Kategori arşivi: Yazılar

Ümit ve Korku (Şiir)

Günde kaç kez , kaç dakika… çalıyorum kapını

yerde; taş, toprak, ağaç, çiçek ve böcekler.. şahit

gökte; güneş, ay, bulut ve yıldızlar

gündüzümde Sen varsın, gecemde yine Sen

görüp duysan da beni,

içimde hep korku ve ümit

gece gündüz gibi, giriyor iç içe..

 

Açılacak mı acaba kapılar bir gün,

yoksa, yüzüme mi kapanacak?

 bir yağmur mu yağacak üzerime?

Güneş’in ışığı mı saracak beni?

 içimde, hem korku hem ümit

 gece gündüz gibi giriyor iç içe

  

Ey ezeli Güneş!

kavuştur beni de ümitlerime!

 son bulsun, içimdeki korkular…..

 

Dr.Selçuk Eskibuçuk

www.NurNet.Org

Medeniyetin temellerinin atıldığı, bilime kapıların açıldığı gece (Kadir Gecesi)

Kur’an’ın 114 suresinden biri de “Kadir Suresi”dir. Kadir Suresi, başından sonuna kadar Kadir Gecesini anlatır. Mübarek olduğu bilinen geceler içinde Kur’an’da ismiyle anlatılmaya layık görülen tek gece Kadir Gecesidir. Mekke’de nazil olmuştur, beş ayettir. O surede Cenab-ı Hak, meâlen şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz biz Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ( o büyük fazl u şerefini) sana bildiren nedir? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. (Hakk’ın sevgili kullarını görmek, Allah için yaşayanları tesbit etmek ve onlarla beraber ibadet etmek için) O gecede melekler ve ruh Rablerinin izniyle iner de iner. O gece tan yeri ağarıncaya kadar bir selamdır.”[1] Yani o gece, selam ve selamet gecesidir. Rahmet gecesidir, mağfiret gecesidir ve cehennemden kurtuluş gecesidir.

Her ne kadar şairlerden biri: “Ey hace çi cuy ez şeb-i kadr nişanî/ Her şeb şeb-i kadrest ger kadr bidânî” yani: Ey efendi! Kadir gecesine dair ne nişan arıyorsun? Eğer kadrini bilirsen her gece Kadir gecesidir, demiş olsa da; bir başka şair de sanki ona cevap vermiş:

“Her gece Kadir olaydı, Kadr’in kadri olmazdı şaha

Her hacer cevher olaydı, cevher etmezdi Bahâ”

Yani her gece Kadir gecesi olsaydı, Kadir gecesi diye bir gece olmazdı ve her taş cevher olsaydı, o zaman cevher bir kıymet ifade etmezdi, demiştir.

Bize göre iki düşüncenin de doğruluk payı vardır. İnsan Ramazan ayının her gecesini Kadir gecesi imiş gibi değerlendirmelidir. Ama Kadir gecesinin de bir tane olduğunu unutmamalı ve onu kaçırmamaya çalışmalıdır. Çünkü o bir tek gece, o geceyi yakalayanlara ve ihya edip değerlendirenlere bin aylık yani seksen üç senelik bir ömrün sevabını kazandıracaktır. O geceyi yakalayıp değerlendiren insanın cehennemden kurtuluşuna ve cennete girmesine vesile olacaktır.

Üstad-ı Muhterem’in Ramazan ayı ve Kadir Gecesi hakkındaki önemli tesbitlerinden biri de şudur: “Şu mübarek Ramazan ayı, Kadir Gecesini ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir Kadir Gecesidir. Ramazan ayı, Ramazan ayına muvaffak olanın yani ona ulaşıp ve onu ihya edenin ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde baki bir ömürdür.”[2]

KADİR GECESİ GERÇEK ANLAMDA NASIL İHYA EDİLİR?

Aişe validemiz, “Şayet Kadir Gecesi’ne tevafuk edersem nasıl dua edeyim?” diye Allah Resulü’ne sormuş, Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v) de ona, “Allâhümme inneke afüvvün, tuhibbu’l-afve fa’fü annî” (Allah’ım! Şüphesiz Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.)[3] duasını öğretmiştir.

Hz. Peygamber ve ashabının bu geceleri ihyası, bir cümlelik bir duayı söylemekten ibaret değildi. Geceleri ve gündüzleri ihya, onlarda hal olmuştu; yaşama biçimi haline gelmişti. İslamiyet, onlarda kemaliyle her daim yaşanıyordu. Bu bir cümlelik dua ise, ihya programı içinde öne çıkan ve altı çizilen bir cümle idi. Yoksa gecenin ihyası bir cümlelik bir duadan ibaret değildi. Eğer böyle anlarsak Kadir Gecesi gibi bin aydan hayırlı bir geceyi hakkıyla idrak ve ihya etmiş olmayız. Bu bizim için büyük kayıp ve büyük ayıp olur.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), bu geceyi yakalama maksadıyla olsa gerek Ramazan ayının son on gününde ibadetlerini artırır, hatta bu günlerini mescide çekilerek itikâfda[4] geçirirmiş. Hz. Âişe validemiz buyurmuşlardır ki: “Hz. Peygamber Ramazan ayının son on günü girdiğinde gecesini ibadetle geçirirdi, ailesini de uyarırdı, ibadet için diğer zamanlardan daha fazla gayret gösterirdi.”[5]

Bu gece Adem Safiyyullah (a.s) gibi adam, İbrahim Halilullah (a.s) gibi dost, Muhammed Habibullah (s.a.v) gibi sevgili olmaya niyet edenlere ve o niyetle yaşamaya başlayanlara değil bin ay, belki on bin, yüz bin ayın mükâfatı da verileceğine kesinlikle inanıyorum. Çünkü rızası kazanılan Allah’ın katında sevabın ve mükâfatın sınırı olamaz. Ebedî cenetin anlamı da bu değil mi zaten?. Ayette ifade edilen bin ay kesretten kinaye olduğu gibi,  Kadir gecesini gerçek anlamda ihya etmek de Adem gibi adam, Halil gibi dost, Habib gibi sevgili olmaya niyet etmek ve o niyetle yaşamakla mümkün olur ancak. Yoksa bir geceyi uyumadan şöyle veya böyle ibadetle geçireyim, 83 senelik sonucu alayım, ertesi gün yine  ülfetli ve gafletli dünyamda yaşayayım, niyetinde olanların anladığı gibi mesele o kadar basit ve ucuz değildir. Kadir gecesi bizi, bir gece Müslümanca, müttekîce yaşamaya davet eden bir gece değil; Kadir gecesi, bizi, her gece Müslümanca ve müttekîce yaşamaya davet eden bir gecedir. Bir gecede, 80 küsür senede elde edilen bir sonucu alanlara da ancak böyle yaşamak yakışır.

NEDEN BU GECEYE KADİR GECESİ DENİLDİ?

O gece azemet ve şeref gecesidir. O gecenin hakkını verenler, ibadetleriyle ihya edenler şerefli ve kadr u kıymetli olurlar. Ebubekir Verrak da demiş ki: Bu geceye Kadir gecesi denmesinin sebebi, o gecede kadirli-kıymetli bir Kitab’ın, kadirli-kıymetli bir Meleğin diliyle, kadirli-kıymetli bir ümmete indirilmiş olmasıdır. Herhalde Allah Teala bu surede “kadr” lafzını üç kere bunun için zikr etmiştir.[6]

GECELERİN EFENDİSİ

İnsanlığın efendisi Adem (a.s), Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v), İran’ın Efendisi Selman (r.a), Anadolu’nun efendisi Suheyb (r.a), Habeşistan’ın efendisi Bilal (r.a), Şehirlerin efendisi Mekke, kitapların efendisi Kur’an-ı Kerim, surelerin efendisi, Bakara suresi, Bakara suresinin efendisi Ayete’l- Kürsî, taşların efendisi Hacerü’l-esved, kuyuların efendisi zemzem, bastonların efendisi, Musa’nın (a.s) bastonu, balıkların efendisi Yunus’un (a.s) balığı, develerin efendisi Salih’in (a.s) devesi, bineklerin efendisi Burak, yüzüklerin efendisi Süleyman’ın (a.s) yüzüğü, Günlerin efendisi cuma günü, gecelerin efendisi, Kadir gecesi, ayların efendisi de Ramazan ayıdır.[7]

KADİR GECESİ NEDEN RAMAZAN GECELERİNDE SAKLANMIŞTIR?

Hadis kaynaklarında: “Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününün tek gecelerinde arayınız”[8]buyurulmuş ama “Kadir gecesi şu gecedir” diye kesin bir hüküm verilmemiştir. Allah Teala, o geceyi Ramazan ayının gecelerinde saklamıştır; ta ki insanlar Ramazan ayının bütün gecelerine saygı göstersinler ve her gecesini Kadir gecesi imiş gibi değerlendirsinler de çok çok mükâfata nail olsunlar.

Kadir gecesinin saklanmasının ikinci bir hikmeti de şu:

Ramazan ayında hele kadir gecesinde günah işlemenin cezasıyla, diğer aylarda ve gecelerde günah işlemenin cezası bir değildir. Mükâfatı bir olmadığı gibi. Onun için Cenab-ı Hak, insanoğlunun günahlara karşı cesaretini bildiğinden şefkat ve merhametinin gereği olarak Kadir gecesini Ramazan ayının gecelerinde saklamıştır; ta ki Kadir gecesini bile bile günah işleyip de büyük büyük cezaya çarpılmasınlar. Çünkü sahanın otoriteleri, bir insan Kadir gecesini bilse ve o geceyi ibadetle ihya etse bin ayın sevabını kazanacak ve yine Kadir gecesini bilse, bile bile isyan etse ve günah işlese o zaman da bin ayın günahını kazanacaktır.[9] demişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.v) beraberinde Hz. Ali (r.a) olduğu halde mescide girdi ve uyuyan birisini gördü de:

-Ey Ali! Onu uyandır, abdestini alsın, buyurdu. Hz. Ali, adamı uyandırdı, sonra da Resulullah Efendimize sordu:

-Ya Resûlellah! Şüphesiz ki Sen hayırlı hizmetleri yapmada hep öncüsün, hepimizin önünde gidersin. Bu adamı Sen neden uyandırmadın? Cevap çok ilginç:

– Onun seni reddetmesi küfür (inkâr) olmaz. Ama beni reddetmesi onun inkâra düşmesine sebep olurdu. Küfür yani iman esaslarından birini inkâr sınırsız bir cinayettir. Ben böyle yaptım ki reddettiği takdirde cinayeti,  büyük olmasın, hafif olsun.

İşte Peygamber’in (s.a.v) rahmeti, şefkati bu. Sen buna Allah Telâ’nın rahmetini, merhametini kıyas et.[10] Böylece Allah’ın Kadir gecesini saklamaktaki rahmetinin sırrını ve sınırsızlığını anla.

Allah Tealâ’nın sakladığı daha böyle çok şeyler vardır. Mesala: Rızasını ibadetlerde saklamıştır, ta ki ibadetlerin hepsine önem versinler. Gazabını günahlarda saklamıştır. Ta ki hepsinden sakınsınlar. Velisini insanlar içinde saklamıştır. Ta ki insanların hepsine hürmet edip değer versinler. İcabetini dualarda saklamıştır. Ta ki çok çok dua etsinler. İsm-i Azam’ını saklamıştır. Ta ki bütün güzel isimlerine ism-i azammış gibi değer versinler. Ölümün vaktini saklamıştır. Ta ki insan ömrünün başında şımarıp ömrünün sonuna doğru da korkudan çıldırıp ödü patlamasın, dengeli ve hazırlıklı yaşasın.[11]

KUR’AN’IN İNİŞİNİN ETKİLERİ

Kur’an’ın inişine sahne olan zaman dilimleri, diğer zaman dilimlerinden çok farklı olmuştur. Mesela:

1-Bir rivayete göre, Kur’an, Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına birden, toptan indirilmiştir. Bu toptan indirildiği geceyi Berat Gecesi haline getirmiş,

2-Parça parça, ayet ayet indirilmeye başladığı Ramazan ayını, ayların sultanı yapmış, bereketlendirmiş, rahmet, mağfiret ve Cehennemden kurtuluş ayı haline getirmiş,

3-Ramazan ayının içinde inmeye başladığı geceyi Kadir Gecesi yapmış, o geceyi de 1000 aydan daha hayırlı bir gece haline getirmiş,

4-İndiği aklın ve kalbin sahibi olan Zât’ı, alemlerin rahmeti, geçmiş ve geleceğin efendisi yapmış, Muhammed Mustafa (s.a.v) haline getirmiş, alınması gereken eşsiz bir örnek olarak insanlığın önüne koymuştur.

5-Sayısız denilecek kadar çok miktarda meleklerin ve Cebrail’in şafak sökünceye kadar bütün işlerin yoluna konulması için Allah’ın emriyle inişini sağlamıştır.

6-Cehalet ve cahiliye çağını kapatmış ilim ve bilim çağını açmıştır. Şirk ve küfür dönemini kapatmış, iman ve tevhid dönemini açmıştır. Zulüm ve depresyon dönemine son vermiş, hak ve adalet dönemini hakim kılmış, asrını huzur ve saadet asrı yapmıştır.

GÜNÜMÜZ MEDENİYETİNİN TEMELLERİNİN ATILDIĞI GECE: KADİR GECESİ

Miraç Gecesinde: İslam coğrafyasının sınırları çizilmiş. Kadir Gecesinde: Günümüz medeniyetinin temelleri atılmış, Kur’an’da anlatılan peygamberlerin mucizeleriyle de günümüz medeniyet harikalarının nihaî sınırları belirlenmiştir.[12]

Mirac Gecesinde İslâm coğrafyasının sınırlarının nasıl çizildiğini miraç makalemizde anlatmıştık. Şimdi biz o yazının sadece Kadir Gecesiyle ilgili olan kısmını dikkatlere sunmaya çalışacağız:

Doğulu ve Batılı vicdan sahibi her araştırmacının ittifak ettiği bir gerçek vardır. O da: Bu gün dünyaya hâkim olan Modern Avrupa Medeniyeti, varlığını Ronesans’a, Ronesans da varlığını Endülüs İslâm Devletine ve dolayısıyla İslâm Medeniyetine borçludur.

İslâm Medeniyetinin kaynağı Kur’an’dır. Kur’an ise Ramazan ayında, Kadir Gecesinde inmeye başlamıştır. O gece inen ayetlerin ilkinin “İkra’=oku” diye başlaması da çok anlamlıdır. Medeniyete, ahlaka, bilime, teknik ve terakkiye giden yol okumaktan geçer. Kalkınmanın, medenileşmenin ve modernleşmenin temelinde çekirdek olarak İslâm’ın bu ilk emri vardır. Bir “İKRA’=OKU” dan böyle bir medeniyet çıkar mı demeyin. Kocaman incir ağacı da mini minnacık çekirdeğinden çıkmıyor mu? Siz çıkana değil, çıkarana bakacaksınız.

Asya, “oku” diyen kitap kendi elinde olmasına rağmen, böyle bir medeniyete sahne olma liyakat ve fırsatını kaçırdığından dolayı hayıflanmalı, hatasını itiraf etmeli, Allah’dan özür dilemeli, tevbe ve istğfar edip Kur’an’a dönmelidir. Avrupa ise gurur ve kibiri bırakıp Allah’a şükretmelidir. Ve bilmelidir ki kendisini zirvelere taşıyan medeniyet Kur’an’dan fışkırmıştır. Onun sahibi de Allah’dır. İncir ağacı, bu incirler “benim hünerim” deyip kibirlenemeyeceği gibi, Avrupa da “bu medeniyet benim hünerim” deyip kibirlenemez.[13] Hava atamaz. Çünkü elindeki nimetlerin sahibi, Kur’an’ı ve İslamiyet’i insanlığa gönderen Allah’tır.

Avrupa ve Amerika Kur’an’ın İslamiyet’ine teslim olmadığı içindir ki maddi gücü nisbetinde dünyada adaleti sağlayamamakta, insanlığa merhamet, muhabbet, ihlas, isar ve ihsan sunamamakta, tam tersi ihtilallere, inkılaplara, darbelere sebep olmakta, çanak tutmakta, akan kana ve gözyaşına ortak olmakta, bir bakıma da kendi elleriyle kendi mezarını kazmaktadır.

Roma imparatorluğu, Sasani İmparatorluğu, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları da yıkılmaz, diyorlardı. Şimdi onların yerinde yeller esiyor.

Biz, İslam’dan uzak zalim bir Avrupa ve Amerikan’ın yıkılışını seyretmekten ziyade, İslam’ın imanı, adalet ve merhametini benimsemiş; mazlumun dostu, zalimin hasmı bir Avrupa ve Amerikan’ın şahlanmasını seyretmek istiyoruz. Avrupa ve Amerika bunu beceremezse, çok yakın bir gelecekte bunlar da yıkılan saltanat ve imparatorlukların hurdalık ve çöplüğünde yerlerini alacaklardır.

KADİR GECESİNDE BİR DEMET DUA

Kadir Gecesi, aynı zamanda dua gecesidir. Yüce Rabbimiz, bize bizden yakın olarak bizi dinleyecek, dilekçelerimizi kabul edecek, bağış isteyene bağış, rızık isteyene rızık, iş isteyene iş, şifa isteyene şifa verecek. Biz istemekten usanmayalım. Çünkü O bizi dinlemekten usanmayacak. Hatta ısrarla isteyen kullarını rahmetinin, muhabbetinin bağrına basacaktır.

Öyleyse artık durulacak zaman değildir. Dua edelim. Dert bizde, derman Onda. İsteyelim. Yangın bizde, yağmur Onda. Yangınımızı söndür Allahım, diyelim. Tembellik bizde, hiç durmadan çalışkanlık Onda. Yorulma bizde, yorulmamazlık Onda. Noksanlık bizde, kemal Onda. Çirkinlik bizde cemal Onda. Hikmetsizlik bizde hikmet Onda. Acizlik bizde, kudret Onda. Zayıflık bizde, kuvvet Onda. Zillet bizde, izzet Onda. Fukaralık bizde, zenginlik Onda. Kötülük bizde, iyilik Onda. İhtiyaç bizde, istiğna Onda. Öyleyse artık niye duralım?  Duaların kabul edileceği vakit açıklanmış: Her an, her zaman. Özellikle mübarek ay, gün ve geceler. Özellikle de Kadir Gecesi. Davet gelmiş, kabul edileceğimizin müjdesi verilmiş. Öyleyse artık niye bekleyelim?

Eğer biliyorsak önce Kur’an ve hadislerde geçen me’sûr dualarla dua edelim. Buna gücümüz yetmiyorsa, cevşen okuyalım, buna da gücümüz yetmiyorsa içimizden geldiği şekliyle dua edelim. Bunu da yapamıyorsak, bilenlerin yanına gidelim, cemaatler oluşturalım, geçerli sözü, tutarlı yüzü olanların dualarına amin diyelim. Neyi, nasıl isteyeceğimizi bize öğretmesini de Rabbimizden isteyelim. Bir taraftan da mesür duaları öğrenmek için cehd ve gayret gösterelim.

En büyük ihtiyacımızın Allah olduğunu Allah’a arz edelim. Başka şeyler kimin olursa olsun, Sen benim ol Allahım yeter, diyelim. Ağlaya ağlaya, çağlaya çağlaya Ona kavuşmaya çalışalım. Dualarımızı salatü selamlara sarıp gönderelim, bol bol salat ve selam okuyalım. Dualarımızı, duaları makbul kulların duaları arkasına ekleyelim. Allah Teala’ya takdim edelim.

Bu gece fitreler, zekâtlar ve sadakalar verelim, muhtaçların duasını alalım. Bu gece kaza namazlarımızı bitirmeye karar verelim. Bir daha namazı terk etmeyeceğimize,  kazaya bırakmayacağımıza dair Allah Teala’ya söz verelim. Bundan sonra: “Elimle, dilimle, halimle ne kendime, ne aileme, ne insanlara, ne de herhangi bir şeye zarar vermeyeceğim. Beni kabul et ve bana sahip ol, beni koru Allahım!” diyelim. Tövbe istiğfar edelim. Bol bol Kur’an okuyalım. Bu gece okunan her bir Kur’an harfine 30 bin karşılık, 30 bin sevap verilecek, unutmayalım. Allah Teala’dan, Allah’ın razı olacağı tipte bir adam olmayı isteyelim.

Kul haklarını geri verelim, incittiklerimizden özür dileyelim, ana-babamızı, büyüklerimizi, akrabalarımızı razı edelim, helallık alalım. Kur’an ve iman hakikatlerini öğreten, ders veren, faydalı, güvenilir kitaplar okuyalım. Allah, peygamber, Kur’an ve İslam hakkındaki bilgilerimizi artıralım, derinleştirelim. Gecenin uygun bir saatinde çocuklarımızla birlikte Allah’a yönelelim, başta zalim nefsimizin, sonra diğer zalimlerin zulmünden kurtulmak için Allah’tan yardım isteyelim. Mazlumlara, kurtuluş savaşı veren Müslümanlara, darbe ile hakları elinden alınan mazlum, mağdur, maktul Müslümanlara dua edelim.

Bilinçsiz dualar, gafil kalple yapılan dualar makbul ve geçerli değil. Allah bilinçli ve uyanık kalple dua etmeye, kendisine yalvarmaya bizi muvaffak eylesin. Âmin

KADİR GECESİNE ÖZEL DUAMIZ

Öyleyse gelin, bilinçli bir şekilde Kadir Gecesine özel bir dua edelim:

1-Allahım! İnsanlık âlemine gönderdiğin son mesajın, son kitabın, son kelamın olan şu Kur’an-ı okumaya, anlamaya, yaşamaya beni ve ailemi, çocuklarımı muvaffak eyle.

2-Allahım! Beni ailemi ve çocuklarımı bağışladığın ve beratını eline verdiğin kulların içine kat.

3-Allahım! Kur’an’ın hürmetine beni, ailemi ve çocuklarımı Ramazan ayına kavuşup bereketlenen, nurlanan, huzur ve mutluluğa kavuşan, onun rahmetinden, marifetinden ve mağfiretinden nasibini alıp cehennemden kurtulan kulların zümresine ilhak eyle.

4-Allahım! Kadir Gecesi olduğuna inandığımız bu geceyi, Kur’an’ın inişine sahne olan Kadir Gecesi eyle.Allahım! Sen muhakkak affedicisin, affetmeyi seversin, bizleri affeyle!

5-Allahım! Hakkında başlı başına bir sure indirdiğin ve 1000 aydan daha hayırlı olduğunu ilan ettiğin Kadir Gecesine kavuşmayı ve 1000 aylık mükâfatı almayı hepimize nasip eyle.

6-Allahım! Kadir Gecesinde indirdiğin Kur’an hürmetine hepimizi şeytanların ve şeytanlaşmışların şerrinden koru. Kadir Gecesinde inen, işleri ibadet ve duadan başka bir şey olmayan Cebrail ve Sair meleklerle bizi hemhal et. Evlerimizi, yurtlarımızı, yuvalarımızı, okullarımızı, üniversitelerimizi, basınımızı, yayınımızı, ticarethanelerimizi, makamlarımızı, mevkilerimizi her yerimizi meleklerin uğrağı haline getir. Hiçbir yerde şeytanlara ve şeytanlaşmışlara yer kalmasın. Ya Rabbi hepimizi bu gecede Cebrail’in Ve Sair meleklerin ziyaretine açık ve layık eyle.

7-Allahım! Bu gece de indirdiğin Kur’an ve bu gecede izninle gelen melekler hürmetine bizi ve üzerimizde hakkı olan herkesi affet.

Bilerek veya bilmeyerek onur ve gururunu incittiğimiz, haklarını çiğnediğimiz kullarından helallık almaya, mallarını vermeye, kırılan gönüllerini hoşnut ve tamir etmeye bizi muvaffak eyle. Üzerimizde hakkı olan herkesi ve herşeyi affet. Ta ki kimsenin benden isteyeceği bir şey kalmasın. Kötülüklerimizi iyiliklerle değiştir. Kötülüklerimizi sildirecek iyilikler bize yaptır Allahım!

8-Allahım! Ramazan’ın gecelerinde özellikle Kadir Gecesinde yapılan duaları geri çevirmeyeceğini biliyoruz. Bizim de dualarımızı kabul eyle. Bizi, duası geri çevrilmeyen, her ne zaman el kaldırsa anında kabul edilen nazlı ve niyazlı kullarından eyle.

9-Allahım! Bu gecede indirdiğin Kur’an hürmetine. Bizi, seni her sevgiliden çok seven, senin tarafından sevilen ve her şeyi ile seni sevdirmeye çalışan kullarının arasına al.

10-Allahım! Kadir Gecesi hürmetine ve kadir gecesinde indirdiğin Kur’an-ı Azimüşşan hürmetine, Kur’an’ın ilmini bize nasip eyle. Habib-i Edib’in sevdasıyla gönüllerimizi doldur. Kur’an’ın ahkâmıyla Habib-i Edib’in ahlakıyla yaşamayı bize nasip eyle.

11-Allahım! Kelam-ı Kadim’in hürmetine, dizginlerini şeytanın eline vermiş, Kur’an yolunda olduğunu söyleyerek Kur’an’dan sapan, eserleriyle, etkileriyle Müslüman milletin midesini bulandıran, kafasını bozan ne kadar medyatik sapık varsa onların şerrinden Müslüman milletimizi koru.

12-Allahım! Ülkemizi ve bütün İslam ülkelerini yönetenlere feraset, basiret, adalet, merhamet, dirayet, kudret ve hidayet nasıp eyle. Yaptıkları kötülüklerden, zulümlerden, darbelerden dolayı içlerine nedamet, pişmanlık duygusunu ver. Vazgeçsinler. Mazlumlar kurtulsun. Bu aziz mübarek günde daha fazla kimse acı çekmesin ya Rabbi!

13-Allahım!  Geçmiş ve gelecek günahlarımızı bağışla. Bu gece söz verip yarın dönenlerden eyleme. Bu gece tövbe istiğfar edip yarın ve daha sonraki günler tövbesini bozanlardan eyleme.

14-Allahım! Kadir Gecesinde çağlayan haline gelen rahmetin hürmetine, kâinatımızı güzelleştiren Güzel isimlerin hürmetine, dünyamızı ve ahiretimizi güzelleştiren güzeller güzeli Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz hürmetine, hukukun Üstünlüğünü getiren hak din İslamiyet hürmetine, İslam ve insanlık aleminin suyu, havası, güneş’i ve hayatı olan güzel kitabın Kur’an hürmetine bizi razı olduğun bu güzellerden ve güzelliklerden ayırma. Hepimize kâmil iman, ekmel ihlas, çocuklarımıza selamet, istikamet, sağlık ve saadetler nasip eyle. Allahım! Verdiğin bu nimetleri elimizden alma!

15- Cimrilikten, özellikle zekat ve sadaka noktasındaki cimrilikten bizi koru ya Rabbi! Mert ve cömert kullarından eyle ya Rabbi!

16-Doğru tüccarlar, cennette peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacaktır. Bizi ve tüccarlarımızı doğru olmaya muvaffak eyle Ya Rabbi!

Adaletli Yöneticiler, hiçbir gölgenin olmadığı mahşer meydanında arşın gölgesine ve Allah’ın himayesine alınacaklar. Yöneticilerimizi ve bizi onlardan eyle Ya Rabbi!

Arşın gölgesine alınacak yedı sınıf insanlardan biri de, ömrünün baharında ibadete başlayan ve bir daha bırakmayan gençlerdir. Bizim gençlerimizi de onlardan eyle ya Rabbi!

17-Yüce Allah buyuruyor (Kutsi Hadiste): “Ben Allahu Azimüşşan, meliklerin meliki, hükümdarların hükümdarıyım. Tüm meliklerin(devlet başkanlarının kalpleri ve perçemleri benim elimdedir. Kullar bana itaat ederse, ben de yöneticileri onlara rahmet kılarım. Eğer kullar bana isyan ederse bende yöneticileri onlara ceza kılarım, bela ederim. Binaenaleyh yöneticilere sövmekle meşgul olmayın. Aksine kendinizi zikir ve tazarru ile meşgul edin. Meliklerinizin hakkından Ben gelirim. (Sizi onların şerlerinden Ben korurum. Siz Bana karşı görevlerinizde kusur etmeyin.) Bana tövbe edip dönün ki, ben de onları size (rahmetle, muhabbetle) yönlendireyim.”[14]

18-Ülkemizin ve dünyamızın barışa çok ihtiyacı var Ya Rabbi. Bu barışı bize ve dünyamıza nasip eyle. Barış sürecini başlatanlara, destekleyenlere başarılar nasip eyle. Onları iki cihanın cennetine koy. Barış sürecini baltalamak isteyenlere ve destekçilerine fırsat verme ya Rabbi!

19-Allahım! İslam ülkelerinin başındakilere akıl, kalplerine kâmil iman nasip eyle. Onları halkından beddua değil, dua alan insanlar haline getir. Onları ve yönettikleri halkları Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizin ahlakıyla ahlaklandır. Ahlaklandır ki, dünyamızın ateşi sönsün. Kur’an’ın ahkâmını hayatımıza hâkim eyle. Eyle ki, anarşi ve terör bitsin. Cinayetler, hıyanetler son bulsun. Her yere sülh, sükun, huzur ve saadet hâkim olsun. Cennet dünyamıza gelsin. Dünyamız cennete dönsün. Ebedî ve sermedî cennet bizim olsun. Âmin bihurmeti seyyidilmürselin ve bi hurmeti Tâhâ ve Yâsîn.

 Vehbi Karakaş / Risale Haber


[1] Kadir, 97/1-5

[2] Bkz. Barla Lahikası, 282

[3] Tirmizî, Daavat, 89

[4] İtikâf hakkında geniş bilgi için bkz. Karakaş, Vehbi, Üç Aylarla Toplum Eğitimi, Ayfa Yayınları, İst. 2012

[5] Müslim, İtikâf, 7.

[6] Fahrurrazî, et-Tefsîrü’l-Kebir, XXII, 38

[7] Geylanî Abdulkadir, Ğunyetü’t-Talibîn, 318-319

[8] Buharî, itikâf, 1; Müslim, İ’tikâf, 2,3,4,5; Tirmizî, Savm, 71; İbn Mace, Sıyam, 58

[9] bkz. Fahrurrazi, Tefsir-i Kebir, XXXII, 28-29

[10] A.e, aynı yer.

[11] bkz. Razî, a.e., XXXII, 28-29

[12] Bu meselenin izahı için bakınız. Nursi, Said, Sözler, 20. Söz, 2. Makam

[13] Geniş bilgi ve yazının dipnot ve kaynakları için bkz. KARAKAŞ, Vehbi, Üçaylar, Kutlu Ay ve Günler Kandil Geceleri, Ayfa Yayınları, İstanbul- 2012

[14] Tirmizî, Daavat, 83

Ramazan, İnsan-ı Kâmil yetiştirir!

Din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, bilim ve sanat bir medeniyetin ayrılmaz parçaları. Medeniyetlerin oluşmasında tüm bu öğelerin hepsinin ayrı bir yeri var.

Din ise bir medeniyetin en temel öğesi belki de en başlıcası. Özellikle İslam Medeniyeti söz konusu olduğunda bu medeniyeti dinden ayrı olarak düşünmek mümkün değil.

Ramazan ve Ramazan ibadetleri İslam dininde geniş yer tutan bir olgu. Zaman dilimi açısından bakıldığında oniki ayın bir ayını bu dönem teşkil ediyor. Ramazan ibadetleri ise Allah’ın Kur’an’da vazetmiş olduğu ibadetler. Ayrıca Efendimizin (a.s.m.) sünnetinde geniş ve detaylı uygulama ve tavsiyeleri var.

Kur’an ve sünnet ile emredilen Ramazan ibadetleri ve Ramazan yaşantısı İslam Medeniyeti’nin oluşmasında, şekillenmesinde ve yaşanmasında nasıl bir etkiye sahip acaba?

Bu soruyu yönelttiğimiz Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Recep Şentürk, bize son derece aydınlatıcı ve doyurucu bilgiler verdi.

Genel bir soruyla başlamak istiyorum. Medeniyet nedir? Medeniyet deyince ne anlamamız gerekiyor?

Medeniyet “örgütlenmiş toplumsal hayat” manasına gelir. İbn-i Haldun’a göre medeniyet, içtima, beşeri, umran bunlar müteradif yani eş anlamlı kelimelerdir. Dolayısıyla bir yerde toplumsal hayat varsa, bir hiyerarşi, bir liderlik varsa, ahlak, hukuk veya sosyal ilişkileri düzenleyen kurallar varsa, basit de olsa iktisadi bir hayat varsa orada bir medeniyet oluşmuş denir. Din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, bilim, sanat bunlar medeniyetin ayrılmaz parçalarıdır.

Medeniyet kelimesi etimolojik olarak medine ve din ile irtibatlıdır. Çünkü insanların sosyal hayatlarını düzenleyen kuralların kaynağı dindir. Medeniyetin en güçlü kaynağı dindir. Dolayısıyla mutlaka her medeniyet bir dinle irtibatlıdır. O din o medeniyetteki sosyal ilişkileri, siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki ilişkileri düzenleyen bir kaynak vazifesi görür.

Peygamber Efendimiz’le 1400 yıl önce temeli atılan İslam Medeniyeti, günümüze gelinceye kadar nasıl bir gelişme göstermiş, hangi evrelerden geçmiştir?

İslam medeniyeti Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından Kuran ve sünnetle kurulmuş bir medeniyettir. Hz. Peygamber’den (a.s.m.) önce Arapların bir medeniyeti yok. Dolayısıyla İslam Medeniyeti, medeniyetin olmadığı bir yerde ortaya çıkmış bir olgudur. Bu Allah Teâlâ’nın bir hikmetidir.

Niçin?

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Hristiyanlık Batı’ya gelmeden önce bir Batı Medeniyeti vardı. Hristiyanlık bu medeniyete monte oldu. Onun için biz bugün Batı Medeniyeti’nden bahsediyoruz ama Hristiyan medeniyetinden bahsetmiyoruz. Neden? Çünkü Hristiyanlıktan önce orada bir medeniyet vardır zaten. Dolayısıyla Hristiyanlık oraya eklemlenmiş oldu. Tabi bu eklemlenme esnasında Batı Medeniyeti dediğimiz Yunan, Roma medeniyetleri Hristiyanlığı bir nevi dönüşüme uğrattı. Batı Hristiyanlaştı ama Hristiyanlık da Batılılaştı. Romalılaştı ve Yunanlılaştı. Dolayısıyla her iki taraf da deforme oldu. Bir nevi iki arabanın çarpışması gibi bir şey oldu. Bunun neticesinde ortaya ne eski Hristiyanlığa tam olarak benzeyen ne de eski Batı Medeniyeti’ne benzeyen yeni bir şey ortaya çıkmış oldu.

Fakat Müslümanlık nokta-i nazarından baktığımızda İslam Medeniyeti’nden önce Arapların bir göçebe medeniyeti var ama bu medeniyetin çok gelişmiş düşüncesi, felsefesi, hukuku vs. yok. Ama bir edebiyatı var mesela. Hiçbir şey yok değil. Orada bir medeniyet var ama bu medeniyet asla evrensel bir medeniyet değil. Ve dünya çapında diğer üstün medeniyetlerle rekabet edebilecek seviyede bir medeniyet değil.

Ancak İslam’la beraber Hz. Peygamber’le (a.s.m.) beraber Kur’an’la ve Hz. Peygamberin mirasla bıraktığı sünnetle birlikte orada yeni bir medeniyet ortaya çıkıyor ve bu yeni medeniyet evrensel bir medeniyet olarak gelişiyor. Sadece Mekke’de yaşayan Arapları ya da kabileleri değil bütün insanlığı kucaklayan evrensel bir medeniyet çıkıyor ortaya. Ve ortaya koymuş olduğu düşünce ürünleriyle, ürettiği sosyal kurumlarla dünyanın diğer önde gelen medeniyetleriyle rekabet edip onları aşan bir medeniyet oluyor.

İslam medeniyetinin gelişmesi ve şekillenmesinde de Kur’an’ın ve sünnetin inşai işlevini görmekteyiz. Konstraktif, inşa edici bina edici rolünü görmekteyiz. Sünnet ve Kuran, medeniyet inşa edici güçlerdir. Ve bu sayede İslam Medeniyeti ortaya çıkıyor. Nitekim baktığımızda İslam Medeniyeti’ni diğer medeniyetlerden ayırt eden şey Müslümanların Kur’an’a ve sünnete sahip olmalarıdır.

İslam dinini yaşama adına oruç önemli bir ibadet. Yılın oniki ayından bir ayı bu ibadeti yerine getirmeye ayrılmış. Oruç, Kur’an tarafından emredilmiş bir ibadet. Peygamberimizin hayatında da çok ciddi manada bir yer tutuyor. Oruç ve genel olarak Ramazan’ın İslam Medeniyeti’nin, İslam toplumunun şekillenmesinde nasıl bir işlevi olmuştur?

Ramazan, İslam Medeniyeti’ne has bir olgudur. Ramazan’ın hem toplumsal hayat üzerinde sosyolojik olarak hem de fert üzerinde psikolojik olarak çok büyük tesirleri vardır.

Ramazan’da Müslümanlar açlıkta eşitlenir, hacda da çıplaklıkta eşitlenirler. Namazda ise secdede eşit hale gelinir. Mertebesine, zenginliğine, ilmine, statüsüne bakmaksızın herkes oruçta, hacda, secdede eşit hale gelir. Allah Teâlâ, herkesi buralarda eşit hale getiriyor.

Ramazan, İslam toplumuna şunu öğretiyor: Mülkiyet hakkıyla tüketim hakkı aynı değildir. Siz bir şeylere sahip olabilirsiniz ama ona sahip olmak otomatik olarak “siz bunları tüketme hakkına da sahipsiniz” manasına gelmez. Sahip olduğunuz şeyleri ancak Allah Teâlâ’nın müsaade ettiği kadar ve onun müsaade ettiği şekilde tüketebilirsiniz. Onun için Ramazan’da malınız mülkünüz var, buzdolabınız dolu, yemekler hazır ama Allah Teâlâ müsaade etmediği için yiyemiyorsunuz. Niçin? Sahip olmak demek onu tüketme hakkına da sahip olduğunuz manasına gelmediği için. Bu aynı zamanda sahip olduğunuz nimetlerin hepsinin Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu hatırlatıyor. Biz o mülkte misafiriz. Ev sahibi bize ne kadar müsaade ederse ancak o kadar tüketebiliriz.

Bu durum, içinde yaşadığımız asırda yani tüketimin hâkim olduğu ve pompalandığı, sınırsız bir tüketim çılgınlığı içinde yaşadığımız bir dönemde, insanların hayatın zevkini tüketimde aradıkları bir dönemde, ‘ne kadar çok tüketirsen o kadar büyük insan olursun’ denilen bir çağda paradigmayı tersine çeviriyor. “Yemediğin zaman, tüketmediğin zaman daha iyi insan olursun.” mesajı veriliyor.

“Yemediğin zaman, tüketmediğin zaman daha iyi insan olursun.” meselesini biraz açabilir misiniz?

İslam Medeniyeti’nin ideal insanı “insan-ı kâmil”dir. İslam eğitimi, “insan-ı kâmil” yetiştirmeyi hedefler. İnsan-ı kâmil de ihsan makamına ermiş insandır. İhsan makamına ermiş kişi de Allah’ı görüyormuşçasına yaşayan insandır. Allah’ı göremese bile Allah tarafından görüldüğünü düşünerek yaşayan insandır. Yani murakabe yapan insandır.

Aslında Ramazan bunun tam tecessüm ettiği somutlaştığı bir andır. Ramazan’da şunu kendimize hatırlatmış oluyoruz: Biz burada Allah Teâlâ’nın bizim için hazırladığı bir ortamda, O’nun murakabesi altında bir hayat sürdürüyoruz. O ye derse yeriz, yeme derse yemeyiz.

Bu tabi bir nevi Cennet’te vaki olan ilk imtihanla da irtibatlıdır. Cennet’te de Hz. Âdem ile Havva bir meyveyi yememekle imtihan edilmişlerdi. Biz aynı imtihanı Ramazan’da yaşıyoruz. Bize de Allah Teâlâ otuz gün yemeyeceksin diyor. Benzer bir imtihan burada yaşanmış oluyor. Dolayısıyla hayatın başlangıcıyla hani o Cennet’te vaki olan imtihanla irtibatlı bir başka imtihanı bir nevi burada yaşamış oluyoruz.

Batı medeniyeti tüketmeye, İslam medeniyeti ise tüketmemeye yönlendiriyor insanları. Bu açıdan baktığımızda iki medeniyeti neye benzetebiliriz?

İslami terminoloji açıdan değerlendirecek olursak Batı medeniyeti nefis medeniyeti, İslam medeniyeti ise akıl ve kalp medeniyetidir. Birisinde insan nefsine tabi oluyor, nefsin arzularını yerine getirdikçe daha mutlu olacağına inanılıyor. İslam medeniyetinde ise aklıyla kendini kontrol edip, kalbiyle davranışlarını kontrol edip helal dairede nefsinin arzularını tatmin edip nefsinin helal olmayan arzularını sınırladığı zaman insanın mutlu olacağına inanılır.

Batı dünyasında kim mutludur? Karnı tok olan insan, maaşı yüksek olan insan, iyi arabaya binen insan, iyi yerde yatan kalkan insan mutludur. Bu açıdan baktığımızda Hz. Peygamberin mutsuz olması lazım. Çünkü asgari ücretten daha az geliri var. Yatağı bile yok, çok basit bir evde yaşıyor. Bütün Ashab-ı Kiram’ın mutsuz olması lazım. Çünkü düzgün yol yok, sürekli savaş halindeler. Ama o zamana biz Asr-ı Saadet yani mutluluk çağı diyoruz.

Onları mutlu yapan şey nedir? Allah’ın ilmine sahip olma yani Marifetullah’a sahip olmalarıdır. Bir insan Marifetullah’a sahipse Muhabbetullah’a sahipse o adam mutludur. Bizim medeniyetimizdeki mutluluk anlayışı budur. Dolayısıyla Ramazan’da aç olan insan mutludur bize göre.

Ramazan’daki açlıkla Marifetullah ve Muhabbetullah arasında nasıl bir bağlantı var?

Tabi şimdi bu mevzuyu netleştirelim. Oruç, açlık değildir. Açlık sadece orucun bir boyutudur. Hz. Peygamberimizin hadisinde buyruluyor ki; “Nice insanlar vardır namaz kılarlar tek elde ettikleri yorgunluktur, nice insanlar vardır oruç tutarlar tek elde ettikleri açlıktır.” Dolayısıyla oruç eşittir açlık diyemeyiz. Açlığın ötesinde bir ibadettir. Açlık o ibadetin sadece bir boyutudur.

Malum orucun mertebeleri var. İmam Gazali, İhya-u Ulûmi’d-Din isimli eserinde bunu çok güzel ifade ediyor. Yememek, içmemeye “mide orucu” diyor. Bu avamı nassın orucudur.

Havas yani daha eğitilmiş daha bilinçli insanlar bütün azalarıyla oruç tutarlar. Allah’ın yasakladıkları her şeyden içtinap ederler. Ama bunun sadece yeme ve içme ile sınırlı olmaması lazım. Eliyle de oruç tutması lazım. Elin orucu var. Nedir elin orucu? Allah’ın yasakladığı şeyleri yapmamasıdır. Kulağın orucu var. Allah’ın yasakladığı şeyleri duymamasıdır. Gözün orucu Allah’ın yasakladığı şeylere bakmamasıdır. Bütün bu azaların hepsinin Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşması beden orucudur. Bütün bedenin orucu, külli oruçtur. Bu havassa aittir.

Bir de havassul havassın orucu vardır. O da kalbin oruç tutması. O nasıl oluyor? Bırakın Allah’ın yasakladığı şeyleri yapmamayı onları kalbe bile getirmemek, akla bile getirmemek. Hiç düşünmemek. Bu da havassül havasın orucu.

Dolayısıyla orucun bir ibadet olduğunu ve kalple tutulduğunu, mide ile değil kalple tutulduğunu asla unutmamız gerekiyor. Oruçlarımızı kalp orucu haline getirmek için gayret göstermemiz icap ediyor. Mideyle tutulan şey olan açlık kısmı, orucun minimum şartıdır. Onun daha ilerisine gitmeye çalışmak gerekiyor.

Ramazan’ın bir de yardımlaşma boyutu var. Ki bunun içinde zekat var, sadaka var, fıtır sadakası var. Ramazanın bu yardımlaşma boyutu İslam Medeniyeti’nin şekillenmesinde hangi müesseseleri meydana getirmiştir?

Normalde modern bir toplumda zenginler devlete vergi verir. Devlet de o verginin bir kısmını alt tabakalara harcar. Zenginler devlet kanalıyla ve mecbur oldukları için devlet üzerinden vergiyle alt tabakaya destek olmuş olurlar. Gelir dağılımı bu şekilde sağlanmaya çalışılır.

İslam’da vergiler kanalıyla veya sosyal devlet anlayışı kanalıyla devletin alt tabakalara veya mahrum insanlara bu şekilde yardım etmesi vardır. Ama İslam aynı zamanda devleti aradan çıkarıp zenginlerle fakirler arasında bir de ferdî bağ kurar. Bu da zekât dediğimiz şeydir. Zekât vergi değildir. Zekât ayrıdır, vergi ayrıdır. Zekât zenginin doğrudan fakire vermesi gereken destektir. Zekât, fakirin hakkıdır, devletin değil. Sosyal devlet anlayışına ilaveten Allah Teâlâ doğrudan zenginlerle fakirler arasında böyle bir sosyal sorumluluk kanalını açmıştır.

Osmanlı’ya baktığımız zaman Ramazan medeniyeti tam hakkıyla yaşanmış. Ramazan’a ait uygulamalar yapılmış. Mesela Enderun teravihleri, Sürre alayları… Günümüzde Osmanlı’nın yaşadığı Ramazan medeniyetinin yeniden yaşanabilmesi için fert ve devlet bazında neler yapılması gerekiyor?

Günümüzde Ramazan eğlenceleri diye aslı astarı olmayan şeyler yapılıyor. İbadet ruhuna uyan şeylerle Ramazan’ı ihya etmek gerekir. Eğlenceyle, musikiyle Ramazan’ın bir alakası yoktur. Onlar ibadet değil ki. Tamam, insan müzik dinleyebilir ama “ben Ramazan’ı ihya ediyorum” diye klasik müzik dinlemenin bir sevap tarafı da yoktur. Böyle bir eğlence endüstrisinin Ramazan içine sızması ve ondan kendine bir pay alması gibi bir durum ortaya çıktı maalesef.

Ramazan medeniyetini, Ramazan’ın kimliğine uygun eski geleneğimizden alacağımız şeylerin bir kısmıyla ihya edebiliriz. Bu konuda medyaya büyük görevler düşüyor. Medyadaki Ramazan programlarında genellikle yemek tarifleri veriliyor.

Akşama ne yiyeceğiz diye düşünerek oruç olmaz ki… Sabahtan akşama kadar ‘akşama ne yiyeceğim’ diye düşünülüyorsa bunun ibadetle ne alakası kaldı. Onun için Ramazan’da güzel yemekler yeme planı ve programları yapılmasından ziyade Ramazan’ın bir ibadet ayı olduğu bilinerek buna göre programlar ve planlar yapılmalıdır.

Bu babdan olarak Ramazan’da ibadetlerin vurgulanması, sosyal yardımlaşmanın daha fazla teşvik edilmesi, Kur’an’la olan irtibatın daha sağlam kurulabilmesi için tefsir derslerinin daha fazla yapılması, hadisle olan irtibatın kurulabilmesi için hadis derslerinin daha çok yapılması ve özellikle Ramazan fıkhı diyebileceğimiz oruçla ilgili, zekâtla ilgili ahkâmın daha güzel bir şekilde insanlara öğretilmesi, bunların daha güzel bir şekilde devam ettirilmesi gerekir.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Kanuni niçin “Muhteşem”di?

Devir, Kanuni Sultan Süleyman devri…

Yer, İstanbul Ayasofya Camii…

Vakit, cuma namazı vakti…

Koca cami hınca hınç dolu, vaiz kürsüde…

Sesi zaman zaman sertleşip yükseliyor:

“Bre, ne günlere kaldık” diye yakınıyor. “Koskoca Osmanlı Devleti’nin hac farizamızı emniyetle yapmamıza imkân verecek tedbirler alamaz vaziyete düşmesi ne hicrandır…”

Terini siliyor:

“Gemilerle hacca giden Müslümanlar Malta keferesi (Malta şövalyeleri) tarafından cebren durdurulmakta ve soyulmaktadır. İllâ velâkin padişah efendimizin umurunda değil. Koskoca Osmanlı, ömrü uzun olası padişahımızın devr-i saltanatında acze düşmüş da iki buçuk çapaçulun hakkında gelemez mi olmuş?”

Sözün burasında yumruğunu kürsüye vuruyor:

“Acil tedbir alınmaz ise Muhammed ümmetinin bedduası billahi yağmur gibi üzerimize yağacak, bizi de padişahı da helak edecektir.”

Sessizlik…

Sonra uğultu:

“Haklı söyler, tedbir alına!”

Hoca çok sert konuşmaktadır…

Cemaat iştirak etmektedir…

O günün şartlarında böyle ifadeler kullanmak aklın alacağı şey değildir…

O günün Avrupa’sında bunun binde birini söylemeye kalkışanlar aslanlara yedirilmektedir.

Ama Osmanlı Devleti başkadır. Osmanlı Devleti, yönettiği insanlara değer veren, onlara söz hakkı, özellikle de “tenkit hakkı” tanıyan bir devlettir.

Bu yüzden ne padişah, ne de başka bir yönetici bunu “isyana teşvik” saymamış, kimse töhmet altına girmemiştir.

Hoca ve cemaate hiç bir yasal işlem yapılmamıştır.

Fakat Malta kuşatılmak suretiyle gereken hemen yapılmış, Müslümanların deniz yoluyla rahat rahat ve huzur içinde hacca gidip gelmeleri sağlanmıştır.

Kanuni’nin muhteşemliği

Böyle bir örneğe bugün ülkemizde rastlanabilir mi?

Sultanahmet Camii kürsüsünden hükümet politikalarına gayetle sert bir üslupta eleştiren vaizlerin hali acaba ne olur?

Osmanlı’nın zirve yaptığı dönemi ve dönemin en üst düzey birkaç yöneticisini tanımak, bir bakıma gelişmenin-büyümenin sırrını aramaktır. Bu sebeple Kanuni ve dönemi üzerinde durmak lazım.

Muhteşem Süleyman, son seferiyle tekrar Avusturya üzerine yönelmişti (1 Mayıs 1556). Yetmiş bir yaşındaydı ve diri göründüğünü söyleyenlere acı acı gülümseyip, “Ayruk gocaduk” diyordu.

Zigetvar Kalesi kuşatması sırasında rahatsızlandı. Koca çınar yıkılma aşamasına gelmişti. Başucunda 24 saat Kur’an-ı Kerim okunmasını emret­ti. Hafızlara sık sık kendisi de eşlik ediyordu.

Zigetvar kuşatması uzadıkça canı sıkıldı. Komutanlarını Otağ-ı Hümayûna (padişah ça­dırı­) çağırdı: “Bu kal’a bizum yüreğumuzi yakmışdur” dedi. “Dileruz Hak’tan, ateşlere yana!”

5 Eylül günü dış kalenin teslim alındığını duyunca pek sevindi. Ellerini açıp dua ettikten sonra, bir anlık gençleşen sesiyle son kez kükredi: “Tiz iç kale de fetholunsun!”

İç kale de fethedildi. Ne çare ki koca hünkâr, ondan sadece birkaç saat önce fani hayata gözlerini kapamıştı. (6/7 Eylül gecesi, 1566)

Sahib-i devlet ölmüştü. Padişah-ı cihan, dâr-ı cinana vasıl olmuştu. En uzun seferi başlamıştı, ki, o uzun sefere tac u tahtsız, şan u şöhretsiz çıkılırdı…

71 yaşında, 46 yıllık hükümdardı. İç organla­rı öldüğü yere, vücudu İstanbul Süleymaniye’deki ca­miinin avlusuna, Koca Sinan’a yaptırdığı türbesine gömüldü.

Büyük bir hükümdardı. Doğu’da ve Batı’da “Muhteşem” unvanıyla anılırdı. Tarihimizdeki hataları büyüteç altında inceleyen yabancılar bile büyüklüğünü kabul ederek, onu daima saygıyla andılar.

Sir Edward S. Creasy şöyle diyor: “Süleyman büyüktü. Yalnız müsait şartların tesadüfle­riyle değil… Kullandığı azim ve ifade dolayısıyla da de­ğil… O, bizatihi büyüktü.”

Sir William Sterling-Maxwell de aynı kanaattedir: “Birinci Süleyman, on altıncı asrın en büyük hükümdarıydı.”

Büyüklüğü insanlığındaydı

Zaferleriyle değil, insanlığıyla büyüktü. Öncelikle âdildi. Hangi konumda olursa olsun, insana saygılıydı. Herkesin hakkını gözetir, haksızlık-adaletsizlik yapmamaya özen gösterir, devlet adamlarına da sürekli bunu telkin ederdi…

Şu inceliğe bakar mısın lütfen?

Hüsrev Paşa, o tarihte Mısır Beylerbeyi’dir. Mısır Eyaleti’nin vergilerini toplayıp İstanbul’a gönderir. O yıl gelen verginin geçen yıllardan daha fazla olduğunu gören padişah, Mısır’a hemen müfettişler gönderir:

“Bakın ki, bu paralar ahaliye baskı yapılarak mı toplanmıştır?” (Maliye Bakanımızın kulakları çınlasın.)

Müfettişler Mısır’a gidip aylarca araştırır, soruştururlar; nihayet vergi artışının zorlamayla değil, yeni sulama kanallarının açılması sonucu sulanan arazinin fazla ürün vermesiyle sağlandığına kani olurlar ve kanaatlerini padişaha arz ederler.

Buna rağmen Kanuni, Mısır’dan gelen vergi fazlasını yol, liman, sulama kanalı inşaatlarında kullanılmak üzere Mısır’a iade eder. Hassas yüreği buna rağmen tatmin olmamış olacak ki, Hüsrev Paşa’yı Mısır Beylerbeyliği görevinden alır, yerine Hadîm (hizmetkâr anlamında) Süleyman Paşa’yı tayin eder.

Bu olayda da görüldüğü gibi, Kanuni Sultan Süleyman, milletini devletine ezdirmeyen bir hükümdardı. Padişahların bile keyfi hareket edememesi için, meşhur “Kanunnâme”sinde, ilk kez “görev-yetki” tanımlaması yapmıştı. Ve koyduğu kurallara öncelikle de kendisi uymuştu.

Şu olay bunun delilidir:

Muhteşem Süleyman, ihtişamın zirvesinde bulunduğu günlerden Kâğıthane civarında ava çıkar. Dolaşırken, Bizans döneminden kalma su yollarına tesa­düf eder. Bunların onarılarak kullanılabileceğini düşünür.

Bu işlerde son derece deneyimli Nikola isimli Rum bir mühendis bulur. Düşüncesini açar ve eski su yollarını tamir etmesini ister.

Nikola amele ve ustalar tutup bölgede çalışmaya koyulur. Bunu duyan Vezir-i Âzam (başbakan) Rüstem Paşa’nın tepesi atar. Padişahın kendi görev alanına tecavüz ettiğini düşünür ve Nikola’yı nezarete attırır.

Bir süre sonra padişah, çalışmaların ne durumda olduğunu görmeye gider. Ne görsün: Kazma dahi vurulmamıştır…

Talimatının Rum mühendis Nikola tarafından göz ardı edildiğini düşünüp soruşturma açtırır. Anlaşılır ki, Nikola hapistedir.

Kanuni Sultan Süleyman, Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’yı çağırtıp sorar:

“Su yolcu zimmînin hapsine bais nedur?” (Su yolları yapan gayrimüslimi neden hapsettin?)

Rüstem Paşa’nın, dünya hukuk tarihine geçmeye layık cevabını bugünkü dile çevirelim:

“Hünkârım! Benim haberim olmadan sen böyle işlere kalkışamazsın ve devletin başına keyfî kararlarınla masraf kapıları açamazsın. Bu işi hükümet araştırır ve eğer icap ederse suyu hükümet getirir. Seninle te­masına mâni olmak için mühendisi nezarete ben attırdım.”

Bu cevap, demokrasilerin temelini teşkil eden “kuvvetler ayrılığı prensibi”nin Osmanlı Devleti’ne, daha ortada demokrasinin “D”si yokken, hakim olduğunu gösteren bir anlayışı simgeliyor.

Bu ağır cevap karşısında Muhteşem Süleyman ne yaptı dersiniz?

Okul kitaplarında sık sık anlatıldığı gibi, “mutlak ira­de”siyle yerinden fırlayıp, “Padişah hükmüne karşı gelmenin cezası ölümdür; tiz sadrazamın boynu vurula!” mı dedi?..

Hayır…

“Seni azlittüm! Bütün emvalini (malını-mülkünü) hazi­neye irad kaydittüm. Var Allah’tan bul!” diyerek sürgüne mi gönderdi?

Yine hayır…

Sadece boynunu büktü, vezir-i âzamına hak verdi, salahiyetini aştığını kabul edip adeta özür diledi: “Benim vezirim, münasip olanı yapasun!”

Bugün için bile bu tablo bir hasret tablodur! Türkiye, maalesef, “kuvvetler ayrılığı prensi­bi”ni hâlâ oturtamamıştır.

İnsanımıza da “kalıcı hedef” veremedik…

Patinaj yapmamızın sebebi budur!

Yavuz Bahadıroğlu

Moral Dünyası