vericidir. Çünkü aldatıcıdır. İşte âyetlerin ve hadislerin dikkat çektiği ve sevgisine aldanmamak için uyardığı yüz, bu yüzdür. Sevilmemesi gereken, nefret edilmesi gereken, kendisinden Allah’a sığınılması gereken yüz, bu yüzdür.

Üstad Said Nursî Hazretlerine göre dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:

1- Ehl-i marifettir. Yani Allah’ı bilenlerdir. Bu sınıf, Cenâb-ı Hakk’ı derinden bilmeye, O’nu tanımaya, sevmeye, rızasını kazanmaya ve O’na ibadet etmeye set çektiği ve mâni olduğu için dünyayı sevmez.

2- Ehl-i âhirettir. Yani kendisini ahirete vermiş olanlar. Âhiret nimetlerine düşkün, gece gündüz âhiret için hazırlanan, ebedî hayat için çalışan bu kimseler dünyanın geçim derdi, çoluk çocuk derdi, aşı ve işi gibi bir takım zorunlu çalışmalarından rahatsız olurlar. Âhireti bilen ve âhirete hazırlanan, fakat dünyanın zarurî işlerinden dolayı âhiret amelinden geri kalan bu kimseler, Cennetin güzelliklerine nispeten dünyayı çirkin görürler. Nitekim dünyanın bütün güzellikleri, Cennetin güzelliklerine oranla hiç hükmündedir. Cennetin bir sinek kanadı kadar nuru, dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir.

3- Dünyayı sevmeyen üçüncü sınıf insan grubu ehl-i dünyadır. Bir kısım ehl-i dünya dünyayı sevmez; çünkü eline geçiremez. Kovalar durur. Dünya bir türlü eline geçmez. Bu sevmemek makbul değildir, çünkü bu dünyanın nefretinden değil; dünyanın sevgisinden ileri geliyor. Çünkü dünya eline geçse sevecek, fakat geçmiyor.

4- Dünyayı sevmeyen dördüncü sınıf insan da yine ehl-i dünyadır. Bu kısım ehl-i dünya, dünyayı eline geçiriyor, yatıyla, katıyla, parasıyla, puluyla dünyayı ayaklarına serilmiş buluyor, dünyayı dolu dolu yaşıyor. Fakat ne çare; dünya durmuyor, gidiyor. Onu da beraber götürüyor. O da bunu hissediyor ve kızıyor. Sırf teselli bulmak için dünyadan nefret ettiğini söylüyor. “Pistir!” diyor. Oysa bu hakaret de dünya sevgisinden ileri geliyor.

Makbul tahkir, ilk iki sınıf olan ehl-i marifet ve ehl-i âhiretin tahkiridir. 2

Dünyayı âhiretin bir tarlası ve Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin aynası ve geçici bir misafirhanesi olarak sevmenin, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla Cenâb-ı Hakk’a ait bir sevgi olduğunu bildiren Bedîüzzaman Hazretleri, bunun için dünyayı ve dünyadaki varlıkları mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle sevmemiz gerektiğini kaydediyor.

Yani Bedîüzzaman’a göre dünya, “Ne güzeldir!” diye değil; “Ne güzel yapılmış ve yaratılmıştır!” diye sevilmelidir, kalbimizin içine Allah’tan başka sevgilerin ve muhabbetlerin girmesine izin vermemelidir, çünkü kalbin içi Allah’a mahsustur.

Dünyada böylesine Allah sevgisini kazanmak ve muhafaza etmek için Allah’a duâ etmeli ve “Allah’ım! Bize Kendi sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip et!” demeliyiz. 3

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası hükmünde görerek sevmenin âhiretteki neticesinin, dünya kadar, fakat fânî dünya gibi fânî olmayan bâkî bir Cennet olduğunu bildiriyor. 4

Cenâb-ı Hak bizi, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası görerek sevenlerden eylesin ve fani dünyanın fitnelerinden bütün Müslümanları korusun. Âmin.

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/14.

2- Sözler, s. 571, 572.

3- Sözler, s. 584.

4- Sözler, s. 592.

Dünyada Tesadüfe Dayalı Bir Olay Var Mıdır?

Kütüphanemi karıştırıyordum. Elime kabı yırtılmış bir kitap geçti. İlk sahifesinde bulunan başlık dikkatimi çekti. ‘Yegâne Dünyamız’ başlıklı yazının ilk satırlarında şunlar yazılıydı:

‘Elinize on tane marka alın, her birini birden ona kadar numaralayın. Hepsini cebinize koyup karıştırın. Sonra bu markaları, birden ona kadar numara sırası ile cebinizden teker teker çıkarmaya çalışın. Neticesi şu olacaktır:

Bir numaralı markayı çekebilme şansı onda bir; 1 ve 2 numaralı markayı çekebilme şansı yüzde bir 1, 2 ve 3 numaralı markaları arka arkaya çekebilme şansı binde bir ;1, 2, 3 ve 4 numaralı markaları sıra ile çekebilme şansı on binde bir nispetindedir. Böylece markaları birden ona kadar sıra ile çekebilme şansının, ya da ihtimalinin on milyarda bir olduğu görülecektir.’

Bu basit örneği anlatmamızdan gaye, tesadüf iddiasına karşı rakamların korkunç bir şekilde nasıl çoğaldığını okuyucuya göstermektir. Bu matematikle ilgili basit misal, dünyada hiçbir şeyin tesadüfe verilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Mesela dünyada yaklaşık beş milyar insan vardır. Bütün insanların vücudundaki organların yeri aynıdır. Sayıları da değişmemektedir. Her insanın iki gözü vardır ve yüzüne takılmıştır. İki kolu vardır ve kolları yandadır. Her insanda iki kulak, bir ağız bir burun vardır. Bütün insanlar yemeklerini ağız yoluyla yemektedirler. Yine her insanda koku alma organı burun işitme organı kulaktır. Demek, tesadüf neticesi olarak tüm insanların organlarının vücudunun aynı yerinde olması ve aynı vazifeyi görmesi matematik ilmine göre imkânsızdır.

Yine hiçbir insanın bir başkasına, yüzü, sesi ve parmak izi benzememektedir. Bütün insanlar birbirlerinden farklı yaratılmışlardır. İşte akıllara durgunluk veren bu gerçekler gösteriyor ki, kâinatta hiçbir şey tesadüf olmamıştır.

Öyle ise kâinata her şeye bilerek yön veren bir kudret vardır, o da Allah’dır. Her şey O’nun iradesiyle yapılır. Her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şeyi sonsuz ilim, irade ve kudretiyle yaratan ve idare eden yalnız O’dur.

Dr. İdris Görmez

Kainat Kitabı’nın Harika Ayetleri..

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)

İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.

Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.

Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,

(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,

(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.

Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.

Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.

İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:

Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.

Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.

Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.

Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.

Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.

Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!

Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.

İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.

Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?

İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.

Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit ŞİMŞEK

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)
İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.
Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.
Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,
(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,
(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.
Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.
Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.
Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.
İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:
Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.
Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.
Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.
Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.
Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.
Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!
Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.
İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.
Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?
İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.
Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit Şimşek