Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Risale-i Nur Sistemli ve Yazarak Okunmalı!

Eşsiz bir imanî hakikatler hazinesi” olan Risale-i Nur’u okuyup anlamayı ve hayatınıza rehber yapmayı hedef edinmişseniz, şahsî okumayı en verimli hâle getirmek için geceyi gündüze katarak çırpınmalısınız.

İşte böyle kudsî bir gayenin heyecanıyla yanıp tutuşuyorsanız münferit okumada en üst verimi alabileceğiniz bir formül tavsiye edeceğiz.

Risale-i Nur’u, bir defter kalem alarak, lügat ve diğer yardımcı kaynaklarla birlikte, tıpkı bir okul dersi çalışır gibi okumalısınız.

Hatırlayın: Lisede, üniversitede iken yarınki imtihana nasıl delice çalışıyordunuz! Bazen tek derse günlerce çalışıyor, deftere problemler çözüyor, kitabın kenarına notlar alıyordunuz. Kim bilir kaç geceyi uykusuz geçiriyor, belki ders çalışırken kitabın üzerine uyuyakalıyordunuz. Ama kazanan siz oldunuz ve başardınız.

Risale-i Nur, bir ders kitabının size kazandırdığından çok daha fazlasını vereceği için tıpkı bir okul imtihanı gibi onu okuyup anlamaya çalışmalısınız.

KİTAP, DEFTER VE KALEM

Bunun için hemen bir defter edinin. Mümkünse kaliteli, ciltli ve okuduğunuz kitabın sayfa sayısıyla orantılı bir defter olsun.

Diyelim ki Sözler’i okuyorsunuz. Masanın başına geçtiniz. Şu anda dünyanın en mühim bir işini çalışıyorsunuz. Karşılığında para ve makam kazanmayacaksınız. Ama imanınızı kurtaracak ve Cenneti kazanacaksınız. Meseleyi olabildiğince ciddî tutun ve sıkı sarılın.

Kitabın ilk sayfasını açtınız. Birinci Sözden başladınız. Hemen defterinize de bu başlığı yazınız. Önce normal okuyup, anlamadığınız kelimeleri deftere kaydedin. Sonra lügat yardımıyla kelimelerin karşılığını bulup yerleştirin. Tekrar başa dönüp anlayarak okuyun. Okurken aklınıza gelen güzel mânâları defterinize yazın.

Eğer zaten sayfa altında kelime anlamları olan bir kitaptan okuyorsanız, buna gerek kalmayabilir. Ancak yine de bir kelimenin geniş mânâlarını öğrenmek istiyorsanız not alabilirsiniz.

Tabiî aklınıza gelen soruları ve anlamadığınız noktaları da not edin. Bunları çözmek için başka yardımcı kaynaklara yönelin. Çözemezseniz, daha çok okuyan, bilen birisine sorun. Müsaitseniz hemen o anda telefon açın ve cevabını kaydedin. Bu sırada yeni öğrendiğiniz kelimeleri kartlara yazın ve her gün birini, evinizin görebileceğiniz bir yerine asın. Girip çıkarken okuyun. Böylece her gün yeni bir kelime öğrenmiş olacaksınız.

BİR ÖRNEK: HURUF-U MUKATTAA

Elbette her okuduğunuz yer Birinci Söz gibi olmayacak. Daha ağır ve çetrefilli konulara gireceksiniz.

Sözgelişi; İşârâtü’l-İ’câz’ı okuyorsunuz. Huruf-u mukattaaya dair olan bölümdesiniz. Âdeta her kelime demir leblebi, metin içinden çıkılmaz bir zorlukta… Kim bilir şevkiniz kırılıyor, moraliniz bozuluyor, “İşte burayı anlayamam” diye düşünüyorsunuz.

Hayır! Yanılıyorsunuz. Okuma yazma bilen herkes, orayı anlayabilir. Yapacağınız şeyler şunlardır:

1– Önce Kur’an’ı açıp “Elif-Lâm-Mim, Yâ-Sin, Nun” gibi, mukattaa harflerini tek tek yazın. Kaç yerde ve ne şekilde geçiyor, kaydedin. Bunlar zaten surelerin başında olduğu için bulmak zor değildir. Yüz on dört surenin başına bakın, onları bulursunuz.

2– Anlamadığınız kelimeleri deftere yazın. Burada geçen, mehmuse, mehcure, şedide, rahve gibi harf grupları birer terimdir ve özel anlamları vardır. Bunlar Kur’an harflerinin özelliklerine göre gruplandırılmış hâlidir. Bunların mânâları ve hangi harfler olduğu lügatte açıklanıyor zaten. Oradan not edin.

3– Bundan sonra yapacağınız, risalede verilen hükümleri doğrulamak olacaktır. Yani orada anlatılan yönteme göre siz de harfleri sayacak, gruplandıracak ve Kur’an’ının bir mucizesine şahit olacaksınız.

AT SIRTINDA YAZILDI MASA BAŞINDA OKUYORUZ

Müthiş bir i’caz nüktesini, az bir gayretle keşfedeceksiniz. Belki biraz zamanınızı alacak, olsun! Bediüzzaman, bir bilgisayar yardımıyla yapılabilecek bir hesabı, savaşta, at sırtında yazmışken, bize ne oluyor ki masamızın başında okumayalım?

Günler geçecek ve peş peşe kitaplar bitecek, defterler dolacak. Sakın bu defterleri hor kullanmayın, bir kenara atmayın, iyi koruyun. Çünkü yıllar geçse de bunlara ihtiyacınız olacak ve belki de yararlanmak isteyenlere vereceksiniz. Meselâ, çocuklarınıza veya torunlarınıza… Çektiğiniz zahmete değmez mi?

Bu tür çalışmaya giriştiğinizde yine “kolaydan zora” doğru bir sıralama izleyebilirsiniz. Günler geçtikçe sizi hayran eden bir başarıyla karşılaşacaksınız. Artık bir merdiven çıkar veya tuğlaları üst üste koyar gibi bir gelişme izleyeceksiniz. Meselâ, bir kitap bitirdiğinizde artık bazı kelimeleri deftere hiç yazmayacaksınız; çünkü öğrendiniz! Belki de geçen yıllara yanacaksınız.

“Madem kendim bu kadar derin mânâları anlayabilecekmişim, neden bunca geçen zamanımı tam değerlendiremedim?” diye düşüneceksiniz.

Evet, ne kadar yansanız yeridir. Ama madem geçen geçmiş; siz bugüne ve geleceğe bakın… Hiç değilse bundan sonrasını hakkıyla değerlendirin.

“BİLEN ANLATSIN, ÖĞRENELİM” KOLAYCILIĞI

Genelde hazıra alışan bir yapımız var. Havalecilik, “Başkası düşünsün” anlayışı, sadece dünyevî işlerde değil, burada da geçerli… “Bir bilen anlatsın, biz de anlayalım” diye düşünürüz. Biz bilemeyiz, o daha bilgilidir. İyi de, daha iyi bileni her zaman yanımızda bulabilir miyiz? Kim her gün bize gelip ders verebilir, yardımcı olabilir? Hem daha iyi bilen kişi, bu seviyeye nasıl gelmiş, ne yapmış, nasıl okumuş?

Bazen de ciddî bir okuma anlama faaliyetine girişmek için birinin bizim elimizden tutmasını bekleriz. Belki aylar, yıllar geçer, o birisi gelip bizim elimizden tutmaz ve hakikatler denizine bizi uçurmaz.

Oysa şuna kesin inanın: Yaratıklar içinde size en büyük yardımı yine kendiniz edeceksiniz. En büyük desteği, kendinizden göreceksiniz. Sizin içinize yerleştirilen kabiliyetler öylesine güçlü ve değerlidir ki, onları iyi kullanırsanız, hayal edemediğiniz bir zirveyi zorlarsınız. Yapacağınız tek şey, ihlâsla girişmek; arkası gelir…

Cemil TOKPINAR

cemil@e-namaz.com

Ermenilerle Kürtleri birleştirme çabası daha Osmanlı’da başlamıştı!

Daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bu tartışmalar başlamış, Ermenilerle Kürtlerinin Osmanlıdan ayrılarak birlikte devlet kurması planlanmıştı. Bu günde aynı gayeye hizmet edildiği görülüyor.

Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman halk, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918-1920 arasında) tarihlerinin en acı ve en hüzünlü günlerini yaşıyordu.

İşte bu acı ve hüzünlü günlerde bir haber, Müslüman yüreklerdeki acı ve hüznü daha da katmerleştirmişti. Bu habere göre; “Sevr’de Osmanlı Parlamenterleri olan Seyyid Abdülkadir ve Şerif Paşa, Ermeni delegesi Bogos Nubar Paşa ile anlaşmışlar. Türkiye topraklarında bir Ermenistan, bir de Kürdistan kurulmasını Sevr’deki düşman delegelerine kabul ettirmişlerdi.”

İşte bu haber, Beyazıt (Ağrı) Mebusu Dursun Ağazade Mehmet Şefik Bey’in (Şefik Baydar’ın), o zamanki Osmanlı Meclisinde kürsüye çıkarak şu haykırışına neden olmuştur. Bu haykırışın tamamı, Yeni gün Gazetesi’nin 4 Mart 1920 tarih ve 349 no’lu nüshasında yayınlanmıştır. Orijinali orada mevcuttur. Aşağıda günümüzdeki Türkçeye çevrilerek ve kısaltılarak verilmiştir.

İşte Osmanlı Meclisinde bir haykırış (Bu haykırışın nerdeyse her cümlesi o zamanki Meclis’te yüksek bir destek ve alkış almıştır. Bu destek ve alkış Meclis Tutanaklarından belli olmaktadır) :

“1-Kürtler, Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren bütün mevcudiyeti ile Türk kardeşleri ile el ele vermiş ve bu güne kadar yekdiğerinden ayrılmamak suretiyle yaşamışlardır. Bizler dinimizin bağları ile birbirimize bağlıyız. Doğu Vilayetlerinin nüfusunun yüzde doksan beşini çoğunluğunu oluşturan bu muazzam Müslüman kitle içinde Türk ve Kürt’ün hiçbir farkı yoktur. Aralarında ayrı gayrı yoktur.

2-İslamiyet, kavmiyet ve milliyetin çok çok üzerindedir. (İslamiyet’te hiçbir kavmin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır)

3- Şerif Paşa nereden ve kimden izin almıştır? Hangi bir Kürt’ün vekâletine sahiptir? Şerif Paşa, Ermenilerle Kürt’lerin bir kavim olduğu iddiasında bulunuyor. Hiçbir Kürt, Ermeni olamaz, hiçbir Ermeni de, Kürt olamaz. Her ikisinin de ayrı ayrı milletler olduğu tarihlerden beri bilinir.

4-Şerif Paşa emin olmalıdır ki, kendisinin verdiği bu kararı her Kürt, lanetle ve nefretle yüzüne çarpacaktır. Şerif Paşa sırf kendi namı ve hesabına bir anlaşma düşünüyor. Fakat bendeniz, Kürtler namına söz söylüyorum. Temsilci ve vekilleri olduğum Beyazıt sancağında meskun bulunan Celali, Ademan’lı, Zilan’lı, Sıpkan’lı, Hayderan’lı, Serah’lı, Cibran’lı, Camedan’lı aşiretleri ve bunlara mensup binlerce kabile ve yüz binlerce Kürdün temsilcisi sıfatı ile söylüyorum ki, Şerif Paşa’nın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt yoktur.

5- Şerif Paşa’nın bu kararı, haysiyet ve din duyguları dağlar kadar muazzam olan Kürt’lerin, lanetle red edecekleri bir karardır. Yine bu asil kavme izafeten söylüyorum ki, Kürt aşiretlerinin hilafet ve saltanattan ayrılmaya katiyen iltifat etmeyeceklerini, böyle bir şeyin hatır ve hayallerine bile getirmeyeceklerini beyan ile temin ediyorum. Bu asil kavim ki, Rus Çarlığı’nın Dünyayı dehşetle korkuttuğu zamanlarda dahi her türlü fedakârlık göstererek İslami Camia’dan ve saltanat ve hilafetten ayrılmadılar. O yiğit cengaverler ki, son harpte Rusların her türlü iltifat ve kandırmacasına kapılmayarak vatanlarını adım adım savunarak destan olacak kahramanlıklar göstererek ve toprakları üzerine kanlarını akıtarak, milyarlarla mal ve servetlerini feda ederek, dâhili Osmani’ye ye hicrete mecbur ve bin türlü sefaletle zarurete düştüler. Yine o Aslanlardır ki, Ağrı Dağı’nı ve Zilan deresini tutarak Ruslar’ın yenilgisine kadar Ruslar’a teslim olmadılar, savunmada sebat ettiler.

6-Evet, Kürt aşiret ve kavimlerinin bazı talepleri vardır. Kürtler ne ister? Kürtler; bulundukları yerde Türk kardeşleri ile birlikte medrese ve mektep ister. Yol ister. Adalet ve mali yardım ister. Bu da hakkıdır. Fakat bunu başka taraftan değil, makam-ı Devlet’ten ve Yüksek Meclis’inizden ister. Bu taleplerin de zamanını bilir.

7- Kürtlerin bugün ve gelecekte yegâne istediği şey, bütün varlığı ile saltanat ve hilafete bağlı kalmaktır. Bu bağlılığı da hiçbir tesir ve kuvvet bozamayacaktır.”

4 Mart 1920 tarihli “Yeni gün Gazetesi’nde” yayınlanan bu mektupta olduğu gibi İngilizlerin dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması planı; Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi’nin (Ki, aynı minvalde 7 Mart 1920’de ‘Kürtler ve Osmanlılık’ başlığıyla ‘İkdam’ gazetesinde, ve 17 Mart 1920 de ‘Sebil-ür Reşad” gazetesinde ‘Kürtler ve İslamiyet’ başlıklı makalesi ile Kürt Şerif Paşa’ya gereken cevabı makaleleriyle vermiştir. (Bkn: Asar-ı Bediiyye/ 16-17. Makale) önderliğindeki din adamlarının, Osmanlı meclisindeki Kürt mebusların, Kürt aşiret reislerinin ve Kürt halkının büyük tepkisi (makaleler, nümayişler, telgraflarla protesto edilmiştir) üzerine bu İngiliz planı akim kalmıştır.

Yukarıda tarihi bir belgeden, bir alıntı mevcuttur. Bir Milletvekilinin Osmanlı Meclis kürsüsünden dile getirdiği haykırışının bazı bölümlerini dikkatlerinize sunduk. Yorum ve değerlendirme sizindir. Bu yedi maddede ifade edilen hakikatleri, Türk, Kürt, aklı başında herkes ibretle düşünmeli ve dikkatle değerlendirmelidir.

Ayrıca yine Bediüzzaman hazretlerinin; asrın başında şarkta ahali içinde dolaşarak, Kürt aşiretleri ve Kürt halkı ile bire bir yaptığı görüşmeler sonucunda doğudaki hastalığı teşhis ve tedavi reçetesini de ‘Münazarat’ adıyla 1911 tarihinde telif ettiği eseriyle ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu hususta çözüm arayan etkili ve yetkili kişilerin mutlaka bu esere müracaatları Müslüman milletimizin geleceği açısından elzem olduğu kanaatindeyiz.

Üstad bu kitabı için yetkililere şöyle sesleniyor:

Ey kendini havas zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükümet! Yeisi kırmak için avama ders ve hitap olan şu kitabı senet tutup teselli etmeyiniz. Zira, sizin su-i istimaliniz, onların su-i tefehhümünden daha ziyade su-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim; dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.” (Münazarat sh:133)

Görüldüğü gibi, tokat yemeye devam ediyoruz. Hazretin ifade ettiği gibi “Münazarat”ta tesbit edilen hakikatlerin acilen siyasiler ve hükümet tarafından fiiliyata konması zamanı (yüzyıllık bir geçikmeyle) artık gelmiştir. Bu hususta hükümetlerin söyleyecek sözleri ve filleri kalmamıştır. Zira, her yol denenmiş ve her hükümet eteğindekini boşaltmıştır. Ama ne çare ki; dert, bela, musibet ve tokatlar da bu memleket üstünde bitmemiştir.

Çözüm noktasında; Ülkemizde akl-ı selimin hakim olacağını, sonunda hazretin belirlediği rotanın takip edileceğine olan inancımızı ve bilhassa kürtlerin çoğunluğunun bu ümid ve temenni içinde beklediklerini de ifade etmek istiyorum.

Recai ALBAY

“Tesettürsüzlük ve Açık Saçıklık” Mes’elesine Bediüzzamanca bir Bakış

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samîmi bir hürmet ve muhabbetle devam eder.

Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü; açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından dahi iyisini görür.

Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samîmi muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gâyet çirkin ve gâyet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.

Şöyle ki: İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin sîmaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gâyet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir.

Çünkü; mahremin sîması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!.. (Lem’alar, 24.Lem’a, 3.Hikmet)

Ma’lûmdur ki; kesret-i nesil(neslin çoğalması) herkesçe matlubdur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenâsüle tarafdar olmasın. Hatta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:  “İzdivaç ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Hâlbuki tesettürün ref’i(açık saçıklık), izdivacı(evliliği) teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünkü; en serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yâni açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhuşa sülûk eder.

Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü; kadının aile hayatında müdürü dâhilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza me’muru olduğundan en esaslı hasleti sadakâttır, emniyettir. Açık saçıklık ise bu sadakâtı kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir.

Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz. Başka kadınları da nikâh edebilir.

Memleketimiz Avrupaya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vâsıtalarla açıksaçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sâhibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride(soğuk memleketler) olan Avrupadaki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve camiddirler.

Bu Asya, yâni Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nisbeten memâlik-i harredir(sıcak memleketler). Ma’lûmdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde te’siri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık, belki çok sû-i isti’malata ve israfata medâr olmaz.

Fakat serîü’t-teessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i isti’malata ve israfata ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbûr zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münâsebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbûr olduğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler; köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münâsebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden ma’sûme işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsaniyeyi tehyîce medâr olamadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez. (Lem’alar, 24.Lem’a, 4.Hikmet)

Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye(kadınlar taifesi) ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.

Evet nasılki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor.

Aynen öyle de: Bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin plânıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i îmana taarruz edip saldırıyorlar.

Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.

Birkaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur.

Hattâ bu hâlin neticesi olarak o âhirzamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahibsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.

Madem hakikat budur.

Ve madem her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez.

Ve madem güzellik bir nîmettir.

Nimete şükredilse mânen ziyadeleşir.

Şükredilmezse değişir, çirkinleşir.

Elbette aklı varsa, hüsün ve cemalini günahları kazanmak ve kazandırmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti küfran ile medar-ı azab bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak.

Ve o fâni, beş-on senelik cemâli bâkileştirmek için, meşru’ bir tarzda istimal ile, o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz kalıp, me’yusane ağlayacak.

Eğer terbiye-i İslâmiye dairesinde, âdâb-ı Kur’aniye zînetiyle o cemâl güzelleştirilse; o fâni hüsün, mânen bâki kalacağı ve Cennet’te hûrilerin cemalinden daha şirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadîste kat’iyetle sabittir.

Eğer o güzelin zerre miktar aklı varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak… (Gençlik Rehberi, Birden İhtar Edilen Bir Mes’ele-i Mühimme)

Said Nursi

Risale-i Nur’lar Klasik ve Evrenseldir

Klasik eserler insanlık tarihi boyunca insanın evrenselliğine paralel olarak onun değerlerini sürekli kılan yapılara sahip olmuşlardır.

Onlar adeta insanla atbaşı giderek onun dini, dili, hayali, milli hassasiyetlerinde değişmeyen ölçüler koymuşlar ve her zaman ve zeminde değerlerini ve sıcaklıklarını korumuşlardır. Klasik eserler toplumların mayası ve sabitliğini sağlamışlardır.

Klasik eserlerin yapısını tarif eder Boileau,

Sanatın akıl, sağduyu ve doğa gibi üç temeli vardır.

Her eser değer ve cilasını akıldan alır ve sağduyuya uymayan hiçbir sanat eserinin estetik bir değeri yoktur.

Güzelliğin esasını hakikat teşkil eder, hiçbir şey hakikatten daha güzel değildir ve ancak hakikat sevimlidir.

Sanatta incelenecek ve etkilenecek tek kaynak tabiat olmalıdır.”(Cemil Sena, Estetik 241)

Risale-i Nur’un özellikleri akıl, sağduyu ve tabiattır.

Bediüzzaman eserlerinde asırların ve fikirlerin değişmesiyle erozyona uğrayan ve hastalaşan, değerlendirme melekesini kaybetmiş olan aklın sabit değerlendirmeler ve yorumlar kazanmasını sağlamıştır.

Onun her eserinin arka planında akıl vardır, Onuncu Söz ‘de ahireti anlamayan İbn-i Sina ve daha önceden bu hakikatı anlamayan aklı onu anlayacak hale getirir.

Gündelik meselelerle uğraşmaz Bediüzzaman, kıyamet kopuncaya kadar Haşir hakikatı aklın handikapıdır ve bir Haşir risalesine dönemsel olmayan bir gerçeklikle bağlıdır. Onu vicdanı arar.

MUHAKEME VE YORUM LABARATUARI

Sağduyu yine Bediüzzaman’ın değerlendirmelerinin kaynağıdır, akıl eğitilir sağduyuyu eğitir, Bediüzzaman sağduyusu ile her olaya yaklaşır ve çözümler.

Tabiat, Bediüzzaman’ın eserlerinin muhakeme ve yorum laboratuarıdır. Onun eserlerinde akla ve mantığa ve kalbe yardım eden bir Tabiat gözlemleri zinciri vardır. Hem özellikle vardır, onun tabiat levhalarının hiçbiri dönemsellikle yâd edilemez.

Anlaşılıyor ki sağduyu, akıl, hakikat ve doğaya uygun olan düşünce ve duygular, gerek dil, gerek inanç ve anlayış itibariyle örnek niteliklere malik olan klasik eserlere yansırlar. Dönem ulus ve ihtiyaçlar ne kadar değişirlerse değişsinler, daima aynı akla uygun bir düzene bağlıdırlar, Zorunluluklara ve esaslara önem vermek, ayrıntılardan ve gelip geçici olanlarla mümkün olanlardan kaçınmak gerektir. Bediüzzaman bir hakikatperesttir ve insanları da hakikat perest olmaya eğitir.

Risale-i Nur’da onlarca hakikat çeşidi vardır, bu hakikatler son yüzyılların felsefi ve fenni tesiriyle yıpratılmış hatta yok edilmişlerdir.

Bediüzzaman bu değişmeyen ve herkesin zorunlu tecrübesi olan hakikatı talim ettirir, bu bahis büyük boyutludur.

Bütün akaidi hükümler aynı zamanda hakikattir.

  • Ahiret bir hakikattir.
  • Haşir bir hakikattir.
  • Melekler bir hakikattir.
  • Miraç bir hakikattir.
  • Nübüvvet bir hakikattir.

Bütün bu hakikat burçlarını Bediüzzaman insanın zihin ve akıl planına getirir onları anlamalarını onlarda fani olmalarını sağlar, bunlar dönemsel değil insanın klasik tabiatının değişmezliğine paralel hakikatlerdir.

Klasik eserlerin bir başka noktası, seçilecek konuların herkeste bulunan sağduyunun kavrayabileceği olgu, hal, duygu, düşünce ve inançlardır.

Klasik bir eserde zaman, uzay ve konu arasında bir birlik olmalıdır.

Klasikler insanın her çağda, her toplumda daima aynı duygu ve düşüncelere malik olduklarını, vicdan ve anlayış itibariyle aralarında bir fark olamayacağını kabul ederler.

Bu nedenle de eserlerinde değişmez tipleri örnek gösterirler. Klasiklerde akıl sanata yansımıştır.

Bütün bu özellikler Bediüzzaman’ın eserlerinin özellikleridir. Bediüzzaman eserlerinde değişmez tipler ortaya çıkarır. Bütün bir Sözler kitabında bir tipler külliyatı vardır.

Altıncı sözde iki kişi vardır, biri malını Allah’a satmaya diğeri satmamaya örgütlüdür.

Birinci sözde muhatab Bismillah’ın ilahi asansörüne biner, semaya çıkar, Allah’a muhatab olur. Bunlar nasıl dönemsel olabilir.

1898 ‘de klasikler münakaşası yapılır Osmanlı matbuatında, dönemin muharrirlerinden Hüseyin Daniş bey Klasik”i tarif eder.

Mertebe-i alelali, derece-i bülendi ihraz edip, ilelebed nümune-i imtisal, sermeşk-i taklid olmak selahiyetini haiz asara klasik denir.” (Hüseyin Daniş, Malumat, İkram-ı Aklam 6 Eylül 1898)

Yüksek ve büyük bir mertebe ve derece kazanmış eserdir klasik.

Numune-i İmtisal örnek alınan bir eserdir.

Bütün İslam dünyası Bediüzzaman’ın gayet yüksek ve ali, ve örnek yapısını dinin anlatımında esas almışlardır. İlelebed numunedirler, her zaman taklid edilirler. Türkiye’nin maneviyat erlerinin çoğu onun rahlesindedirler, eğitimleri her gün devam eder.

Roma’da “ seçkin edipler tabakasını teşkil eden roman ve Atina şairlerine, kalem sahiplerine Auctores Clasici anlamında klasik yazarlar dendi” (aynı yazı)

Yine Hüseyin Daniş bir başka tarifle “meşk ittihazına layık measir-i kalemiye“ (Ahmet Cevdet, İkdam 25 Ağustos 1898)Örnek alınacak bir metindir klasik eserler.

Necip Asım, Kitapçı Haşet’in neşrettiği klasikler cetvellerini yetersiz bulur.

O cetvelleri bir Avrupalının gayrisi tedkik ederse ne kadar nakıs, ne derece insafsızca tertib edildiğini görür de şaşar. Küre-i arz üzerinde binlerce asırdan beri gelip geçen akvamın klasikleri üçyüz parçayı geçmiyor. Bunlar da bir ikisi müstesna olmak üzere hep Yunan ve Latin ve Avrupa metaından ibaret” (Necip Asım, Klasikler, Malumat 3 Eylül 1898)

Klasiklerin önemli bir yanı dili ve değerleri korumalarıdır. Hüseyin Daniş söyler

Bir milletin içinde yetişen klasiklerin cümlesinin bir tarz-ı kelamda bir devirde, bir asırda tuluları şart değildir, muhtelif devirlerde doğarlar, mütenevvi şivelerde teferrüd edebilirler. Yunanilerde Homeros ve Eflatun ikisi de klasiktirler. Aralarında tam altı asırlık bir fark vardır. Bu müddet-i medide zarfında lisanın kemali tağyire uğramayarak kalmış yahut tevessü etmiştir.” (Hüseyin Daniş , İkram-ı Aklam , 6 Eylül 1898)

Klasiklerin bir önemli yönü milletlerinin dilini toparlamak ve yükseltmektir.

Daniş Bey Shakespeare ve Dante’nin biri İtalya’da biri İngiltere dillerin toparlanmasına yükselmesine neden olmuşlardır. “Dante İtalya’da Shakespeare İngiltere’de coşkun bir feveran ile lisanlarını kemalin en yüksek noktasına fırlattılar”(aynı makale )

Bediüzzaman dilin tahrib edildiği bir dönemde bu eserlerini yazmıştır, güneş dil teorisi ile milletin dil güneşi söndürüldüğü dönemde dilde sabit bir ölçüyü esas alarak bozulmuş ve dokusu karışmış dili korumuştur. Bugün hiçbir üniversite ve eğitim kurumu Bediüzzaman’ın medreseleri kadar sabit bir değişme ve klasik bir dil koruyamamıştır. Bunu Bediüzzaman yapmıştır dini koruduğu gibi dili de korumuştur. Köylü nur talebeleri bir profesörden daha derinlikli sabit bir Osmanlı ve Türkiye Türkçesi kullanırlar.

Bunlar nasıl dönemsel olabilir, yüz elli senedir dil sorun iken binlerce sayfa dil sorunu ile ilgili karalamalar olduğu halde Bediüzzaman dili korumuş ülkeyi korumuştur, birileri bu dili bozmakla güneş dil teorisi ile birlikte hareket etmiş olmazlar mı, dilini boz sonra dönemsel de birinci halka ve de ikinci halka.

Daniş Bey nelerin klasik olabileceği konusunda da bir ölçü koyar. “Klasik olabilecek yani ilk sıraya konup maye-i imtisal addedilebilecek asar öteberi şeyler, adi hikâyeler, efsaneler, mecmua-i letaif gibi şeyler olmayıp, ciddi yazan bir kalemin, hakikatleri yazan bir üstadın, mahsül-i dilpesendi olan asar-ı güzindir ki garbda ve şarkın Türkisi, Arabisi, Farisi’sinde mevcut nevadir bu kabildendir.” (Aynı makale )

Bediüzzaman hakikatleri yazan bir üstad, diline herkesin pesend ettiği bir büyük ediptir, klasik muharrirdir. Aşılmaz ve ulaşılmaz.

Ahmet Cevdet, Mithat Efendi bizim henüz klasikler devrine girmediğimizi söylerler.

Naci Efendi, bir klasik eser meydana getirmek isterse de başaramaz. O da bizim henüz klasik devrine girmediğimizi beyan eder.

Ahmet Cevdet ise “Süleyman Çelebiler, Sinan Paşalar, Naciler’in asar-ı fahiresi bizim klasiklerimizdir”(Ahmet Cevdet, İkram-ı Aklam, Malumat 25 Ağustos 1898)der.

Daniş Bey, eğer klasik eser var ise, lisan da klasikleri meydana getirecek mükemmelliktedir, yorumunda bulunur.

Necip Asım Bey, Nasrettin Hoca hikâyelerinin bizim mühim bir klasiğimiz olduğunu beyan eder.

“ O hikayat-ı latife bizim klasiklerimizden biridir. Hoca Nasrettin o kadar klasiktir ki klasiklerin içinde müstakil bir klâs teşkil eden eazım meyanına dâhildirler.

Arapta Cahız, Yunan-ı Kadim ‘de Diyojen, Hoca’nın eslafıdırlar.

“ Necip Asım Mevlid-i Şerif i de klasik olarak kabul eder.

“İşte ezcümle hala mülk-i Osmanî’nin her yerinde kemal-i tazimle okunan ve belki de yüzlerce naziresi yapıldığı halde, kıymetinden düşürmek şöyle dursun, sanki o naziregular o güzel eserin kıymetini artırmak üzere çalışıyormuş gibi maküs bir netice veren Mevlid- i Şerif manzume-i celilesi ilk klasiğimiz olduğu gibi, ondan sonra da bir takım edvar-ı edebiye küşadına sebeb olan klasik ediplerimiz gelmiştir. İşte Baki, Fuzuli, Nefi, Nedim, İzzet, Akif Paşa ve sairenin asarı bir klasik değil de nedir ?” (Necip Asım, Yine Klasikler, Malumat 11 Eylül 1898)

Mithat Efendi klasik eserler karşısında insanların zamanı bahane edemeyeceğini ve onların her asırda güzellikleri koruyacağını söyler. “Bu benim zamanımın asarından değildir, bunu benim dimağım beğenmez, buna karşılık tabımda bir bürudet hâsıl oluyor “diyemez. (Ahmet Mithat, Klasikler ve Şahabettin Bey, Malumat 25 Eylül 1898)

Klasik eserler zamansal değil, evrensel ve zaman üstü her devirde zamanın üstündedirler.

Bediüzzaman bir klasik müellif, eserleri de evrensel ve klasiktir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Esma Okumaları

Bediüzzaman’ın esma okumalarını kategorize etmek zor bir şey. Esma okuması, sanat okumaları demek. Bir resim galerisinde resimlerin boya ve desenlerini yorumlayan bir resim sever gibi, Allah’ın yeryüzündeki sanatlarında onun isimlerini izlemek , görmek, isimlendirmek , fiillerini yorumlamak “esma okumaları” demek. Bediüzzaman celal ve cemal ağırlıklı okumalar gerçekleştirir. Bütün esma okumaları bu iki ismin çatışı altında yer alırlar.

Celal ve Güzellik, kozmik durumlarda celal ağırlıklı güzelliklerin kaynağıdır. “Hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultanın haşmetinin derecesini ve terakkiyât-ı medeniyede kemal derecesini gösterdiği gibi; koca semâvât, o haşmetli, zînetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin saltanatının kemalini ve sanatının cemalini öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

Haşmet içinde parlamak ve zinet içinde tebessüm celal ağırlıklı bir güzelliktir, çünkü haşmet Celal isminin tezahürüdür. Görüntüsüdür. Osmanlıda padişahların tahta geçiş günleri her yıl kutlanırmış onların padişahın haşmetini göstermesinden hareketle bu yorumu yapar Bediüzzaman.

Esma okumaları isimlerin iç içe geçtiği durumlarda güçleşir, Bediüzzaman’ın kainatın desenleri diyebileceğimiz bu esma okumaları büyük bir tez olacak azamettedir. Burada adl isminin arkasından küddüs ismini yorumlar. “ve ism-i Adlin cilvesi arkasında tecellî eden ism-i Kuddûsün, o mevcudâtı, Cemîl-i Mutlakın cemâl-i Zâtına ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsına lâyık ve münâsip olacak gâyet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.” (Lemalar)

Allah’ın bütün isimleri güzeldirler. Onların okumaları da öylece güzeldir. “Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ” tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin aynası güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren ayna güzelleşir. O aynanın başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, o hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü’l-Hüsnânın güzel nakışlarını gösterir.(Lemalar)

Esmanın icaddaki tezahürleri başka, insanın kendi iradesine göre şekillenen esma başka, bu metinde insanın kendi iradesiyle kendinde tecelli eden esması da söz konusudur. Biri gayri ihtiyarı yukardan, diğeri ise ihtiyarla ama yine yukardan tecelli eden esmalardır.

Allah’ın esması güzel olduğu gibi, yarattıkları mevcudatın yok olması da imkansızdır. Çünkü onun yarattıkları onun mührünü ve mülkiyetini, aidiyetini taşır, onlar zevale, yokolmaya gitmez. Bu metinde bir dizi esma okuması gerçekleştirilmiştir. “Allah bize kafidir. O ne güzel vekildir.

O, Mucid ve Mevcud-u Baki olduktan sonra, mevcudatın zevale gitmesinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü Vâcibü’l-Vücud olan Mucidlerinin bekasıyla, o sevimli varlıklar devam ediyorlar.

O, Sani ve Fatır ı Bakidir. O halde, masnuun zevaliyle mahzun olmamalı. Çünkü; muhabbete vesile olan husus, Saniinde aynen devam etmektedir.

O, Melik ve Malik-i Bakidir. O halde, ayrılık ve gidiş içerisinde tazelenen mülkün zevalinden teessüf edilmemeli.

O, Şahid ve Alim-i Bakidir. Öyle ise, sevgililerin dünyadan kaybolmasına hasret çekilmemeli. Çünkü, onları müşahede eden Zatın ilim ve nazar dairesinde varlıkları devam ediyor.

O, Sahip ve Fatır-ı Bakidir. O halde, güzellikleri takdir edilen şeylerin zevalinden kederlenmemeli. Çünkü, onların güzelliklerinin kaynağı Fatırlarının esmasında devam etmektedir.

O, Varis ve Bais -i Bakidir. O halde, ahbabın firakından dolayı “Ah!” çekilmemeli. Çünkü, onlara varis ve onları tekrar diriltecek olan Zat bakidir.

O, Cemil ve Celil-i Bakidir. O halde, güzel isimlere ayna olan güzel masnuatın zevalinden hüzne düşülmemeli. Çünkü, o esma, aynalarının zevalinden sonra da güzellikleriyle baki kalmaktadır”

Risale-i Nur bir esma okumaları mektebidir. Bediüzzaman çok yönlü , çok perspektifli bir esma okuyucusudur. Risale-i Nur’da insan hayatını ilgilendiren olaylar, dünyevi uhrevi okunur, tıpkı bir göğüs hastalıkları uzmanının bir filmi okuması gibi.

Okumanın bir diğer yönü de mütalaagah olan bu dünyada Allah’ın yarattığı sanat eserlerinin sanat niteliklerini ve onlarda esmaların görünme şekilleri okunur. Bediüzzaman nesneleri esma adına okur. “Gel şimdi bir ağaca dikkatle bak İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzun açılması, meyvelerin hikmetle rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde masum çocuklar gibi nesimin esmesinde oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neşe-i lütuf ile tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla, ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hizmetli nizam içindeki adilli mizan, ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, ve meharetli nakışlar ve zinetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zahir bir surette bir Sani-i Hakim, Kerim, Rahim , Muhsin, Münim, Mücemmil, Mufaddılın vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. İşte eğer bütün ruy-ı zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen “yüsebbihülillahima fissemavati vel ard” hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın”(19 P)

Meyveleri dalların ellerinde masum çocuklar gibi görmek, rüzgarın esmesiyle oynamaları, latif ağızları, kerem eliyle yeşillenen yapraklar, lütuf neşesiyle tebesüm eden çiçekler, gülen meyveler, tadlar, kokular, tatmaklar sonra bunların hepsini esma ile bağlantılı anlatmak, gözlem, beşerileştirme, sonra esma ile mühürleme. Sanat harikalarıyla dolu okumalar.

İlimlerin kainata yansımaları yine esmalarla ilişkileri anlatılır, bunlar da esma okumalarıdır. Bediüzzaman birçok ilimlerden veriler alır, metaforlar alır ve bir hakikatı ortaya çıkarır. “Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi “( 6 P) “ Ey biçare müflis felsefi”(10 P) “Ey kozmoğrafyacı efendi”(19 P)” Ey coğrafyacı efendi “(22 P) hitapları onların yanlış bakış açılarını tashih içindir.

Esma okumalarından bazı örnekler vermekle yetindik.

Prof. Dr. Himmet Uç