Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Kur’an ve Güzellik

Bediüzzaman Kur’an ‘ın beyanında güzel bir selaset bulur. Selaset akıcılık demektir. (Sözler)

“Kulleinictimaatülinsüvelcinnüalaenyatübimisli hazelKur’an laayütuna bimislihi velevkanebadühümlibadin zahira” “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.) Yukardaki ayetin meali budur.

Bediüzzaman buna güzel kelimesini idhal ederek kendi vechindeki manayı izah eder. “O sûretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzîr edemez benzerini yapamaz, demektir. Hem, edememiş ki, gösterilmiyor.”

Eserlerinin güzelliği de kendine ait değil Kur’an‘a aittir. “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır(Barla L)

Bediüzzaman Kur’an‘ın üslubundaki güzelliklere işaret eder. Kur’ân’ın üslubunun o kadar acîb bir cemiyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur’ânîyi(Kur’an ın çevreleyici denizini) içine alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. İşte şu, i’câzkârâne îcâzdan(insanı acze düşüren özetleme) büyük bir lûtf-u irşâddır ve güzel bir teshîldir. Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.

Meselâ,”Ve min ayatihi halkıssemavatı velardı vehtilafi elsinetiküm ve elvaniküm “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.)

Evet, bir sanatlı ve hikmetli yaratan yaratıcıya şehâdet eden alemin sayfalarının birinci derecesi, semâvât ve arzın yaratılışlarının aslıdır; sonra gökleri yıldızlarıyla süsleme ile zeminin canlılarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki işlerinin zinciridir. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta, farklılığa hayret verici bir hikmetli bir intizam bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları görünür olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir.

Hem mâdem, koca semâvât ve arzın yaratılışın aslında sanat eseri ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında sanat eseri , hikmetinin nakşı pekçok görünür. İşte şu âyet, gizliyi gösterir açık hala getirir, açık görüneni de gizleyerek , gayet güzel bir az sözle çok şey söylemiş, yapmış olur. “(Sözler)Bediüzzaman Kur’an’ın güzelliklerini anlatırken Rum suresindeki ayetin muhitini çizer , ayetin ana hatlarını verdiği güzelliğin arasını doldurur, harika anlatımlar ve tasvirler gerçekleştirir. Ayet’in göklerin ve yerin yaratılışları, renklerin ve seslerin farklılığı gibi üç şeyinin arasını yaptığı güzel anlatımlarla harika bir tefsir yapar, işin hakikatını anlatır.

İşte Bediüzzaman’ın açtığı ve tafsil ettiği bu hakikatı Kur’an gizliyi açık ve açığı gizli olarak anlatımla az sözle çok şey ifade etmiştir. İşte açma gizleme, gizleme açmalar ve Bediüzzaman’ın ayette ana hatları söylenmiş bu hakikatleri güzelce tafsil etmesi hepsi gayet icazlı bir güzelliktir. Burada güzellik yine farklı bir yönden anlatılmıştır.

Bediüzzaman’ın güzel kelimesi ile yaptığı estetik değerlendirmeler farklılık arzeder.Kur’an’ın bir suresi kainatı içine alan Kur’an’ın ihatalı okyanusunu manasına dahil eder. Bir ayette bütün bir Kur’anı yansıtan hakikatler, durumlar vardır. Bu camiiyyettir, çok büyük muhtevanın küçük bir metne dahil edilmesidir onda özetlenmesidir, birtek ayet bir sürenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. Bu birbiri içinde olmak bir güzelliktir, simetri , geometri, matematik gibi kolay bir güzellik değildir. Bunu Bediüzzaman i’cazkarane icaz olarak tanımlar.Mucizelik gösteren bir özetleme , bu Allah’a has anlatım mucizesidir, bunun yanında Bediüzzaman bu durumu “lutf-ı irşad” ve ”güzel bir teshil” kolaylaştırma olarak niteler. İzah eder, Allah’ın insanlara yön göstermesini bu kolaylığını ve lutfunu.

Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.”(Sözler)

Kur’ân, kâh olur Allahın yarattıklarını bir tertiple zikreder, sonra o mahlûkat içinde bir nizam, düzen , bir mîzan, bir denge olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güyâ bir şeffâfiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misâl tertibinden, cilvesi bulunan Allah’ın isimlerini gösteriyor. Güyâ o anlatılan mahluklar, kelimelerdir; şu esmâ, onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hulâsalarıdırlar. Mucizat-ı Kur’aniye’nin İkinci Ziya‘sında sekiz ayet nakleden Bediüzzaman, “dünyanın dünyaya bakan yüzünün çirkinliğini, ahirete bakan yüzünün ise güzelliğini anlatır. İşte Kur’ân’ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor.”(sözler) Bediüzzaman güzel kelimesini birkaç defa tekrar ettiği cümleler kurmaktan özel bir haz duyar. Bu kelimeye ruhsal bir yakınlığı vardır.

Kur’an her şeye güzel bakar. “Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem, her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazarıyla, yani, onlara Sâni hesâbına bakar; “Ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla, kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.“ (Sözler)

Kur’an ile ilgili ifadelerini de kur’an güzelleştirmiştir, “”Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.”(Mektubat)

Edebi eserlerden farklıdır Kur’an “Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kàbil-i temyizdir.” (Mesnevi)

Önceki mukaddes kitapların güzelliklerini almış bir kitaptır.“Zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir.( İ. icaz )

Prof. Dr. Himmet UÇ

Bediüzzaman ve Dönemsellik!

Bediüzzaman’ın eserlerini dönemsel olarak yorumlama ve onların evrensel niteliği olmadığını söylemek evrensel ile dönemsel, klasik ile popüler eserlerin tabiatını bilmeyi gerektirir. Bu konular toplumdaki yaygın din kültürü ile çözümlenecek meseleler değillerdir.

1885’li yıllarda Osmanlı matbuatında yazarlar

Necip Asım, Cenap Şahabettin, Ahmet Mithat, Ahmet Rasim arasında klasikler konusunda bir münakaşa cereyan eder. Neyin klasik olup olmadığını ve bizde klasik olup olmadığını konuşurlar, yazarlar, batıdan örnekler verirler.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i

Yunus Emre’nin Divanı evrensel ve klasik olarak yorumlanır.

Cenab-ı Mevlana’nın Mesnevisi yine evrensel ve klasik olarak kabul edilir.

Bugün Mevlid-i Şerif bir klasiktir, çünkü Peygamber-i Zişanın hayatını ve macera-ı ulviyesini kalbi ve akli, sürükleyici bir çekicilik ile cazibedar anlatımdır. Hiçbir zaman zamanın altında kalacak ucuz bir keyfiyeti olmayan eserdir. Her zaman okunur, duygular ürpermeler ağlamalar, ürküntüler bitmez.

Rahmetli annem Mevlidhandı çocukluğumda onun dizinde oturur onun mevlitlerini dinlerdim.

Bir orkestra şefi gibi cemaati ağlatır, defi ile gazeller söylerdi, hiç bitmesin isterdim o harika günler. Gözyaşı, ağlamak, döğünmek onun sanki yaratılışına takılmış cihazattı, neyse.

Şu güzelim Bediüzzaman’ı bu ülkede değerlendirme hastalığından bir türlü kurtulamadık.

Şimdi Ondokuzuncu Söz isimli eseri onun Peygamber-i zişanın (asm) hayatını ve mücadelesini anlatır. Süleyman Çelebi hazretleri gibi bir kalbi aşki bir pozisyonda değil mücadelesinin akli ve mantıki ve kalbi serüvenini anlatır.

Şu ifadelere bak, Hegel ifadeyi canlı tutmak maziyi şimdileştirmek ile mümkündür der.

Bediüzzaman maziyi şimdileştirmiş ve şöyle der:

İşte bak Hüsn-i Siret ve cemal-i suretle mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde muciznuma bir kitap, lisanında hakaik aşina bir hitap, bütün beni âdeme belki cin ve inse ve meleğe belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkati âlem olan muamma-i acibanesini hal ve şerhedip ve sırrı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek bütün mevcudattan sorulan bütün ukulu hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müthiş sual-i azim olan necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun suallerine mukni, makbul cevap verir.”

Şu ifadelerin moda düşünceler olduğunu kim iddia edebilir?

Asr-ı Saadette bir sahabe bunu Nebiyy-i Zişan’a okusaydı, bugün de biri Ali Bulaç‘a okusaydı, nasıl buna dönemsel diye bakabilirdi?

Nasıl zamanın altında kaldığını iddia edecek bir yorum yapabilirdi?

Şu ifadedeki sanatları anlatmak uzun yorumlar gerektirir.

Bir kere bir adamla sahabe asrından günümüze gelmiş birlikte Arap yarımadasına gitmişler, Bediüzzaman bir anlatıcı olarak yanındaki arkadaşına Peygamberimizi gösterip diyor “Şimdi bak.”

Var mı bu kompozisyonda Seyyid kutup veya Abduh’un bir beyanı, soruyorum sayın yazar?

Sonra anlatırken peygamberimizin portresini çiziyor, güzel ahlakı ve güzel sureti olan seçilmiş bir zat, elinde mucize bir kitap, lisanında hakikatlere aşina bir hitap, insanlar, cinler ve meleklere hitap ediyor. Bir tiyatro sahnesi gibi canlı bir anlatım!

Bu nasıl dönemsel oluyor?

Bunun dönemselliğini ifade edin, edemezseniz susun. Lütfen Bediüzzaman’ı anlamak için sanat felsefesi okuyun, Abduh ve Reşit Rıza, Kutup ve diğerleri büyük insanlar ama klasik müellif ve müfessir onlar da. Sanat bunlarla kıyaslanmaz. Siz onlarla eşdeğer tutup yorumlar yapıyorsunuz. Bütün Latin kültürüne mal olmuş bir ifade vardır, kovadis nereye, bu insanı anlatır.

Nereden nereye diye bunun neresi dönemsel milattan önce de insanın nereden geldiği sorundu. Bugün daha büyük sorun, çünkü onlar kitaplı dinlerin gözleriyle görüyordu, ama şimdi İskandinav ülkeleri Avrupa’da nihilist ve ateistler dini olanlardan fazla.

Klasik müellifler vardır, authores klasiki bir de klasik eserler. Aşırılıkları olmakla beraber İlahi Komedya bir klasiktir, asırlardır yorumlanır. Hatta son asırda Eliyot onu asra açılan pencereleri ile yorumlamıştır.

Mevlana’nın mesnevisi o gün bugün klasiktir, bütün dünyada bir yıl içinde yapılan Mevlana çalışmalarını bile anlatmak uzun yorumlar gerektirir. Şimdi O büyük zatın eserleri ile Bediüzzaman’ın eserlerini nasıl dönemsel diye yorumlayabilirsin. Ki onun asrında akıl hasta değildi, Hazret-i Mevlana hasta kalbi tedavi ediyordu, Bediüzzaman hem kalbi hem de aklı tedavi ediyor. Dünyada hergün onun tedavi masasından yüzlerce insan yeni bir gözle dünyaya bakarak kalkıyor, bunun dönemsel olması için nasıl olması gerekiyor?

Kerime Nadir‘in romanı aşk romanıdır, o dahi bir kısmi klasik olabilirken Mevlana‘nın Mesnevisi ile Bediüzzaman’ın mesnevisi nasıl dönemsel olabilir?

Bediüzzaman, Mesnevi’sinin başında “Yüzer ilimlerle alakadar binler hakikatler ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken…” der.

Bu Mesnevi’deki meselelerin anlatımlarının hiçbiri dönemsel değil. İster ikinci asırda oku ister yirmi birinci asırda oku, zamanı aşan bir perspektif ve gündeliği aşan bir bakışla yazılmışlar. Bunlar nasıl dönemsel olur?

Bir tanesini okuyorum: ”Kur’an’ın i‘cazı tahrifine bir seddir.

Evet, Kur’an madem mu’cizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Ayetleri başka kelamlar ile tebdil edilmekle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif, mütercim, muharref üsluplarını kisvelerini ayatın kisvesiyle iltibas ettiremezler. Ayetlerde i’caz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelamlar ayet addedilemez. Öyle ise i’caz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.“ (Mesnevi 95)

Bu cümleyi anlamak için bütün ulemayı çağırın ne kadar yol alırlarsa bir mezura ile ölçün sonra bu zamanın altında metnin altında dönemsel kalmış zevatı yorumlayın. Bediüzzaman üzerine konuşma izni almalısınız.

Mu’cizat-i Kur’aniye İsimli Eser

Kur’an’ın mu’cize olduğunu anlattığı Mu’cizat-ı Kur’aniye isimli eseri bu ülkenin din âlimlerini toplayın bir stadyuma kim yüzde kaçını anlıyor imtihan edin, ondan sonra dönemseli anlamış olursunuz. Mübalağa yapmıyorum.

Eserin girişinde bir cümle var. “Bu mucizat-ı Kur’aniye risalesindeki ekser ayetlerin her biri ya mülhitler tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinni ve insi şeytanların şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir.“ (Sözler)

150 sahifelik eserde seçilmiş ayetler dinden çıkmış mülhitlerin itirazlarına cevaptır. Hangi ayete ne kadar mülhid itiraz etmiş bunu bilmek için Kur’an’a yapılan itirazların tarihini bilmek gerek.

Bir Zat-ı âli çıksın bu tarihi bize bir özetlesin kim zamanın altında üstünde o zaman görelim?

Ehl-i fennin bir sürü fen çeşidi var, biyolog, sosyolog, matematik, fizik vs.

Bunların itiraz ettiği ayetleri bilmek için büyük bir fen kültürü olmak gerekir, nerede böyle bir âdem, Abduh, Kutup, kim olursa olsun göster bize onların beyanlarını.

Bir de cin ve insan şeytanlarının itirazları bu itirazların da bir tarihi var bu kadar büyük bir muhit taramasından sonra bu eser yazılmış. Allah aşkına nasıl bu zatı dönemsel diye yorumlarsın?

O itirazlar bugün hala ilim ve fen muhitlerinde tekrarlanıyor ve Bediüzzaman onlara cevap veriyor. Nasıl modası geçmiş bir kütüphane kitabı gibi görürsün, bilmemek ne kötü, bir de gurur edası.

Aynı eserde bir belagat tarifi yapar Naci’nin Edebiyat Lügati. Dini kavramlar sözlüğünde, Kur’an tefsirlerinde böyle bir belagat tarifi yok.

Derece-i icazda belagat-ı Kur’aniyedir.

O belagat ise nazmın cezaletinden, hüsn-i metanetinden ve üslubların bedaetinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanın beraetinden, faik ve safvetinden ve meanisinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden selasetinden tevellüd eden bir belagat-ı harikuladedir ki, beni âdemin en dahi ediplerini en harika hatiplerini en mütebahhir ulemasını muarazaya davet edip bin üçyüz senedir meydan okuyor.“ (Mu’cizat-ı Kur’aniye)

Bir belagat tarifinin on bir şubesi var. Bu cümleyi gerçek diyorum, bütün İslam ulemasını topla şerhedecek güçleri yoktur. Nazmın cezaleti hüsn-ü metaneti, üslublarının bedaeti, garip ve müstahsenliği, beyanın beraeti, faik ve safveti, meanisinin kuvvet ve hakkaniyeti, lafzının fesahati bunları kim anlayabilir?

Buyurun Bediüzzaman‘ın rahle-i tedrisine. Bunları nasıl dönemsel diyorsun, bütün ulema dönemsel kalır bu cümlede mübalağa yok. Bunu biri şerh etsin göndersin. Bakalım.

Atom konusu kilise ve ilmi birbirine vurdurmuş.

Marks bu konçertoyu idare etmiş. Üç bin yıldır gündemde, Paris senatosu zerre konusundaki münakaşaları yasaklamış 1850 yıllarında.

Bediüzzaman küfrün bel kemiği olan bir atom konusunu eserlerinin odağında tutmuş. Milattan önce Demokritostan şimdiye kadar bütün ateist, materyalist ve nihilistlere cevap vermiş, bu nasıl dönemsel olabilir?

Üç bin yıldır nice insan bunun girdabında inancını kaybetmiş. Bir adam çıkmış Marks’ın ve ateistlerin bu kalesini darmadağın etmiş, nasıl ona dönemsel denir? Bu dönemseli eleştiri için bir kitap yazılır.

Ene konusu, Freud’un kıyametler kopardığı bir bahis, insan beynini

Roma’ya benzetir, Oradaki faaliyetlerin büyüklüğünden dolayı. Bediüzzaman bu ene konusunu eserlerinde eleştirir, dinin, felsefenin, ateist felsefenin, kelamın, hedonizmin enesini benini tarif eder. Freud gelsin bu konuyu nasıl çözdüğünü göstersin, bunlar insanlık tarihinin en büyük meseleleri olmakta devam ediyor, nasıl bunlar evrensel değil de dönemsel?

Gündelik kafalardan dönemsel yorumlar. Bediüzzaman söz konusu olurken biraz düşünmeli kamuoyu, pirim yapayım diye bu büyük adamı huzursuz etmeyelim. Lütfen.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Bediüzzaman Hazretlerinin Defterinde Yazılı olan 33 Hadisi Şerif

Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 3. Defa girdiği Afyon Medrese-i Yusufiyyesinde, şu gelen 33 hadis-i şerifeyi kendi evrak defterinde yazmış, bilâhare bâzı Nur talebeleri de, kendi defterlerinde kaydetmişler.Bunların bâzılarını, Üstâdımız kendi kalemiyle tashih edip, bâzı Arapça ve Türkçe hâşiyeler ilâve etmiştir. Risâle-i Nur’un talebe-i ulûm şerefini kazandıran ve ilim içinde hakikata bir yol açan mesleğini, bu hadis-i şerifler beyân etmektedirler.Bu hakikatı ifâde için, merhum mualla üstâdımız, Emirdağ-1, sf. 90′da: “Ehli velâyetin amel ve ibâdet ve süluk ve riyâzet ile gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahade ettiği hakik-ı imâniye, aynen onlar gibi Risâle-i Nur; ibâdet yerinde ilim içinde hakikata bir yol açmış, süluk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla, ilmî hüccetler içinde, hakikat-ül hakaika yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akide ve usul-üd din içinde bir velâyet-i kübra yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor.” diye beyân buyurmuşlardır.

Mustafa SUNGUR

1. “İlmi öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi, Allah’a karşı haşyettir. Talebi ibâdettir. Müzâkeresi tesbihtir. Ondan bahis ise cihaddır.”

2. “Bir âlimin yatağına yaslanarak ilmine

…(kitabına) bir saat bakması, yetmiş saat ibâdetten hayırlıdır.”3. “İlmin tâlibi (talebesi), RAHMAN’ın tâlibidir. İlmin talipçisi, İslâm’ın rüknüdür. Onun ser-ü mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.”4. “İlim talep etmek, Allah’ın katında nâfile namaz, oruç, hacdan ve fiy-sebiylillah olan cihaddan efdaldir.”

5. “İlminden menfaat görülen bir âlim, bin abidden hayırlıdır.”

6. “Din ile dünyayı talep edenlere veyl olsun.”

7. “Bir ademin bir hikmet kelimesini işitmesi, duyması, bâzen olur ki, ona bir sene ibâdetten hayırlı olur ve bir saat ilim müzâkeresi yanında oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.”

8. “Cenâb-ı Hak, bir ademi senin elinle (vasıtanla) hidâyete getirmesi, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha çok sana hayırlıdır.”

9. “Cenâb-ı Hak şu ümmetin üstünde hem deccalın kılıncını, hem de büyük harbin kılıncını beraber cem etmeyecektir.” ( Mülâheme-i Kübrâ olan ikinci Harb-i Umumi, alem-i İslâm’ı hırpalamadığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir deccâl, alem-i İslâm’ı başka bir surette hırpalayacak.)

10. “Hilâfet-i İslâmiyye, babamın kardeşi amcam Abbas’ın oğullarından zâil olmayacak. Tâ onu deccala teslim edinceye kadar.”

11. “Ulemânın mürekkebiye Şühedâ kanı muvâzene edilse, muhakkak ki Allah yanında, ulemânın mürekkebi, Şühedânın kanından râcih gelecektir.”

12. “Şedid, kuvvetli, kahraman o değildir ki, insanları mağlup etsin. Belki kahraman odur ki, gadap ve hiddet ânında, nefsini mağlup eder.”

13. “Bir müslümanın, bir müslüman kardeşinin hidayetini artırıp, kötülüklerden onu alıkoyan bir hikmet kelimesi soylemesi ; ona bir hediye ihda etmesinden daha hayirlidir.”

14. “Halk-ı Ademden (A.S) tâ kıyâmete kadar, âlem-i insaniyyet arasında, deccâl hâdisesinden daha büyük bir umur, mes’ele yoktur.”

15. “Bir ilim talebesi, ilim tahsil ederken eceli gelse, vefât etse, onun derecesiyle Enbiyâ derecesi arasında, bir peygamberlik mertebesi kalır.”

16. “Kim ki ilimden (yâni ilm-i imânî ve tahkikîden) bir bâb, bir mes’ele taâllüm ederse, onunla amel etsin etmesin, bir rek’ât nafile namazdan efdaldir. Eğer öğrenmekle beraber amel de ederse, yâhut onu başkasına da öğretirse, o zaman tâ kıyâmete kadar, onun o büyük sevabı ve onunla amel edenin sevabı onun olacaktır.

17. “Kim ki İslâmı ihyâ etmek niyetiyle ilimden bir bâb tahsil ederse, onun derecesiyle peygamberlik derecesi arasında, yalnız bir kalmış olur.”

18. “Bir mü’minde dört şey, dört ahlâk içtimâ ettiği zaman Cenâb-ı Hak, o dört ahlâkıyla ona cenneti vâcip etmiş olur:

Lisanında SIDK. ( Doğruluk.Yâni yalan söylememek.)
Malda SEH. (Yâni cömertlik.)
Kalpte meveddet, SEVGİ.
Hazırda ve gaybda olanlara NASİHAT etmek.

19. “Mütekellimden birisi gelecek, Kur’an’ı (Kur’an’ın hakikatlarını) öyle bir tarzda ders verecektir ki, ondan sonra, onun gibi o ders ve talimi veren olmayacaktır.”

20. “Bir ilim talebesi ilim tahsil etmekteyken ölüm ve ecel gelse, vefât etse şehiddir.”

21. “Kur’an’ın hamelelerine ikrâm, hürmet ediniz.” (Kur’an’ın hameleleriyse, ya Kur’an’ı hıfzedenlerdir, veyâhut Kur’an’ın hakikatlarını yaşayanlardır.)

22. “Ulemâya hürmet ediniz, ikrâm ediniz. Çünkü ulemâ, peygamberlerin vârisidir.”

23. “İlmin efdali imân ilmidir. Bu ilimle az olan amel, ilim ile olduğu için menfâât verir. Fakat çok amel cehil ile olsa menfââtsizdir.”

24. “Cenâb-ı Allah (C.C), mü’min kulunu tecrübe ve imtihan için, musibet ve belaya giriftâr eder. Fakat, O’nun bu iptilâi ve denemesini, o mü’min kulunun üstünde kerâmât ve ikrâmını izhâr içindir.”

25. “Said, fitnelerden uzak kalmış kimse, musibet ve fitneye giriftâr olduğu hâlde, sabreden kimsedir. Böyle adam ise, çok garip ve pek nâdirdir.”

26. “Muhakkak fitne gelmektedir. İbâdı (insanları) parça parça edecektir. Ancak âlimler ondan kurtulurlar.”

27. “Ahir zamanda, şiddetli ve dehşetli bir belâ gelecek. Herkese isâbet edecek. Ondan kurtulan olmaz. Ancak Allah’ın dinini bilen ve ona göre lisânıyla ve kalbiyle mücâhede eden bir adam kurtulacak. O ise, ona geçmişlerin mesleği sebkât etmiştir. Bir de, Allah’ın dinini bilip, tasdik eden birisi kurtulacak.”

28. “Benî ademin en cömerti, en kerimi ve en sâhisi benim. Benden sonra, onların en kerimi, en cevâdı ise, bir recul, bir ademdir ki; o adem (hususi) bir ilim bilecek ve o ilmini neşredecektir. Kıyâmet gününde müstakilen bir cemaat hâlinde baas olunacaktır.”

29. “Kur’an’ı öğrenen ve öğreten, içindeki hakaikını ders veren bilmiş olsunlar ki; kıyâmet gününde onların cennete girmelerine, sâik ve delil ben olacağım.”

30. “Sakın bid’atlara yanaşmayınız. Çünkü, bütün bid’atlar dalâlettir. Bu dalâletler de, ceheneme dayanacaklardır.”

31. “Bizden gayrısına kendisini benzeten, bizden değildir. Sakın Yahudi ve Hıristiyanlara kendinizi benzetmeyiniz.”

32. “Cihâdın en efdali odur ki, eğri yolda olup, Hakka karşı mümânaat gösteren en cebbâr hükümdarlara, kumandanlara karşı hak söz söyleyendir.”

33. “Cihâdın en faziletlisi, kişinin kendi nefsi ve hevâsına karşı mücâhade etmesidir.”

Kozmik Varlıklar, Güzel ve Musiki

Evrenin kozmik düzeninden dolayı bütün bir evren bir beste bir musiki olarak değerlendirilir.

Bediüzzaman

 “Bütün kâinat ulvî bir mûsikîdir;

 imân nuru işitir ezkâr ve tesbihleri.

Zîrâ hikmet reddeder tesadüf vücudunu;

 nizam ise tard eder ittifak-ı evhamsâz”

 Antik dönem estetiği musikiyi kabul eder ama

 Bediüzzaman ona fonksiyonellik ve ilahi bir nizamın onları notalar haline getirmesi ile mümkün olan bir musiki gözüyle bakar, bunu hissetmenin ise ancak iman nuru ile mümkün olduğunu belirtir.

Fonograf sesleri tespit ederek istenildiğinde kullanılmasını sağlayan makine, 1887 yılında Edison tarafından icad edilmiştir. Daha sonra yerini gramofon ve diktafona bırakmıştır.

Bediüzzaman ondan hareket ederek insanın ve kâinatın musikisine dikkat çeker

”Hem meselâ, mâhir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor; gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine “Bârekâllah” der. “

 Bu anlattığı şahıs bu aleti icad eden Edisondur.

“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor

Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvârî birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan birer tel-i mûsıkî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin “

 Bütün canlılar bir fonograf gibi sesleri almakta ve yeri geldiğinde kullanmaktadır.Koca kainat bir musiki aletine çevrilmiştir. Bütün canlılar ve özellikle insan da fonograf özelliği göstermektedir. Bediüzzaman kainatı ve bütün  varlıkları bir büyük musiki aletinin şubeleri gibi görür.

Zat-ı Hayy-ı Kayyuma Karşı Takdim Edilen Teşekkürat

 Bediüzzaman klasik musiki ve özellikle tekke  musikisinin aleti olan neyin sesini de semavi ve yüce bir musikinin sesi olarak görür.

Hazreti Mevlana da ünlü Mesnevi’sinin ilk on sekiz beytinde neyin sesinin ayrılıkların sesi olduğunu anlatır.

Bediüzzaman da benzer ve farklı yorumlar yapar. “İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor”

Hazreti Mevlana’nın metninde ayrılıktan şikâyet varken Bediüzzaman kendi tespit ettiği neyin Allah’a teşekkür ve hamd olduğunu söylüyor.

Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor

Bir önceki izahını daha açık bir dille ifade eder. Burada kâinat bir ilahi bir musiki ve yeni bir imaj olarak fabrika telakki edilir.

Buradaki izah öncekine kıyasla yeni unsurlar kazanmıştır. Orada sadece fonograftan hareket eden Bediüzzaman buraya fotoğraf, fabrika, telgraf gibi icadları da alır.

Bediüzzaman fennin icadlarını yorumlarında kullanır. Sinematograf, fonograf, fotograf, telsiz, telgraf gibi.

“Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese, san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi kendine Maşallah der.

 Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında bir fonoğraf, bir fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi mânâları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvî şuûnâtı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder. “

Bediüzzaman tüm varoluşun güzelliğinden bahseder.

Kâinat ve evren “meşher-i sun-i Rabbanidir”. Dolayısıyla her şey güzeldir. Onda evren imgesi bütün hayatını kuşatan bir hâkim noktadadır. Yüzlerce cümlesi kâinat diye başlar, kâinat konusundaki fikirleri araştırma konusu olabilir. Kâinat sayı, ağırlık ve ölçü ile yaratılmıştır. Bediüzzaman büyük bir kâinat seyircisi olmak sıfatıyla hep ölçü ile bakar, matematiksel oran ve simetri ile kâinatı yorumlar. Bütün evren yorumları estetik bir kavranıştır. Mutlak güzelliğin yansıdığı kâinat Platondan beri bir gelenektir. Bediüzzaman bu mutlak güzelliğin yansıması imgesine yenilikler getirmiştir, bunun araştırılması lazımdır. Çünkü mutlak dinin ve felsefenin ve kelamın temel meselelerinden biridir, Bediüzzaman’ın mutlakın kavranma ve ifadesi konusunda büyük bir yenilikçidir.

Platon’un evren imgesi ile karşılaştırmak zor iş ama Bediüzzaman evren imgesine farklı şeyler getirmiştir, bu imge okunursa görülür,

“Çünkü bu dünya ölümlü ve ölümsüz canlıları alıp onlarla dolarak, öyle güzel görülür bir varlık haline gelmiştir ki,  kendinde tüm görülebilir şeyleri toplar, kavranabilirliğin imgesi, duyulur Tanrı’yı gösterir. Yaratıklar içinde en kusursuz olan semadır”( Timaios .92)

Azamet ve Celal Sahibi Güzel

Sadece güzel kelimesini bin beşyüze yakın kullanan bir şahıs, hüsün, hasen, muhsin, tahsin, cemal, cemil, kemal, haşmet, celal, insicam, kelimelerini binleri aşkın kullanmıştır, o olayların hikemi tarafının arkasından estetik tarafını görür, hikmetle bağlar, güzellikle hayran eder. Güzellikle hikmeti birleştirir. Sani-i Hakîm de hikmetle güzelliği sanatla birleştirirken, Sani-i Zülcelâl ile haşmetli sanatçı imajını kullanır. En çok bunlarla düşünür. Bir de cemil-i Zülcelâl’ı kullanır. Azamet ve celal sahibi güzel!

Dünya Herşeyden Daha İyi ve Daha Güzel

Ortaçağ sanatı dünyanın güzelliğinden bahseder ama güzellik kendi başınadır.

Çiçero “ Tüm şeyler arasında  hiçbir şey dünyadan daha iyi ve daha güzel  değildir”

 Bir başkası yine dünyadaki güzelliği anlatır. “ evren güzelliğin bitmez tükenmez yayılışı, güzelliğin her yanı kaplayışının yüce bir tezahürü, harikalıkların göz kamaştırıcı çağlayanı olarak belirir, en temel güzele güzellik onun tarafından tüm varlıklara  her birinin ölçüsünce  bolca bağışlandığı için  güzellik denmiştir, o her şeydeki uyumun  ve görkemin  nedeni olarak herkese ışık bıçiminde  kaynak ışının  güzelliğini veren yayıntılar döker ve her şeyi kendinde toplar.”(Eco 37)

Bediüzzaman bu özneden koparılmış güzellikleri Allah’a bağlar.

 Kur’an “Fenzur ila asari rahmetillahi ..” bak Allah’ın merhametinden doğmuş, bize olan merhametinin tezahürü olan güzelliklere “ diyor.

 Bu bir genel bakıştır. Bu kadar harika güzellikleri yaratandan bağımsız yorumlamak yaratanı incitmez mi ?

Bir tablonun sanatkarını görmezlikten gelmek sanatçıya nasıl bir hakarettir.

Bazıları da Allah’a bağlantılı düşünür.

 John Stotus Eriugena ,” Tanrı’nın ve onun dile getirilmez güzelliğinin  ideal  ve bedensel güzellikler aracılığıyla  vahyi olarak bir kosmos kavrayışı geliştirecektir,

Eriugena ‘nın bu kavrayışında Tanrı’nın vahyi olağanüstü bir birlik içinde  bir araya getirilmiş  tüm yaratının benzer ve benzer olmayan şeylerin, tür ve biçimlerin uyumunun  tözsel ve ilineksel  nedenlerin  farklı düzenlemelerin  güzelliğine nüfuz eder. Evren çok sesli bir temadır. Evrenin zarafetini ve ihtişamını düşündüğünde  onun çok güzel  bir neşideye benzediğini  ve çeşitlilikleri sayesinde , harika bir ahenk içinde  olan diğer mahlukatın  olağanüstü bir sevinç konseri  olduğunu göreceksin”(Eco 37)

Cehennemin Maddeleri ve Cennetin Münasip Maddeleri

     Kâinat ölçeğinde düşünen ve yorumlayan adam, yüzlerce yerde Kâinat diye başlar, küçük dünyamızın küçük mekânları ve küçük dertleriyle küçüldüğümüzde o kâinat ölçeğinde düşünür, kâinatın bir yerinde kendine bir mekân bulmuş oradan bütün dünyaya bakar. Kâinat ölçeğinde bir kıyamet tasviri

“Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder”(Sözler)

Meşahir-i deha-yı üdebanın tasvir-i harikuladesi değil mi ?

Bir başka kâinat anlatımı

 “Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.”(Sözler)

Tiyatro gibi bir cümle, kainatın sanii demiyor ş   u    kainatın sanii, şu işaret demek kapalı mekanda söylenmemiş bir söz, açık mekanda söylenmiş bir söz, şu kainatın her şeyi sanatlı yaratan sanatçı ilahı , yine  şu kainatı diyor ,  acaipliklerin acaip derecede güzelliklerin bütün çeşitleriyle ziynetlerle süslendirmiş şu kainatı , sonra şuurlu mahlukatını  s e y i r , t e n e z z ü h  ve    i b r e t  ve t e f ek k ü r için ona idhal etmesi , bakın bu kadar güzelliklerle özenerek bu evi size yaptım

Seyredin

Tenezzüh edin

İbret alın

Tefekkür edin

Hakikaten biz bunları yapıyor muyuz, hayatımızın yüzde kaçı seyir tenezzüh ibret ve tefekkür  için  geçiyor. Bu hay huy i çinde nasıl bu manalara bu yaşam tarzına adapte olmak, ne garip bir durum.

Hüdayi

Ehli dünya dünyada                      Beyhude hevayı ko

Ehli ukba ukbada                         Hakkı bula gör yahu

Her biri bir sevdada                     Hüdayiyem sözüm bu

Bana Allah’ım gerek                   Bana Allah’ım gerek

Sonra bir peygamber geliyor, güzel yaratılmış bu kâinatın anlamlarını Seyircilere izah ediyor. Seyirciler kimler,  e h l i  t e m a ş  a ,  ve  t e f e k  k ü r Şimdi  biz ehli temaşa ve  tefekkürüz , öyle mi hadi öyle olsun . Bediüzzaman’ın çizdiği portreyi doldurmak ne kadar zor. Milletiyle övünen , serveti ile öğünen, debdebesi ile övünen ehl i……. A     h     i   …… r e t Kelime de bizim kalbimiz ve ilgilerimiz gibi bölünmüş.

Yine kainat ölçeğinde düşünen , gören  bir yorum

 “Feyâ sübhânallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudât, taayyünâtlarıyla, intizamâtıyla, hikmetleriyle, mîzanlarıyla Sâniin ihtiyârını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor “(Sözler)

Felsefenin körlüğüne kör olası felsefenin gözü görmüyor diyor.

Bediüzzaman kainatın güzelliklerinden bahsederken  sayı, ağırlık, ölçü, boyut, biçim , oran ve düzene vurgu yapar. Hikmet, adalet, hakem ve daha birçok  isimlerinin gereğidir bu tespitler. Varlığı birden bütüne ,bütünden bire bir yorumla değerlendirir, farklı şartlarda eş anlamlar ve  eş fonksiyonlara vurgu yapar. Yani evrenin farklı nesnelerden meydana gelen bir armoni olduğunu öne sürer.

Kur’an Armonisi Büyük Bir Eser Olacak  Keyfiyettedir

 Kur’an’ın da birçok ayeti bu farklı unsurlardan kurulan mantıklı yapıyı nazara verir. Bu  farklı unsurlardan ortaya şuurlu varlıklar  çıkaran evrenin armonisi aynı zamanda farklı notalardan farklı sesler çıkarıp ortaya bir musiki eseri çıkarmak gibi bir misyona da sahiptir.

Allah birbiri ile fizik ve fonksiyon olarak farklı olan bu varlıkları birlikte bir gaye uğrunda çalıştırır, bir klavyedeki farklı notalardan bir beste çıkaran bir bestekâr gibi kâinat musikisini işletir. Kur’an da bu farklılıklardan oluşan Kur’an armonisi büyük bir eser olacak keyfiyettedir. Bazı örnekler aldım.

“O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.” (Bakara 22) Yer , gök, su ve ürünler farklı olaylar ve nesneler ama aralarında farklılık yok .

“ O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra iradesi yukarıya yönelip orayı da yedi gök halinde sağlamca nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilir. (Bakara 29)

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda, Ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.”(Bakara 164)

Düşünüp İbret Almak

“O’dur ki, rahmeti olan (yağmurun) önünden müjdeci olarak rüzgârlar gönderir. Nihayet bu rüzgârlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsın Biz onları, ekinleri ölmüş bir ülkeye sevk eder, derken oraya su indiririz de orada her türlüsünden meyveler, ürünler çıkarırız.İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Gerekir ki düşünür ve ibret alırsınız.”(Araf 57)

“ O’dur ki Güneş’i bir ışık yaptı. Ay’ı da bir nûr kılıp, ona birtakım konaklar tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.Allah, bunları boş yere değil, ancak hikmet uyarınca, sabit bir gerçek olarak yaratmıştır.Bilip anlayacak kimselere Allah âyetleri böylece açıklar. Gece ve gündüzün sürelerinin değişerek peşpeşe gelmesinde,Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı bunca varlıklarda, elbette Allah’ı sayıp kötülüklerden sakınacak kimseler için nice deliller vardır. “(Yunus 5-6)

Düşünen Topluma Açıklayıcı Ayetler

“Bu fani dünya hayatı bilir misiniz neye benzer?Tıpkı şuna benzer: Gökten yağmur indiririz, derken o yağmur sebebiyle, insanların ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir, ağ gibi etrafı sarar.Yeryüzü renk renk, çeşit çeşit meyve ve mahsullerle süslenir, bahçe sahipleri de o ürünleri devşirmeye giriştikleri sırada, geceleyin veya gündüzün birden emir çıkarırız, bir afet gelir, söküp biçer.Sanki daha dün, o şen manzara, orada hiç olmamış gibi olur…İşte Biz düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri, delilleri böyle ayrıntılı olarak açıklarız.” ( Yunus 24)

“ Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde kuruldu.Güneşi ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır.Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz. Hem O’dur ki yeri yaydı. Orada sağlam dağlar yükseltti, ırmaklar akıttı. Her meyvenin içinde iki eş yarattı.Sürekli olarak geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Elbette bunlarda, iyice düşünen kimseler için, alacak nice dersler ve ibretler vardır. “(Rad 2-3)

    Güzel varlıklar içinde en güzel olanlardan biri ve en önemlisi güneştir. Çünkü güneş göğün en  nazlı varlığı ve nazenin nesnesidir. Ama onun renkler ve ışınları vasıtasıyla güzelleştirdiği canlıları neden güzelleştirmek istediği konusundaki zorunluluğu ve merhameti düşünme özelliği yoktur , o halde güneş bir güzelleştiren ve merhametli birinin perdesidir.Bulut da o semada şifalı , tatlı , güzel bir şerbetçidir.İnsanların ihtiyacına koşar.

  Allah yarattığı şeyleri en güzel mertebede yaratır, hiç kimse

 Allah’ın yarattıklarını daha güzel olarak  düşünemez. Varlığın biçim ve fonksiyonları hiçbir zaman onun ihtiyaçlarına cevap  veremeyecek derecede olmamıştır. O bir insanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek zaman, mekân ve boyutta kapsamlı yaratmıştır her şeyi özellikle insanı.

Prof. Dr. Himmet Uç

Sani’ kelimesinin uçsuz bucaksız ummanında…

Bediüzzaman’ın gözü, baktığı şeyin

         sanat niteliklerini okuyan bir

         zenginliğe sahip.

Eserlerindeki güzellik mülahazalarını okuyunca onun bir nesneye veya olaya baktığında onun estetik duruşunu, temasını, geometrisini, armonisini ve daha birçok estetik esasa göre baktığını estetik okuyanlar bilir.

Bir şeye estetik olarak bakamıyorsa insan onun için o şeyin değeri yok gibidir. İnsan gözü “güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü”dür.

Bediüzzaman’ın burada anlattığı göz eğitimli gözdür, yoksa her göz güzelliğin bütün mertebelerini göremez. Ama onun gözü gerçekten güzelliğin bütün meratibini görecek bir derinliğe sahip.

 Nedir bu güzelliğin bütün mertebeleri işte orası bizce meçhul ama ona malum, eserlerindeki güzellikler bahsi onun nasıl her şeye çok yönlü bakacak derinlikli ve arkasında büyük bir dini, ilmi, estetik, bir muhayyileye ve havsalaya sahip olduğunu gösteriyor.

Bediüzzaman çok derin bir insan ama biz onu derinliksiz okuduğumuz için benim şahsi kanaatim gelişmiyoruz, belli bir limitin üstüne çıkamıyoruz.

Antika Sanatın Bir Milyon Kıymeti Var

Mesela sanat hakkındaki şu yorumları sanat felsefesinin temel argümanlarındandır:

 “İnsanların sanatları içinde nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen müsavi bazen madde daha kıymettar, bazen oluyor ki beş kuruşluk demir gibi  bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor. Belki bazen antika olan bir sanat  bir milyon kıymet aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir sanat  antikacıların çarşısına gidilse, harika-pişe ve pek eski hünerver sanatkârına nisbet ederek o sanatkârı yadetmekle ve  o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır, eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.” (Sözler)

 Bediüzzaman her zaman sanat için de geçerli olan genel sanat felsefesi bulur ve onu bağımsız anlatır, daha sonra onun anlatmak istediği asıl konuya getirir.

Cumhuriyet döneminde bir hikâye vardır, bir halı parçası bir evde odada bir süre durur, daha sonra kapının önüne paspas oluncaya kadar gider. Birgün bir eskici bunu basit bir parayla alır. Aile birgün güzelsanatlar müzesine gider, cam bir muhafaza içinde o halı parçasını görürler. Selçuklu dönemi halısı diye bahası anlatılmaz bir ilan görürler, olmadık şekilde üzülürler.

 Bediüzzaman her şeye onun sanat değerini anlayacak şekilde bakar.

 Nesnelerden Allah’a giden yolları, ama sanata açık kapılardan, bütün eserleri olay ve nesnelerin özellikle Allah’ın sanatlarının değer felsefeleriyle doludur.

 Bir cemaat Bediüzzaman’ın derinliğine dalmalı ve onu topluma açmaya çalışmalı.

Onun Sani kelimesi ile yapmış olduğu iki yüz otuz kadar cümle ve otuz üç Sani ile oluşan Allah’a dönük esma ve çok derinlikli okumalardır.

O her şeye sanat değeri ile bakar, bu yüzden bulduğu tabloyu, levhayı anlatır ve arkasından esmanın mührünü, sani kelimesinden doğan mührünü vurur ve onu Allah  adına keşfeder ve mühürler.

Bediüzzamanın Eşya, Olay ve İnsan Okumaları

Bediüzzaman sanat eserleri müzesinde gezer hergün onun tabiat dolaşmaları bu eser mütalaasıdır. Çok ayrıntılı tahliller yapması eşyaya çok yakından baktığını gösterir. Gözünün arkasında büyük bir okyanus birikimi vardır, bu birikim estetik açıdan bilgi ve görselliktir, ilim açısından ise müktesebattır. Her ikisini birlikte kullanınca çok daha farklı şeyler görür. Bu ayrı bir konu.

Bediüzzaman eşya, olay ve insan okumalarında okuduğu görüntü veya levhayı, tabloyu, azameti, heybeti, yaratmayı o görüntüye uygun esma ile etiketler ve ona göre kurduğu esma terkipleri ile esma okumalarını müşahhaslaştırır.

Risale-i Nur’da en çok zikredilen esmalardan biri Sani esmasıdır,

Sani yarattığı şeyi sanatlı olarak yaratan demektir.

Halık yaratandır, ama Sani yarattığı şeyi güzel, geometrik, biçimsel bir şekilde tasarlayan, düzenleyen sanatkâr bir ilah demektir.

Bediüzzaman’ın Sani ismiyle kurduğu esma terkiplerine bakalım.

 Sani-i Vahid (15), Sani-i Vahid-i Ehad (3), Sani-i Hakîm (109), Sani-i Zülcelâl (121), Sani-i Ehad-ı Samed (1), Sani-i Zülcemal (17), Sani-i Hakiki (1), Sani-i Kainat (4), Sani-i Adl-i Hakim (2), Sani-i Mevcudat (1), Sani-i Külli Şey (1), Sani-i Alem (17), Sani-i Kerim-i Rahim (1), Sani-i  Kerim (3), Sani-i Kadir (12), Sani-i Hayy-ı Kayyum (2), Sani-i Mukaddes (1), Sani-i Hakem-i Hakim (2), Sani-i Kadim-i Zülcelal (1), Sani-i Hayy-ı Kayyum (1), Sani-i Semi-i Basir (1), Sani-i Alim-i Zülcelal (1), Sani-i Sermedi (2), Sani-i Kadim-i Ezeli (1), Sani-i Musavvir (1), Sani-i Hakim-i Müdebbir (1), Sani-i Kadim (2), Sani-i Ezeli (2), Sani-i Ebedi (1), Sani-i Fail (1), Sani-i Zişuur (1), Sani-i Fatır-ı Baki (1), Vacib ül Vücud Sani (1).

En çok kullanılanlar Sani-i Hakim, Sani-i Zülcelal, Sani-i Zülcemal.

 En çok iki esma terkibini kullanmış; Hakim ve Zülcelal. 230 adet Sani ile cümle kurmuş, her biri başka bir görüntünün okunmasından sonra etiketlemek olmuş.

 Azamet ve heybet sahibi sanatlı yaratıcı görüntü en çok onun dikkatine çarpmış, daha sonra hikmetleri gözeterek sanatlı yaratanı kullanmış.

Daha sonra  da cemal sahibi sanatlı yaratan terkibini kullanmış.

Demek Bediüzzaman sanatlı bakmış çok şeye, onun bakışına sanatkar bir ilahın farklı icad tabloları hakim. Yapılanı zikrederken esmayı zikretmeden o tabloyu biçimlendirmemiş, ifade etmeden önce gördüğü şeye uygun esmayı kullanıyor, ifade onunla su yüzüne çıkıyor. Eğer bunları kullandığı cümleleri tahlil etsek ortaya büyük bir kitap çıkar, sanatlı levhaların ilahının yarattıklarının Bediüzzaman tarafından yapılan okumaları.

  İdrak-ı maali bu küçük akla gerekmez

  Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez

Bediüzzaman’ın bakışının arka planı ne kadar azametli.

Bir okyanus gizli  gözlerinin arkasında, o okyanustan iki göz dış dünyaya bakıyor. Bir esmadan bu kadar tablo, ya diğerleri…

 Mesela Sani-i Zülcelâl ile ilgili kurduğu 121 cümleyi, paragrafı okuyup celalli, azametli ve sanatlı yaratıcının fiillerini, yansıyan büyüklüklerini hem de sanatlı anlatmak istedim ama çok zor bir iş, bir gün onu da yaparız.

Diğerleri de ayrı şeyler,

Sani-i Hakim de öyle yaptığı her şeyi hikmetli ve sanatlı yaratan bir ilah demek, bu da yüzü aşkın cümleye neden olmuş, Sani-i Hakim diye  bir bahis olabilir.

 Bu kadar akademik adamı bir araya getirip gerçekten bir akademi kurmak gerekir, böyle bir büyük organizatör olmalı artık klasik nur talebeliği kavramına yeni daireler ilave etmeliyiz.

Söylüyorum ama anlayan kim? Yazdığım yazıların takdir etmesini bilen yok mu? Hayır yok değil ama o bahislerde tuzu olmayan insanlardan, “çok güzel olmuş”un dışında yorum alamayız.

 Aslında benim yazılarım bir mektep, bir eğitim aracı.

Anlayan anlar, anlamayana ne diyeyim. Onların da çok ciddi değerlendirildiği konusu bir başka konu!

 Dinin, etnik bakışın, teorik hazımsızlığın, ben yaparsam olur, başkasına yok, tenbeli suçla, çalışkanı perdele mantığı kimseyi mutlu etmez, nice dehalar mezarlarda yatıyor, eğer doğru eğitim alsalardı, şimdi neredeydiler. Bunu İngiliz şairi Schelley söylüyor.

 Bu küçük yazı çok yorucu bir tarama ile oldu, 2250 cümleyi taradım ve alınması geleni fişledim ve daha sonra bu sonuçlara vardım. Bu sonuçlar daha da genişleyebilir.

 Rabbimizin esması üzerine derinleştiğim için  inanılmaz sevindim.

Bana bilimi sevdiren Zattan Allah Razı olsun.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer