Etiket arşivi: Recai ALBAY

İslamofobia’ya Rağmen Müslüman Olanlar Artıyor!

İkiz kulelere yapılan saldırıdan sonra yayılan İslamfobia, ters tepmeye başladı. Çok sayıda insan ile beraber papazlık eğitimi alan Ahmet İsa Wagner’de müslüman oldu.

Malumunuz, Barnabas İncil’i hem Hz.Muhammed’den bahsettiği için ve hem de İslam akidesine uygun bir tevhid anlayışını ihtiva ettiği için Hıristiyan âlemince yasaklanmış bulunmaktadır. Bu İncil’i incelediğimizde bende şöyle bir kanaat oluştu: Hıristiyan dünyası eninde sonunda bu “İncil”de bahsedilen hakikatleri kabul etmek zorunda kalacaklardır. Çünkü Hıristiyan dünyası, mademki, bilimin, aklın ve araştırmaların kaynağıdır ve gerçekleri aramaya devam ediyor. Bu arayış sonunda onları bu “Barnabas İncili”ndeki “hakikata” ulaştıracaktır.

Bu kanaatimizi destekleyen, selefinden aktarılan bir çok İslamî rivayetler bulunmakla birlikte, aşağıda zikredilen kıssalar bu kanaatimize iki önemli temel dayanak teşkil etmekteler:

Birisi; Hz. İsa’nın Barnabas İncili’nde de geçtiği gibi, Benden sonra Allah’ın Elçisi gelecek, bana yaptığınız iftira ve yalanları temizleyecek, sözüdür. Bu ve buna benzer ifadeler ‘Barnabas İncili’nde mükerreren ve Hz. Muhammed’in ismi aşikâr zikredilerek geçmektedir.

Bu sözü İsa (a.s) kime söylüyor? Bu, bence çok önemli bir noktadır. Kendisini takip edenlere, havarilerine, din bilginlerine ve Nasranîlere, yani peygamber olarak gönderildiği kitleye söylüyor. Ve kendisinden sonra gelecek olan zat’ı (a.s.m) ayrıntılarıyla tarif ediyor. Bu tarifler o kadar ayrıntılı ki, hatta ayetlerde geçtiği üzere ehl-i kitap kendi çocuklarını tanır gibi Hz. Muhammed’i tanıyorlardı. Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, ahirde gelecek bir peygamberden bahisler var; çok ayetler var.

Bu hususta daha geniş malumat edinmek isteyenler, Mevlana Cami’nin ‘Şevahidün Nübüvve’ adlı eserine ve Risale-i Nur külliyatından Mektubat adlı eserin 19.Mektup’una (Mucizat-ı Ahmediye) başvurabilirler.

İkincisi; Hz. Muhammed’in hadisleridir. Bu hususta da Rahle yayınlarından çıkan ‘Nüzul-i İsa (a.s)’ adlı kitabı öneriyorum. Bu kitapta 84. hadis-i Şerif ve 13 Ayet-ı Kerime ile Hz. İsa’nın ahirzamanda geleceği ve İslam’a tabi olacağı gayet makul ve mukni bir şekilde açıklanmıştır.

Binaenaleyh, bu kadar müjde ve işaretler, ayetler ve hadisler, hem o zamanın bir derece evliya ve arif-i billah olan bir kısım insanların tevatür derecesindeki ihbarları elbette doğrudur ve tahakkuk etmiş bir hakikattir. Bu hakikate binaen, ehl-i kitabın İslam’a biat edeceğine olan kanaatimizi yukarıda belirtik. Zaten son yıllarda bilhassa Avrupa’da İslamiyet’in hızla yayılması, Kilise dâhil, özellikle aydın kesimce sahiplenilmesi de bu kanaatimizi güçlendirmektedir. Bakınız şu olay bu kanaatimizi yeterince perçinlemeye kafi değil midir?

“Rotterdam İslam Üniversitesindeki bir heyet tarafından Flemenkçeye’de çevrilen Haşir Risalesinden, Utrecht ve Rotterdam’daki bazı papazlar (22 Papaz) haftalık olarak kendi aralarında ders okumaya başladılar. Papazlar, “Zira ahirete iman hepimizin ihtiyaç duyduğu birşey” diyorlar.”

“Geçtiğimiz günlerde İstanbul’a gelen Filipinler Mindanau Otonom Bölgesi Yüksek Öğretim Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nora Şerif ve onun kızı ve yardımcısı olan Dr. Noraliyn Şerif Risâle-i Nur’un Filipinler eğitim sisteminde ders kitabı olarak okutulacağını söyledi.”

Moses adını taşıyan ve Evangelist bir papaz olan ve 1993 yılında gördüğü bir rüya üzerine İslâm`ı seçerek Afrika`da İslâmî çalışmalar yürüten Sierra Leoneli Musa Bangura, Müslüman olduktan sonra 500`ü papaz olmak üzere 4 bin 402 kişinin İslam`la tanışmasına vesile oldu.”

Papazlık ve Felsefe eğitimini alan Christof ; Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Muhammed’in geleceğini müjdelediği sözleri Hıristiyanlar için çok tehlikeli addedilmektedir. Hazret-i İsa da dahil tüm peygamberleri gönderen Yüce Yaratıcının vahyettiği Kur’ân-ı Kerim’de “sözde” İsa’nın takipçilerinin durumu çok açıkça gözler önüne serilmiştir. İşte, bu gerçekleri görüp de Müslüman olmasınlar diye “İslâmiyet“le ilgili tüm bilgiler Hıristiyanlardan uzaklaştırılmaktadır. Yani Hıristiyan okulları talebelerine İslâmiyeti öğretmeye korkuyorlar. Kur’ân İnsan sözü değil. İlahi metinler konusunda yıllarca eğitim almış birisi olarak şunu tüm benliğimle söyleyebilirim ki, Kur’an-ı Kerim insan elinden çıkmış bir metin değil. Kur’an’ı okuyan her insaf sahibi Kur’an-ı Kerim’in Allah Kelamı olduğunu kabul eder. Bunu anlamak için yıllarca eğitim almaya gerek yok. Bu hakikat yakında tüm Avrupayı saracaktır. Gidişat o yöndedir.” (Medya Haberleri)

Bizim de anlatmak istediğimiz budur. Biz de Papazlık eğitimini aldıktan sonra müslüman olan AHMED İSA WAGNER’in şu temenni cümlelerine gönülden amin diyoruz:

“11 Eylül olayı olumsuz bir süreç başlatmıştır, maalesef bunu kabul etmek lazım. Fakat bu olumsuz durum yine Müslümanların lehine dönmüştür. Böyle olumsuz bir olayla bile olsa insanların gündemlerine İslâm girmiştir. İslâm hakkında sorular soran ve bu soruların en güzel cevaplarını İslâm’da bulan binlerce insan her geçen gün Müslüman olmaktadır. İslâm artık daha fazla konuşuluyor. Dünyada konuşulan iki şeyden biri. Önceden Kapitalizm ve Komünizm konuşuluyordu. Komünizm hâlledildi gibi görünüyor. Şimdi ise Kapitalizm ve İslâm konuşuluyor. Gelecek hakkın, yani İslâm’ındır. Bizim kurtuluşumuz ise, bu kervanın içinde bulunmakla mümkündür. Kervan bir yol bulup hedefine varacaktır. Yüce Allah bizi bu kervanın içinde olanlardan eylesin, gerisinde kalanlardan olmaktan korusun.”

Evet dünyada zahiren İslamın aleyhinde gibi cereyan olaylar ve Batı’nın ‘İslamofobia’ olarak ileri sürdüğü her olumsuz hareket ve hadise geniş dairede tedrici olarak islamın lehine işlemektedir. “Sizin şer olarak gördüğünüz şeyde umulur ki onda hayır vardır” kuralınca, Cenab-ı Hakk zemini ve mekanı İslamın istikbal etmesine müheyya etmektedir. Üstadın dediği gibi:

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.”

Hiç şüphesiz bir şekilde, gerek istikbâl semavatı, gerekse Avrupa ve Asya İslâm’ın parlak eline beraber teslim olacaklardır. Bu müjdeler şimdiden çıkmaya başladı elhamdülillah.

Recai ALBAY

Ermenilerle Kürtleri birleştirme çabası daha Osmanlı’da başlamıştı!

Daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bu tartışmalar başlamış, Ermenilerle Kürtlerinin Osmanlıdan ayrılarak birlikte devlet kurması planlanmıştı. Bu günde aynı gayeye hizmet edildiği görülüyor.

Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman halk, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918-1920 arasında) tarihlerinin en acı ve en hüzünlü günlerini yaşıyordu.

İşte bu acı ve hüzünlü günlerde bir haber, Müslüman yüreklerdeki acı ve hüznü daha da katmerleştirmişti. Bu habere göre; “Sevr’de Osmanlı Parlamenterleri olan Seyyid Abdülkadir ve Şerif Paşa, Ermeni delegesi Bogos Nubar Paşa ile anlaşmışlar. Türkiye topraklarında bir Ermenistan, bir de Kürdistan kurulmasını Sevr’deki düşman delegelerine kabul ettirmişlerdi.”

İşte bu haber, Beyazıt (Ağrı) Mebusu Dursun Ağazade Mehmet Şefik Bey’in (Şefik Baydar’ın), o zamanki Osmanlı Meclisinde kürsüye çıkarak şu haykırışına neden olmuştur. Bu haykırışın tamamı, Yeni gün Gazetesi’nin 4 Mart 1920 tarih ve 349 no’lu nüshasında yayınlanmıştır. Orijinali orada mevcuttur. Aşağıda günümüzdeki Türkçeye çevrilerek ve kısaltılarak verilmiştir.

İşte Osmanlı Meclisinde bir haykırış (Bu haykırışın nerdeyse her cümlesi o zamanki Meclis’te yüksek bir destek ve alkış almıştır. Bu destek ve alkış Meclis Tutanaklarından belli olmaktadır) :

“1-Kürtler, Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren bütün mevcudiyeti ile Türk kardeşleri ile el ele vermiş ve bu güne kadar yekdiğerinden ayrılmamak suretiyle yaşamışlardır. Bizler dinimizin bağları ile birbirimize bağlıyız. Doğu Vilayetlerinin nüfusunun yüzde doksan beşini çoğunluğunu oluşturan bu muazzam Müslüman kitle içinde Türk ve Kürt’ün hiçbir farkı yoktur. Aralarında ayrı gayrı yoktur.

2-İslamiyet, kavmiyet ve milliyetin çok çok üzerindedir. (İslamiyet’te hiçbir kavmin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır)

3- Şerif Paşa nereden ve kimden izin almıştır? Hangi bir Kürt’ün vekâletine sahiptir? Şerif Paşa, Ermenilerle Kürt’lerin bir kavim olduğu iddiasında bulunuyor. Hiçbir Kürt, Ermeni olamaz, hiçbir Ermeni de, Kürt olamaz. Her ikisinin de ayrı ayrı milletler olduğu tarihlerden beri bilinir.

4-Şerif Paşa emin olmalıdır ki, kendisinin verdiği bu kararı her Kürt, lanetle ve nefretle yüzüne çarpacaktır. Şerif Paşa sırf kendi namı ve hesabına bir anlaşma düşünüyor. Fakat bendeniz, Kürtler namına söz söylüyorum. Temsilci ve vekilleri olduğum Beyazıt sancağında meskun bulunan Celali, Ademan’lı, Zilan’lı, Sıpkan’lı, Hayderan’lı, Serah’lı, Cibran’lı, Camedan’lı aşiretleri ve bunlara mensup binlerce kabile ve yüz binlerce Kürdün temsilcisi sıfatı ile söylüyorum ki, Şerif Paşa’nın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt yoktur.

5- Şerif Paşa’nın bu kararı, haysiyet ve din duyguları dağlar kadar muazzam olan Kürt’lerin, lanetle red edecekleri bir karardır. Yine bu asil kavme izafeten söylüyorum ki, Kürt aşiretlerinin hilafet ve saltanattan ayrılmaya katiyen iltifat etmeyeceklerini, böyle bir şeyin hatır ve hayallerine bile getirmeyeceklerini beyan ile temin ediyorum. Bu asil kavim ki, Rus Çarlığı’nın Dünyayı dehşetle korkuttuğu zamanlarda dahi her türlü fedakârlık göstererek İslami Camia’dan ve saltanat ve hilafetten ayrılmadılar. O yiğit cengaverler ki, son harpte Rusların her türlü iltifat ve kandırmacasına kapılmayarak vatanlarını adım adım savunarak destan olacak kahramanlıklar göstererek ve toprakları üzerine kanlarını akıtarak, milyarlarla mal ve servetlerini feda ederek, dâhili Osmani’ye ye hicrete mecbur ve bin türlü sefaletle zarurete düştüler. Yine o Aslanlardır ki, Ağrı Dağı’nı ve Zilan deresini tutarak Ruslar’ın yenilgisine kadar Ruslar’a teslim olmadılar, savunmada sebat ettiler.

6-Evet, Kürt aşiret ve kavimlerinin bazı talepleri vardır. Kürtler ne ister? Kürtler; bulundukları yerde Türk kardeşleri ile birlikte medrese ve mektep ister. Yol ister. Adalet ve mali yardım ister. Bu da hakkıdır. Fakat bunu başka taraftan değil, makam-ı Devlet’ten ve Yüksek Meclis’inizden ister. Bu taleplerin de zamanını bilir.

7- Kürtlerin bugün ve gelecekte yegâne istediği şey, bütün varlığı ile saltanat ve hilafete bağlı kalmaktır. Bu bağlılığı da hiçbir tesir ve kuvvet bozamayacaktır.”

4 Mart 1920 tarihli “Yeni gün Gazetesi’nde” yayınlanan bu mektupta olduğu gibi İngilizlerin dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması planı; Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi’nin (Ki, aynı minvalde 7 Mart 1920’de ‘Kürtler ve Osmanlılık’ başlığıyla ‘İkdam’ gazetesinde, ve 17 Mart 1920 de ‘Sebil-ür Reşad” gazetesinde ‘Kürtler ve İslamiyet’ başlıklı makalesi ile Kürt Şerif Paşa’ya gereken cevabı makaleleriyle vermiştir. (Bkn: Asar-ı Bediiyye/ 16-17. Makale) önderliğindeki din adamlarının, Osmanlı meclisindeki Kürt mebusların, Kürt aşiret reislerinin ve Kürt halkının büyük tepkisi (makaleler, nümayişler, telgraflarla protesto edilmiştir) üzerine bu İngiliz planı akim kalmıştır.

Yukarıda tarihi bir belgeden, bir alıntı mevcuttur. Bir Milletvekilinin Osmanlı Meclis kürsüsünden dile getirdiği haykırışının bazı bölümlerini dikkatlerinize sunduk. Yorum ve değerlendirme sizindir. Bu yedi maddede ifade edilen hakikatleri, Türk, Kürt, aklı başında herkes ibretle düşünmeli ve dikkatle değerlendirmelidir.

Ayrıca yine Bediüzzaman hazretlerinin; asrın başında şarkta ahali içinde dolaşarak, Kürt aşiretleri ve Kürt halkı ile bire bir yaptığı görüşmeler sonucunda doğudaki hastalığı teşhis ve tedavi reçetesini de ‘Münazarat’ adıyla 1911 tarihinde telif ettiği eseriyle ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu hususta çözüm arayan etkili ve yetkili kişilerin mutlaka bu esere müracaatları Müslüman milletimizin geleceği açısından elzem olduğu kanaatindeyiz.

Üstad bu kitabı için yetkililere şöyle sesleniyor:

Ey kendini havas zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükümet! Yeisi kırmak için avama ders ve hitap olan şu kitabı senet tutup teselli etmeyiniz. Zira, sizin su-i istimaliniz, onların su-i tefehhümünden daha ziyade su-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim; dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.” (Münazarat sh:133)

Görüldüğü gibi, tokat yemeye devam ediyoruz. Hazretin ifade ettiği gibi “Münazarat”ta tesbit edilen hakikatlerin acilen siyasiler ve hükümet tarafından fiiliyata konması zamanı (yüzyıllık bir geçikmeyle) artık gelmiştir. Bu hususta hükümetlerin söyleyecek sözleri ve filleri kalmamıştır. Zira, her yol denenmiş ve her hükümet eteğindekini boşaltmıştır. Ama ne çare ki; dert, bela, musibet ve tokatlar da bu memleket üstünde bitmemiştir.

Çözüm noktasında; Ülkemizde akl-ı selimin hakim olacağını, sonunda hazretin belirlediği rotanın takip edileceğine olan inancımızı ve bilhassa kürtlerin çoğunluğunun bu ümid ve temenni içinde beklediklerini de ifade etmek istiyorum.

Recai ALBAY

Rabbim imhal eder(mühlet verir) ama asla “İHMAL” etmez!

Zalimlerin nasıl zelil duruma düştüklerini hep beraber seyrediyoruz. Oysaki onlar, bu zulmün bin yıl süreceğini, Allah’ın bile buna mani olamayacağını parmaklarını sallaya sallaya iddia etmişlerdi.

İnkar edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz, onlar için hayırlıdır. Biz onlara mühlet veriyoruz ki, günahlarını artırsınlar ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Ali İmran Sûresi. 178)

Rivayet edilir ki, Bermekî Hanedanlığı’nda önemli bir makamda görev yapan bir zat yaptıklarının neticesinde oğluyla beraber zindana atılır. Oğlu babasına sorar:

“Babacığım! Onca izzet ve saltanattan sonra, aklımıza gelmeyen başımıza geldi, adi bir suçlu gibi zincire vurulup hapse atıldık, der! Bunun üzerine babası:

Evladım! Mazlumun duası geceleri yol alır ve Allah’a ulaşmak için hızla yol alırken, biz gaflete daldık. Bu zevk-ü sefanın, saltanatın, demir yumruğun hep böyle süreceğini zannettik. Fakat mazlumun duasının er geç Allah’a varacağını hesaplayamadık. Hâlbuki Allah hiç bir şeyden gafil değildir, diye cevap veriyor.”

Evet, tarihi ibretle incelersek, kendi halklarına bile, hayvanları tiksindirecek, insanları insan olduğundan utandıracak akıl almaz işkenceler yaptıran, zulmeden zalimler, zorbalar dünya üzerinde hep var olagelmişlerdir. Ve bu dünya var oldukça da despot ve zalim kişiler de hep olacaktır. İşte bunun için; “cehennem lüzumsuz değil.” İşte bunun için, Kur’an-ı Kerim, zalimlerin akibetlerine dikkat çeker, işaret eder.

Evet, hiçbir zorbanın yanına yaptığı kâr kalmaz. Eninde sonunda Allah’a hesap verir. Bu hesap imhal edilir (hesap sonraya bırakılır), ama ihmal edilmez. Bazen de hikmeti gereği sıcağı sıcağına da hesap sorar Allah.

Bilhassa bugünlerde TV’lerde zalimlerin nasıl zelil duruma düştüklerinin görüntülerini hep beraber seyrediyoruz. Oysaki onlar bu zulmün bin yıl süreceklerini, Allah’ın bile buna mani olamayacaklarını parmaklarını sallaya sallaya iddia etmemişler miydi?

Adeta, İsrailoğullarının Hz.Musa’ya; git, sen ve Allah’ın birlikte savaşınız, deyişleri gibi bunlarda, mazlumlara hitaben; hani sizin Allah’ınız, niçin yardım etmiyor, der gibi, alayvari ve tehdit ederek, sonuna kadar bu saltanat ve izzetimiz sürecek dememişler miydi? Malatya Üniversitesinin rektörünün sözlerini hatırlayınız. (Şu anda kendisi nerede acaba? Ve nicedir akibeti?)

Evet, ne oldu zalimlerin sonu! Bugün izzet kimin, zillet kimin. Kiminle cenk ettiklerini bilmek lazım.

(Habîbim!) Hatırla ve sakın zalimlerin yaptıklarından Allah’ı gâfil sanma! Muhakkak onlar(ın cezaların)ı Allah, ancak öyle bir güne kadar erteler…

O gün Onlara: “Hani siz, bundan önce (dünyada): sizin için zevâl yoktur, diye yemin etmiş değil miydiniz?”

Gerçekten onlar çeşitli hileler ve tuzaklar kurdular. Allah katında da onların hileleri ma’lumdur, isterse onların hileleri dağları yerinden oynatacak (derecede büyük) olsun, diye cevap verilir. O halde (Habîbim!) sakın Allah’ın peygamberlerine olan vaadinden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah azîzdir, (her şeye galiptir), intikam sahibidir, (kimsenin yaptığını yanına bırakmaz.)” (İbrâhim sûresi Âyet: 42-47)

Bu ve benzeri ayetlerde Zalimi ihmal etmeyen ama imhal (mühlet) veren Hz. Allah, bazen hikmeti gereği cezayı peşin de veriyor.

Recai ALBAY

Müslüman ülkeler neden sefil durumdalar?..

Müslüman ülkeleri sefil bırakan dinmi, yoksa batı medeniyeti mi? Müslüman ülkeler İslama uygun yönetim sistemiylemi idare ediliyor da geri kaldılar. Bediüzzaman bu konuda ne diyor?

İnternet ortamında küçük bir araştırmayla Afrika ülkelerinin içinde bulundukları hazin tablodan bir kısmını aşağıda alıntıladık.

Müslümanların çoğunluğunu teşkil ettiği bu tür ülkelere baktığımızda büyük bir fakirliğin ve açlığın kol gezdiğini görmemek mümkün değil.

Peki bu fakr-u zaruret içinde geçen sefil yaşamın nedeni bazılarının her halükârda ifade ettikleri gibi “İslâm Dini” olabilir mi?

Yoksa, Müslüman Afrika ülkelerinin içine düştüğü bu sefalet tablosu yine bazılarının dediği gibi Müslümanların dünyayı boş vermişliğinden mi kaynaklanmaktadır? Veyahut yanlış yorumlanan “tevekkülvari” bir hayat anlayışından mı kaynaklanıyor? Bir başka ifadeyle sadece “ahirete” yönelik bir yaşamdan dolayı mı bu hale geldi Müslümanlar?

Bu ve benzeri sorulara cevap verebilmek için evvelâ Bediüzzaman hazretlerinin 17.lem’a da geçen şu sözlerine bir kulak verelim:

Âyâ (acaba), zanneder misin bu milletin fakr u hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neşet ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind’deki Mecusî ve Berahime (Brahmanizm dinine inananlar) ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zaruri kuttan (az bir gıda) ziyade Müslümanların ellerinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyorlar.

Büyük Üstad’ın işaret buyurduklarını; bugün dünyanın küçüldüğü, bir köy haline geldiği şu iletişim asrında bu ülkelerin “Medeni Batılılar!” tarafından nasıl sömürüldüklerini, nasıl aldatıldıklarını, vahşice nasıl iç savaşlara sürüklendiklerini ve elindeki sermayelerin nasıl çalındıklarını rakamlarla internet sayesinde görebiliyoruz.

Beş menfi esas üzerine kurulmuş olan Avrupa Medeniyeti maalesef insanların manevi duygularını yok ederek canavar, vahşi hayvanlar seviyesine indirgemiştir. Yok ettiği manevi duyguların yerlerine sadece kendi egosunu düşünen, hissiz ve taşlaşmış duyguları ikame ettiğinden, dünya kanlı savaşlara, katliamlara sahne olmaktadır. Bu ruhu ve bu canavar duyguları taşıyan batının içinde bulunduğumuz bu asırda farklı bir maskeyle (medeniyet) hayatını devam ettirdiğini Üstad bir başka eserinde şöyle ifade ediyor:

İstersen tarihe bir nazar eyle! Zalim Neron gibilerin kılıçlarının akıttığı mazlumların kanı ile nasıl boyandığını gör!… sonra tarihe kulak ver, dinle! Engizisyon cemiyetinin tazyiki ile yükselen enin, feryat ve tel’in sadalarını işiteceksin.. Öyle ki, cemiyetin ikâ eylediği (işlediği) acip mezalimler (işkenceler,zulümler) karşısında beşyüz sene müddetince akıllar dehşet içerisinde bırakılmıştır.

Benim nazarımda o vahşi cemiyet halen de ölmüş değil, belki medeniyet suretinde tenasuh etmiş veya da medeniyet ve siyasetin hile ve tuzaklarına sarılarak zamanımıza kadar gelmiştir. ”Ecnebilerin İsev’i olmayanlara muameleleri bu davanın delilidir.

Evet, hakikaten Bediüzzaman hazretleri, bugünkü batılıların hala dünkü vahşi ve gaddarlıklarını medeniyet maskesi altında devam ettirdiklerini söylüyerek, Özellikle İslâm aleminin batı ile olan muamelelerinde dikkatli olmalarını ve maskelerine aldanmamalarını ihtar ve ikaz etmektedir.

İnternetten aşağıda alıntıladığımız rakamlar bu ülkelerin nasıl sömürüldüğü hakikatini açık-seçik bir şekilde ortaya koymaktadır.

İşte Batı’nın hümanist yüzü ve geride bıraktığı tablo;

Dünyada sıtma hastalığının bulaştığı insanların %90’ı güney sahrada yaşıyor.

Sıtmadan her gün 3000 çocuk ölüyor.( 30 saniyede 1 çocuk ölüyor.)

Afrika kıtasında 17 milyon insan AİDS’ ten yaşamını yitirdi. Toplam AİDS’li 30 milyon.

Dünyanın en fakir ülkelerinin 2/3 Afrika’da (Toplam 23 ülke)

Kıtanın %70i günde 2$’dan daha az bir parayla geçiniyor. Kıtanın nüfusu 700 milyon.

Ortalama yaşam süresi 46. (9 ülkede ise 40’tan daha az.)

% 58’i temiz içme suyuna ulaşabiliyor.

13 milyon kişi savaşlar yüzünden yerinden olmuş durumda ve 3,5 milyon mülteci var.

Dünyanın en çok işsiz genç nüfusu Afrika’da %25.

170 milyon kişi dengesiz besleniyor.

Her yıl 20.000 eğitimli insan gelişmiş ülkelere göç ediyor.

Gelişmiş ülkelerde yaşayan bir insan bir Etiyopya’lıdan 70 kat fazla tüketiyor.

Dünyanın en borçlu 38 ülkesinin 2/3 Afrika’da ve yardım için verilen her bir doların yarısı zengin ülkelere borç ödemeye gidiyor.

11 milyon insan kuraklık yüzünden hayati tehlike altında.

Afrika’da daha belki de sayacağımız onlarca sorun var.

Batı medeniyeti bu zihniyeti taşıdığı müddetçe yeryüzüne rahat ve huzur hâkim olamayacaktır.

Bunun da yegâne çaresi; Batılı ülkelerin İslâm Medeniyetinin mutluluk ilacı olan yüksek, ulvi ve kur’ani prensiplerini içeren saadet reçetesini kabullenip kullanmasından geçmektedir.

Batı dünyası er-geç bu hakikati fark edecektir.

Recai ALBAY

Yaratılış Gayesi ve Va’d-i İlahi..

Bir tohum ekilir ekilmez tekâmül kanunu çerçevesinde ağaç olup meyve vermeye doğru çalışmaktadır.  Civciv doğar doğmaz tavuk olup yumurta vermeye doğru ilerlemektedir.

Bediüzzaman hazretleri de “İşarat-ül İ’caz’da”: âlemde “meyl’ül  tekâmül” bulunduğunu, Kâinat ve içindeki bütün cüzlerin, unsurların kemal noktasına doğru geliştiğini söylüyor. Yani bir başka ifadeyle varlıklar kemal noktasına erişmekle yaratılış maksatları da tahakkuk  etmiş olmaktadır.

Bir tohum ekilir ekilmez tekâmül kanunu çerçevesinde ağaç olup meyve vermeye doğru çalışmaktadır.  Civciv doğar doğmaz tavuk olup yumurta vermeye doğru ilerlemektedir. Canlılar ve bitkiler âleminde her tohum, her habbe, her yavru aynı kanun dâhilinde kemal noktasına doğru bir faaliyet içerisindedir. Hatta cansızlar bile bu gelişim ve tekamül kanununa dâhildir. Evet bugün bilim dünyası yıldızların doğduğunu, gelişip büyüdüğünü ve sonunda gelişimini tamamlayıp “süpernova” haline geldikten sonra infilak edip öldüklerini söylüyorlar. Bu gelişim ve tekâmül  kanunu bütün kâinatı serapa sarmıştır.

Kainatı kapsayan bu tekamül kanununa insanlar da dâhildir. Bu kanun İnsanlık aleminde “meyl’ül terakki” yoluyla yani fikirlerin ve tecrübelerin birbirlerine eklenerek insanoğlunun gelişimine, ilerlemesine ve yükselmesine yol açmaktadır. İnsanoğlunun kâinat kitabındaki araştırmaları, cereyan eden olay ve hadiseleri merak etmesi nedeniyle yaptıkları deneyler ve elde ettiği tecrübelerinin birikimleri “bilimlerin” doğmasına yol açmıştır. Bir sonraki buluş bir önceki çalışmaları basamak yaparak ortaya çıkmakta ve böylece insanlar ahir zamana doğru gittikçe mükemmele, kemale doğru ilerleyip terakki etmektedirler.

Nasıl ki, canlı -cansız tüm varlıklar “tekâmül” kanunu dâhilinde kemal mertebesine ulaşıyorlarsa; insanoğlu da kemale ermesi, gelişip medenileşmesi ancak “meyl’ül terakki” yolu olan kabiliyet ve zekânın açılıp kullanılması ile mümkündür. Bu hususta peygamberler ahlakları ve ellerindeki mucizeleri ile gerek manevi olgunluğa ulaşmakta ve gerekse maddeten kemale erişmekte beşere birer lider ve önderdirler.

İnsanoğluna Cenab-ı Hak tarafından bahşedilen istidad, yetenek ve zekâ öyle bir silahtır ki, insanlığın yükselmesine ve saadetine yol açtığı gibi vahşetine ve hayvanlık mertebesine düşmesine de sebep olmaktadır.

Zekânın iki yönlü kullanılması da insanın kendi iradesine havale edilmiştir. Yani İnsan yaratılış hikmeti gereği zekâsını iyiye de kötüye de kullanabilir. Dinlerin ifadesi ile insan kendisine verilen bu yüksek duyguları ile isterse Şeytana bile rahmet okutacak şekilde şer ve kötülük işleyebilir, isterse melekleri bile geride bırakacak şekilde manen yükselebilir, topluma faydalı olabilir.

İşte; Peygamberler, mucizeleri ile teknolojik buluşların ileri noktalarına parmak basarak insanoğlunu maddeten yükselmeye teşvik ve sevk ederken; ahlakları, tavır ve davranışlarıyla da toplumların manevi saadet, refah ve huzurlarına da örnek olmaktadırlar.

Bugün İnsanlık maddi refaha ulaşmada, terakki ve ilerlemeyi sağlamasına rağmen; adalet, ahlak ve sosyal huzur noktasında peygamberlerin örnek tavır ve davranışlarına gözlerini kapayarak, kulaklarını tıkayarak, vicdanlarını kilitleyerek, akıllarını susturarak bigane kaldılar. Kuvvetliler ve zekiler zayıfları ve fakirleri ezdiler. Güç sahipleri, havas tabakası avamı, halkı ecir, esir ve köle gibi istihdam etmeye başladılar. Bu hal insan fıtratına ters olduğundan yani insanın yaratılış gayesine aykırı olduğundan insanoğlu vahşet ve barbarlıkla işlediği bu günahları, dünya ve ülke içi savaşlarla vb. ayaklanmalarla ortaya çıkan bu vahşeti ve zulmü hazmedemeyerek kustu ve kusmaya da devam ediyor. İnsanlık alemi bu vahşeti ve dehşeti ilanihaye sürdüremeyeceğini yaşadığı acı tecrübelerle anlamıştır. Bu nedenle vahşet ve kavgalardan kurtuluş için beşer büyük bir arayış içine girmiştir. Bunun da en açık belirtisi medeniyetler ittifakı çalışmalarıdır.

Evet insanlık;  fıtratında dercedilen bu “tekâmül kanunu” gereği medenileşip, sosyalleştikçe bir başka ifade ile kemale erdikçe İslâm hakikatlerine yaklaşmak zorunluluğunu hissedecektir.

Zira maddeten ilerleyip zenginleşen insanoğlu manevi sıkıntılar, stresler, zulümler, zalimce uygulamalar, kaos ve  buhranlar içerisinde büyük sancılar çekiyor. Bu gayr-i insani muameleleri hazmetmeyen beşerin nasıl kustuğunu terör olayları, iç çekişmeler ve savaşlar ve dünyanın hal-i hazır keşmekeş durumu göstermektedir. Ortadaki bu vahşet, dehşet  ve sefalet tablosu ister istemez bir fıtrat kanunu olarak insanlık âlemini huzur ve saadeti bulmak için ortak noktada buluşmaya, beraberce çözüm bulma arayışlarına sevk edecektir. İşte bu arayışlar da beşeri sukut ettiği en vahşi, en alçak, içine düştüğü bir türlü çıkamadığı gayri ahlaki  dereceden kurtaracak, yeryüzünü her türlü pisliklerden, rezaletlerden temizleyecek ve bütün insanların barış, adalet, eşitlik  ve kardeşlik içerisinde yaşamasını sağlayacak hakikatleri barındıran “hakaik-i İslâmiyeye” yani  “her iki dünya saadetinin” ana kaynağı olan İslâmiyet’in temel prensiplerine ulaştıracaktır.

Böylece, İslam hakikatleri ile bezenecek insanoğlunda dahi hayır ve fazilet galip olacak. Yaratılışın hakiki maksadı konunun başında temas ettiğimiz gibi insanoğlu için de tahakkuk edecektir. Diğer varlıklar gibi o da “tekamül kanunu” gereği yaratılış gayesini böylece bulacak ve kemal noktasına ulaşacaktır.

Peki bu bahsettiğimiz kemal insanlar için nasıl olacaktır diye sorulan bir soruya bence en önemli cevabı Hz. Peygamberimiz vermiştir. Evet O kemal noktasına ulaşılacağına dair  müjdeyi girişte bahsettiğim ifadelerle birlikte  birçok hadislerinde ifade etmiştir.

Avrupa ülkelerinde İslamiyet’in her geçen gün yayılması, peygamberimizin Hıristiyanlar hakkındaki müjdesini doğruluyor.

Hz. Peygamber (sav) bir hadis-i şerifte: Nasraniyet (Hıristiyanlık) ya tamamen yok olacak ya da hurafelerden, tahrifattan arınıp safileşecek ve İslâmiyet’e yaklaşacaktır (veya dahil olacaktır),  diye haber veriyor.

Sonuçta kemal noktasına ulaşarak “eşref-i mahlukat” olduğunu ispat edecek insanoğlunun yaratılış gayesi de böylece tahakkuk etmiş ve va’di ilahi yani “eşref-i mahlukat- en şerefli varlık” olma vasfı da yerine gelmiş olacaktır.

Recai ALBAY

Kaynak : Nurdergi.com