Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Risale Dersindeki Bereketin Sırrı Nedir?

Risale-i Nur müellifinin iman taliminden ve hayat tecrübesinden mülhem olarak, bir ortamın ‘bereket’ini orada yeni ve hayırlı bir meyvenin hâsıl olabilmesi veya olamamasıyla açıklarım. Sadece verici olduğum ama birşey alamadığım, sadece alıcı olduğum birşey veremediğimi hissettiğim ortamlar, ‘müzakere’ mânâsının da, ‘iktiran’ sırrının da tahakkuk etmediği ortamlardır buna göre.

Risale-i Nur müellifinin “Onyedinci Lem’a”nın onüçüncü notasında dile getirdiği ‘iktiran’ bahsi, bir hayat tecrübesinin de tercümanı niteliğindedir benim için. Onun Şualar’da yer alan bir mektubunda Nur talebesini tarif ederken dile getirdiği iki vasıftan ikincisi olarak ‘ders müzakeresinde birer zeki muhatab’ ifadesini de bu ‘iktiran’ bahsinin ışığında anlamışımdır hep.

Önce, iktiran bahsine kısaca değinelim. Bir hayra, bir hizmete medar olan insanlara yönelik teveccüh, genelde tek taraflı olur. Ortada bir hizmet, bir eser ve bir netice vardır; ve kişiler bu eseri, bu neticeyi onun ‘müsebbibi’ olarak gözüken kişiye atfetme temayülündedir. O yüzden “Sizin sayenizde…” diye başlayan kelimeler de, “Siz olmasaydınız…” diye getirilen açıklamalar da eksilmez dillerden ve zihinlerden. İpin ucu iyice kaçırılacak olsa, sonuç kendisine atfedileni benlik şirkine, sonucu ona atfedenleri ise esbab şirkine düşürecek kadar riskli bir açıklama biçimidir bu.

Bediüzzaman ilgili notada tabloyu aynadan bilmemek ama aynayı da kırmamak dengesini içeren bir tevhid ve adalet dersi verir. “Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lazımdır” der. Yani, bir mürşidin veya üstadın mazhar ve ma’kes olarak hizmetini takdir ve tahsine bizi çağırırken, onu neticenin kendisinden sudur ettiği ‘masdar’ ve sonucu vücuda getiren ‘menba’ olarak görme riskine karşı da uyarır.

İşin bu kısmı, meselenin dikey veçhesine bakıyor. Müsebbibü’l-Esbab’a ait olan neticeyi sebeplerden bilmeme veçhesine yani.

İktirandaki bereket

İktiran bahsi ise, bu ‘dikey’ veçheyle de irtibatlı biçimde, yatay düzlemdeki bir yanlışı düzeltmeyi hedefliyor. Bu iktiran açıklaması ile Bediüzzaman’ın söylediği şey, çok açık: Eğer ortada Allah’ın lutfuyla gerçekleşmiş hayırlı bir netice varsa, bu sebepler düzleminde çift taraflı bir fiilî duanın, çabanın, arayışın meyvesidir. Aynen bir iletişim işleminin gerçekleşmesi için sadece ‘alıcı’nın ve sadece ‘verici’nin açık olmasının yetmeyişi; bilakis ikisinin birden açık olmasının gerekmesi gibi bir durumdur bu. Verici ne kadar açık olursa olsun, alıcılar kapalıysa, mesaj yerine ulaşmaz ve netice hasıl olmaz. Aynı şekilde, alıcılar istediği kadar açık olsun, vericiler çalışmıyorsa yine ortada bir iletişimden söz edilemez.

İşte bu tarafın aynı gaye ve aynı çaba için beraberce varlığına; bu iki mecranın rahmeti celbeden ortak bir fiilî duada buluşmasına ‘iktiran’ adını verir Bediüzzaman. Ve hayatlarının iman ile hayatlanmasına vesile olan Risale-i Nur’un müellifi olarak kendisine teşekkür eden talebelerine, samimi duaları, arayışları, çabaları ve ihlasları ile onların da Allah’ın izniyle bu neticenin hâsıl olmasında bir hisseleri bulunduğunu; Risale-i Nur’un telifinin sadece müellifinin çabasından hâsıl olmadığını, muhatapların arayış ve dualarının da bunda bir hissesi olduğunu bildirir.

Bu sözler, göstermelik bir tevazunun değil, hakikatin derûnuna nüfuz etmiş bir hakikat adamının hakikî tevazusunun ifadeleridir elbet.

Ve yine bu sözler, en başta sözünü ettiğim mektupla birlikte düşündüğümde, bana ‘bereket’in bir sırrını da fısıldar.

İlgili mektupta, bir hikmet-rahmet dengesinin ifadesi olarak, Nur talebesinin vasfı olarak önce ‘teselli ve taltifte birer şefkatli kardeş’liği zikreden Bediüzzaman, ardından ikinci bir vasıf olarak ‘ders müzakeresinde birer zeki muhatap’ ifadesini kullanır. Kimilerince, birinci vasıf gözardı edilerek sadece ikincisine nazar edildiğinde, sevgisiz, kuru, akılcı bir cedelcilik, dahası seçkinci bir tutum üretmenin mazereti olabilmiş hakikatli bir ifadedir bu. Ve bir müzakere mecraında gerçek bir istifadenin, bir manevî bereketin hâsıl olabilmesi için ‘iktiran’ sırrının tahakkuku gereğine dikkat çekmektedir. Vericiler ile alıcıların beraberce açık olduğu; sadece alma veya sadece verme yerine, bir alışverişin gerçekleştiği; konuşmanın da, dinlemenin de aynı açık zihin ve yürekle gerçekleştiği; ve en önemlisi, niyetlerin müşterek olduğu bir zemine yani.

Nitekim, nice öğretmen dostumdan işitmişimdir: Dersi en iyi anlattıkları sınıflar, öğrenmeye müştak, meraklı, ışıltılı gözler gördükleri sınıflardır. Nice konuşmacı dostumdan işitmişimdir: Demek istediklerini en güzel şekilde diyebildikleri ortamlar, hâzirûnun sadece bedeniyle değil, aklıyla ve kalbiyle orada olduğunu hissedebildikleri ortamlardır. Bediüzzaman’ın iktiran bahsinde Risale-i Nur için zikrettiği üzere, yazılanlar açısından da durum farklı değil.

Risale-i Nur müellifinin iman taliminden ve hayat tecrübesinden mülhem bütün bu tahlillerin ışığında, bir ortamın ‘bereket’ini orada yeni ve hayırlı bir meyvenin hâsıl olabilmesi veya olamamasıyla açıklarım. Sadece verici olduğum ama birşey alamadığım, sadece alıcı olduğum birşey veremediğimi hissettiğim ortamlar, ‘müzakere’ mânâsının da, ‘iktiran’ sırrının da tahakkuk etmediği ortamlardır buna göre.

Yani, ortam vardır, düşündürür; ortam vardır, düşündürmez. Ortam vardır, konuşturur; ortam vardır, konuşturmaz. Ortam vardır, hissettirir; ortam vardır, hissettirmez. Ortam vardır, yazdırır; ortam vardır, yazdırmaz.

Yoksa Bediüzzaman, o harikulade otobiyografik risalesi İhtiyarlar Risalesi’nin sekizinci yaşadığı büyük manevî dönüşümün en önemli kilometre taşlarından birini anlatırken, niye ‘ihlaslı hâfızlar’ kaydını düşsün?

Okunan kadar, okuyana da bakmak gerek. Hem, dinleyene de…

‘Bereket’in sırrı ‘iktiran’da gizli.

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi / http://www.moraldunyasi.com

Bediüzzaman bugünün çocuğu olsaydı?

Zamanın eşsizi” Bediüzzaman’ın “sıradan” insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı “sofistike” etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen “yaramaz”, “geçimsiz”, “başarısız” gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

İskoçyalı düşünür Thomas Carlyle, Kahramanlar ismini taşıyan kitabında, kendi gözüyle insanlık tarihini değiştiren büyük isimleri anlatır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı da ‘Peygamber kahraman’ olarak anlattığı bu kitabın bir yerinde, Fransız devrimi sonrasında bütün kıtaya yayılmış olan ‘millî eğitim’den de yakınır Carlyle. Ona göre, yeni şartlarda artık ‘kahramanlar’ın çıkması zor, hatta imkânsızdır. Zira, mevcut eğitim sistemi ortalama bir düzeyi her çocuk için dayatarak, Allah vergisi özel yeteneklere sahip çocukları da vasatlaştırmaktadır!

Thomas Carlyle’ın 1800’lü yılların ortasında söylediği bu tesbitini, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında doğup büyümüş ve ‘millî eğitim’den geçmemiş bir isimle birlikte düşünürüm. Belirlenmiş okula başlama yaşına göre birkaç sene daha geç eğitime başlamış olan, bugünkü anlamıyla bir ‘okul’da verildiği şekliyle eğitim görmemiş olan, klasik İslâmî eğitim modelinin bir parça deforme olmuş halde sunulduğu medreselere de mutad şekilde devam edemeyip gittiği medreseden ya kendisi ayrılan veya ayrılmaya mecbur bırakılan bir isimle birlikte…

Bu isim, Bediüzzaman’dır.

Bediüzzaman, adı üstünde ‘zamanın eşsizi’dir ve bu ünvan kendisine gençlik döneminde onda görünen harikulâde hâfıza ve muhakeme birlikteliği dolayısıyla yaşadığı bölgede sözü dinlenen bir âlim tarafından verilmiştir.

Ama medreseye ilk gittiği tarihten çok değil sekiz-on sene sonra ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılır hale gelen çocuk, dokuz yaşında iken gittiği ilk medresede de, ikincisinde de ‘problem çocuk’ niteliğindedir. Doğup büyüdüğü Nurs civarındaki, Bitlis hududundaki medreselerde istikrarlı ve devamlı bir eğitimi bu yüzden göremediği için daha uzak bir beldede, Ağrı Dağı karşısındaki Doğubeyazıt’ta Muhammed Celalî Efendi’nin medresesinde tahsilini tamamlamıştır. Ama, yerleşik sisteme göre uzun seneler süren bu eğitimden sadece birkaç ay gibi kısa bir zamanda geçmek suretiyle…

Şükür ki, meşhur İshakpaşa Sarayı’nın biraz daha yükseğinde medfun halde mü’minlerden dua bekleyen Muhammed Celâlî Efendi, Said isimli bu taze gencin taşıdığı özel yeteneği farketmiş; daha önceki medreselerde olduğu şekilde onu diğer çocuklarla aynı zaman aralığında aynı ders düzenine zorlamamış; diğer çocuklarda ona karşı herhangi bir hasetçi tutumun gelişmesine ve bu yüzden aralarında çatışma çıkmasına da mani olup, genç Said’e çok kısa zamanda klasik medrese tahsilini tamamlama imkânını sunmuştur. Bu sayededir ki, gittiği önceki medreselerin ‘problem çocuk’ Said’i, onun medresesinde az zaman sonra Bediüzzaman ünvanıyla anılır hale gelecek bir ‘özel yetenekli çocuk’ olarak temayüz eder.

Bugün yaşasaydı…

Bediüzzaman’ın bu eğitim süreci, birçok açıdan öğreticidir. En başta, Carlyle’ın sözünü ettiği özel yetenekleri de ‘vasatlaştıran’ bir örgün eğitimin cenderesine girmemesi ile, haksız karşısında eğilmeyen, öfke seline de kapılmayan destansı hayatı ve Risale-i Nur gibi bir İslâmî düşünce şaheserinin müellifi olması arasındaki ilişkiyle.

Bu süreç, insanlığa yol verecek örnek hayatların ve büyük düşünürlerin geniş imkânlar içeren vasatlarda ortaya çıkabileceği yolundaki yerleşik algıya ters düşmesi cihetiyle de önemlidir. İslâm’a uzanan yolunda Bediüzzaman’ın hayatından ve eserinden ziyadesiyle etkilenmiş bir isim olarak Kanadalı gazeteci Fred A. Reed’in Anadolu Kavşağı: Gizli Türkiye’ye Yolculuk isimli kitabında Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü Nurs köyüne gittiğinde yaşadığı ruh halini tarif ettiği şu cümleler, bu açıdan son derece dikkat çekicidir: “Benzersiz nitelikleri olan birinin yetiştiği yeri ziyaret ettiğimizde, ilk bakışta hayal kırıklığına uğrarız. Torosların uzak bir kanyonundaki bu taş yığını, fakir ve küçük köy ile, yaptıkları ve eylemsizlik üzerine bina ettiği hareketi ile tahmin edilmeyen gizemli yollarla bir ülkeye ve dine hâlâ şekil veren bir insan arasında nasıl bir irtibat kurulabilir? (…) Kim böyle bir insanın böyle bir yerden zuhur edeceğini tahmin edebilirdi?”

Halbuki, yine Fred A. Reed’in dediği üzere, deha, ‘böyle mütevazı şartların umulmadık bir mahsulü’dür ve nice büyük isim metropollerden ve saraylardan değil, böylesi ortamlardan çıkmasıyla kafamıza yerleşmiş ezberleri olabildiğine sarsmaktadır.

Başkaca örneklerin yanısıra Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü şartlar ve geçirdiği ‘problemli’ eğitim süreci, bu şekilde, bize ortamlar ve kişiler üzerine bir damga bırakmanın; insan, hele ki çocuk sözkonusu olduğunda ‘bu budur’ gibi, ‘bundan ancak bu sonuç çıkar’ gibi etiketler üretmenin yanlışlığını fısıldamaktadır.

Tam da bu noktada, Bediüzzaman’ın eğitim süreci, bugün psikoloji ve psikiyatri kitaplarından fırlayıp gündelik hayatın sıradan kelimeleri haline gelmiş bazı nitelemelere de bir cevap ve itiraz olarak çıkar karşımıza. Bugünün dünyasında, çok değil yirmi sene önce hiçbir öğretmenden, eğitimciden, anne-babadan duymadığımız kelimeler peynir ekmekten bile çok kullanılır haldedir. Çocuk biraz hareketli ise, daha uzmanına gitmeden çocuğun kendi evinde veya apartmanında veya sınıfında hakkında verilmiş ve infazı bekleyen bir hüküm vardır: ‘hiperaktif.’ Devamında, hiperaktivitenin dikkat eksikliğine ve bozukluğuna sebebiyet verebildiği tesbitinin eşliğinde bir hüküm daha gelir: Bu çocuk, tedavi görmelidir. Aksi takdirde, okulunda da, hayatı boyunca da hep başarısız olur!

Zihinler böyle çalışınca, üzerine düşen kendi vazifesini yapmadığı için alabileceğinden daha az eğitim almış, yapabileceğinden daha az şey yapmış büyükler kendi başarısızlıkları için bir mazeret de bulmuş olurlar böylece: “Belki benim hiperaktivitem vardı. Zamanında ailem veya öğretmenler farketseydi, belki böyle olmazdım. Şimdiki durumumdan onlar sorumlu!”

Bugün biraz fazla hareketli, derste dikkati biraz daha dağınık bir çocuk için kullanılan ‘hiperaktif’ etiketi ve ona eşlik eden ‘dikkat bozukluğu’ kavramı, keza her çocuğa özel yeteneğine bakmadan aynı müfredatı dayatan ‘millî eğitim’ sistemi açısından Bediüzzaman’ın hayatına baktığımda, şaşırtıcı bir manzara çıkar aklımın karşısına. Bu şaşırtıcı manzara karşısında, Bediüzzaman’ın bugünün dünyasında, meselâ İstanbul’da doğup büyümüş bir çocuk olsa, neler yaşayacağını hayal ederim.

Kendi hayat hikâyesini takip edersek, o durumda bir çocuk olarak küçük Said’in bugün yaşayacakları neredeyse apaçık derecede bellidir:

Öncelikle, okula gitmeye dokuz yaşında değil, altı yaşında başlayacaktır. Hatta belki dört yaşında kreşe, beş yaşında anasınıfına verilecektir. İlk önce kreşteki bakıcılar, sonra anasınıfındaki eğitmenler habire evine telefon edip, annesine Said’i şikâyet edeceklerdir. Giderek artan dozlarda, çocuğun hiperaktif olduğu, mutlaka bir uzman gözetiminde tedaviye başlanması gerektiği söylenecek; bu şekilde devam ederse, çocuğun kurumla ilişkisini kesmek zorunda kalacaklarını söyleyeceklerdir. Anne-babası bu süreçte çocuğu psikologa götürürler mi, hatta psikiyatrist gözetiminde ‘ilaç tedavisi’ne başlarlar mı, bilinmez; ama altı yaşında ilkokula başlar başlamaz bu şikâyetler daha da artacaktır. Öğretmeni, derslerle pek ilgisi olmadığını, çabuk bıkıp sıkıldığını, uyumsuz olduğunu, sürekli yaramazlık yaptığını, arkadaşlarıyla hiç geçinemediğini söyleyip dikkat bozukluğu teşhisiyle başarılı olması zor damgası vurduğu çocuğun muhakkak hiperaktivite tedavisinden geçmesinde ısrar edecektir. Bu arada, mevcut okul müfredatına Said’in sürekli itiraz getirmesini de, ayrıca zihinsel işleyişteki bir probleme yoracak; hatta belki işi şu veya bu kişilik bozukluğuna yönelik endişelerine kadar vardıracak; hatta belki çocuğun gidişatından ‘sosyopat’lık eğilimi çıkaracaktır.

Sonuçta, bunalan anne Nuriye Hanım ve baba Mirza Bey, bir gün küçük Said’in elinden tutup bir psikologa gidecek; küçük bir ihtimalle bu psikolog Said’in bu durumunun ‘hiperaktif’likten ve dikkat, davranış veya kişilik bozukluğundan değil; başka çocuklara kıyasla çok yüksek bir zekâ, hâfıza ve muhakemeyle yaratılmış olmasından kaynaklandığını; Said’in bu uyumsuz diye damgalanan davranışlarıyla aslında kendisini ‘vasatlaştıran’ bir ortamdan duyduğu huzursuzluğu ve itirazı dışa vurduğu sonucunu çıkaracaktır. Daha kuvvetli bir ihtimalle, bu psikolog Said’in bu durumuna ‘hiperaktivite’ teşhisi koyacak, ayrıca şu veya bu kişilik bozukluğu endişesiyle aileyi bir çocuk psikiyatristine de yönlendirecek; ve muhtemelen, Ritalin veya başka bir hiperaktivite ilacının yazılmış olduğu reçetelerin eşliğinde, özel yetenekler yüklü küçük Said ‘Bediüzzaman’ olamadan sıradanlaştırılacaktır!

Dahası var: Diyelim ki, küçük Said, bütün bu etiketlerin cenderesine düşmedi. Ailesi ve öğretmeni, tıpkı annesi Nuriye Hanım, babası Mirza Efendi, hocası Muhammed Celâlî Efendi gibi ondaki farklılığı farketti; bir okulda uyumsuzluk yaşamışsa sorunu onda değil okulda veya eğitim sisteminde gördü, başka bir okula yollayıp farklı bir eğitim süreci ve metodu uygulayarak onun çok daha kısa bir zamanda alması gereken eğitimi almasını sağladılar ve alması gerekmeyen beyin yıkayıcı ezberlerden de uzak tuttular. Ve küçük Said, düşünen, soran, araştıran genç Said oldu. Öyle bir araştırma merakı ki, ondaki bu yeteneği farkeden Vali Tahir Paşa’nın konağında, namaz ve yemek için ayırdığı vakit hariç sürekli kitap okumakla meşgul. Öyle ki, senelerdir Tahir Paşanın konağında kaldığı halde, onun kızlarının ne adını, ne yaşını, ne de sima ve suretlerini biliyor değil.

Genç Said bu durumda bugün yaşıyor olsa, yine etiketler birbiri ardınca sıraya girecekti. Dış dünyaya karşı bu zahirî ilgisizliği ve suskunluğu üzerinden ‘otistik’ olabildiği kuşkusu devreye girdiği gibi, Tahir Paşanın kızlarından böyle uzak ve bîhaber oluşu üzerinden ihtimal ki kendisine ‘sosyofobi’ teşhisi de konulacaktı. Onun insanlığı kuşatan büyük meseleler için; yani, kendi iç âleminde insanlardan uzak, duygu mahrumu bir dünya kurduğu için değil, bilakis bütün insanların derdiyle dertlendiği için kütüphaneye kapandığı görülemeyecekti. Yine, onun Tahir Paşanın kızlarından habersizliğinin, bu idealizminden ve imanın bir tezahürü olarak hayâdan kaynaklandığı da görülemeyecekti.

Dahası da var: Bugünün dünyasında onun daha sonra yaşadıklarına da obsesif kompülsif etiketinden manik depresif etiketine, bir dizi etiket daha vurulacaktı belki.

Bugünün ebeveynlerine…

‘Zamanın eşsizi’ Bediüzzaman’ın ‘sıradan’ insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı ‘sofistike’ etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen ‘yaramaz,’ ‘geçimsiz,’ ‘başarısız’ gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

O Bediüzzaman ki, eseriyle verdiği hayat derslerinden biri, “Fena bir adama ‘İyisin, iyisin’ desen iyileşmesi ve iyi adama ‘Fenasın, fenasın’ desen fenalaşması çok vuku bulur” şeklindeydi.

O yüzden biri hakkında yargıda bulunur, hele ki etiketler üretirken, aman dikkat. Hele ki çocuklar için. ‘İyi çocuk’ olduğu halde, bizim ona vurduğumuz ‘fena’ etiketler yüzünden tembel, başarısız ve hatta kötü adamlara dönüşen kaç istidad var kimbilir?

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası Dergisi

Bir Seyahatin Ardından (Miraç’ın Getirdikleri)

Zübde-i kâinat, kâinat sahibinin onun adına sözcüsü, gözü, kulağı, yorumcusu, şarihi, tercümanı, seyredeni, muallimi, muarrifi daha çok şey.

BÜTÜN ZAMANLARA HİTAB

Bediüzzaman Miraç isimli eserinde kendine gelinceye kadar kimsenin anlatmadığı bir boyutta yorumlamıştır Miraç olayını. İslam’da kelimeler, kelamlar, ayetler, hadisler kıyamete kadar yeni yorumlara açık bir şekilde bekleyeceklerdir. Onların anlamlarını hiç kimse bitiremez, onlar o kadar geniş bir şekilde söylenmiş ve ifade edilmişlerdir. Bütün zamanların ihtiyaçlarına cevap verecek bir boyutta ve azamette söylenmişlerdir.

EN ÇOK KULLANILAN FİİLLER

Bediüzzaman’ın Miraç risalesinde kullanılan fiiller önemlidir. En çok kullanılan fiiller gezmek, gezdirmek, irae etmek, müşahede ve temaşa fiilleridir. Bunlar Miraç olayının odağında manaların santralinde bulunurlar. Peygamberimizin bu seyahati kısaca şöyle anlatılır:

Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumi ve uruc-ı külli var ki, ta Sidretü’l-Müntehaya ta Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne kulağına tesadüf eden ayat-ı Rabbaniyeyi ve acaib–i sanat–ı İlâhiyeyi işitmiş görmüştür.” (Sözler 760) Peygamber umumi bir seyir için, kendine has bir seyir olmakla birlikte ümmeti için yapılan bir seyir, kısmi ve mevzi bir olayı değil, herkesi ilgilendiren bir seyir. Varlığın ve imkân ülkesinin bittiği noktadan, Allah ile karşılıklı iki yay gibi yakın bir düzeye gelmek şeklinde bir büyük seyahat ve seyir. Oraya gidinceye kadar Allah’ın isimlerinin bütün külli tecellilerini görerek, gözüne, kulağına rastlayan Rabbani delilleri ve Allah’ın sanatının görülmemiş olanlarını işitmiş ve görmüştür.

İnsan dünyada beş duyusu ile varlık ve nesneler arasında bir uyum içinde yaşar. Gördükleri ile gören arasında bir şaşırma olmaz, bulut, yağmur, koyun, sinek, bu nesneler ile insanın onları gören ve değerlendiren zekâsı arasında bir sapma olmaz, nesneler ile beş duyu arasında uyum vardır. Ama bu bizim için tanzim edilen sahnenin dışındaki sahnenin dışı ise bizim beş duyumuza göre düzenlenmemiş, oradaki varlıklar bizim beş duyumuzun voltajını çatlatır, dayanamaz. Bu yüzden Resulullah da Cebrail’i ilk gördüğünde heyecanlanmıştır. Eşine “beni ört” diye olayın ilk intibalarını garipsemiştir. Ama vücudunda ve kalbinde yapılan voltaj yükseltme ameliyelerinden sonra semavattaki acaipleri görmeden yıkıcı anlamda etkilenmemiştir. Hz Musa’nın görüntü akabinde yere düşmesi ile Hz Hamza’nın Cebrail’i görürken düşmesi bu nesne ile duyular arasındaki uyumsuzluktan ileri gelmektedir. Resûlullah, “Ben miraçta gördüğümden daha güzel şeyler görmedim” der.

Şimdi bir vezir, hükümdarının saltanatını bilmeden görmeden onun vezirliğini yapamaz, bu yüzden bu büyük vezir-i azam Allah resulü Allah’ın mülkünü tanımak için onun tarafından bir seyahate çağrılmış ve onun adına ümmeti için Allah’ın mülkünde seyahat etmiş ve daha sonra gördüklerini yeri geldiğinde ümmetine anlatmıştır.

ÂLEMİN TEZGÂH VE MEMBALARI

Miraçta görülen şeyleri anlatırken Bediüzzaman acip ve acaib kelimelerini çok kullanır, gördüğüm kadarı ile anahtar noktalarda beş yerde kullanır. İkinci kullanışında şöyle konuşur Üstad: “Madem Sani-i Zülcelâl mülk ve melekûtundaki ayat-ı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve membalarını temaşa ettirmek ve amal-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş” (777) Bu cümle Miracın özeti gibi.

Allah görünen ve görünmeyen âlemdeki alışılmadık varlık delillerini göstermek ve şu âlemin hazırlandığı tezgâhların bulunduğu âlemleri ve bu âlemin kaynaklarını temaşa ettirmek için ve kullarının amellerinin oraya nasıl yansıdığını göstermek için kuluna bunları göstermek istemiş. Temaşa görmekten farklıdır, derinlikli olarak bakmaktır. Peygamberimiz onları temaşa etmeli ta ki Resulü olduğu Allah’ın mülkünü başkalarına anlatsın. Bir peygamber peygamberi olduğu yüce bir mercinin saltanatını eserleri görmese nasıl peygamber olabilir. Büyüklüğü zihninde oluşacak ki başkalarına da anlatsın. Temaşa, acibe, irae kelimeleri Resûlullahın temaşa, garip şeyleri görmek ve göstermek için çağrıldığını ifade eder.

MAHSULÂTIN MAHZENLERİ

Göstermekle acib kelimesi bir başka cümlede kullanılır. “O acib sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere ta daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalatın madeni olan mübarek Zatını ona göstermekle ve huzuruyla O’nu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kemalatını ona bildirir.” (783) Göstere göstere getirmek, hususi dairesine getirmek, Zat’ını ona göstermek, huzuru ile müşerref etmek, kasrın hakaikini yani şu âlemin hakikatlarını ve kemalâtlarını ona bildirmek.- Miracın özeti bir cümle. – Resulünü bütün mülkünde dolaştırır, özel dairesine getirir, âlemin hakikatlerini ona gösterir, sonra gönderir.

Şu kâinatı enva-i acaib ile süslemiştir Allah. Bu görülmedik şeylerin Resulü tarafından görülmesi gerekir. Kâinatı hazine-i gaybiyelerle donatmıştır, O hazineleri Resulün görmesi gerekir. İşte Miraç bu yüzden ona mahsustur.

Mirac’ın meyvelerini anlatırken şöyle der: “İşte Zat-ı Ahmediye öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve acaib-i sanatını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş.” (796)

MİRAÇ RİSALESİ KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

Mirac’ın odağında Allah’ın sanatının en görülmediklerini, şu âlemin tezgâhlarını, makinelerini görmek ve gelerek ümmetine anlatmaktır. Bu yüzden Allah Resulu, “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz.” der.

Miraç hadisesinin anlatımında Bediüzzaman temaşa, gezmek, gezdirmek, görmek, irae etmek, müşahede kelimeleri ile seyahatin odak noktalarına vurgu yapar. Beş yüz yıldır Shakespeare’in Hamlet’i yorumlanır, birisi onun için, “Hamlet keşfedilmeyi bekliyor” diyor. Miraç risalesi daha büyük nitelikli bir eser, çok keşfedilmeyi bekliyor, Allah kâşifleri artırsın.

Prof. Dr. Himmet Uç

Dava Adamının İçine Giren Kurt

Takva-yı hakikî ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.

Mektubat ( 437 )

●Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz u za’fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.

Sözler ( 328 )

●Hakikatların derkine de mani olan benlik, gurur, ucb ve enaniyet gibi kötü hasletler..

Sözler ( 751 )

●Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur

Mektubat ( 66 )

●Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder.

Mektubat ( 447 )

●..enaniyeti okşar, gurura sevkeder

Lem’alar ( 134 )

●..gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak

Lem’alar ( 273 )

●..kusurlarımdan istiğfara sevketmiş. Hiçbir vakitte ve hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahr u gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini,

Şualar ( 683 )

●..acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış

Şualar ( 724 )

●..Nefsindeki enaniyet ve gurur putunu kırmak..

Tarihçe-i Hayat ( 24 )

●.. kibr ü azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca..

İşarat-ül İ’caz ( 122 )

●..Beşeri Gurura, Enaniyete, Firavunluğa Sevkeden İktidarı Da Tabiat ..

Emirdağ Lahikası-2 ( 154 )

●Evet ene ve enaniyetin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 27 )

●Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder.

Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 28 )

●..enaniyet, gurur hükmü ile milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelan-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelan-ı techil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakârî yerine temayül-i infiradî ikame edip; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden nazar-ı hakikatta öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ birisi Paris’te sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği bir libası, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur.

Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 69 )

●..ya şarab-ı siyaset veya hırs-ı şöhret veya rikkat-i cinsiye veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya gurur ve enaniyet veya derd-i maişet gibi müskirat-ı maneviye ile zarar ve nef’ini farketmeyecek derecede sarhoş..

Nur’un İlk Kapısı ( 31 )

İşte bütün bu mehazlar bir dava adamının içine giren kurttur. Yani bir ehl-i dünyanın içine bu kurt girdiğinde eli uzattığı şeyin fani ve hiçliğini gördüğünde yüzünü bakiye çevirtmesine vesile olacağı için ehl-i dünya için bu cihetiyle hayırlı olabiliyor; ama ehl-i ahret ved dava olan birisine bu

–          Enaniyet

–          Gurur

–          Kibir

–          Ucb

–          Riya

–          Bilinmek hissi

–          Hubb-u cah

–          Şan ü şeref..   girerse o dava adamının içine kurt girmiştir. Kurt nasıl çınar ağacına girse içten içe o çınarı yer işte dava adamının yüzünü de ahiretten dünyaya çevirir. Ehl-i dünyanın tam aksine bir kaziye olur. Bu ise dava adamı için bir helaket bir felakettir. Bu sebeble üstadımız bize bunlara dikkat etmemiz gerektiğini defaatle sözylemiştir. Bunların farkında olmak için lahikaları okumak özümsemek tarz-ı hizmette rehber etmek elzemdir. Yoksa sadece imani bahisleri okuyan birisinde bu su-i hasletlere sebeb olabilir ama imani esasları lahikalarla beslersek hasıl oluşabilecek su-i hasletin önünü kesebiliriz. Binaenaleyh lahika tefekkürü, özümsemesi, mütealasına azami ehemmiyet göstermek elzemdir.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan

www.NurNet.Org

Abd, İbadet, Ubudiyet-i Külliye ve Abd-ı Külli Ne Demektir?

Ubudiyet; Genel manada kulluk ve itaat demektir. İbadatle ubudiyet arasında ince bir fark vardır.

İbadet, Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden kaçmaktır.

Ubudiyet
ise, Allah’tan gelen her şeye razı olmak ve kabullenmek anlamına gelir.

Abd ise;
ibadet ve ubudiyeti yapan ve yerine getirendir. Kısaca; ubudiyet kulluk ise, abd kuldur.

Abd-i külli:
Ubudiyet ve ibadetleri; en geniş, şumullü ve ihatalı olarak temsil eden kul anlamınadır.

Ubudiyet-i külliye
ise; en geniş, ihatalı ve şümullü olarak ibadet ve kulluk demektir.

Mesela, askerlikte onbaşılıktan ta generalliğe kadar makamlar vardır.

Her bir makam kendi çapında askerliği temsil eder ve üzerine düşeni yapar.

Bir erin askerliği O’nun ubudiyeti ise; kendisi, o ubudiyetin ya da askerliğin kulu demektir. Burada askerlik yapan neferin, yaptığı iş, O’nun şahsını ilgilendirir, askerliğin en alt seviyesini ifa ettiğinden küçük ve parça anlamına gelen cüz-i askerlik yapıyor denir.

Neferden itibaren, onbaşılıktan ta genel kurmay başkanlığına kadar olan askerlik ve makamları; cüz’iyetten çıkar, küllileşir.

Gerek askerlik ve gerekse de temsil makamları, onbaşılıktan itibaren külli mertebelere girer. Ancak bunlar arasında da külliyet farkları vardır.

Askerlikte külliyet noktasında hakiki mertebe ve faaliyet; genel kurmay başkanlığında ve genel kurmay bakanının şahsında görünür ve temsil edilir. Misalleri bu manada çoğalta biliriz.

Yukarıda olduğu gibi, ubudiyet ve abd ile ilgili de cüz-i ve külli mertebeler  mevcuttur.

Maddi makamlar, nasıl ki mertebe mertebe olup, cüz’iyetten külliyete doğru gidiyor ise; manevi makamlar ve faaliyetler de, bir şahıstan başlayıp ta peygamberlere, oradan da Resul-ü kibriyaya kadar mertebe mertebe olup,  temsil edilir.

Askerlikte olduğu gibi, ubudiyette ve temsilinde de halifeler, mürşitler, alimler, evliyalar, asfiyalar, kutuplar, imamlar, tabiinler, sahabeler, nebiler, resuller ve peygamber efendimize kadar daha bilemediğimiz manevi mertebeler, tezahürat ve makamlar mevcuttur.

Bir şahsın, yalnız başına ubudiyeti cüz-i olduğu gibi, o ubudiyeti temsil eden makam itibariyle de, mertebesi cüz-i dir.

Fakat, marifette, ubudiyette ve ibadette terakki ede ede; hizmeti, faaliyeti ve davası küllileşir. Ona göre o makamlarda temsil etme özellikleri de küllileşmiş olur.

Mesela; evvela kendini ve faaliyetleri temsil makamı, sonra kendisiyle alakalı şahıs, makam, zaman, marifet, ubudiyet ve ibadetleri temsil makamı gibi; külli ubudiyet ve makamlara namzet olur. Eğer kabiliyet ve istidatı var ise, yukarıda sayılan yüksek makamların bazılarına kadar teali ve terakki edebilir.

İşte hakikat noktasında, külli ubudiyetin ifası ve abdiyetin temsili, sadece Resul-ü Kibriyaya (sav) ve O’nun  davasına hastır.

Diğer bütün makamlar ve davalar, kendi çapında nisbi anlamda küllidir. Bu makamları ve davaları, Resul-ü Kibriyanın (sav) külliyetiyle mukayese edersek, yine de cüz-i kalırlar.

Fakat, bütün ubudiyetlerin, ibadetlerin ve kulların; bu külliyetten istifade ve istifaze edebilmesi için, Cenab-ı Hak, (c.c) her bir Müslümanın ubudiyetinde ve kulluğunda, o külli ubudiyetin özünü, özetini, gölgesini ve cilvesini dercetmiştir.

İşte sualdeki ubudiyeti külliye ve abd-i külli; esas itibariyle kainatı ve ondaki bütün faaliyet ve ibadetleri temsil eden ve bu manada Allah’a takdim eden tek insan ve en büyük peygamber, olan Resul-ü Kibriya’nın (s.a.v.) nübüvveti, davası ve kul olarak da şahsı anlaşılmalıdır.

Resul-ü Kibriya’dan sonra, ta avam bir mümine kadar her bir inananın ubudiyeti ve temsil gücü nispetinde, külli ubudiyete ve abdiyete mazhariyet mümkündür.

İşte, kulun Allah indinde değer ve kıymetinin ölçüsü, davasının, hizmetinin ve ubudiyetinin genişliği ve şümulü nisbetindedir. O, külli ubudiyete mazhariyeti ve kendisinin de külli bir abd olarak namzetliği ile bilinir, anlaşılır ve ona göre de takdir ve taltif görecektir.

Demek ki külli ubudiyet;
genel manada, Allah ile kul arasındaki geniş ve şümullü bir muamele olup, O’nu temsil eden ve O’na namzet olan şahsa da abd-i külli denir.

SorularlaRisale