Kategori arşivi: Yazılar

İsraf

İnsanın sahip olduğu nimetleri gereksiz ve aşırı tüketmesi. Bu tür bir davranış, İslâm tarafından uygun görülmemiş ve insanoğlunun yeme, içme ve harcama konusunda belirli bir denge içerisinde kalması istenmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerîm’in çeşitli yerlerinde bu hususa işaret etmiştir: “Elini bağlı olarak boynuna asma. Onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış pişman bir halde oturup kalırsın” (el-İsra, 17/29). Burada “boynuna asma” tabirinden cimrilik etmenin kasdedildiği belirtilmektedir. “Açıp saçma” tabirinden ise, israf olduğu belirtilmektedir. Bu iki husus da birbirinin zıddı olan fakat tasvip edilmeyen alışkanlıklardır. İkisinde de hem kişiye hem de topluma sayısız zararlar bulunmaktadır.

Başka bir ayette Cenâb-ı Hak, “Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” (el-A’raf, 7/31). Cimrilik, meşru bir şeyden faydalanmaktan nefsi mahrum bırakmaktır. İslâm ise, meşru sınırlar içerisinde kişiyi faydalanmakla mükellef tutar, haram kılınmamış bir şeyi insanların haram olarak kabul etmelerinden hoşlanmaz. Çünkü hayatın güzelleştirilmesi, çirkinliğe ve israfa kaçmaksızın gerçekleştirilmelidir. İsraf hem fert ve hem de toplum için bir bozuluştur. Hepsi bu yolda verilse bile, Allah yolunda malı infâk etmek israf değildir.

Hz. Peygamber ve ashabının; “yüce Allah dağ gibi altın verse, bunu O’nun yolunda harcamayı temenni ettikleri” nakledilmektedir (bk. Buhârî, Fedâilü’s-Sahâbe, 6, Temennî, 2, Zekât, 4, Müslim, Münâfîkîn, 52, Zekât, 31, Fedâilü’s-Sahâbe, 221, 222; İbn Mâce, Mukaddime, 10, Zekât, 3).

Bu yönüyle israf, İslâm’ın ileri derecede hoş görmediği lüks hayattan kaynaklanmaktadır. Servetin büyüyüp lüks uğruna harcanması sonucuna gitmemesi için malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olması İslâm tarafından reddedilmiştir (bk. el-Haşr, 59/7). Bu yüzden lüks, bir toplum için “şer” kabul edilmiştir. Lüksün hoş görülmediği ve haram kılındığı konusunda çeşitli nasslar bulunmaktadır. Ancak buradaki lüks’ü ileri teknoloji ürünü aletleri evimize sokma şeklinde anlamak yanlıştır. Burada lüksten içki, kumar, fuhuş, aşırı giyim, gücünun üzerinde gereksiz harcamalar, gurur-kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemeler gibi harcama ve yaşantılar kastedilir.

Kur’an-ı Kerîm bazen tarih boyunca lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Bu tür halklar kendilerini helâke sürükledikleri gibi onlara uyanları da aynı âkıbete götürmüşlerdir. Bir toplumda lüks içerisinde olanlar varsa, mutlaka orada zayıf durumda olan mağdur kesimler de bulunur. Refah ve lüks içerisinde olanlar hasta ve rahat hayatlarına tutkundurlar. Şehvet ve lezzetlerine bağlıdırlar. Kur’an-ı Kerîm bu tür sapmış ve haddi aşmış toplumların isyan içerisinde bulunduklarından söz etmektedir.

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyuları aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah’ın katındadır” (Âlu İmrân, 3/14). “Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri, mutlaka; “Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz” demişlerdir” (Sebe’, 34/34)

İsraf, ferdin olduğu kadar İslâm toplumuna yön verecek otoritelerin de dikkat etmesi gereken bir husustur. Tüketici, gerekli ihtiyaç maddelerinden kabul edilen malları harcarken de, gereğinden fazla harcamamaya dikkat etmek durumundadır. Kişinin iyi bir hayat sürmesi için yapacağı harcamalara hiçbir şekilde sınırlama getirilemez. Elverir ki, bu harcamalar etkinliğin artmasına ve İslâm’ın gerçek bir müslümandan toplum içinde beklediği hizmetlerin yerine getirilmesine yarasın.

Öte yandan “kıt kaynaklar” iddiasına rağmen sınırsız ihtiyaçlara göre üreten Batı iktisat sistemi tabii kaynakları alabildiğine israf eder. Oysa israf fikrinin olmadığı bir İslâm toplumu kaynakları verimli olarak kullanır. Yine İslâm toplumunda ihtiyaçları öncelikle zaruretler tayin eder. İslâm, kaynaklarla ihtiyaçlar arasındaki ilişkileri esasta israfın bertaraf edilmesi gereği açısından düzenler. İsraf yasağı temeli üzerinde oluşan İslâmî üretim tarzı, İslâm devletine tabi olanların beslenme, barınma, giyinme, ulaşım ihtiyaçlarını yeterli olarak karşılamak hedefine yöneliktir. Bu üretim tarzında ihtiyaç dolayısıyle tüketim ilk sevkedici güçtür. Çağdaş kapitalist sistemde ise tüketimin sevkedicisi üretimdir. Üretim yapıldığı için insanlar tüketmek durumundadırlar. Tüketim sınırsız arzular oldukça cazip pazarlama ve reklâm faaliyetleriyle sürekli olarak kamçılanır. Böylece ihtiyaçlar üretimin peşinde koşar.

Kapitalizmin tüketim hırsı sınırsız bir insan tipi meydana getirmiştir. İslâm’da gerçekleştirilen üretimin hedefi insandaki maddi tatmini manevî sahaya aktarmakla bu ihtiyacı giderir. Bir müslümanın tüketim sahasında göz önünde tutacağı başlıca esaslar, haramdan kaçınma, helâlinden tüketme, temizlik, aşırılıklardan kaçınma, sağlığını tehlikeye düşürmeme ve çevredekileri de hesaba katma şeklinde ortaya çıkar.

İslâm, israf yasağı ile özel mülkiyet hakkına bir sınır getirmiş ve servet kimin olursa olsun, onda toplumun hakkı bulunduğu ilkesini benimseyerek, israfla bu hakkın yok edilmesine engel olmak istemiştir.

İslâm’ın yasak ettiği her türlü harcama, -içki, kumar, uyuşturucu maddeler gibi- kişiye ve topluma hiçbir yararı olmayan ve insanı başkalarına muhtaç hale getirecek kadar ölçüsüz yapılan bağış ve harcamalar israf sayılmıştır. Yalnız israf kavramını daha geniş tutmak ve maddî-manevî her türlü servet ve imkânın boşu boşuna harcanmasını israf olarak değerlendirmek mümkündür.

Sağlık, Allah’ın bize bir lütfu, bir nimetidir. Zaman yine bir nimettir. Sağlığımıza dikkat etmemek, zamanımızı boşa harcamak israftır ve bunun hesabı bizden sorulacaktır. Gereksiz olarak musluktan akıtılan su, yakılan elektrik israftır. Bütün ümmete ait olan nimetlerin boşa harcanmasıdır.

Sami ŞENER

Prof.Dr.Saffet Solak anlatiyor…

Amerika’da master yaptığım yıllarda çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Herkes dilediği yemekten istediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin kapısında “Take what you need.Eat what you take” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye) diye yazmakta idi.

Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım denemek için dedim ki;

– Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın. Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü;

– Her çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusu ile çarp bakalim, kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, isref etme gibi bir lüksümüz yoktur. dedi

Yine denemek için dedim ki;

– Şu anda Çin’de değil Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i degil Amerika’yı zarara uğratacaktır. bu sözlerim karşısında güldü ve şöyle dedi;

– Yaşadığım ülke olan Amerika’yı zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim ve düşüncesini paylaştığımı söyledim. İslam dininin bu konudaki “Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” buyruğunu açıkladım.

Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü müslüman bi arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlü’yü göstererek ;

O Müslüman değil mi? dedi.

O kadar üzüldüm ki ne diyeceğimi bilemedim.

 

Üstad, padişahla Rumeli gezisinde

Bediüzzaman 1911’de Sultan Reşat’ın yanında Şark vilayetlerini temsilen özel konuk olarak Rumeli gezisine katıldı. Padişah ve erkanı ile önemli görüşmelerde bulundu. Bu görüşmelerde Doğu’nun sorunları ve çözüm yollarına ilişkin projelerini anlattı.

Sultan Reşat’ın bu seyahati 6 Haziran 1911’de Barbaros Zırhlısı ve refakatindeki büyük bir kafile ile İstanbul’dan hareketle gerçekleştirildi. Heyet, 7 Haziran günü Selanik Limanı’nda büyük bir tezahüratla karşılandı. Bediüzzaman ve Sultan Reşat, Selanik’te üç gün kaldılar. Oradan trenle Kosova’ya hareket ettiler. 11 Haziran 1911’de Üsküp’e intikal ettiler. Bu üç günlük tren seyahatinde Said-i Nursi padişaha Van’da kurmayı düşündüğü Medresetü’z Zehra-Doğu Üniversitesi ile ilgili projesini anlatma imkanı buldu.

Sultan Reşat Üsküp’te Hükümet Konağı balkonunundan halkı selamlarken Bediüzzaman da hemen onun yanında yer almıştı. Ayağında çizme, elinde gümüş saplı bir kamçı, belinde fildişi saplı bir kama, başında siyah poşusu vardı.

Bediüzzaman Rumeli seyahatinden döndükten sonra, Temmuz 1911’den itibaren eserlerinin tab işine (yayınına) yöneldi.

Bu seyahatte Padişah Sultan Reşat ile yaptığı görüşmeler sonucunda, Van Medresetü’z Zehra Üniversitesi için 20 bin altın tahsisi gerçekleştirilmişti. Tahsisat Van Valiliği kanalı ile Bediüzzaman’ın emrine tahsis edilmişti. Fakat ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu savaş şartları projenin hayata geçmesine imkan vermedi. Bu tahsisat da valilik hesabında kaldı. Bu olay, Bediüzzaman’ın en üst düzeyde davasının takipçisi olma özelliğini ortaya koymaktadır. Projenin hayata geçmesi adına daha önce Sultan Abdülhamit’ten alamadığı olumlu neticeyi Sultan Reşat’ın Rumeli seyahati vesilesi ile yine gündeme getirerek gerçekleştirme fırsatı bulmuştur. Bu Said-i Nursi’nin aktivist, idealist, düşünce, fikir takip ve icraat adamı olduğunun göstergesi olarak tarih sayfasındaki yerini almıştır.

Yeni Şafak

 

Müsaade ederseniz…

Gerçekte hiçbir suçları olmadığı halde, sırf iman ve Kur’an’a dair eserleri okudukları ve yazdıkları için tutuklanmış, Afyon Cezaevine konmuşlardı. 54 kişiydiler. Mahkemeleri de tutuklu olarak devam diyordu. Oturumlar saatlerce sürüyordu. Mahkeme sırasında Bediüzzaman ve talebeleri şahane savunmalar yapıyorlardı. Mahkemeyi Nur Dersanesine çevirmişlerdi.

Son oturumlardan biri yine çok uzun sürmüştü. Akşam namazı vakti girmişti. Hakimin ara verme gibi bir düşüncesi yoktu.

Bediüzzaman oturduğu yerden kalktı ve:

Müsaade ederseniz ben namaz kılacağım” dedi.

Savcıyla göz göze geldiler. Savcı homurdandı:

Olmaz efendim, usule aykırıdır” dedi.

Hakim de savcıyla aynı fikirdeydi:

Sonra kaza edersiniz, şimdi mahkemeye ara veremeyiz

Bediüzzaman’ın gözleri şimşek gibi çaktı, alnındaki damarlar kabardı. Celalli bir şekilde: ”Kaza olmaz, ben namaz kılacağım” dedi. “Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz ve bizim bundan başka suçumuz yoktur.

Yürüdü, gitti. Belinden seccadesini çıkarıp koridora serdi, namazını kıldı.

Mahkemeye de mecburen ara verildi.

Bediüzzaman’la Yaşayan Öyküler / 1

Omer Faruk Paksu

Hz. Ali ve Risale-i Nur

Risale-i Nur ve Hz. Ali

Risale-i Nur eserlerini okuyanlar, bu eserlerde Hz. Ali’ye ve çeşitli vasıflarına sıkça atıfta bulunulduğuna şahit olmuşlardır. Hatta Risale-i Nur’da en sık ismi geçen sahabi Hz. Ali’dir.1 Bu çalışmamızda, Risale-i Nur’da Hz. Ali’nin üzerinde durulan, atıfta bulunulan, önemsenen ve haliyle örnek olarak bizlere sunulan hususiyetleri ile Hz. Ali’nin Risale-i Nur’la olan ilgisi üzerinde durulacaktır.

Bediüzzaman, eserlerinde Âl-i Beyt’in manevi şahsiyetinin mümessili hasebiyle, Hz. Ali’ye çok ehemmiyet verir. Bunun en önemli nedeni, İslam tarihinden bu yana Al-i Beyt tarafından yerine getirilmiş olan Kur’an ve İslam’a hizmet metodu ve misyonunun Risale-i Nur talebelerince tevarüs edilmiş olması ve bu mirasa sahip çıkılmasıdır.

Bediüzzaman, hem kendisi hem de Risale-i Nur ve Risale-i Nur talebeleri ile Hz. Ali, Hz. Hasan ve başta Şâh-ı Geylani olmak üzere Ehl-i Beyt arasında ciddi manevi bir münasebet görür. Bu hususta Risale-i Nur metinleri içinde telif edilmiş olan “Sekizinci Şua“, “On Sekizinci Lem’a“, “Yirmi Sekizinci Lem’a” ile Gavs-ı Azam’ın Kerâmet-i Gaybiyesi hakkındaki “Sekizinci Lem’a“da genişçe izahlar ve değerlendirmeler yapılmıştır.

Bediüzzaman, kendisini Hz. Ali’nin manevi bir evladı, Al-i Beyt’in bir ferdi olarak takdim eder. Kendi ifadesi ile: “Gerçi manen ben Hz. Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam’ın bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılırım.2 der. Nesep olarak da kendisinin hem Hasenî hem de Hüseynî olduğunu ifade ettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.3

Bediüzzaman’ın yukarıdaki manayı teyid eden başka bir ifadesi de şu şekildedir: Ben üveysi bir tarzda bir kısım hakikat ilmini Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali’den almışım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysi bir tarzda İmam-ı Ali’den almıştır. “Demek İmam-ı Ali’nin mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazali’nin (k.s) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarane, en sıkıntılı bir anda bakması, acib değil belki lazımdır.4

Bilindiği gibi, üveysilik, üveysi tarz v.b. ıstılahlar özellikle İslam tasavvufunda Veysel Karani (r.a.) ile Peygamber Efendimiz arasında vicahen ve şifahen; yani yüz yüze olmayan, manevi olarak tesis edilen bağlılık ve münasebete telmihen kullanılmaktadır. Veysel Karani nasıl ki, Hz. Peygamber’i görmeden onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman da, Gavs-ı Azam (k.s), Zeynelabidin (r.a.), Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtası ile Hz. Ali’nin dersini talim emiştir.5

İşte Bediüzzaman, kendisi ile Hz. Ali arasında da bu duruma benzer bir ilişki olduğunu ve dolayısıyla kendisi ve Nur Talebelerinin hizmet dairelerinin bu sayılan zatların hizmet daireleri ile aynı olduğunu beyan etmektedir. Keza Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli eserinde, Hz. Ali’nin, Risale-i Nur’un üstadı ve kendisinin de hakaik-i imaniyede hususi üstadı olduğunu ve Risale-i Nur’a Celcelutiye kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösterdiğini beyan eder.6

Nur Külliyatı’nda, “Risale-i Nur, Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevi hediyesi ve eseri olarak” takdim edilir.7 Ayrıca ” Nur Şakirtleri’nin üstadı İmam-ı Ali olduğu”8 ve “Nurun mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt’in esas olduğu”9 beyan edilir.

Hz. Ali, Risale-i Nur’da, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın en mühim bir talebesi, Kur’an ilimlerinin birinci naşiri10 ve Âli Beyt’in manevi şahsiyetinin temsilcisi11 olarak vasıflandırılmıştır.

Risale-i Nur’da; Peygamber Efendimizin, nazar-ı nübüvvetle ileride Hz. Ali’nin çok musibet ve ithamlara maruz kalacağını görerek onu ümitsizlikten ve ümmeti de onun hakkında su-i zandan kurtarmak için “Ben kimin efendisiysem, Ali de onun efendisidir.”12 mealindeki hadis-i şerif nakledilir.13

Ayrıca, Nur Külliyatı’nda, Hz. Peygamber’in, kendisi dahil olmak üzere, abasını Hz. Ali’nin de içlerinde bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi ile “Hamse-i Âl-i Aba”dan sayıldığı ve Hz. Peygamberin bu hareketiyle Hz. Ali’yi istikbalde çıkacak olan dahili fitneler dolayısıyla onu ümmet nazarında aklama gayesini güttüğü ifade edilmektedir.14

Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in (a.s.m) Hz. Ali’nin şiasına olan övgüsünün, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e ait olduğuna, zira Hz. Ali’ye olan muhabbetlerinin dengeli ve istikametli muhabbeti temsil ettiğine ve hadisçe bildirilen tehlikeli ifrat-ı muhabbetten sakındıklarına dikkati çeker.15

Risale-i Nur’da, halifeliğin kendisinden zorla alındığı bağlamındaki bir soruya cevap sadedinde, Hz. Ali’nin kendisinden önceki halifelerin şeyhülislamlığını yaptığını, şayet onları ve onların idaresini benimsemezse kesinlikle bu görevi kabul etmeyeceğini, haliyle halifeliğin kendisinden zorla alındığını iddia edenlerin sözlerinin hakikat olmadığını ve bu iddianın, Hz. Ali’yi, “olduğu gibi görünmeme”, yani “takiyye” yaptığı şeklinde bir istifhamı içerdiği beyan edilir.16

Hz. Peygamber’in neslinin devam ettiricisi olarak Hz. Ali üzerinde durulur. Peygamberimizin “Allah her peygamberin neslini kendi sulbüne koydu, benim sulbümü ise Ali’nin sulbüne koydu” keza, “Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır” hadis-i şerifleri nakledilir.17

Bediüzzaman, Fetih Suresi’nin son ayetinin18 Hz. Ali ile ilişkisini kurar. Bu ayeti; saltanat ve hilafete tam liyakatle ve kahramanlıkla girdiği halde, zühd, ibadet, fakr ve iktisadı seçen, rüku ve sücuddaki devamı herkesçe teslim edilen Hz. Ali’nin, (r.a.) gelecekteki durumunu ve o fitneler içindeki çarpışmalar nedeniyle mesul olmadığını, isteğinin Allah rızasını kazanmak olduğunu haber verdiği şeklinde tefsir eder.19

İsm-i Azam’ın herkes için bir olmadığı, örneğin Hz. Ali için İsm-i Azam’ın, “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs” olmak üzere altı olduğunu izah sadedinde Hz. Ali’nin ismi geçer.20 Hz. Ali’nin bu değerlendirmesini Bediüzzaman aynen kabul etmiş olmalı ki, bu isimlerin genişçe izah edildiği “Esma-i Sitte” Risalesi olarak bilinen 30. Lem’a’yı telif etmiştir.

Hz. Ali’nin, tahdis-i nimet olarak ilminin genişliğine ve şümulüne işareten “Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur.” sözüne dikkat çekilir.21

Yine Risale-i Nur’da, Hz. Ali, esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak olarak tavsif edilmektedir.22

Bediüzzaman’ın vefatından önce talebelerine verdiği önemli bir ders olan son mektubunda “Kur’an’a hizmetteki acib ihlası nereden ders aldın?” mealindeki bir soruya cevap sadedinde “iki noktadan” diye cevap veriyor. Verilen cevabın ikinci noktasında, Hz. Ali’nin ihlas ve ubudiyetteki hassasiyetini şu örnekle nazar-ı dikkate sunuyor: Kendi şahsını ve hayatını düşünmeyerek, tam huzur içinde namazını eda edebilmek için, namaz esnasında kendisine tam bir emniyet sağlayacak bir muhafız ifriti dergah-ı İlahi’den niyaz etmiş.23 Yine aynı yerde Hz. Ali kahraman-ı İslam olarak nitelendirilir.24

Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin çok önemsenen bir yönü de adalet timsali oluşudur. Hz. Ali hilafet-i İslamiye’yi Kur’an’da mevcut ve kendisinden önceki üç halife döneminde de tatbik edilmiş olan “adalet-i mahza” esasları üzerine oturtmak istemiş ve bu istikamette içtihadda bulunmuştur. “Cemel Vakası” olarak tarihe geçmiş olan hadise aslında Hz. Ali’nin temsil ettiği “adalet-i mahza” ile muhaliflerinin temsil ettiği “adalet-i izafiye”nin çatışmasıdır. Bediüzzaman bu tartışmada Hz. Ali’nin isabet; muhaliflerinin ise hata ettiğini beyan eder.25

Nur Külliyatı’nın en önemli risalelerinden olan Uhuvvet Risalesi’nde, Hz. Ali ihlas timsali olarak tanıtılır ve bu bağlamda aşağıdaki menkıbe bize örnek olmak üzere aktarılır. “Bir vakit İmam-ı Ali bir kafiri yere atmış, kılıncını çekip keseceği zaman, o kafir ona tükürmüş. O, kafiri bırakmış, kesmemiş. O kafir, ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim, nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim. O kafir ona dedi ‘Beni çabuk kesmen için (maksadım) seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.’ dedi.”26

Bediüzzaman sair İslam alimleri gibi Hz. Ali için, “Şah-ı Velayet” ve “fütuhat-ı İslamiye’nin pehlivanı” unvanını kullanır.27

Risale-i Nur ile Hz. Ali arasındaki önemli bir bağlantı ve kesişme noktası da Bediüzzaman’ın, dolayısıyla “Nur Talebelerinin” evradları içine girmiş dua metinlerinde görülmektedir. Bunları çok kısa bir şekilde tanıttıktan sonra bunlarla irtibatlı olarak sayabileceğimiz ebced ve cifir ilmine de atıfta bulunacağız.

a- Celcelutiye: Hz. Ali’ye ait bir kaside olan ve menşei vahye dayanan28 bu kaside, İmam-ı Gazali gibi bir çok imamların şerhine mazhar olmuştur. Cifirli, ebcedli ve sırlı bir kaside olarak tavsif edilmektedir.29 Bu kasidenin özellikleri ile Risale-i Nur ve müellifine olan işaretleri “Sekizinci Şua” ile “Yirmi Sekizinci Lem’a” da etraflı bir şekilde anlatılmaktadır.

b- Ercuze: Hz. Ali tarafından vezinli olarak yazılan ve gelecekten haber veren meşhur bir kasidedir. Bediüzzaman, bu kasideden hem İslam’ın ilk dönemi, hem de Risale-i Nur’la ilgili bir kısım vakaları cifir ve ebced hesabıyla istihrac eder.30 Bu kaside ile ilgili geniş malumat “On Sekizinci Lem’a” da yer almaktadır.

c- Sekine: Sükun ve itminan, temkin, nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti şeklinde tanımlanır. Hz. Ali’ye atfedilen ve menşe itibariyle aslı vahye31 dayanan, kalp rahatlığı ve kuvveti veren çok mühim bir duadır. İçerisinde 19 harfli 19 ayet bulunmakta olup, İsm-i Azam’ı da ihtiva ettiği rivayet edilmektedir. Bediüzzaman, her gün bir çok kere bu isimleri zikir suretinde tekrar etmiştir.32

d- Cevşenü’l Kebir: Matbu Cevşen’in hemen girişinde bu dua ile ilgili olarak; “Hz. Peygamber’e (s.a.v.) Cebrail Aleyhisselam’ın vahiy ile getirdiği ve ‘zırhı çıkar bunu oku.’ dediği gayet yüksek ve çok kıymettar bir münacat-ı Peygamberîdir ki; Zeynelabidin‘den (r.a.) tevatürle rivayet edilmiştir.” notu bulunmaktadır. Bu duanın Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından hususi olarak Hz. Ali’ye talim edildiği rivayet edilmektedir. Bediüzzaman, Sünni ana kaynaklarda yer almayan Cevşenü’l Kebir’i Ehl-i Sünnet’e tekrar tanıtır.33 Ve Cevşen’i Ehl-i Beyt’in manevi gayet mühim bir mirası ve maden-i feyzi olarak vasıflandırır.34 Bediüzzaman, Cevşenü’l Kebir’i kendisine üstad yaptığını ve günlük vird olarak okuduğunu beyan etmektedir.35 Gerek Bediüzzaman’ın hayatında ve gerekse Risale-i Nur’a menşe ve mehaz olması açısından Cevşen’in yeri ve etkisi büyüktür.36

e- Cifir ve Ebced İlmi: Bediüzzaman’ın Hz. Ali ile münasebetini gösteren unsurlardan biri de ebced ve cifir ilmidir.37 Hz. Ali’nin istikbale ait bir çok işareti bu ilimleri kullanarak verdiği, Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde geçmektedir.38 Hz. Ali, Nur müellifini adeta verdiği bu gaybî haberlerin şifresini çözecek bir muhatap olarak görmüştür. Risale-i Nur’da, Hz. Ali’ye atfedilen ehemmiyet hem ondaki mesajların çokluğundan, hem de Bediüzzaman’ın, küfrü mutlaka karşı İsevilerin dindar ruhanileri dahil, bütün iman ehlini, birlik ve beraberliğe çağırma davasında, Hz. Ali sevgisini öne çıkaran Şii ve Alevi Müslümanlara ulaşmada Hz. Ali’nin bir ortak payda, sağlam bir köprü oluşu etkili olmuş olabilir.39

Sonuç

Hz Ali’nin Risale-i Nur’a bu derece alakadarlığı ve Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin gerek şahsının sahip olduğu yüksek meziyetlerin ve gerekse hilafeti zamanında uyguladığı “adalet-i mahza” anlayışının çağımız iman ve Kur’an hizmetkarlarına numune-i imtisal olarak takdimi elbette çok anlamlıdır. Bu durum şükrü gerektiren bir mazhariyet olduğu kadar; büyük ve ağır bir vazifeyi omzuna almış olmanın büyük ve hassas sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluğun ana öğesini ise “ihlas” oluşturmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu, havf-reca, celal-cemal, takdir ve ikazı içinde barındıran bir üslupla, şöyle dile getiriyor:

“Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz.”40

Hikmet HOCAOĞLU

 

Dipnotlar

1. Hz. Ebubekir’in 44, Hz. Ömer’in 41, Hz. Osman’ın 17 ayrı yerde ismi geçmesine mukabil H. Ali’nin tam 157 yerde ismi geçmektedir.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 261.

3. Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. I, s. 36.

4. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 327.

5. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 61.

6. Nursi, a.g.e., s. 200.

7. Nursi, a.g.e., s. 143.

8. Nursi, a.g.e., s. 210.

9. aynı yer.

10. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 424.

11. Nursi, a.g.e., s. 29.

12. Tirmizi, Menakıb:19.

13. Lem’alar, s. 29.

14. a.g.e., s. 97.

15. a.g.e., s. 30.

16. a.g.e., s. 31.

17. a.g.e., s. 335.

18. Fetih Suresi: 29.

19. Lem’alar, s. 37.

20. a.g.e., s. 332.

21. Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yay., s. 2079.

22. Nursi, Lem’alar, s. 325.

23. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 218-19. Bu niyazda, İkinci Lem’a’da zikredilen, Hz. Eyyub’un, şahsının çektiği sıkıntıyı nazara almayıp, şifa için duasını erteleyip ne zaman ki hastalığı ibadet yapmasına engel olmaya başladı, ellerini açıp “Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diye dua etmesindeki incelik ve nükteyi görmek mümkündür.

24. a.g.e., aynı yer.

25. Nursi, Mektubat, s. 50.

26. a.g.e., s. 259.

27. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 113.

28. a.g.e., s. 112.

29. Nursi, Lem’alar, s. 325.

30. a.g.e., s. 191.

31. Buradaki vahiy kavramının Peygamberlere gelen vahiy ile karıştırılmaması gerekir. Zira arada mahiyet ve derece farkı vardır.

32. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s. 197,336; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 109.

33. Bediüzzaman’ın Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki birleştirici vasfı burada da kendisini gösterir.

34. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s. 336.

35. aynı yer.

36. Cevşen ile ilgili geniş bilgi için bkz. Peygamberimizin Cevşen Duası, İttihad Yayınları, İstanbul 1996; Abdulkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları, Envar Neş. İstanbul 1994, s. 412.

37. Bu ilim ile ilgili olarak Bkz. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993. C. I, s. 287-88.

38. Badıllı, a.g e., s. 925-995.

39. İbrahim Canan, Alevilik Sünnilik Meselesi, İstanbul 2002. s. 53. Benzer bir değerlendirme Türk-Kürt ilişkisi noktasında da yapılabilir. Bediüzzaman’ın Kürt bir coğrafyada dünyaya gelmesine, zamanın tedris dilinin Arapça olmasına rağmen, eserlerini Türkçe olarak yazması, hayatının önemli bir kısmının Türkler arasında geçmiş olması ve kendisine hizmet eden talebelerinin ekserisinin Türk olması ve meşhur bir siyasetçinin deyimi ile, “Nur Talebelerinin Türk’ü, Türkçü değil; Kürd’ü, Kürtçü değil” tespitinden de yola çıkarak, Türk-Kürt gerginliğinin giderilmesinde Risale-i Nur, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada ortak payda oluşturma, iman kardeşliğini pekiştirme fonksiyonunu icra edecektir.

40. Nursi, Lem’alar, s. 224.

 

 

Hür Adam Said Nursi hakkında yazılası 11. Yazı

Eğip bükmeden söyleyeceğim. Senaryosunun son halini filmden önce okuduğum için Hür Adam hakkında kaygılıydım. Bu kaygımı dostlarımla da paylaştım zaman zaman. Çok şükür, uyarılar dikkate alınmış ki, kaygılandığım detaylar büyük oranda kaldırılmış. Ancak Üstadın ağzına konulan aşırı Türklük vurgusu rahatsız edici. Ayrıca, Risale okumamışların yazdığı diyaloglarda “Allah her şeyi yapar” gibi tuhaf sözleri de şık durmamış. M. Kemal’in ölmeden önce söylediği rivayet edilen beyanatının filmde hiç yeri yok. Hele de zındıka komitesi merkezli ilerleyen bir senaryo da bana göre öncelikli değil. Filmin güzelliği eksiklerinden çok çok fazla…

Şüphesiz ki, eksiksiz ve kusursuz bir film olmayacak Üstad hakkında. Üstad’ın gerçek performansına bir filmin erişmesini beklemek hakkımız değil. Bir filmin Üstad’ın gerçek kişiliğini temsil etmesi de haddi değil.

Gelin şimdi burada bir şeyi normalleştirelim. Filmler bir sanat eseridir. Bir insandan çıkan her eser tartışılabilir. Nihai tahlilde, konusu Üstad da olsa, ter dökülmüş bir film var orta yerde. Birkaç dakikalık çekime günlerini ayırmış bir adam olarak bu konudaki emeğe saygısızlık edecek son adamım ben. Ama orta yerde tartışılacak bir film de var. Hakkında ileri geri konuşulabilir bir ürün bu. Eleştirenler kadar eleştirilenler de edep dairesinde kalmalı.

Bu filmi nurcular yapmadı. Nurcular yapsa bile Nurculuk adına yapılmadı. Ağabeylerden onay almış diye filmler kutsanmaz. Ağabeylere sorulmadı diye de aşağılanmaz. Bir sinema filmini ve inşaallah bundan sonra yapılacakları da nurculuğun fonksiyonu olarak görmemeyi öğrenmemiz gerek. Bu bakış hem nurculuğu üzerine düşecek haksız gölgelerden kurtarır hem de yeni yapımcıların işini kolaylaştırır.

Öncelikli derdimiz Üstad’ın incelikli söylemini ortaya koymaktır. Varlığa bakışını dik tutmak olmalıdır. Hapishanede ne kadar üşüdüğü kadar, o hapishanelerden ebedi müjdeler sunan Meyve Risalesi’ni, Otuzuncu Lem’â’yı nasıl da sımsıcak çıkarabildiği üzerinde düşünmemiz gerek.

Üstad’ın kişisel ve siyasal portresi Üstad’ın da öncelediği bir konu değil… Ancak gereksiz de değil. Bu açıdan bakıldığında Üstad bir senaryonun konusu değil, binlerce senaryonun konusudur. Üstad’ı bir “kul adam” olarak düşündüğümüzde, Üstad senaryo konusu değil, senaryo yazarıdır. Bir geçmiş dönem kahramanı hiç değil; aksine şimdiye ve geleceğe dair bakışları inşa eden senaryoların yazıcısıdır.  Hatırlayacağımız adam değil, geleceği inşa eden, önümüz sıra yürüyen adamdır. Sadece Haşir Risalesi’nden onlarca gelecek senaryosu çıkar. Sadece Hastalar Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi’nden yüzlerce dramaya ateşli diyaloglar devşirilir. Daha neler neler!

Bir kişiliği somutlaştırmanın en az iki sonucu vardır. Birincisi ve tehlikelisi, onu taşıyamayacak bir figüre oturtursunuz ki, onun itibarını kredi olarak kullanır ve tüketirsiniz. (Bir zamanlar TGRT’nin acemice yaptığı evliya filmleri gibi) İkincisi ve güzeli ise, unutulmuş  ve susturulmuş iç acılarını ve mesajlarını günün ortasına taşı(r)mış olursunuz. Bu ikincisini yapabilmek için her zaman birinci tehlikeyi göze almak gerekmiştir. Üstad’ın kişiliği için böyle bir tehlike apaçık ortadadır. Ellerine sağlık ki Tanrısever ve ekibi bu tehlikeyi olabildiğince savuşturmaya çalışmışlar.

Bir dava adamının portresini konu alan yapımın dolaylı sonucu ise,  dava adamının bu yapımı üretenlerin sosyal ve siyasal duruşlarına endekslenmesidir. Yani, Said Nursi’nin birilerinin adamı sanılacak olmasıdır. Mehmet Tanrısever’in cemaat dışı olması bu açıdan avantaj. Dediğine göre, Hocaefendi’nin kendisine dair ithafı kaldırmasını rica etmesi çok yerinde olmuş. Ancak Mehmet ağabeyimiz güncel tartışmaların içine çekildikçe bu tehlike artıyor gibi… Dikkat gerekiyor. Bence Mehmet ağabeyimizin susması gerekiyor.

Bir başka tehlike ise, saf Nur Talebelerinin Üstad’ı bir tarihsel kahraman olarak “bizimleştirmesi”. İşte bu Üstad’ı hiç istemediği bir yere oturtur. İlk olarak taraftarlıkların konusu eder Üstad’ı ki, imana dair gündemine muhtaç olan sair cemaat üyelerinin Risale’ye erişimine engel olur. İkincisi, Üstad’ı türbeleştirir ki, Risale-i Nur’un gündemini ikinci plana iter. Oysa Üstad, Kur’ân gündemi adına kendi şahsiyetini itinayla geri çekmiştir.

Filmden kim neyi anladıysa, öncelikle bilmesi gerek ki, nurculuk bir halk hareketidir. Nurculuk, bir sivil duruştur, duru bakıştır. Bir bloğa yaslanamaz. Herhangi bir siyasi duruşa kilitlenemez. Ancak siyasi tavırsız olacak kadar da tepkisiz, kimliksiz, kaygısız ve amorf değildir.Rejimle ve sistemle uzlaşı yolu aramaz; müstağnidir. Ancak anarşistlik etmeyelim diye de sistemle dans etmeye kalkmaz. Müdanaasızdır. Üstad’ın adını ve talebelerinin mesleğini, en çok sakındığı “ücret istemek”le lanse etmek de kimsenin hakkı değildir. Said Nursi, herkese aittir. Herkesin Risale-i Nur’da ve Üstad’da hakkı vardır. Nur talebelerinin herkese, her kesime, her cemaate söyleyeceği sözü vardır. Çünkü gündemleri imandır. İman ise herkesin ekmeği ve suyudur.

Film ve film etrafındaki tartışmaların Üstad’ı ve onun en çok üzerinde titrediği Risale-i Nur’u popüler ve gündemde olan “cemaat” söylemine yaslamasından kaygılıyım. Buna tepki olarak Nur Talebelerinin defilme gelen eleştirileri Üstad’a gelen eleştiriler olarak algılayıp bir filmin taraftarlığına soyunmalarını ya da teşvik edilmelerini arzu etmem. Nur talebelerinin filme olan rağbeti Üstad’a olan rağbete eşitlemeleri yanıltıcı olabilir. Dediğim gibi, ne Üstad bir filmden ibarettir ne filme dair eleştiriler Üstad’ın kendisine yöneliktir. Üstad’ı çekemeyen de laf edebilir filme, Üstad adına kaygılanan da laf edebilir. Birincisi ne kadar göze alınırsa ikincisi de o kadar göz ardı edilmemeli.

Sonuç olarak, Mehmet Tanrısever iyi bir iş yaptı. Üstad’ı herkesin gündemine taşıdı.  Şüphesiz bu sadece Tanrısever’in ve filminin başarısı değil. Bu filme konu olan Üstad’ın duru ve lekesiz hayatının armağanıdır. Bu filmde canlandırılmaya çalışılmış ama gerçekte çok daha mahzun ve yürek parçalayıcı olan Nur kahramanlarının sessiz çığlıklarının yankısıdır.

Asıl film yüreğimizde yıllardır gösterimde… Bu gösterime katkıda bulunan herkes teşekkürü hak ediyor, her emek hürmeti hak ediyor.

Yeni gösterimlerde buluşmak üzere…

Senai Demirci