Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Son Süvari ve Bir Aşk Hikâyesi..

  • “Kim bu son süvari?” “Şahlanan bu esrarengiz süvariye, niçin âşık oluyorlar?…

Ünlü bir yayınevinde kitapları incelerken, “SON SÜVARİ” isimli bir kitaba takıldım. Elime alıp biraz inceledikten sonra çok ilgimi çektiğinden, satın alarak okumaya başladım. Bu kitap, okuyanı nûrani ve Rûhani atmosferlere sürüklediği için çok hoşuma gitti. En sevdiğim hocalarımdan birisi olan İhsan Kasım abi ile beraber olduğumuz bir zamanda, kendisine bu kitaptan bahsettim. Meğer İhsan hocam bu kitabın yazarını çok yakından tanıdığı gibi, bu kitabı da benden önce Arapça baskısından okumuş…

O kitabın yazarı olan Prof. Dr. Ferid El Ensari’yi çok iyi tanıdığını ve yakın arkadaşı olduğunu öğrenince, merak ettiklerimi İhsan hocama sormaya başladım.

Fas’lı bir İslâm âlimi olduğunu ve kendisiyle, hayretler içinde kalacağımız çok ilginç maceralar yaşadıklarını anlatmaya başladı.

Gerçekten İhsan hocamı dinledikçe, benliğimde fırtınalar kopuyordu.

Bu nasıl bir tevafuklar zinciriydi?

Bu güzide insana, Yüce Allah c.c. asrın imamını, ilginç bir senaryo ile nasıl tanıtmıştı?

Bu güzide insan ise asrımızın imamı ve en mühim İslâm âlimi olan Bedüzzaman Hz.’ni tanıdıktan sonra, nasıl kendisinden geçmişti? ..Ve ona niçin âşık olmuştu?

Bediüzzaman Hz. 23 Mart 1960’ta Hakkın Rahmetine kavuştuğu halde, bu âşık zât 2000 yılında, “..ben Bediüzzaman Hz.’nin kokusunu duyuyorum, onun öldüğüne inanmıyorum. Türkiye’ye onu görmeye gideceğim” diyerek, niçin yollara düşmüştü?

Prof. Dr. Ferid El Ensari 2009 Yılında İstanbul’da vefat edinceye kadar, hangi maceralarla karşılaşmıştı? En önemlisi de; ileri yaşlara kadar hiç tanımadığı halde, Risaleleri sadece tek bir defa inceledikten sonra âşık olduğu Bediüzzaman Hz. Kimdi?

İşte bunların hepsini, SON SÜVARİ isimli kitabında, Prof. Dr. Ferid El Ensari bir âşık üslubuyla anlatıyordu. Ayrıca, Bediüzzaman Hz. hakkında Arapça bir divan da yazmıştır.

6 Kasım 2009 tarihinde vefat eden Faslı Fıkıh âlimi ve yazar Ferid El-Ensârî’nin, Türkiye’de tedavi gördüğü sırada hastanede kaleme aldığı ‘SON SÜVARİ’ isimli roman, Şahdamar yayınları tarafından ilk kez Türkçe olarak yayımlandı. Yedi bölümden oluşan SON SÜVARİ; yazarın Bediüzzaman Hazretleri’ni, vefatından 40 sene sonraki arayışını, Bediüzzaman Hz.’nin, nurânî kokusu burnunda tüttüğü için, onun yaşadığına inandığını ve onun hayat hikâyesinde ve zaman içinde yaptığı esrarengiz yolculuğu anlatıyor.

El Ensarî, ömrünün son yıllarını Bediüzzaman Hazretleri’ni aramak, ortaya koyduğu iman mücadelesinin hikâyesine tanık olmak, neticelerini görmek ve onun günümüzdeki yansımalarına, başlattığı ekolünün hizmetlerine şahit olmak için Türkiye’ye gelmişti. İşte bu mücadele içindeyken, Türkiye’de vefat etti.

Bendeniz sizlere bu kitaptan daha fazla bahsetmeyeceğim. Bana en çok ilginç gelen, Prof. Dr. Ferid El Ensari’nin, Risale-i Nur ile nasıl müşerref olduğundan bir nebze bahsedeceğim. Çünkü; bu kitabı nasılsa alıp okuyabilirsiniz, ancak bu esrarlı tanışma senaryosunu, bu kitapta da bulamazsınız. Sadece bu köşede okuma şansına sahipsiniz.

  • İhsan Kasım hocamdan özel olarak dinledim:

-Risale-i Nur eserlerini, İslam âlemine de tanıtabilmek için çalışmalar yapıyorduk. Sırada FAS vardı. Fas Üniversitesinde bir arkadaşım olan Prof. Dr. Şahit Buşihi’ye Arapça Külliyat götürerek, bu eserlerden“önemli kavramlar ve muhteva çıkarmasını” istedim. Bu âlim zât bana “haddinden fazla çok meşguliyeti olduğunu ve mahiyetindeki Prof’lardan birine, emeğinin karşılığı verilerek çıkartabileceğini” söyledi ve rastgele birsini çağırdı. Onun tavsiye ettiği bir Prof. ile 3000 dolar karşılığında, bu işi yaptırmaya anlaştık. Verilen süre dolduktan sonra ise işin bedeli olan 3000 doları alarak FAS’A gittim. O zâta, yani Prof. Dr. Ferid El Ensari’ye 3000 doları vererek, neticeyi almak istedim. Fakat, o zât öyle çok değişmişti ki, “o kadar emeğinin karşılığını almaktan vaz geçtiğini, o paradan çok çok daha kıymetli bir hazine bulduğunu” söylemeye çalışıyordu. Evet, önceden anlaştığımız halde, o paradan tek bir kuruş dahi almadı. Çünkü o, bu Külliyatı tek bir defa okumakla, Bediüzzaman Hz.’ne ve Risale-i Nur’a meftûn ve âşık olmuştu…

Belki de siz; “Risale-i Nur eserlerini okuyup veya Bediüzzaman Hz.’ni tanıyıp, binlerce bilim adamı şapka çıkarıp düğme iliklemiştir. Hatta tenkit için, yani suçlayabilmek için tetkik eden savcılar ve hâkimler bile bu eserlerin tutkunu olmuşlar. Ne var bunda? Bu zât da bunlardan biri gibidir” diye düşünebilirsiniz.

  • Hayır efendim, bu durum çok farklı.

İslâm âleminden Arap âlimleri, düne kadar, kendi ülkelerinin dışından, (özellikle lâik bir ülkeden) çıkacak İslâm âlimlerini peşînen reddediyorlardı. Bediüzzaman Hz. işte bu ezberi bozdu. Neredeyse bütün İslâm âleminde Bediüzzaman Hz., baş tacı edilmeye başlandı. Eserleri de üniversitelerde, DERS KİTABI olarak okutulmaya başlandı. Fakat bendeniz, ona böylesine ÂŞIK olan bir İslâm âlimini, ilk defa duyuyordum. Kim bilir, belki de çok vardır…

***

Saygıdeğer dostlarım.

Böylesine mutluluk verici bir anekdottan sonra, sizleri üzmek istemezdim.

Ancak, hazmedemediğim ve üzüntüsünü her zaman bütün benliğimde hissettiğim, acı bir tablodan (özellikle gençlerimize) bahsetmeden geçemeyeceğim.

Belki de bu konuda bana, teselli yazan dostlar olur…

Yüce Rabbimiz tarafından, ‘asrımızın tüm problemlerine çarelerle donanımlı olarak’ gönderilen Bediüzzaman Hz., derin güçler, tek parti zihniyeti, iç ve dış DİN düşmanları tarafından, halkımıza öyle yanlış tanıtıldı ve ürkütüldü ki, halâ temkinli davrananlar var. Hattâ birçok din görevlileri bile, bu şâh-eserlerden istifade etmeye çekiniyorlar.

  • İşte bu şâheser hazinelerden, ülkemin insanlarının mahrumiyetlerini gördükçe, inanınız ki çok üzülüyorum…

Rahmetli babacığım bile bizlere, kendisi DİN görevlisi olduğu halde ve hatta müşkül problemlerini bu kitaplardan çözdüğü halde “bu kitapları eve sokmayın, yoksa sizi de hapsederler” diye bizlere tepkiler gösteriyordu.

  • İnsanları bu hâle sokan o şer zihniyetten, Yüce Allah c.c. hepimizi muhafaza etsin. Mümkünse, onları da islâh eylesin. İslâhı mümkün olmayanlara ise bir daha, asla güzel ülkemizi yönetim fırsatı vermesin… ÂMÎN.

Bütün bu engellemelere rağmen, “..Allah c.c. NÛRUNU tamamlayacaktı” ve de öyle oldu.

Ne mutlu bu bahtiyarlar zümresine (er veya geç) dâhil olanlara…

A. Raif Öztürk

Şuhur-u Selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi Tebrik Ederim

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.”  Emirdağ Lahikası-2 ( 121 )

Bediüzzaman Hz (R.A.) bizlerin Şuhur-u Selase ve mübarek gecelerimizi tebrik ederek başka bir mektubunda Leyle-i Regaibin hikmetine şöyle işaret etmiş:

birden Leyle-i Regaib -bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği- üç saatte yüz defa, belki fazla tekrar ile melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki; en muannide dahi Leyle-i Regaib’in kudsiyetini ve Hazret-i Risalet’in bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten lil’âlemîn olduğunu isbat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.

Fahr-i Kainat, iki cihan serveri Resul-i  Ekrem (ASM)’ın bir cihette dünyaya teşrifinin mukaddemesi olan bu gecenin mübarekiyetinin, umum kainatın Rahmeten li-l Alemin (ASM)’ı bizlere müjdelemesi olarak izah etmiştir.

Receb ayının ilk Perşembe gecesi olan Regaib Kandili, Ramazan ayı 80 senelik bir manevî ömrü kazandıran Şuhur-u Selasenin de başlangıcı olarak susuz kalmış kalplerimize manevî ab-ı hayat, hareketsiz kalmış ruhlarımıza ulvî cevelan ve nice ihtiyacımız olan rahmet tecellilerine bir beşîr olarak vagonlar dolusu uhrevî hasenat ve sevaplarla doldurulmuş, geliyor. Bu azîm kazançtan istifademiz için Peygamberimiz(ASM) bu mübarek aylarda hayır hasenat işlemeye ümmetini azamî teşvik etmiş:

Receb-i Şerîf’in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur.” buyuruyorlar. (Camiu-s sağir)

gibi hadis-i şeriflerle bu mübarek aylarda dünyadan çok ahiret adamı olmamızı nazara verip, yani tembelliği, yaz rehavetini bir kenara atıp uhrevî kazanç için açılan bu meşherden azamî ceplerimizi doldurmaya, hususen geçmiş hata ve günahlarımıza istiğfar ile yeni ihsan edilecek manalara, Rabbimize yakınlık mertebelerine sinemizi açmaya şefkatiyle manen emretmiş. Bize bizden çok düşkün olan, yaşadığımız sıkıntılar kendisine ağır gelen Rahmet Peygamberi(ASM)’ın bu şefkatli tavsiyelerine ittiba etmek elbette “ümmetiyim” diyen her kişinin kârıdır.

Üstelik bu uhrevî pazara tek başımıza da değil, umum Müslüman kardeşlerimizle iştirak ettiğimizi müjdeleyen “şirket-i maneviye” sırrını anlamamız daha ziyade gayrete medar oluyor. Dünya ve ahretteki en kazançlı şirket olan bu “şirket-i maneviye” hiçbir fazladan ana sermaye katkısı istemeden, zarar ihtimali olmadan, herkesin işlediği hayra –derecesine göre- ortak olmak, bir koyup bin, milyon almak derecesinde kâra vesile, hasbî, samimî bir ikram-ı İlahî. Bu şirketin hakikatine işareten Bediüzzaman Hz (RA):

Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle herbir hakikî sadık şakirdi; binler diller ile, kalbler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerif’teki hakikat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakikatları, yüzbin el ile aramaktır.” Kastamonu Lahikası ( 263 )

Bu kazanca ortak olmanın şartı da:

Risale-i Nur şakirdlerinin şirket-i maneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, herbiri mütekellim-i maalgayr sîgasıyla اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا gibi tabiratta biz dedikleri vakit, Risale-i Nur’un sadık şakirdlerini niyet etmek gerektir. Tâ herbir şakird, umumun namına münacat edip çalışsın.“  Kastamonu Lahikası ( 263 )

Böylece azim kazançları olan şirket-i maneviyenin nur talebeleri dairesindeki ucuna dikkat çekilmiş, bir numune olarak gösterilmiş, bulunduğumuz beldedeki kardeşlerden başlayarak genişleyen daireler halinde kardeşlerimizi dahil ederek böyle şirket-i maneviyeleri teşkil etmemize teşvik edilmiş. Biz de samimiyet ve ihlasla dualarımızı, niyetlerimizi umum alem-i İslam’daki kardeşlerimize teşmil edersek alem-i İslam çapında bir şirket-i maneviyenin tesis olunmasını Rahmet-i Rahman’dan isteriz, boş çevirmemek yine Rabbimizin lutfu iktizasıdır.

Umum kardeşlerimizin Leyle-i Regaib ve Şuhur-u Selasesi mübarek olsun; künuz-u mahfiye olan Rabbimizin Rahmet aleminden hissemizin ziyade olması duasıyla.

Nabi

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Birinci Büyük Millet Meclisi Milletvekillerine hitabı

Bediuzzaman.Buyuk.Millet.Meclisi.ndeEy mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ü akd!..

   Bu fakirin, bir mes’elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica ediyorum.

1- Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur’anı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’anın en sarih ve en kat’î emri olan salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi, böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

2- Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3- Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz! Kur’anın evamir-i kat’îsine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmaya çalışmak, âlîhimmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ü şerefiyle öyle bir meta’ değil ki, aklı başındaki insanları işba’ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun.

4- Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: Acaba namaz kılıyorlar mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.
Bir zaman Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum: “Sebeb nedir?”
Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Halbuki bu sözü söyliyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.

5- Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir. Madem şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen-mensura gider veya sathî kalır.

6- Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; Yunan kadar İslâm’a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a’male tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki; İttihadcıların o kadar azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla; hattâ İslâm’ın şu intibahına da sebeb oldukları halde, bir kısmı dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7- Âlem-i küfür bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm’a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslâm’a dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek; İslâmiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.

8- Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm, zâten muhtaç değildir.

9- Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u mü’minîndir ve bilhâssa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve tutar ve size minnetdardır ve fedakârlığınızı takdir ederler ve intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa İslâmiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, firenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm’a münafî olduğundan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.

10- Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki, o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete, dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.

Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya tenkid edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek…

Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,
ﻭَ ﺍﻋْﺘَﺼِﻤُﻮﺍ ﺑِﺤَﺒْﻞِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ
âyetine zıddır.

Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifini deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduddur. Cemaatın gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder.

* * *
Bu meb’usana hitab, namaz kılanlara altmış meb’us daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir.

Tarihçe-i Hayat – 141

Nur’un Ortaokul Talebesi Nâzım Gökçek Abinin Mektubu

Bismihi Sübhanehu
Ey inat ve temerrüt ile isyan ve zulmet-i küfür ile tuğyan edip, dehşetli dalalet çirkefine ve uçurumuna düşmüş bedbaht beşeriyete hidayet serdarı olarak lütuf ve ihsan olunan Fahrü’l-İslâm, Üstad-ı Âzam, Dellâl-ı Kur’ân, Halaskâr-ı Âlem-i İslâm, Tercüman-ı Nur, Mücahid-i Ekber, Gönüller Fatihi, pek muhterem, pek mükerrem, kahraman, müşfik, muazzez, aziz ve sevgili Üstadımız Hazretleri!

Evvela: Ellerinizden kemal-i hürmetle, kemal-i muhabbet ve kemal-i iştiyakla öper, ben kusurlu hakîri manevî evlâtlığınıza ve küfür ve dalalete karşı tesis edilmiş muazzam bir sedd-i Kur’ân ve hakkı batılın, imanı küfrün, nuru zulmetin savletinden kurtarmak üzere zındıkaya karşı açılmış haşmetli bir raiyet-i Furkan ve tam, kat’i ve hakiki bir tereşşuhat-ı Nur olan Risale-i Nur’un hizmetkârlığına kabulümü ilk ve son dileğim olarak bütün ruh u canımla istirham ve Bârigâh-ı Kibriyadan bütün varlığımla siz mübeccel Üstadımıza daha uzun ömürler, sıhhat ve afiyetler temenni ve niyaz eylerim.

Henüz ortaokul talebesiyim. Nur’un yeni ve müştak hizmetkârlarındanım. Rıza-yı İlâhî için Kur’ân’a, imana ve İslâmiyete vatan ve millete Risale-i Nur’la hizmete bütün mevcudiyetlerini vakf ve feda eden safî ve fedâî, aşık ve sadık, fedakâr ve cefakâr, mücahit ve muvahhit Nur kahramanı muazzez ağabeylerimin yolunda ve izinde olarak, cadde-i Kübra-yı Kur’aniyede sembolleşen varlığımızla abideleşen İlâhî imanınızla küfr-ü mutlakı kahr ve mahv için açmış olduğunuz, ebediyetlerin ve yemyeşil Cennetlerin pırıl pırıl, ışıl ışıl saf ve temiz nurlu ufuklarından ılgıt ılgıt esen, ümit ve hayat getiren edalı ve sadalı rüzgarlarla, dehşet, haşmet ve azamet içerisinde nazlı, niyazlı dalgalanan âlem-şümul bayrağınızın altında Nur’un aşıkı, Nur’un meftunu, Nur’un pervanesi ve Nur’un fedâisi olarak koşan, küçüğünden büyüğünden, gencinden ihtiyarından, kadınından erkeğinden, öğrencisinden öğretmeninden, işçisinden dişçisinden, hekiminden hâkiminden meydana gelen muazzam Nur kervanının, muhteşem nur-u iman ordusunun ardından boynumda kefen, göğsümde iman ve elimde Kur’ân olarak koşuyor boş kalan yerimi alarak safı doldurmaya ve böylece ihsan-ı İlâhî tarafından omzuma konulan hizmet-i Kur’âniye ve imaniyeyi ifaya çalışıyorum.

Elhamdülillah! Halık-ı Zülcelâlin ihsan ve hidayeti, Kur’ân-ı Hakîmin irşadı ve Risale-i Nur’un talimiyle o Nur’a ve mukaddes davanın hizmetine erdik. Rabb-i Rahimime milyonlarca hamd ü sena.

Üstadım Efendim! Dua buyurunuz, Allah u Teâla cümle kardeşlerimizi de, bizi de hayra muvaffak kılsın, daha ziyade nurlanmak ve ihlâs-ı tamme nasib ü müyesser eylesin, amin.

Cihanbaha Üstadımız Efendimiz! Biz burada bütün Nurcu kardeşlerimizle sırr-ı uhuvvet, ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile omuz omuza vererek, ihlâsı esas tutarak ve ölürsem şehidim, kalırsam Kur’ân’ın hizmetkârıyım parolasını düstur yaparak Kur’ân ve iman hizmetinde cansiperâne çalışmaktayız. Muhtelif yerlerde medreseler açtık. Her gün kardeşlerimizin adedi artıyor.
Antep’imizde küfr-ü mutlakın beli, cehlin dili ve dalaletin boynu kırılmak üzeredir. İnşaallah bir gün gelecek Allah-u Azimüşşanın izni ve iradesi ile Kur’ân-ı Hakîmin elmas bir kılıncı olan Risale-i Nur vasıtasıyla zındıkanın, kör dinsizliğin kökünü kazıyacağız, inşaallah.

Muhterem Üstadımız!
Biz Risale-i Nur’u şöyle anlıyor ve onun ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduğunu şöyle izhar ederek neşrine çalışıyoruz:
Risale-i Nur, 130 risaledir, 115’i Türkçe, 15’i Arapçadır.
Risale-i Nur, muazzam, muhteşem, müzeyyen, mücehhez ve mükemmel bir tefsir-i Kur’ân’dır.
Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın bir mu’cize-i maneviyesidir.
Risale-i Nur, bir Nur-u Kur’ân’dır.
Risale-i Nur, kalbin güneşi, ruhun ateşidir.
Risale-i Nur, havza-i Cinanın gül-ü tevhididir.
Risale-i Nur, bir kâbe-i irfandır.
Risale-i Nur, gönlün huzuru, kalbin sürurudur.
Risale-i Nur’un davası, iman ve ihlâs; yolu, cadde-i kübra-yı Kur’âniye; mesleği Haliliye ve meşrebi de hıllettir.
Risale-i Nur, ehl-i hidayeti zulmet-i dünyadan bostan-ı bekâya, meydan-ı imtihandan Ravza-i Cinana ve zahmet-i hayattan rahmet-i rahata ileten bir müşrid-i azamdır.
Risale-i Nur, sofra-i Kur’ân, davet-i Rahmandır.
Risale-i Nur, bağ-ı Rıdvan, ayine-i Furkan ve kal’a-i Kur’ân’dır.
Risale-i Nur, perde-i zulümatı, nikab-ı galeti yırtmak, küfr-ü mutlakı, temerrüt ve dalaleti parçalamak ve savlet-i a’dayı def etmek üzere açılmış bir raiyet-i Kur’ân’dır.
Risale-i Nur’un maksadı ilim ve irfan, fen ve sanat silahıyla İ’lâ-yı Kelimetullahtır, sünnet-i Nebeviyeyi ihyâdır.
Risale-i Nur, fen ve ilim ile dalalete girip, inat ve temerrüt ile firavunkârane bir gurur ve dehşetli bir dalaletle hakaik-ı imaniyeye karşı çıkıp muaraza eden zındıkların, dinsizlerin, soysuzların, ahlâksız ve milliyetsiz ve firenkmeşreplerin inat ve temerrütlerini kıran, parçalayan Kur’ân’ın elmas bir kılıncıdır.
Risale-i Nur, zekâ eseri, fikir mahsulü değil, ilham eseridir.
Risale-i Nur, verdiği nurlu, hakikatli, merakâver, cazibedar dersleriyle taklidî imandan tahkikî imana yükseltir.
Risale-i Nur, tahkikî iman dersleri vererek meratib-i imaniyede teali, tereffu ve terakki ettirir.
Risale-i Nur, kalbin, aklın, ruhun ve vicdanın münevviridir.
Risale-i Nur’da her bir söz ve fikir, İlâhî bir ateş parçası gibidir. Düştüğü kalp ve gönülleri yakar, his ve duyguları alevlendirir, yıkar, temizler ve yükseltir.
Risale-i Nur, bu zamanın ruhî emrâzını tedavi edip iyileştiren misalsiz bir tiryaktır.
Risale-i Nur, imanın, Cennetin manevî bir tohumu, küfrün de Cehennem zakkumunun bir çekirdeği olduğunu ve bu hakikatlere mebni, kafirin bu dünyada manevî bir Cehennem ve mü’minin de manevî bir Cennet içinde bulunduğunu küfrün ve imanın, hidayet ve dalaletin hassas mizanlarına koyup tarttığı hadsiz hüccet ve delillerle ispat eder.
Risale-i Nur, bu asırda bir “urvetü’l-vüska”dır. Ona temessük eden, yapışan; küfrün, cehlin ve dalaletin zulmetinden imana, irfana Nur’a, hakka kavuşur.
Risale-i Nur, ehl-i imana hayat ve küfr-ü mutlaka memattır.
Risale-i Nur, hilkat-i âlemin muammalarının kâşifidir.
Risale-i Nur, dirilere hitap eder.
Risale-i Nur, nifak ve şikakı, fitne ve fesadı kökünden söküp atar ve yerine uhuvvet ve muhabbeti, vifak ve ittifakı, tesanüt ve teavünü tesis eder.

Risale-i Nur, etbaını riya, gurur, kibir, tasannu, temellük, hodfuruşluk, zillet, enaniyet, meskenet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtarır ve vakar, tevazu, sıdk, şefkat, fazilet, merhamet, izzet ve mahviyet gibi ahlâk-ı hamîdeye kavuşturur.

Risale-i Nur, nice imansız kafirlerin, nice dinsiz zındıkların, nice zalim merhametsizlerin, nice gaddar adaletsizlerin, nice beyinli akılsızların, nice kör basiretsizlerin halkalı bellerini, tasmalı boyunlarını ve yukarı kalkık burunlarını, Kur’ân-ı Azimüşşanın elmas kılıncıyla kırmış, parçalamış ve Kur’ân-ı Hakîmin ulvî, kudsî, muazzam ve muhteşem hakikat ve esasları karşısında rüku ettirmiştir.

Risale-i Nur’a isnat, nisbet ve iftira edenler ondaki İlâhî hakikatlerin yüksek ve parlak nuruna bakmaktan, görmekten, anlamaktan ve inanmaktan aciz, naçiz, nasipsiz, kör, alîl, zelîl, sefil, meçhul, deli, denî, meczup, mecruh, me’cur, mefluç ve mütefessih bedbahtlardır.

Risale-i Nur’un hakkı batılın savletinden kurtarmak üzere açmış olduğu raiyet-i Kur’ân’ın altına koşan, sel olup coşan ve kaynayıp taşanlar ezelî ve ebedî gayenin İlâhî ve kudsî ateşi ile yanıp tutuşan, Nur’un aşıkı, Nur’un meclubu, Nur’un meftunu ve Nur’un pervanesi, mü’min, müslim, müttaki, musalli, cefalı, vefalı, sadık, said, cesaretli, basiretli, fedai, mücahit, muvahhit ve muhsin Müslümandır.

Ey canımızın canı, sertacımız, sevgili kahraman Üstadımız!

Bu nefes bu canda bitinceye kadar, bu ruh bu bedeni terk edinceye, bu fer bu gözde zâil oluncaya kadar Risale-i Nur’u okuyacağız, okutacağız, yazacağız, neşrinde bütün ruh u canımızla, sabır ve sebat, azim ve metanetle çalışacağız. Saçlarımız adedince başlarımız bulunsa ve her gün biri kesilse bu hizmet-i imaniyeden çekinmeyeceğiz ve çekilmeyeceğiz ve dünyayı başımıza ateş yapsalar hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başları zındıkaya eğmeyeceğiz inşaallah!

Tekrar tekrar ellerinizden öper ve kıymettar dualarınızı bekleriz, Üstadımız Efendimiz.

Gaziantep Nur Talebeleri namına
Nazım Gökçek

Bir Lise Talebesinin Risale-i Nur Hakkındaki Fıkrasıdır…

Bismihî Sübhanehû
Ben dünya ve uhra hayatımın hakikatini ve mahiyetini Risale-i Nur’dan öğrendim. Bana ebedî saadet ve selamet yolunu, cadde-i Kur’âniyeyi, Risale-i Nur tesirli bir surette ders verdi.

Risale-i Nur bu zamanda en yüksek ve en parlak bir Kur’an tefsiridir. Gençliğimizi her yönden kurtaracak olan Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrakine uygun bir şekilde ders veren imanî ve İslâmî bir şaheserdir. Bu itibarladır ki, Risale-i Nur’a olan minnet ve şükranlarımı merhum Üstadım Bediüzzaman’ın aziz ruhuna şöyle ithaf ediyorum:

Ey benim ruh binam, can evim, gönül yuvam, iman menbaım, irfanım, Nur mektebim…
Ey benim sebeb-i saadetim, medar-ı hayatım, rah-ı hidayetim, huzurum, sürurum, Risale-i Nur’um…
Ey benim kâinatımın güneşi, varlığımın ateşi, tende canım, canda cananım, Üstad-ı Necibim Efendim…
Ey benim değişmez ölçüm, bitmez hazinem, tükenmez definem, nurum, düsturum, şiarım, elmas kılıcım, İlâhî meş’alem…
Ey benim nur-u dîdem, sertacım, gönül başım, Nur mektebim, Risale-i Nur’um, sen benim her şeyimsin.

Çünkü her şeyimi sendeki Kur’ân ve iman hakikatlerinden öğrendim. Hayatım, kâinatım, dünüm, günüm, yarınım… Gören gözüm sensin, düşünen aklım sen, duyan gönlüm sen, çarpan kalbim sen, işiten kulağım sen, her şey ve her şeyim sensin.

Derdim dermanını ve en büyük ilâcını, kalbim huzur ve sürurunu, gönlüm iman neşesini, ruhum rahını, aklım nurunu, fikrim yolunu ve arzum arzusunu sende bildi, sende buldu ve senden aldı. Sen hayat kaynağısın, feyz ve ahenk menbaısın.

Ey tefsir-i Kur’ân, ey can damarım, şah damarım, nur sensin. Nurlu ağuşun annemin şefkatli sinesinden, senin mukaddes ocağın baba ocağından daha sıcak ve daha yakındır. Bana çünkü onlar hayat-ı maddiyemin vesilesi, sen ise kalp sarayımın, ruh binamın müessisi ve mimarısın.

Gözüm sensiz göremiyor, gönlüm sensiz duramıyor, ruhum sensiz edemiyor, sen ruhumun gıdası, emraz-ı kalbiyemin en keskin ilacısın. Bana kuvvet ve hareket, aşk ve hayat, zikir ve fikir, huzur ve sürur, soy ve boy veren sensin.

Seni bir dem olsun okumaz, okutmaz veya dinlemezsem, gözüm fersiz, kalbim dermansız, ruhum gıdasız ve aklım ilaçsız kalıyor. Gören gözüm görmez, işiten kulağım işitmez ve söyleyen dilim söylemez oluyor. Bütün benliğim, bütün varlığımı çılgın bir kasavet ve derin bir zulmet kaplıyor, damarlarımdan kanımın çekildiğini, dermanımın bittiğini, takatimin tükendiğini, kararımın bittiğini, dizimin çözüldüğünü hissediyorum.

O vakit kendimi dünyanın en zayıf, en aciz, en kuvvetsiz ve en zavallı insanı hissediyorum. Düşünecek, konuşacak, yürüyecek kuvveti kendimde göremiyorum, bulamıyorum. Yorgun ve ölgün bakışların karşısında, bütün İlâhî hakikatlerin, kudsî hikmetlerin parlak nur yüzüne, donuk bir perdenin çekildiğini müşahede ediyorum.

Çünkü, sensiz hiçbir şeye ciddi bakamıyorum ve hiçbir şeyi ciddi göremiyorum. En leziz şeylerden dahi neşe alamıyorum. Çünkü sensiz lezzetler lezzetsiz ve neşeler neşesiz… Bütün fani zevkler sahte ve yalancı…

Evet gerçek zevk sende, gerçek rahat sende, gerçek neşe ve nur yine sende, yine sende… Ey Nur! Senden ayrılmak, annemden, babamdan ve öz canımdan ayrılmaktan daha zor ve daha çetindir. Çünkü onlardan ayrılmak ayrılık olmuyor. Netice, tatlı ve fani bir hasret. Fakat, senden ayrılmak gayrılığa inkılap ediyor. Netice, ebedî zillet ve hüsran…

Seni okumak, seni dinlemek, sana bakmak, seni düşünmek sana hizmet etmek, sana hizmet edenlere hizmet etmek bana hayat ve saadet verir. İmanıma hız, azmime kuvvet ve canıma can veriyor.

Evet, ey hayatımın hayat lambası Nur! Ey feyz-i Kur’an’daki gelen Nur! Bütün ruhumla, bütün mevcudiyetimle inanarak ve güvenerek diyorum ki: Sen, akıllara nur, fikirlere istikamet, vicdanlara iz’an, kalplere mana, hislere hikmet, ruhlara inkişaf, huzur ve terakki, hayata hayat, saadet ve hareket veren bir ahenk menbaısın. Sen, mecade dahi, hak ve hakikati, asliyet ve safiyetini, hakikat ve ulviyetini, hikmet ve dekaikini gayet ince bir mizan ve gayet mahir bir maharetle nakşeden, nesceden ve resmeden bir kudsî ölçüler nizamı ve İlâhî düsturlar manzumesisin.

Sen, parlak, nurlu, emsalsiz bir Kur’ân mucizesisin. Sen, bir nur-u Kur’ân’sın ki, muzdarip, şaşkın beşeriyeti, içine düştüğü gaflet ve dalalet girdabından kurtarıyor, hidayet yolunu gösteriyor, hayatıma yön ve istikamet veriyorsun.

Sen, öyle bir tefsir-i Kur’ân’sın ki, sana sadıkâne yapışanları, gafletin derin kör kuyusundan, küfrün mülevves bataklığından ve zulmetin kahredici dipsiz adem kuyusundan çekip kurtarıyor ve ona temiz hulk-u hüviyet libasını giydirerek mukaddes ideallerin ulvî simasına ve sermedî âlemlerin nurlu ufuklarına yükseltiyorsun.

Çünkü, sana sahip olanlarda hırs ve hiddet zevale yüz tutar, zulmet ve şehvet erir, cehalet ve şekavet ateşi söner, tabiat duygusu yok olur, uykusu kalkar, kara ve çirkin, bozuk ve uyuşuk kanlar düzelir, nefes ve kalp işler, kan boruları birer mecra-yı Nur olur, hubb-u dünya ve meyl-i masiva kalmaz, ene ve ente gider, yetmiş bin diye söylenen perdeler kalkmaya ve varlığı dağı delinmeye başlar, “ircıî”den sesler gelir, vuslat yolu açılır, misk ve anber saçılır, “fedhulî fî ıbâdî” ile memur, “fedhulî cennetî” nişanıyla me’cur olur.

Sen, yepyeni canlı bir ruh ve taptaze, ulvî bir imanın, aşk, şevk ve heyecanı içerisinde yeniden doğuşun, ebedî uyarışın ve muhteşem şahlanışın ile şanlı ve canlı bir ifadesin.
Sen, varlık ülkesinde feveran eden bir ruhsun.
Sen, nurlu bir hayat iradesisin.
Sen, hakkın boğulmaz gür sesi ve hakikatin, sönmez şimşeğisin.
Sen, bütün kâinatı sukuttan, inhidam ve izmihlalden, felâket ve helâketten himaye ve vikaye eden kudsî bir sedd-i Kur’ânî ve nur-u imanîsin.
Sen, bir nur ve feyz, ilim, irfan ve hikmet menbaısın.
Sen, aşılmaz en son ufuk, kırılmaz kudsî ümit ve yenilmez İlâhî kuvvetsin.
Sen, ey nur! Ömrümün biricik sermayesi ve hayatımın en büyük ve en kudsî gayesisin.
Sen hilkatimin niçini ve hayatımın manasısın. Senin hüsnüne ayine, nuruna pervane olmak…
Evet ey Nur, ne büyük saadet…

Nazım Gökçek
(Ruhuna Fâtiha’larla…)