Kategori arşivi: Yazılar

Haşir Manzaraları ve Hesap Günü

Hatıra gelmesin ki: Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhâsebe-i a’mâli için kapansın, başka bir dâire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, câmiiyyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdât içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiyye ve bir ubûdiyet-i külliyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır…” şeklinde başlayan Haşir Risalesi Üçüncü İşâret, bu imtihan diyarının kapanacağını, çok değer verilen insanın yokluğa mahkûm edilmeyeceğini, hem ubûdiyeti, hem de küfrü/şirki nedeniyle hesâba çekileceğini izah etmektedir.

Her kim ki, İlâhî vahye uygun davranmışsa ödüle, her kim de muhâlefet etmişse cezaya mârûz kalacaktır.

Bir mîzân tecessüm edecek, hayır-şer tüm amellerimiz tartılacaktır. Bir ustabaşı, İlâhî saltanatın dellâlı, küllî ibâdetin mazharı olan insanın başıboş bırakılması hiç mümkün mü?

İşte bu âlemin harap olması ve âhretin icâdı, bir muhâsebe içindir. Haşir, amellerin arz ve takdim günüdür. Bir sayım/döküm/değerlendirme ve karar günüdür.

İmân ehli, erginlik çağından itibaren kusur ve günahlarının cezasını görmeye başlar. Dünyâda belâ, musîbet, hastalık gibi sıkıntılarla yüzleşir. Ayrıca da, sekeratta, kabirde, haşirde göreceği azaplar da günahlarının cezasına mahsup edilir. Sonuçta Cennet’e girecek olan mü’min, günahları sebebiyle Cennetteki derecesinden düşme/eksilme yaşar. Kâfir ise, yaptığı iyiliklerin karşılığını çoğunlukla dünyada görür. Âhirette ise, Cehennemde ebedî kalmak üzere, iyiliklerine karşılık diğer ehl-i Cehennem’e göre azabı hafif tutulur.

(Artık her kim) dünyada iken (bir zerre ağırlığında) olsun (bir hayır işlemiş ise, hem işlediği o hayrı, hem de onun sevâb ve mükâfâtını görecektir.) (Ve her kim de zerre miktar bir şer işlemiş ise, hem işlediği o şerri, hem de onun cezâsını âhirette veya daha dünyada iken görecektir.) Dünyada çektiği o belâ ve musîbet vasıtasıyla o günün geleceğinden haberdar edilmiş bulunacaktır.”(1)

Hesâbın görülmesi iki şekilde olur:

Allah’a ait olan hesabımızdır. Çok sur’atli olup bir anda tamamlanır. Tüm mevcûdâtın hesâbı bir anda ve çabukça görülür.

Diğeri ise; âlem huzurunda, melekler aracılığıyla görülen hesaptır. Melekler, birer görevli olarak Allah’ın izni ve sevkiyle insanların hesâba çekilmelerini gerçekleştirirler. Bu hesabın süresi ise, âhiret takvimine/zaman dilimine göredir. Bununla birlikte imân ehli, ameline göre az-çok Haşir meydanında bekletilir. O günün hesâbının çok çetin olacağı da Kur’ân ve Hadîsin ifadeleriyle sabittir.

Meselâ, Hz. İsâ (a.s) kıyâmet gününde “Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin dedin?”(2) suâli karşısında şaşırıp kalacaktır.

Haşir meydanı…Tüm varlıkların, özellikle insanlığın toplanma mekânı, hesap mahalli.

Haşir meydanı on dokuz melek tarafından kuşatılır, yani ablukaya alınır. Bu görevli meleklerin alınlarının genişliği 40 yıllık mesafeye denk düşmektedir. Çevresi öylesine kuşatılır ki, çıkış noktası bırakılmaz. Tek çıkış kapısı (mânevî gümrük noktası) sâdece Sırat Köprüsüdür.

Cenâb-ı Hak, kimin Cehennem’e atılacağını emrederse, görevli melekler tarafından bu emir derhal yerine getirilir.

O zâlimlerin azabı (öyle) müthiş bir güne te’hîr edilir (ki) o günde”zâlimler (başlarını yukarıya dikerek) gözlerini semâ tarafına çevirip birbirlerine bakamayarak (koşarlar.) Çağırıldıkları tarafa bir korku ve dehşet içinde, bir zillet ve meskenet içinde çabucak varmaya çalışırlar. (Gözleri kendilerine dönüp bakamaz.) Gözleri bir dehşetle yukarıya yönelik apaçık bir halde kalır, göz kapakları kendilerine bakabilmek için harekette bulunamaz. (ve kalplerinin içi ise hayr nâmına her şeyden bomboş olur.) Yani kalpleri pek ziyâde hayret ve dehşetten dolayı akıldan, anlayıştan uzak, âdeta bomboş bir hava gibi bir halde kalmış olur.”(3)

Peygamberler arasında en zengin konumda olan Süleyman (a.s), diğer peygamberlere göre hesabı uzayacaktır.

Sahâbeler içinde en zengin Abdurrahman İbn-i Avf (r.a)’dır. Cennetle müjdelenenlerden olduğu halde, mal varlığının hesâbının uzun ve çetin olacağına dâir rivâyetler vardır.

Tüm zamanlarda yaşamış servet/ikbal/şöhret sahiplerinin sorgusu da, hiç şüphesiz kolay olmayacaktır. Her fert, içinde bulunduğu yaşayış biçiminden sorguya çekilecektir. İlim erbâbının Hakk’ı teblîğ, ma’rûfu ilân/izah, münkerâtı nehiy gibi ağır mes’ûliyetini de unutmamak gerekir.
El an yaşadığımız âhir zamanın yoğun sınavları arasında kabre imânla girip Rahmânın huzuruna yüz akıyla çıkmanın önemini kavramak ve idrak etmek gibi bir misyonun şuurunda olmak/olmamak, kazanmak/kaybetmek durumuyla karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamak, Kur’ân’a, Hadîse, onların nurlu hakîkatlerine, asfiyâ ve evliyânın nurlu yoluna baş koyabilmek ne kadar elzem/ehem ve âcil olduğnun farkında olabilmek…

İnsan; göz, kulak, el, ayak, hava, su, yemek, içmek, peygamberlik, kitapların indirilmesi ve onlara muhatabiyet gibi maddî/mânevî her tür ni’metten hesâba çekilecektir. Şekavet ehli için zor, saâdet ehli için kolay bir süreçtir. Gerçek mü’minler için utanç/mahcûbiyet söz konusu olmayacağı gibi; kâfirler için ise yüzlerinin kararması ve derin mahcûbiyetler söz konusu olacaktır.

Şehitler için hesap yoktur. Cenâb-ı Hak, şehitlik mertebelerinden biriyle bizleri taltîf eylesin inşâallah..

Talebe-i ulûm-i diniye olarak ruhumuzu teslim etmek ne büyük bir şeref! Duâmızı bu niyetlerle süsleyelim.

Kıyâmetin manzaralarını anlatan Kur’ân âyetlerini ve Hadîs-i şerîfleri burada kaydetmek, köşemizin sınırlarını aşar. Mânen onlara kulak veren bir mü’min Hakk’a ve hakîkata yüz çevirebilir mi? Oraya hazırlık yapmadan gitme cesâretini gösterebilir mi?

Kîl u kal, oyun/oyuncak, mal/mülk, şöhret/güzellik, servet/zenginlik, dünya/meşgûliyet, korku/makam gibi geçici, fânî engellere takılıp aslî görevini ihmal edebilir mi? Kur’âna hizmetten, Sünnete tebaiyetten, şerîat-ı garrâya ittibâdan geri durabilir mi?

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!…Belki insan ebede meb’ustur ve saâdet-i ebediyyeye ve şekâvet-i dâimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhâsebe görecek. Yâ taltîf veya tokat yiyecek.”(4)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Zilzâl Sûresi, 7-8
2- Mâide, 116
3- İbrâhîm, 43
4- Bedizzaman, Lem’alar, 17. Lem’a, 15. Nota

Şapka

Başa giyilen başlık anlamında latince “cappa”dan alınma bir kelime. Günümüzde, erkek ve kadınların sokağa çıkarken gerek süs olarak, gerekse yağmur ve güneşten başlarını korumak gayesiyle giydikleri başlığın genel adıdır. Bununla birlikte, şapkaya benzediğinden, ocak ve soba borularının tepesine konulan ve rüzgârın dumanı içeriye doğru savurmasına engel olan sac külahlara da şapka denilmektedir. Aynı şekilde, gemi direğinin tepesindeki tekerlekçiğe ve yazıda, harfi uzatma veya inceltme amacıyla kullanılan işarete de şapka denildiği bilinmektedir.

Erkek şapkaları çeşit çeşittir; kasket, fötr, silindir, melon, bere, hasır, panama vb. Kadın şapkaları ise, modaya göre yıldan yıla değişiklik gösterir (muhtelif devirlere ait erkek şapkalarıyla değişik kadın şapkaları için bak: Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818; Okyanus Türkçe Sözlük, 111, 2712).

İnsanlar, tarihin ilk çağlarından itibaren çeşitli şapkalar (başlıklar) giymişlerdir. XIX. yüzyılın 2. yarısından sonra pek çok çeşidi olan şapkalar, yukarda yazıldığı şekilde standartlaştı. Osmanlı Türk toplumunda başlığın özel bir yeri vardı. Saray ve saraydaki yüksek rütbeli memurlar kırk üç çeşit farklı serpuş (başlık) giyiyorlardı. Hiç kimse kendisine ait olmayan rengi ve şekli kullanamazdı. Hükümet ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı yirmi yedi idi. Sadrazamdan vezir habercisine kadar herkesi başlıklarından tanımak mümkündü. Ordu mensuplarının başlık çeşidi altmış üç idi. Yeniçeri ağasından en basit ere kadar bütün rütbeliler başlıklarından tanınabilirdi. Din adamları on altı, halk ise yirmi dört değişik serpuşa sahipti. Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar, müslümanlarla gayr-i müslimlerin birbirinden ayrılması için giyimleri, bu arada giydikleri başlıklar farklı farklıydı (M. Z. Pakålın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 111, 188; Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).

Osmanlı devletinin nüfusunu teşkil eden müslümanlarla gayr-i müslimlerin, yalnızca giydikleri başlıklar değil, ayakkabılarına varıncaya kadar tüm kıyafetleri biri birlerinden farklıydı. Bu durum, Osmanlı devletinin yıkılması ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti`nin kurulmasına kadar – tedrici olarak bir takım değişiklikler olmasına rağmen – devam etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin ilk cumhurbaşkanı M.K. Atatürk, Cumhuriyetin 1923 yılında ilanından sonra, bir takım reform hareketlerine girişti ve herkesçe bilinen inkılapları aşamalı olarak gerçekleştirmeye başladı. Bu cümleden olarak Osmanlı döneminin simgelerini ortadan kaldırmaya ve dinî kaynaklı giyim farklılıklarının yurttaşlar arasında ayırım yaratmasını önlemeye yönelik adımlar attı. Giyim konusundaki bu yeniliklerin başında şapka geliyordu. Çünkü Atatürk`e göre şapka batılı ve modern olmanın simgesiydi, uygar kıyafetin ayrılmaz bir parçasıydı. Bunun dışında kalan (fes, sarık, külah vb.) başlıklar, Türk ulusunun kıyafeti olamazdı. Nitekim 24 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu`ya yaptığı bir gezide, elinde Panama şapkası biçiminde geniş kenarlı beyaz bir şapka olduğu halde halka şöyle seslendığını görüyoruz:

“Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz, ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!

Arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, korkmayınız! Bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve önemli bir sonuca götürüyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur…” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, Istanbul 1981, X, 67).

M.K. Atatürk, bu konuşmasında, inkılâbından asla tavız vermeyeceğini ifade etmesine rağmen, şapka giyilmesi hususunda kesin bir emir vermemiştir. Ancak kadın-erkek herkesin giymesini içtenlikle arzu ettiğini bildirmiştir. Akşamleyin Ankara`ya döndüğünde, kendisini karşılamaya gelenlerin tamamının şapkalı olduğunu görmüştür (Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).

Bundan bir kaç gün sonra toplanan (2 Eylül 1341/1925) bakanlar kurulu, devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getiren 2413 no`lu kararnameyi çıkarır. Ardından da 15 Kasım 1925 tarihinde Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları Meclise şapka giyilmesi ile ilgili kanun teklifini verirler. Bursa milletvekili Nureddin Paşa bu kanunun Teşkilatı Esasıye Kanununa (Anayasa) aykırı olduğunu ileri sürerek geri alınmasını ister. Ancak çoğunluğun lehte oy kullanması sonucu 671 sayılı “Şapka İktisası Hakkında Kanun” 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilir ve 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanun şu üç maddeden oluşmaktadır:

1- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel yönetim görevlileri, her türlü kuruluşta görevli memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet meneder.

2- İş bu kanun, yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.

3- İş bu kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yürütme Kurulu üyeleri tarafından yürütülür (Bak. Bekir Sıtkı Yalçın – Ismet Gönülal, Atatürk Inkılabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, 99 vd.).

Şapka Kanunu ülkede önemli bir direnişle karşılaştı. Yasa T.B.M .M .`nde kabul edildiği gün Erzurum`da protesto gösterileri oldu. Bunun üzerine bu ilde sıkıyönetim ilan edildi ve gösteriye katılanlar Sıkıyönetim Mahkemesine verildi. Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane`de yasayı protestoya yönelik eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemlere katıldığı ileri sürülen birçok kişi İstiklal Mahkemelerinde yargılandı; bunların bazıları ölüm, bazıları da ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan biri de İskilipli Atıf Hoca`dır. Aslında Atıf Hoca, protesto eylemlerine bizzat katılmamış, fakat adı geçen kanunun yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce (1340/1924) yazıp neşrettiği “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı risalesinden dolayı Ankara İstiklal Mahkemesince suçlu bulunarak idama mahkum edilmiş ve 4 Şubat 1926 tarihinde hüküm infaz edilmiştir (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, IXX, Çile Yayınevi, Istanbul).

1939`da Türk Ceza Kanunu`nun 526. maddeşiyle şapkadan başka başlık giymeyi alışkanlık haline getirmenin cezası üç aya kadar hapis olarak belirlendi. 1961 ve 1982 Anayasaları, öbür devrim yasaları gibi 671 sayılı yasanın Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini hükme bağlamıştır (Ana Britannica, XX, 237).

Şapka giymenin fikhî hükmü:

Hiç şüphe yok ki, şapka bizatihi haram değildir. Zaten hiç bir Islâm âlimi, onun bizatihi haram olduğunu iddia etmemiştir. Ancak küfür alameti olarak kabul edildiği ve hakikaten gayr-i müslimlerin dînî kıyafeti olduğu dönemlerde, hemen hemen tüm Islâm âlimleri tarafından giyilmesine karşı çıkılmış, onu giyenler, niyetlerine göre kâfir ya da günahkâr kabul edilmişlerdir.

Biliyoruz ki, Islâm dininde bir şeyin kesin olarak haram sayılabilmesi, dolayısıyla onu işlemenin günah ya da küfür kabul edilebilmesi için hakkında açık bir nas olması gerekir. Aksi halde -peygamberler dahil- hiç bir kimse keyfî olarak, Allah`ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl sayamaz. Ancak, hakkında kesin ve açık bir nas olmayan hususlarda Islâm âlimlerinin ictihad yoluyla bir kanaate varmaları mümkündür.

Bu noktadan hareketle Kur`ân-ı Kerîm`i incelediğimizde, ne şapka ne de başka bir kıyafetle ilgili herhangi bir hüküm göremeyiz. Lâkin Cenab-ı Allah`ın, mü`minleri sürekli olarak inanç ve davranış bakımından kâfirlere benzemekten sakındırdiğini görebiliriz .

O halde Islâm âlimlerinin şapka hakkındaki olumsuz kanaatlerinin dayanağı nedir? Islâm din bilginlerini bu kanaata sevkeden sebep, Peygamber (s.a.s)`in, sürekli olarak müslümanları gayr-i müslimlere benzemekten sakındırması ve bu konuda hassasiyet göstermesidir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s): Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir” (Ahmed b. Hanbel 11, 50; Ebu Davud, Libas, 4) ve “Bizden başkasına benzemeye özenen bizden değildir” (Tirmizî, Isti`zân, 7) buyurmakla, şeklen dahi olsa, bir müslümanın kâfirlere benzemesine karşı olduğunu göstermiştir. Rasûlüllah (s.a.s)`in, şeklen dahi olsa, müslümanların gayr-i müslimlere benzemeye özenmelerine karşı oluşu haklı bir nedene dayanıyordu. O da, gayr-i müslimlere benzemeye özenen müslümanların, zamanla dejenere olarak Islâm`dan uzaklaşmaları ya da ondan tamamen kopmaları endişesiydi. Zira Allah Resûlü; “Kişi inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlar” gerçeğini çok iyi biliyordu.

Şunu hemen belirtelim ki, hadisin metninde geçen “teşebbüh” kelimesi, yukarda görüldüğü gibi, tesâdüfi bir benzemeyi değil, benzemeye çalışmayı yani bir kimsenin benzemek istediği kişileri bilerek ve isteyerek taklıd etmeye çalışmasını ifade etmektedir. Yoksa bir gayr-i müslim, Islâma girmek gibi bir niyeti olmaksızın, müslümanlara mahsus bir alâmeti taşımakla, müslüman sayılamıyacağı gibi; “gayr-i müslimlere benzeme kasdı olmaksızın, soğuk vb. sebeplerle onlara mahsus alâmetleri giyen bir müslüman da kâfir sayılmaz” (Fetevâ-yı Hindiye, II, 276, Bulak 1310 h.). Hele hele kâfirlerin şiârı olmayan bir takım kıyafet ve davranışlarda gayr-i müslimlere benzeyen kimse asla tekfir edilemez (Ali el-Kârî, Şerhu`ş-Şifâ, II, 522, Istanbul 1309 h.).

Ancak “Mecûsilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını ve zimmîlerin küfrün şiârından olan kalensövelerini, onlara benzemek kasdıyla giymek ya da hristiyan ve mecûsilere ait olan zünnarı kuşanmak küfür sayılmıştır” (Şeyhzâde, Hâşiyetü Şeyhzâde alâ Tefsîr el-Kâdî el-Beydâvî, I, 108, Matbaatü`s-Sultâniyye, Dâr`ül-Hilâfe, 1282 h.; Ali el-Kârî, Şerhu`l-Fıkhı`l-Ekber, 167. Mısır, 1323 h.; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı, Istanbul 1983, 118).

Islâm dininde niyetler çok önemlidir. Hattâ amellerden de önce gelir ve ameller onlara göre değer kazanır. Bunun içindir ki Islâm âlimleri; “Küfre niyet eden kimse o andan itibaren kâfirdir” diyorlar. Böyle bir kimse, dış görünüşü itibariyle müslümanlara benzese de kâfirdir. Kaldı ki, Allah`a, O`nun Resûlüne ve sair dinî zaruretlere iman ve itikadı olmadığı için, seve seve kâfirlerin kendilerine mahsus alâmet ve şiârlarını giyinmiş ve kabul etmiş olursa, artık bu kimsenin küfründe şüphe etmek bile caiz değildir.

Büyük fakihlerin ekserisi “Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalensöve yani şapkayı bir zaruret olmadan kendi arzusu ile giymek küfürdür. Zira bu alamet-i küfürdür. Onun için bunu, ancak mecûsilik, hıristiyanlık, yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini seçenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zâhir alâmetlerle bâtınî işlere istidlâl ve onun üzerine hükm etmek aklen ve şer`an makbul ve mu`teber bir yoldur” diyorlar.

Fukahâdan bazıları ise; “Mecûsi, hıristiyan ve sair kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet âdeti olan kalensöve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman, onlara benzemiş ve onları taklıd etmiş olduğu için günahkâr olursa da kâfir olmaz” diyorlar (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, Istanbul 1975, 21).

Haddizatında İslam`ın ilk dönemlerinde, Mekke`de yaşayan müslümanlarla müşriklerin kılık ve kıyafetleri biri birlerinden farklı değildi. Hicretin ilk yıllarında da Medine`de çoğunlukta olan yahudiler, ne âdette, ne giyimde, ne de başka özel bir alâmette müslümanlardan ayırdedilemezlerdi. Sonraları müslümanlar çoğalıp güçlendikten ve kendilerine cihad izni verildikten sonra, Rasûlüllah (s.a.v)`ın direktifleri doğrultusunda, gerek âdette gerekse kılık ve kıyafette gayr-i müslimlerden yavaş yavaş ayrılmaya başladılar. Ki bu ayrılık o gün için bir zaruretti. Zira Islâm ile küfür karşı karşıya gelmişti ve bunun için safların belirginleşmesi, netleşmesi gerekiyordu. Buna binaen müslümanlar, inançları ve davranışlarıyla kâfirlerden ayrıldıkları gibi dış görünüşleriyle de onlardan ayrılmak durumundaydılar ve gayr-i müslimlerin kimlikleri niteliğindeki kıyafetlerini taşımaları yakışık almazdı. Müslümanların kendilerine has kimlikleri, kıyafetleri olmalıydı.

Işte bu şekilde, müslümanlar başlangıçta bizzat kendileri gayr-i müslimlere benzememeye özen gösterdikleri halde, kendi devletlerini kurup büyük bir güç haline geldikten sonra durum değişti. Bu sefer egemenlikleri altındaki zimmîlere müslümanlardan farklı bir şekilde giyinme mecburiyeti getirdiler. Peygamberimizin vefatından çok sonra getirilen bu uygulamanın gerekçesi şuydu:

Bazı fıkıh kitaplarında Ömer Ibn Hattâb veya Ömer Ibn Abdü`l-Azız`den gelen rivayetlere dayanılarak, zimmîlerin müslümanlardan kıyafetleriyle ayrılmalarının gerekli olduğu kaydedilmekte ve şöyle denilmektedir:

“Zimmiler, müslümanlarla içiçe olduklarından kendilerine müslüman muamelesi yapılmaması için onların tanınmaları gerekir. Mümkündür ki, onlardan birisi yolda aniden ölür ve bilinmeden namazı kılınarak müslüman mezarlığına gömülür” (Reddü`lMuhtar, Istanbul 1307, 111, 377).

Evet dikkatin ve sakınmanın elzem olduğu Islâm fetihlerinin ilk çağlarında bu ayırım belki gerekliydi. Fakat yukardaki gerekçenin yeterli olduğu söylenemez. Zira hayatta iken ne Allah`a ne de Peygamberi`ne inanmayan, Islâm ahkâmından hiçbirini uygulamayan bir kimseye, ölümünden sonra ona müslüman muamelesi yaparak yıkamak, cenaze namazını kılmak ve Islâm mezarlığına gömmek ona hiçbir yarar sağlamaz. Ona bu muameleyi bilmeden yapanlar da haliyle bu yaptıklarından sorumlu olmazlar.

Müslümanların kıyafetleriyle de gayr-i müslimlerden ayrılması gerektiği, hele şapka vb. alâmetlerin -zaruret hali hariç- asla giyilmemesi gerektiğini savunan merhum Iskilipli Atıf Hoca`nın konuya yaklaşımı şöyledir:

“Her devletin alâmet-i mahsusayı haiz bir çeşit bayrağı vardır ki o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Meselâ bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle Ingiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde, yalnız şanlı bayrağının alâmet-i farikası ile onlardan ayrılır. Bu alâmeti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükm ederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten, örfen, âdeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi, hiyanet-i vataniye, cinayeti ve ecnebî taraftarlığı suçuyla itham edilerek idamına hükm olunur. Bunun için medenî memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklıd ve teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.

Işte bunun gibi “Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir” hadis-i şerîfi ile müslümanların, şiâr ve alâmet-i küfürde gayrı müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır. Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükm edecekleri gibi şapka, haç ve sâir küfür alâmeti giyen ve takınanların Islâmî milliyetten çıkıp kâfirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına hükm ederler” (Iskilipli Atıf Hoca, a.g.e, 24).

Unutmamak lâzım ki, bir zamanlar şapkanın küfür alâmeti sayılması gibi “baş açık gezmek de kâfirlerin âdetlerinden sayılıyordu. Bugün ise baş açık dolaşmak müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Dolayısıyle küfür sayılmaz” (Ali el-Kârî, Şerhu`ş Şifa”, II, 522). Nitekim eskiden “başı açık dolaşan, sokakta yemek yiyen, sakalını tıraş etmiş veya müzik dinleyen kişilerin şahitliği de kabul edilmezdi. Günümüzde bu örf ve kurallar değişmiştir. Çünkü bu davranışlar zamanımızda yaygın bir alışkanlık halini almıştır” (Yusuf el Kardavî, Islâm Hukuku Teori ve Pratik, Istanbul 1983, 179).

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Zamana, mekana ya da örf ve âdetlere bağlı olan hükümler; zamanın, mekanın yahut örf ve âdetlerin değişmesine paralel olarak değişebilirler. Hakkında kesin ve açık nas bulunan, değişken bir dayanağa istinad etmeyen hükümler ise asla değişmezler. Bu hususu göz önünde bulundurarak şapkayı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Binaenaleyh kafirleri taklıd etme, onlara benzemeye özenme gibi bir niyet taşımaksızın şapkanın giyilmesinde bir sakınca yoktur. Ve ister dine dayalı olsun ister laik olsun, hiçbir yönetim, kendi vatandaşlarından herhangi bir zümreyi başka bir zümrenin dininden kaynaklanan örf ve âdetlerini taklıde zorlamaya hakkı yoktur.

 islam ansiklopedisi

Dersim İsyanı ve Hulusi Yahyagil

1938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: ‘İmha!..

Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire.

“Bunların çoğu Rafızî (Alevi) idi. Fakat bu tarz bir muamele ile, bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıt’a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler.

“Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir’ dediler.

“Müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. Hz. Üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu:

Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur’un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.“[Kastamonu Lahikası s.10]

Az sonra isyân olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgesi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlâhîye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.

Son Şahitler 1

Yaşamak (Şiir)

Rüya gibi geldi geçti

Yıldırım hızıyla zaman

Bir var idim bir de yoktum

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Daha dündü çocukluğum

Nerde varlığım yokluğum

Ne açlığım ne tokluğum

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Bir de baktım saçlar beyaz

Dilerim Allah’tan niyaz

Rahmeti çok amelim az

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Kulluk içindir yaşamak

Yaratanına kul olmak

Şu geçen ömrüme bir bak

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

İsterim Allah’tan rahmet

İnşallah görmeyiz zahmet

Soruyor Tanyeri Ahmet

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

 

Farklı farklı kişilikler

Hangi kişilik özellikleri normal?
Hemen hemen hepimiz, hayatımızın bir safhasında bu soruyu kendimiz ve/veya başkaları için sorarız.

Niye benim kişiliğim böyle de başkasınınki öyle?

Kardeşlerin bile kişilikleri aynı ayarda değildir.

Birisi vardır, az konuşur. Suskunlar meclisinin bir müntesibidir. Konuşmak bir züldür onun için. Kendini bildi bileli böyledir. Annesi de der ki, bu hep böyleydi, doğmadan önce bile sakin biriydi.

Bir başkası konuşma ustasıdır. Kelimeleri öyle akıcı, cümleleri öyle düzgündür ki, bu kadar sözü nerede bulup buluşturur diye hayrette bırakır insanı. Kelimeleri inci gibi dizer sözün ipliğine. Annesi der ki, bu hep böyleydi.

Bu hep böyleydi, ya da ben hep böyleydim dediğimiz şeyler bizim kişiliğimizin özünü ele verir.

Kimisi çekingendir. Birinden ıkına sıkına bir şey ister. Yabancı birine bir adresi sorarken bile kırk kere düşünür. Olur olmaza atlamaz hemen öyle. Düşünür, hesap eder, tartar. Bir daha düşünür, tartar, hesap eder.

Birisi vardır, girişken mi girişkendir. Çabuk karar alır ve hemen işe koyulur, eli çabuktur.

İki çocuğunuzdan biri çekingen biri de girişkense, aklınız karışır: Hangisi normal?

Kimisi vardır, yufka yüreklidir, olur olmaz şeye ağlar.

Kimisi vardır, ben içimden severim der. Onun için duygularını ifade edecek kelimeler aslanın ağzındadır.

Kimi insanda tefekkür ön plandadır. Hakîm ismi onda galiptir.

Kimisi vardır, aşk ehli olup çıkmıştır. Vedud ismi o insanda hâkimiyet kazanmıştır.

Kimisi asabidir, en ufak aksiliğe parlar. Geçimi zordur, huysuzdur ama adalet, hak hukuk konularında hassastır, kılı kırk yarar. Kimsenin kimseye hakkı geçmesin ister. Huysuzluğu biraz da bundandır. Bunlar etraflarına güven telkin ederler.

Kiminin sinirleri bedeninden çekip çıkarılmıştır sanki. Munistir, yumuşak huyludur. Bunlar da etraflarına huzur saçarlar.

Kimi kuralcıdır, kırmızı ışıkta kellesini koparsan geçmez. Kimisi kurallar arada bir çiğnenmek için der.

Kimisi detaycıdır, parça parça bakar hayata. Kimisi bütüne diker gözlerini.

Kimi insan somurtkandır, kimisinin tebessüm yüzüne yapışıp kalmıştır.

Kiminin sorumluluk hissinden beli büküktür, kimisinin gam ve keder dağıtılırken nerede olduğu belli değildir.

Kimi kolay bağlanır. Kiminin bağlanmaktan ödü kopar.

Kimi gözünü budaktan sakınmaz, cesurdur. Kimisi içinse, en iyi savunma kaçmaktır.

Kimi insan vardır, bireyselliğine, bağımsızlığına düşkündür. Mümkünse insanlar benden uzak dursun ister.

Kimisiyse yanından insan eksik etmez. Her gün annesiyle en az bir kere konuşur.

Kimisi şüphecidir, ser verir sır vermez kimselere. Kimisi tanışır tanışmaz içini döker.

Kimi insan neşelidir. Kimiyse doğuştan melankolik.

Kimisi tertiplidir. Pantolonları her daim jilet gibi, eşyaları ise muntazam bir düzen içindedir. Kimisi, “Benim dağınıklığıma bakmayın siz, elimi attığımda istediğimi bulurum.” der.

Farklı farklı kişiliklerle farklı farklı insanlarla hayat akıp gider.

Birbirinden değerli dört halifenin kişilikleri bile birbirinden farklıdır. Böylelikle; biri adaletin, biri edebin, biri cömertliğin biri de ilmin kapısı olmuştur.

Farklı farklı kişiliklerde, fıtratta ve tıynette yaratılmak apayrı bir mucizedir.

İfrat ve tefrite varmamak şartıyla, her kişiliğin bir hikmeti, ehemmiyeti, vazifesi olduğuna inanırım. Mutlak Varlık abes iş yapmaz.

Her farklı kişilik bu hayat için lazımdır. Hepsi birbirini tamamlar, birbirine yardım eder.

Her farklı kişilikte bir ismin tecellisi baskındır. Kiminde Allah’ın Celali kiminde Cemali kiminde Kemali daha önde tecelli eder.

İnsanların hem fiziksel hem de kişilik olarak çeşit çeşit yaratılmasını, “kâinatın tenevvüünü (çeşitliliğini) ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden (meleklerin farklı farklı ibadetlerini gerektiren) tenevvü-ü esma (isimlerin çeşitliliği), insanların dahi bir derece tenevvüüne (çeşitliliğine) sebeb olmuştur.” diye açıklar Zamanın Bedii.

Mutlak Varlık, sonsuz isimlerinin bu dar âlemde tecelli etmesi için; farklı farklı kişilikler yani farklı kabiliyetlere haiz çeşit çeşit aynalar yaratmıştır.

İfrat ve tefrite varmayan her kişilik özelliği normaldir, güzeldir, hikmetlidir denilebilir.

Hele bir de bu özellikler Yaratıcı adına kullanılırsa. Mesela, konuşkanların O’nu anmak için konuşması ne güzel bir özelliktir. Suskunlar meclisi üyelerinin ise içlerinden O’nu anmaları da güzelliğin başka bir çeşididir.

Velhasıl; her insan, her kişilik ayrı bir âlemdir.

Mustafa ULUSOY