1831 senesinde Şirvân’da doğdu. Babası, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî’nin babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi, ilmiyle amel eden, Peygamber efendimiz(sav)’in yüce sünnetine uymakta titizlik gösteren sâlih biri idi. Hazret-i Hüseyin(ra) efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da sâliha bir kadındı.
Abdurrahmân Tâgî(ks) hakkında anne ve babası; “Cenâb-ı Allah’ın bize lutfettiği bu çocuk başka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakımdan ziyâde mânevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz!” diyerek îtinâ gösterdiler.
Dedesi Molla Muhammed(ks) “Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula devâm eder. Halbuki benim oğullarımdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi. İlmime vâris, mirasçı olacak sen varsın.” derdi
Abdurrahmân Tâgî(ks), çocukluğu dönemindede ,on yaşına basınca vefât eden annesinin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkisinin kesilmediğini. Allah’tan gâfil olmadığını ,buyurmaktadır.
Babasından Arapça gramer ilmini öğrendi, daha sonra Molla Abdüssamed(ks), ardından Molla Ziyâüddîn Arvâsî’nin(ks) yanına giderek ilim öğrendi.
Bu arada çevredeki diğer âlimlerden fıkıh, tefsîr, hadîs gibi dînî ilimleri tahsil etti.Okuduğu hocalardan icâzet, alarak Ispahart’taki medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı.
Kendisine bulunduğu nâhiyenin müdürlüğü, kâdılığı ve müderrisliği verildiği hâlde bunlara iltifât etmedi.
Seyyid Sıbgatullah Arvâsî(ks) hazretleri onu talebeliğe kabûl ederek himâye ve tasarrufu altına aldı.
Said’in babası Sofi Mirza Efendi, zaman zaman Seyyid Sıbğatullah(ks) Hazretlerini ziyaret eder. Bu ziyaretlerin birinde Seyyid Sıbğatullah ayağa kalkarak, Sofi Mirza’ya meclisin başköşesinde yer gösterir. Orada bulunan ulemâ ve hulefâ, bu basit, ümmî Nurslu köylüye neden bu kadar alâka ve hürmet gösterdiğini sordukları zaman, Gavs-ı Hizan şu cevabı verir: Bu Sofi Mirza ileride öyle bir zata baba olacak, bunun sulbünden öyle bir zat gelecek ki, o zata baba olmayı ben on gavslığa tercih ederim.
Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kâdılığı vazifesini yürüttü.Hacdan dönünce, Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde yerleşerek irşâd vazîfesine devâm etti.
Abdurrahman Taği’nin ismi, Bediüzzaman hazretleri’nin ders aldığı hocaları arasında da zikredilmektedir.
Bediüzzaman hazretleri dokuz-on yaşlarında olduğu zaman geçen bir hatıra:
O zamanlar Abdurrahman-ı Tağî, Nurslu talebelere, bilhassa küçük Said’e çok alâka, iltifat gösterir, geceleri yatarken üzerlerini örtermiş. Nurslu talebelerin içinden birisinin İslâmiyete çok büyük hizmetler edeceğini, İslâmı tecdid edeceğini ifade eder, onun için bu kadar alâka gösterdiğini söylermiş. Bediüzzaman’ın Emirdağ mektuplarındaki mezkûr mektubu da Abdurrahman-ı Tağî’den anlatılanları teyid etmektedir.
Abdurrahman-ı Tağî (ks) Hazretleriyle, Bediüzzaman Hazretleri’nin küçüklüğünde cereyan etmiş manidar bir hatırasını nakletmeden geçemiyoruz. Şöyle ki:
D. Bekir Hazro ilçesinden olup, uzun zaman Urfa’da merkez vaizliği yapmış, halen hayatta (1996da vefat etti) Molla Derviş Efendi şöyle bir hatırayı anlattı. Bu hatırayı da, Hazret namıyla ma’ruf, Şeyh Abdurrahman-ı Taği’nin oğlu Muhammed Ziyaüddin Efendi’nin yeğeni Şeyh Mâsum’dan işitmiş. (Bu hatırayı ben ayrıca Şarklı birkaç âlimden de duymuşumdur.):
Bediüzzaman Hazretleri henüz küçük bir talebe iken, Nurşin köyüne birkaç kez geldiği gibi, bir defasında yine Nurşin’e gelmekte iken, Seyda Hazretlerinin âniden divangâhından kalkarak, Nurşin köprüsüne dogru yürüdüğünü görürler. Bazı halifeleri de Seydanın arkasına düşerler. Görürler ki, uzaktan bir çocuk geliyor. Seyda Hazretlerinin o çocuğa doğru yürüdüğünü görürler. Sonra Seyda o çocuğun yanına gidip, elinden tutar, köye getirir. Beraber divana gelirler. Ve Seyda emreder: Divanda kimse kalmasın. Seyda Hazretleri küçük Said ile uzun müddet yalnız kalırlar. Bazıları anahtardeliğinden bakmaya cesaret eder, görürler ki; Seyda Hazretleri diz çökmüş, gözleri yumuk, murakabe halinde… Küçük Said ise, ayakta sapsarı kesilmiş, elpençe durur vaziyettedir. Sonra Seyda Hazretleri kapıları açar, talebeler divana gelirler. Seyda Hazretleri cemaate der ki:” Merak ettiğinizi biliyorum. Meseleyi anlatayım: Cenab-ı Hak bu çocuğa ilim merhalelerini tayyettirdiği gibi maneviyatı da ona öyle tayy buyurmuştur” der
Abdurrahman Taği(ks), yaklaşık yirmi yıl kaldığı Nurşin’de, insanları Hakk’a davet etmek için büyük bir gayret gösterdi.
Vefatından evvel ağır bir hastalık geçirdi. Buna rağmen hiçbir sünnet namazını ihmal etmeden hepsini ayakta kıldı. Gece ibadetlerini de ihmal etmedi.
Abdurrahmân Tâgî(ks) hazretleri vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber efendimizin (sav) açıkça kendisine görünerek bal yemeyi ve şerbet içmeyi emrettiğini söyledi.1886 senesinde 55 yaşında iken Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn ilçesinde vefât etti. Kabri Nurşîn’dedir.
Zaman zaman bana bu soruyu soran kişilere latife olsun diye şöyle diyorum: “Madem ki okuyarak anlamıyorsunuz, öyle ise okumaya okumaya anlamaya çalışınız!”
MÜTALAA VE MÜZAKERE
Bu asırda en yüksek bir hakikat-i Kur’aniye, en büyük bir ders-i imaniye olan Risale-i Nur’un akıl ve dimağlarda yerleşmesi; ciddi bir talim, büyük bir dikkat, gayret ve süreklilik ister. Bunun yolu sürekli olarak okumak, mütalaa ve müzakere etmekten geçer. Bu bakımdan bir nur talebesinin asıl gayesi bu eserleri anlayarak okumak, anladığını hayatına tatbik etmek, hayatı boyunca ihlas ve istikamet üzere yaşamak olmalıdır.
MÜTALAA GRUPLARI
Hizmeti yeni tanıyanlara ve hizmete iştiyakla katılanlara risaleleri anlama, yaşama ve hayata yansıtma noktalarından yardımcı olmak elzemdir. Risalelerin mütaalası için küçük çapta “mütalaa grupları” oluşturulmalı ve özellikle her bir meslek grubu kendi aralarında, her yaş grubu kendi emsalleri ile bir araya gelip mütalaa ve müzakere yapmalıdır.
SÜREKLİ OKUMAK
Risale-i Nurları anlayarak devamlı olarak okuyanlar, onun lezzetinden asla doyamazlar. Her okuyuşta onda nice engin, derin ve ince manaların olduğunu anlar, büyük bir manevi zevk alırlar.
Evet, dünyanın lezzetleri helal dahi olsa, ani ve fanidir. İnsanın yediği bir meyve veya yemekten aldığı lezzet az sonra zail olur, ondan hiçbir şey kalmaz. Fakat, kalp ve ruhuna ait olan bir lezzet, onunla beraber ebedi kalacaktır. Bu bakımdan marifet ve irfana dair olan lezzetler, ruhun ve kalbin gıdası olduğu için ebedidir, onlardan asla usanılmaz.
Okuyan veya dinleyenler içerisinde, onu anlamayanlar da asla nasipsiz kalmazlar. İhlas, sadakat ve samimiyetleri nispetinde, o hakikat nurlarından derecesine göre istifade eder ve büyük bir feyiz alırlar. Hatta Üstadımız: “Gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hali değildir.” buyurmaktadır.
Bu eserleri okuyan bir insanın defterine nice sevap yazılır. Bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi? Daha sonra okundukça anlar, anladıkça okuma iştihası daha da gelişir.
Hem insanda birçok latifeler var. Onun aklı bazı hakikatleri kavramazsa bile kalp ve ruhu hissesiz kalmaz. Okuyan kişinin idraki gelişir, kalbi inşirah eder ve ruhu birçok hakikatlere ayna olur. Bu bakımdan sabır göstermek elzemdir. Üstadımızın ifade ettiği gibi, “büyük bir bahçeye giren herkes, elinin ulaştığı kadar meyveleri toplar.”
“Risaleler yalnız akli mesail-i ilmiye değil; aynı zamanda kalbi, ruhi ve hali mesail-i imaniyedir.
“Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”
“Bir hakikat bütün bütün anlaşılmazsa, onu bütün bütün terk etmek caiz değildir. Ondan alınan hisse -velev ki- yetersiz ve kemal manada noksan olsa bile, onunla olan alakadarlık sürdürülmeli, koparıp atılmamalıdır.”
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, bir kişi okuduğu veya dinlediği derin ve ince bir konuyu veya bir meseleyi anlamadığı takdirde, okumayı terk etmemeli, sabır ve teenni ile okumaya devam etmelidir. O büyük ders-i Kur’aniyenin nurundan istifade ve istifaze etmek için azami bir gayret gerekir. Aksi halde o büyük marifet ve hakikat derslerinden mahrum kalınır. Fen sahasında ilim tahsil etmeğe başlayan bir öğrenci, ben bu meseleyi anlamıyorum diye fakülteyi terk etmiyor, bilakis daha fazla ceht ve gayret gösteriyor.
Bu felaket ve helaket asrında büyük bir nimet olan Risale-i Nur’lar, nice marifet, hakikat, feyiz ve esrarları havi eşsiz bir eserdir. O akılları tenvir eder; kalblere ve ruhlara inşirah verir ve iman zevkini tattırır. Risale-i Nur, latifeleri terbiye eder, fikirlere istikamet verir, tefekkürü derinleştirir; ahlak-i aliyeyi inkişaf ettirir. Hakiki ihlasa ve hakikat-ı uhuvvete mazhar kılar.
Çağımızda dünya gündeminin en mühim meselelerinden bir kısmı da çevre meseleleridir.
“Çevre, âdemoğluna ruh üfürülüp beden elbisesi giydirildikten sonra ona takdim edilen bir emanet; çevre büyük bir insan, insan ise büyük bir çevredir.” Allah’ın güzel isimlerinden bir kısmı doğrudan veya dolaylı olarak çevre ile ilgilidir. Bunlardan yedi tanesi: Kayyum, Adl, Hakîm, Kuddüs, Muhsin, Bâri, Muksit’tir.
Çevre kirlenmesi ve tabiatın tahribinin ilk defa ateşin yakılması ile başladığı söylenebilir. 1869 yılında ABD’deki Massachusets Halk Sağlığı Komitesi’nin bildirisi ise, çevre meselelerinin dünyayı tehdit eder boyutlara geldiğinin ilk mühim bilimsel uyarısı niteliğindedir. Günümüzde çevre meseleleri büyük ölçüde, sanayileşme ve ona bağlı düzensiz şehirleşmeden kaynaklanmaktadır.
Çevrenin korunması için alınabilecek tedbirlerin temelinde temizlik ve israfsızlık bulunmaktadır. Kur’an tefsirlerinde ve hadislerde temizlik üzerinde önemle durulmaktadır. “Şüphesiz ki Allah çok tevbe edenleri sever. Çok temizlenenleri de sever.” (Bakara, 2/222) mealindeki Kur’an âyetinde: Allah’ın sevdikleri olarak önce çok tevbe edenlerden daha sonra da çok temizlenenlerden bahsedilmesi ile, maddî temizlikten başka, tevbe ile yapılan manevî temizliğin önemine de dikkat çekilmektedir. Buna göre, “Hakikî Çevrecilik”, asıl kirlilik olan manevî kirliliğe karşı olmayı ve buna tedbir almayı da ihmal etmeyen; hatta temizliğin manevî yönüne daha fazla ehemmiyet veren çevreciliktir. Peygamberimizin “Temizlik imandandır.” hadisinde bahsedilen temizliğin, maddî boyutu yanında tevbe ile yapılan manevî boyutu da gözden uzak tutulmamalı; manevî temizlik de ihmal edilmemelidir.
Çevre meseleleri çok geniştir: Küresel ısınma, orman tahribatı, toprak erozyonu ve çölleşme, ozon tabakasının delinmesi ve bu deliğin büyümesi, meraların azalması, göller ve akarsuların kirlenmesi, katı atıkların birikmesi, büyük şehirlerin havasının kirlenmesi, elektromanyetik kirlenme, radyoaktif kirlenme, gürültü kirliliği vd. üzerinde ayrı ayrı durulacak konulardır. Bugün dünyanın karşı karşıya bulunduğu çevre meselelerinin en mühimleri :
1 – Küresel ısınma,
2 – Ozon tabakasındaki deliğin büyümesi
olarak ifade edilmektedir. Küresel ısınmadan, son zamanlarda medyada çok bahsedilmiştir. Biz burada ozon tabakası (ozon perdesi) ve bunun tahribi ile alâkalı çevre meselesinden kısaca bahsedeceğiz.
Üzerinde yaşadığımız dünyanın atmosferi, okyanusları ve 17 km derinliğe kadar katı yer kısmını içine alan kısmına “Yer kabuğu” denilir. Yer kabuğunda en bol bulunan element oksijendir ve kütle bakımından yer kabuğundaki miktarı % 49,5 oranındadır. Oksijen, yer kabuğunda çeşitli maden filizlerinde, bitkilerde, hayvanlarda, insanlarda, suda ve atmosferde bulunur. Oksijenin serbest halde bulunuşu genelde iki atomlu molekül: O2 halindedir. Oksijen atomlarından üç tanesinin meydana getirdiği O3 molekül yapısındaki maddeye, ozon adı verilir. Ozon, oksijenin allotropu, yani fiziksel hali farklı bir şeklidir. İki atomlu oksijen molekülüne kâfi enerji verilirse, üç atomlu ozon molekülleri meydana gelir:
3 02 (g) + 68 Kcal → 2 03 (g)
Oksijen atmosferde hacim bakımından %20, kütle bakımından ise %21 oranında bulunurken ozonun atmosferdeki ortalama miktarı hacim bakımından %0,02 ppm (milyonda kısım) dır; yani oksijenin on milyarda biri kadardır. Ozon, oksijenden daha kuvvetli yükseltgen (oksitleyici) olduğundan, yeryüzünde bulunması canlılar için çok zararlıdır. Yeryüzünde çok az olan ozon konsantrasyonu 30 km yüksekliğe kadar artar; atmosferin stratosfer kısmında yerden 30 km yükseklikte, ozon konsantrasyonu atmosferdeki ortalama konsantrasyonunun 10 misli kadar bir miktara (%0,2 ppm) ulaşır. Atmosferin 30 km den daha yukarısına çıkıldığında ise, ozon konsantrasyonu gittikçe azalır ve 80 km yükseklikten sonra atmosferde ozona rastlanmaz.
Ozonun yerden 30 km yükseklikteki stratosferde %0,2 ppm konsantrasyonunda en yoğun şekliyle bulunmasına, atmosferdeki ozon tabakası denilir. Yeryüzündeki canlıları güneşin yüksek enerjili ışınlarına karşı koruyucu bir perde gibi vazife gören bu ozon tabakası, yeryüzündeki canlılar için çok lüzumlu ve faydalıdır. Çünkü bu ozon tabakası, güneşten gelen ve canlılar için çok zararlı olan UV (ultraviyole) ışınlarını süzer ve yeryüzüne inmesini önler. Güneşten gelen UV ışınları bu şekilde ozon tabakasıyla % 99 oranında tutulmasa, canlı-cansız tabiatta çok kötü hadiseler olur. Bu hadiselerin insanda ilk görüleni, cilt kanserlerinde artıştır. Daha ileri safhada, yüksek enerjili bu ışınlar canlı yapısının moleküllerinde bulunan C – H ve 0 – H bağlarını koparır. Bu kimyasal bağların kopması ise, canlılığın yok olması demektir!
İlgili kimya kitaplarında, yerden 30 km yükseklikte, ozonun atmosferdeki ortalama konsantrasyonunun 10 misli konsantrasyondaki tabakasının güneşten gelen UV ışınlarını tutarak bir perde gibi vazife görmesine dair kimya denklemleri, bu ozon tabakasının atmosfere verilen hangi endüstri ürünü kimyasal maddelerle nasıl bozulduğunun kimya denklemleri, ozon tabakasındaki bozulmanın niçin daha çok güney kutbu bölgesinde görüldüğünün açıklaması, bu çevre âfetine karşı alınabilecek tedbirler, vb. vardır.
Burada dikkati çekmek istediğimiz asıl husus; yeryüzünde canlı-cansız tabiata zararlı çok aktif bir oksitleyici olan ozonun 120 km kalınlıktaki atmosferde bahsettiğimiz dağılımının, bu moleküllerin kendi karar ve tercihleriyle, tesadüfen, kendi kendine veya tabiatın (?) eseri olarak böyle rahmetli ve hikmetli neticeler meydana getirecek şekilde olmasının imkansızlığıdır.
Kimya kitaplarında, hidrojenin atmosferin üst tabakalarındaki konsantrasyonunun nispeten fazla oluşu, onun bağıl molekül ağırlığının küçük olması (2g) ile açıklanır; fakat hidrojen molekülünden 24 misli ağır olan (48g) ozon molekülünün, ayni sebebe dayalı olarak atmosferin yeryüzüne yakın kısmında en yüksek konsantrasyonda olması gerekirken, yukarıda bahsettiğimiz gibi, yeryüzüne yakın atmosferde çok az bulunup 30 km yüksekte bir ozon perdesi teşkil edecek tarzda mucizevî bir konsantrasyon dağılımı göstermesinin nasıl olabildiğine dair herhangi bir açıklamaya rastlanmaz!
Dünya atmosferindeki ozon tabakası, tabiattaki sebebler nizamından biri olan Gravitasyon kanununa tam uymayan ve insanda hayret uyandıran bu olağanüstü özelliğiyle, üzerinde önemle durup düşünmeyi gerektirmektedir.
Bu ozon tabakası, kimya kitaplarında bahsedilenlerden başka, hayat boyu imtihanımızın olduğu bu imtihan dünyasındaki sebepler perdelerinden biri olarak, aklımızın nazarında ayni zamanda neyi perdelemekte ve neyi göstermektedir?