Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Bediüzzaman üç aylar gelince mektup yayınlardı!

Son Şahitler’den Bayram Yüksel anlatıyor:

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şuhur-u selase (üç aylar) girdiğinde muhakkak lâhika neşreder, talebelerinin mübarek ay ve günlerini tebrik eder, vesile ile muharebeyi devam ettirirdi. Talebeleriyle devamlı irtibat halinde idi. Lâhika mektuplarından bir misal:

“Evvela; sizin mübarek şuhur-u selase ve içindeki kıymettar leyali-i mübarekelerinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak her bir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i Regaib, Leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin.”

“Hem Leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazanınızı ve hem gelecek Leyle-i Kadri, hakkınızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmalinize böyle geçmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.”

“Hem Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden niyaz eder ve bu havaliden Mirac Gecesinden bir gün evvel, bir gün sonra müstesna rahmetin yağması işaret eder ki, umumî rahmet tecellî edecek inşaallah.’

“Aziz, sıddık kardeşlerim,

“Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak Ramaz-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Amin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hakkınızda kabul eylesin.’

Bu şekilde Regaib, Berat, Mirac Gecelerinde teksir lâhikası gönderirdi. Dolayısıyla çeşitli mevzularda, Risale-i Nur’un neşri, hizmeti ve faaliyeti ile ilgili müjdeli haberleri Nur Talebelerine gönderirdi.

(Son Şahitler)

Ayasofya, İbadet Mahalli Olmalı

[Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatın haşiyesini takdim ediyoruz.]

Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risâle-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım. Emirdağ Lâhikası, s. 396

***

Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.

Hem Risâle-i Nur, Kur’ân’ın kanun-u esasiyesiyle bütün Anadolu ve vilâyât-ı şarkiyede âsâyişi temin eden Risâle-i Nur’un 500 bin nüshası komünistliği susturduğu gibi, âsâyişi temin ettiğine bir delili budur ki:

On küsur sene evvel Afyon Müdde-i Umumîsi “600 bin fedakâr talebesi var; 500 bin nüsha Risâle-i Nur’dan neşretmiş. Belki âsâyişe zarar gelir” dedi. Ona karşı Said demiş ki: “Mâdem 600 bin fedakâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulmediliyor. Birtek vukuatı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi.” Hem dedim: “Ey müdde-i umumî! Eğer bin müdde-i umumî, bin emniyet müdürü kadar âsâyişin teminine Risâle-i Nur hizmet etmemişse, Allah beni kahretsin. Siz de bana ne ceza verirseniz verin” dedim. O bu sözüme karşı hiçbir çare bulamadı. Emirdağ Lâhikası, s. 449

***

Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi. Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. Tahakküm altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida yazdım ki, herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki tecziyemi talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü, bu emsalsiz, acip zulmî muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş altı ay tecrid-i mutlakta bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu istidayı mâsum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.

 Şuâlar, s. 342

LÜGATÇE

vaziyet-i kudsîye:Kudsî vaziyet.

muzahrafat: Pislikler, süprüntüler.

müdde-i umumî: Savcı.

Meşîhat: Diyanet işleri dairesi, dinî ilimler dairesi.

istida: Dilekçe.

Sadeleştirme ile ilgili lahika mektubu

SADELEŞTİRME İLE İLGİLİ LAHİKA MEKTUP

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz,

  Evvela, çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhur-u selâsenizi ve eyyam-u mübarekelerinizi bütün ruhu canımızla tebrik ediyoruz.
Saniyen, Risale-i Nur bütün dünyada tahayyüllerin fevkinde intişar ediyor; ihtiyacını hissedenler, hakikate susayanlar, ciddi talep eden yediden yetmişe herkes, istidadı, iştiyakı, azm ve gayreti, saffet ve samimiyeti nisbetinde bu ders-i imaniyeden istifade ediyor, hisse alıyorlar. Üstadımız “Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücûda sıhhat veriyor.” buyurmaktadır.
Salisen, malum olduğu üzere en son meşverette tezekkür edilen “sadeleştirme” hakkındaki kardeşlerimizin umumi görüş ve düşünceleri, tahkik ve değerlendirmeleri hulasa bir biçimde meşveret metninde beyan edilmiştir.
Sadeleştirme hakkındaki görüş ve düşüncelerimizi birkaç nokta başlığı altında  hülasa ile nazarlarınıza takdim ediyoruz:
BİRİNCİ NOKTA: Hakkın hatırı, müellifin hukuku ve sanat ahlakı sadeleştirmeye müsaade etmez. Nasıl ki,  bir mimarın çizdiği projeler onun izni ve kabulü olmadan değiştirilmezse; Hz Üstad’ın telifatı olan Risale-i Nur Külliyatı da O’nun izin ve müsaadesi olmadan tağyir ve tebdil edilemez. Çünkü Üstadımız buna müsaade etmemiştir. Bu hususta Lahikalarda pek çok beyan olduğu gibi, saff-ı evvel ağabeylerimizin naklettikleri hatıralar da buna şahittir.
İşte onlardan birkaç numuneyi dikkatlerinize sunuyoruz:
“Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister. Ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”(Mektubat,  383)

            “İşte en uzak hakikatları en yakın bir tarzda, en ami bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçe’si az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o su-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinden, bu harika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bila şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerim’in i’caz-i manevisinin bir cilvesidir ve temsilatı Kur’an’iyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.” (Mektubat 270)

            “Resailinnur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyar ile değil; ekseriyeti mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu L. 211)

            “…ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışı ile bir mes’ele değişir, mana bozulur.” (Şualar 486)

“Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Hâlbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne halde ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz.”(Mektubat, 488)

 “Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve mektuplar; ihtiyarsız, def’i ve anî bir surette kalbe geliyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem; sönük düşer, noksan olur.”( Mektubat,279)
            “Altıncı Deva : (Haşiye) Fıtri bir surette bu Lem’a tahattur ettiğinden, altıncı mertebeden, iki deva yazılmış. Fıtriliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik.” (Lem’alar 208)

“Bu ehemmiyetli Risale’nin, herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.” (Şualar 98)

            “Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalp, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale’i Nur sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.” (Emirdağ L. 65)

“Bu notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhûd sûretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Ve bir kısmı gayet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor. Ta letafet-i asliyesini kaybetmesin.”(Mesnevi, 144)

            “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. Öyle de; suretperestlik ve üslüpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için çok edip edebde, edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” (Muhakemat 88)

            “Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’an’iyeyi, hatta en muannide karşı dahi, parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inayet-i ilahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’an’iye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahi telakki edilen İbn’i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, O Zat’ın dehasi ile yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektubat 372)

            “Bu söz şimdiye kadar binler adamı hab-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes O’nun dilini anlıyor.” (Sözler 725)

 “Namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç müntefi’ olur.” (Mektubat: 342)
Üstadımız, nazariyat-ı diniyenin mahfazları olan elfazların değiştirilmesinde bir zaruret olmadığını beyan buyurmaktadır. Belki bu noktada yapılması gereken şey, o elfazları vaz-u nasihatlerle açmak;  mütalaa ve müzakere ciddiyeti içinde tefekkürle talim etmektir.
1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabey’in Hz. Üstad’dan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair yazdığı mektubuna Üstadımız şöyle cevap vermiştir:
“Saniyen, Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarında haşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metnin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebep olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var..” (Emirdağ lahikası, Elyazma 661)

İKİNCİ NOKTA: Risale-i Nur, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hakikatlerinden telemmü etmiş, en yüksek bir ders-i imaniye, envar ve esrar-ı Kur’aniyye’dir. Üstad, “bunun(Risale-i Nur’un) ilham-ı İlahi olduğuna bütün imanımla kaniim.(Şualar, 498) buyurmaktadır.
Sadeleştirme, Risale-i Nur’daki bu kudsî mazhariyetleri kırar, hakaik-i imaniyenin feyzini uçurur; elfazın letafetine ilişir,  hüsün ve cemalini zayi eder; sarih mananın maverasındaki işarî, remzî, telmihi mana tabakalarına perde çeker. Risale-i Nur’un, hüsn-ü hakikisini incitir, derin manalarını basitleştirir ve bayağılaştırır.
Risale-i Nur, “üslub-u âliye” üzerine müessestir. Sadeleştirme, “üslub-u âliye”yi tebdil ve tahfif hükmüne geçer. O mevzun, muntazam, üslub libasları bozulunca kalb, ruh, sır ve diğer latifeler hissesiz kalır; akıl da tam itminana ulaşamaz. Çünkü sadeleştirme, kelamın camiiyetine, lisanın selasetine, nazmın cezaletine, mananın belagatine büyük zarar verir; o ruhu öldürür ve o letafeti söndürür.
Üstadımızın fevkalade önem atfettiği; makbuliyet-i İlahiye bir alamet saydığı tevafukat ve cifir gibi ince hikmetler ve latif sırlar sadeleştirme ile tamamen ortadan kalkar.
 ÜÇÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, talebelerine kazandırdığı uhrevi kazanç ve kemalata bedel olarak, onlardan “tam ve halis bir sadakat” ve “daimi ve sarsılmaz bir sebat” istemektedir. (Kastamonu, 101)
Sadakatin bir cüzü de, Risale-i Nur Nüshalarını aslı şekliyle muhafaza etmek; risaleleri tağyir ve tebdil etmemektir.
Rahmetli Tahirî Ağabey’in Üstad’dan naklettiği şu ifadeler, sadık ve sebatkâr şakirtler için fevkalade önem taşımaktadır:
“Benimle gelen perişan olmaz. Benimle gelen arkadaş, ruz-u mahşerde perişan olsa; o benim sırtımın yükü olsun. Yeter ki, bu davaya olan ahdini ve sadakatini bozmasın.”
Bizim görevimiz, Risale-i Nur’u asli haliyle tâ kıyamete kadar muhafaza etmektir. Bu muhafaza o ahdin lazımlarından birisidir.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, tekrarat-ı Kur’aniyye’nin bir lemaatına mazhar olduğu için tekrar tekrar okunması usanç vermez. Üstad Hazretleri bütün hayatı boyunca kendi telif ettiği eserleri müteaddit defa okumuş, talebelerine de okutmuştur. Hâlbuki sadeleştirilmiş bir eser, latif ve hassas ruhlara ağır gelir; belki ancak bir kere okunabilir. İkinci, üçüncü, dördüncü kere okunmaz. Çünkü sadeleştirme, sanat zevkini incitir, ciddi okuma iştiyakını köreltir. İnce sezişler, latif manalar sadeleştirme rötuşu içinde gözden kaybolur. Letafet ve zarafetle biçilmiş ve giydirilmiş olan o deri hükmündeki nazenin libaslar soyulup atılır. Ne selaset kalır, ne letafet! Metin, kırk yamalı bohça şekline girer.  Tenasüp gider, zarafet kaybolur. Kelam estetik değerini, fikrî ağırlığını,  teravettar özelliğini kaybeder, mesaj gücünü yitirir.

BEŞİNCİ NOKTA: Dil, bir milletin hafızasıdır. Belki, o milletin tâ kendisidir. Dili sadeleştirmek, milletin hafızasını silmek, tarihi arşivleri yok etmek, kütüphaneleri yıkmak, manevî göstergeleri, hassas değerleri silip süpürmek anlamına gelir. Çünkü dinimize, ahlak ve kültürümüze, örf ve adetlerimize medar bütün güzelliklerimiz dil ile yaşar, dil ile yaşatılır, dil ile muhafaza edilir. Dil, maziden istikbale uzanan bütün değerlerimizin intikal köprüsüdür. Sadeleştirme bu köprüyü uçurur. Mazi ile ilgili bağları kopartır.

ALTINCI NOKTA: Ehl-i ihtisasın beyanına göre “dil, düşüncenin evidir.” Fikir inşasının tuğlası, kerpici, ana malzemesi kelimelerdir. “Anlaşılmıyor.” gerekçesiyle birçok kelime ve ıstılahlar devre dışı bırakıldığı zaman tefekkür sahası daralır; dimağ harmanı küçülür. Kıyılmış, doğranmış kelimelerle ciddi tefekkür olmaz; tefekkür derinliğine asla ulaşılamaz. Hâlbuki Risale-i Nur mesleğinin temel esaslarından birisi de tefekkürdür.
Düşünceye hizmet etmeyen bir dil, kısırlaşır. Kısırlaşan dil, cemiyette fikir ve düşünce üretemez, ideal yükleyemez, yüksek fikirleri,  ulvi hisleri terennüm edemez. Dal ve budakları budanmış, kanatları kırılmış, yozlaştırılmış bir dil ile ciddi metinler de kaleme alınamaz, şaheserler üretilemez. Mevcut ciddi eserler de okunamaz, derin ibarelere girilemez, ilmî, felsefi, edebî, fikrî eserlere ulaşılamaz.
Evet, dil sadeleştirilirse, düşünce sığlaşır. Sadeleştirme işi, edebi, fikrî, ilmi, ahlakî ve dinî metinlerde sürdürülürse, netice noktasında cemiyet hayatında “düşünme derinliği” kaybolur. Bir müddet sonra düşünmeyen, murakabe ve muhasebe yapamayan, derinliklere inemeyen, fikirde kifayetsiz, izanda nakıs, intikalde gabi  bir gençlik karşımıza çıkar.

YEDİNCİ NOKTA: Maddi bir unvan ve şöhret adına birkaç lisan öğrenen; dünyevi bir istikbal için kendi sahasındaki yüzlerce tabirleri ve yabancı kelimeleri ezberleyen bir insanın; sırf nefsin tembelliğinden ve ruhun lakaytlığından gelen bir hisle, Kur’anî tabir ve ıstılahları öğrenmemesi nasıl mazur görülebilir!?..
Bilmek gerekir ki, lakayt ve laubali ruhları hakikat dünyasına celb ve cezb etmenin yolu, iman ilminde derinleşmek, tebliğ sorumluluğunu canlı tutmaktır. Bu da, temsil ruhunu yaşatmak, tebliğ ciddiyetine bürünmek, hakikat-ı imaniyeye tam ayna olmak; tefekkür disiplini içinde mütalaa, müzakere ile tahkik mesleğine kuvvetle gerçekleştirilebilir.
Sadeleştirme, bu manalara kuvvet veremediği gibi, bilakis, insanları mehazın kutsiyetinden uzaklaştırır;  cılız, kuru, sönük ve silik bir mecraya sürükler. Halbuki Üstadımız : “me’hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor.” (Mektubat: 342) buyurmaktadır.
SEKİZİNCİ NOKTA: Dil, cemiyetin harcıdır. Kelimeleri yerlerinden oynatmak, sökmek ve çıkartmak adeta sağlam bir binanın statiğini bozmak, mukavemetini sarsmak, binayı yerinden oynatmak anlamını taşır. Bu gibi uzun yaşamazlar.
Risale-i Nur’un bir görevi de dili muhafaza etmek; İslami ıstılah ve kelimeleri günlük hayatın içinde canlı tutmak ve yaşatmaktır. Sadeleştirme bu noktaya da zarar verir, dilde yaşanan erozyonu hızlandırır.

  DOKUZUNCU NOKTA: İlimde derinleşmenin ilk adımı, o ilmin ıstılahlarına vukufiyettir.  İlmî tabirler ve ıstılahlar sadeleştirilemez. Onları oldukları gibi öğrenmek gerekir. Doktorların yazdığı reçeteler, dünyanın her yerinde geçerlidir. Çünkü o kelimeler tıp dünyasının müşterek lisanıdır. Tıp atlası da, bilgisayardaki teknik tabirler de öyledir.
Yıllardır hafızaya kaydolmuş, dimağa resmedilmiş, kalbe nakşedilmiş marifet-i Kur’aniyeye medar tabir, kelimat ve ıstılahların muhafazası lazım ve elzemdir. Onları muhafaza bizim görevimizdir. Bu görev ve sorumluluğun,  hassasiyet ve duyarlılıkla yerine getirilmesi gerekir.

ONUNUCU NOKTA: Sadeleştirme ile ilgili çalışmalarda, genellikle, bir taviz, ikinci bir tavizi doğurur. O da üçüncü, dördüncüyü.. Belki her 10-15 sene sonra sadeleştirme tekrar gündeme gelir. O sadeleştirilenler de, tekrar sadeleştirildiğinde; 50-60 sene sonra, belki asıl metin buhar olur uçar; estetik özelliklerini, kelamî güzelliklerini, mana tabakalarını, lisan inceliklerini ve derin sırlarını kaybeder. Özellikle, kudsî kelimat ile inşa edilmiş metinlerde bu tahrib daha ziyade olur; o metinlerin manevi ağırlıkları, derinlikleri, letafet ve zarafetleri silinip gider.

ONBİRİNCİ NOKTA: Şimdi olduğu gibi, çok yakın bir gelecekte Risale-i Nur, dünya düşünce tarihini etkileyecek en önemli eserlerin başında yer alacak; İnşaallah, fikir ve ilim dünyasının en çok konuşulan, tezekkür edilen ve hakkında en çok yazılar yazılan, araştırmalar yapılan, kitaplar neşredilen bir şaheseri olarak, biiznillah, asra damgasını vuracaktır. Belki, binlerce bilim adamları, araştırmacılar, psikologlar, sosyologlar, siyaset bilimcileri, sanat adamları, tefekkür insanları, risaleleri didik didik inceleyecek, herkes kendi ilim mahfilinden bakacak, farklı açılardan yorumlar yapılacak, şerh ve izahlara girişilecektir. Yapılacak bütün bu çalışmalar Risale-i Nur’un kadr ve kıymetini, baha ve değerini daha ziyade gözler önüne serecektir; bu araştırmaların gerçekleştirilmesi için, orijinal metnin, asıl nüshaların olduğu gibi muhafazası gerekir. Çünkü sadeleştirmiş metinler üzerinden yapılacak yorum ve değerlendirmeler, yanlışlara kapı açabilir, bir kısım hakikatlerin zayi olmasına sebep olabilir.
ELHASIL, Sadeleştirme, hikmet diline, hakikat lisanına, metnin orijinalliğine, lisanîn selasetine, kelamın camiiyetine,  beyanın belagatine, hüsün ve letafetine, mana tabakatının enginliğine, tefekkür ciddiyetine, tahkik mesleğine, tetebbuat zevkine ilişir. Hakikat ilminin hudutsuz sahrasını daraltır. Zihni sığlaştırır. Elfazın derisini soyar, hayattar mana tabakalarının taravetini izale eder.

            ONİKİNCİ NOKTA: Kardeşlerimizin malumu olduğu üzere, Risale-i Nur’un mesleği “kavl-i leyyin”dir. Bu mesele münasebetiyle, hiddet ve şiddete, adavet ve çatışmaya kapılar açacak bir biçimde ahvallere bürünmek; gayz ve gadabla infial göstermek, ifratkarane tavırlar takınmak, hiddet sergilemek, mesleğimizin ruhuna muhaliftir. İhlas ve uhuvvete zıddır. İhlaslı istikamet ve uhuvvetkarane muhabbet mesleğimizde esastır.  “Dostlara mürevvetkare, düşmanlara sulhkarane davranmak” Nur’un bir düsturudur.
Evet, Üstadımız, “Tuluat Risalesi”nde, ihtilafı tadil edecek çarenin reçetesini yazmış, gözlerimizin önüne sermiştir. O reçete şudur:
“Evvela, müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allahımız bir.. Peygamberimiz bir..  Kur’anımız bir.. zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt” bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. “Elhubbu fillah” düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekatımızda hâkim olsa, – ki zaman dahi pek çok yardım ediyor-o ihtilafat sahih bir mecraya sevk edilebilir.”
Hem, Üstadımız: “ Evvela umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından; bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.” buyurmaktadır.
“Saniyen: muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa,  müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.” (Asar-ı Bediyye, Envar neşriyat.s. 516)
Evet, biz de, bu meseleyi müdakkik kardeşlerimizin hakimane tetkiklerine ve şefkatkarane tedbirlerine havale ediyoruz.
“Bizler muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.”diyen muazzez Üstadımızın açtığı cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’de, ihlâs ve uhuvvet, muhabbet ve istikametle yürümek zorundayız.
Dua ve münacatımız o dur ki, Rabb-i Rahim bizleri azami ihlâs, azami sadakat, hakikat-ı uhuvvet ve muhabbetle, istikamet dairesinde istihdam ettirsin. Rızası dairesinde çalıştırsın.

Gözün Misyonları

Bediüzzaman Altıncı Söz isimli büyük eserinde insanın hayatla ilişkilerini kuran duyularının müspet ve menfi kullanımlarını anlatır. Bunlardan biri gözdür.

Bediüzzaman’ın hayatında ve insan hayatında, sanatta, dinde, felsefede, ilimde göz çok önemli bir misyona sahiptir. Herşey onunla dış dünya ile ilişki kurar, Bediüzzaman bu ilişki sınıflarını Altıncı sözde anlatır.

“Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o PENCERE ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü gözün Sani-i Basir’ine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir MÜTALAACISI ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir SEYİRCİSİ ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir ARISI derecesine çıkar.” (Sözler, 31)

İnsan ile âlem iki farklı oluşum, birinden birine açılan pencere, göz.
Aynı göz bir mütalaacı,
aynı göz bir seyirci,
aynı göz bir arı.
Eğer pencere kapalı ise veya iyi yerde kullanılmıyorsa insan bakar körler sınıfına girer. İnsanın bütün dini, ilmi ve sanatsal faaliyeti göz sayesindedir. Bütün Risale-i Nur mütalaa, seyir ve arı faaliyetleri ile doludur. Aslında bu göz Bediüzzaman’ın gözüdür. Bu gözü bütün eserlerinde kullanmış ve ortaya eserleri çıkmıştır. Çünkü risaleler çok zaman görsel daha sonra akli ve kalbidir.

Sanatın temel sorunlarından biri biçimdir. Bediüzzaman eserlerinde Tanrısal sanatın biçimleri üzerinde, renkleri üzerinde yorumlar yapar. Kâinat bir ilahi sanatlar galerisi olduğuna göre Bediüzzaman baktığı her şeyi önce ilahi, ondan hareketle beşeri sanatın normlarına göre anlatır.
Marksistlerin biçim teorisi vardır. Hatta meşhur Marksizm ve Biçime diye önemli bir kitap vardır. Zaten bu iki akım birbirine cevap veren akımlardır.

SURET VE MİKDARLARDA MASLAHAT

On İkinci Pencerede canlıların s u r e t lerini söz konusu eder.

Bu Allah’ın yarattığı canlılardaki biçimler üzerindeki ayrıntılı dikkatidir. “Umum eşyada hususan zihayat masnularda-canlı sanatlı mahluklarda-hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam –düzenli bir miktar- ve bir suret hikmetle verildiği ve o suret ve miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması hem müddet-i hayatlarında değiştirdikleri suret libasları –suret elbiseleri- ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkip ve tanzim edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması bilbedahe gösterir ki Bir Kadir-i Zülcelal’in bir Hakim-i Zülkemal’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin destgahında vücutları verilen o hadsiz masnuat, O Zat’ın vücub-ı vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler.” (Sözler, 920)

Bu cümleler bir biçim estetiğinin ayrıntılarıdır. Çünkü biçim varlığın varlık alanına çıktığı şekildir. Her biçim, hem kendi içinde düzenli, hem toptan birlikte birbirine göre bir biçim uygulaması ile meydana getirilmişlerdir.

İNSANA GÖRE BİÇİMLENMİŞ ÂLEM

Arı, insan, ağaç, ceviz, kavun, at hep birlikte tasarlanmışlardır, çünkü birbiri ile iç içe biçimdirler. Atın vücudu insana göre, diğerleri de yine insana göre tasarlanmışlardır. Kâinat bütün biçimleri ile aynı anda yaratılmışlardır, görünüşte öncesi ve sonrası yok. Nasıl her şey bir cetvele göre yapılırsa insan da varlığın mikyasıdır, adeta metresi insan olan bir kâinattır. Bu ilgiyi Bediüzzaman insanın âleme bir mikyas ve mizan olmasını bu cetvel misali ile ortaya koyar. Yani âlem insana göre biçimlendirilmiştir. Adeta ona bakılıp ona göre bir kâinat biçimlendirilmiştir. Nasıl bir ressam bütün sanatını bir resme yüklerse, Allah da bütün isimlerini insana tahsis etmiştir. “İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını insanın nefsi ile insana tahsis ediyor.” (İnsan Penceresi) Bütün esması onun hizmetine, onun varlığına tahsis edilmiştir. Hani şu tahsisat kelimesi var ya işte onun gibi. Bütün isimler insana ayrılmış, kalbim hissediyor ama kalemim ifade edemiyor. İşte kendisine bu kadar önem verilen insanlardan insanlığı anlayanlar bu tahsisat karşısında utançlarından ve mahcubiyetlerinden büyük efali küçültmemek için büyük olmuşlar. Bütün bunlar gözün, Bediüzzaman’ın gözünün ifade ettiği hakikatlerdir, okuduğu hakikatlerdir.

Mütalaanın arkasından insanın gözü, onu seyirci yapar.
Bediüzzaman’ın seyirleri nasıl anlatılabilir? Bütün eserleri onun seyirleridir.
Alvarlı Efe; “Seyreyle güzel kudreti Mevla neler eyler” derken seyretmeye teşvik eder müridanını.
Yahya Kemal Vuslat şiirinde, “seyretme cennetinde yoksul fakir yoktur” mealinde konuşur. Yani seyretmek ruhun cennetidir, orda sınıf farkı yoktur, der.

Gök kubbesi her lahza bütün gözlere mavi
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi
(Kendi Gök Kubbemiz, 75)

“Ruhun en estetik faaliyeti seyretmektir” derken Kant bunu kasteder.
Bu dünyaya açılan terkibi ve görünüşü ile harika iki pencerenin sıradan seyirlerle bedavaya gitmesi ne korkunç akıbet. Bediüzzaman kâinat sinemasını bu hakikat iki gözü ile seyretmiş, bir de i m a n s i neması diye bir imaj kullanır. Ne derin adam, hayatın hiç kabuğuna iltifat etmemiş.
BEDİÜZZAMAN : ‘‘BAŞINI KALDIR!’’der

Bak şimdi o göze C e m a l l e r i seyreder. “ Şu kainatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler bir Cemal-i Sermedi cilvelerinin bir nevi gölgesi olduğunu gösterir” o kendisine hayran olunan güzellikler O’nun bir nevi gölgesidir. İnsan ona değil Ayet-i Hasbiyede dendiği gibi gölgeye aşık olmuştur. Gölgeden başını kaldırıp güneşe bakmak herkese nasib olmaz. Gölgede kaybolan bir gölge, ne hazin kaybolmak! Gölgenin gölgeye âşık olması, ama yapıyoruz işte. Bu yüzden Bediüzzaman “Başını kaldır” der. Gelip geçen cemalleri o kalbimizi bağladığımız güzellikleri, o içinde kaybolduğumuz güzellikleri nasıl yorumlar. “Evet ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimi bir şemsin şualarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi, s e y y a l z a m a n ı r m a ğ ı n d a, s e y y a r m e v c u d a t ı n ü s t ü n d e parlayan lemaat-ı cemaliye dahi bir Cemal-i Sermediye işaret ederler ve O’nun bir nevi emareleridirler.” (Sözler, 943)

Seyyal zaman ırmağı, ne imaj.
Bergson Bediüzzaman’ı görseydi zaman kavramını nasıl anlattığına hayran olur parmağını ısırırdı.
Nerde Duree kavramı nerde seyyal zaman ırmağı.
İşte biz o seyyal zaman ırmağı üzerindeki kabarcıklarız. Kabarcık sonunda bir de “cık” eki var, küçültme eki.

TÜRKÇE LİSANI VE BEDİÜZZAMAN

Sanat demez Bediüzzaman insanın sanatına sanatçık der.
Türkçe onun elinde bir sanat diline dönüşür. Bir felsefe diline dönüşür.
Mardin’de beni etkileyen bir adam ismini unuttum, hanedan, cömert ama ruhu da cömert, yorumları da kalp, akıl, ruh ve hissiyat karışımında bir periyodik eğitim dışı kalmış, iyi ki de kalmış bir büyük adam dedi,
“Bediüzzaman hem Said-i Kürdidir, hem Said-i Nursi’dir, hem Said-i Arabi’dir, hem Said-i Farsidir. Hem Said-i bilcümle akvam-ı âdemdir.” Helal olsun bu kadar okudum ama bu kadar hissedemedim.
Gelin takılıp kalmayalım bu adam gibi bakalım.

Bediüzzaman gözü arıya benzetir. Ne kadar harika bir empati.
Arı bal yapar, göz de mana balları üretir. Bütün nurlar o balların tadlarıdır.
“Yunus Ballar balını buldum kovanım yağma olsun” derken herhalde onu kastetmiştir.
Ballar balı nurlar, biz de kötü bir kovan, at kovanı ballar balına koş.
İkinci şua bir mana balı,

“Bu risaleyi anlayarak okuyan imanını kurtarır inşallah” der. Ne harika bir söz!
Risale-i Nur bütün dünyanın tattığı bir bal okyanusudur, haydi ballara ballara…

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur!

Risalelerin manevî ders halkasına giren bir kişi, kısa bir süre sonra kâinattaki bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden, kainattaki tüm ilahi fiilleri teşhis edebiliyordu..

Risale-i Nur’ları ellerine geçiren insanlar, kısa bir süre sonra, hattâ bazan risalelerin ilk satırlarından itibaren, kâinatı bir kitap gibi okumaya başladıklarını hissediyorlardı. Bu, bir insan için yeniden doğuş demekti.

Çünkü, daha önce görülmeyen, görülse de önem verilmeyen varlıklar vardı şimdi âlemde. Kışıyla, baharıyla, yeriyle, göğüyle, canlısıyla, cansızıyla, gecesi ve gündüzüyle herşey ve her olay, Yer ve Gökler Rabbinden bir mektuptu ve doğrudan doğruya insanı muhatap alıyordu.

Telif edilen her risale, sanki bu mektupların şifrelerinden bir ikisini daha çözüyor ve insana onu açıkça okutuyordu. Böylece, bir yandan derslerin tekrarlanmasıyla, diğer yandan da yeni telif edilen risalelerin elden ele ulaşmasıyla, insanların önlerindeki kâinat kitabı okuma becerisi de artıyor ve bu beceri artışı, daha fazla okuma iştiyakını doğuruyordu.

Böylece, Nur Risalelerinin manevî ders halkasına giren bir kişiye, kısa bir süre sonra, kâinattaki tek bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden bir tanesini teşhis etmesi yetiyordu; o tek fiil, kâinattaki bütün İlâhî fiillerle omuz omuza verip, onu bütün İlâhî isimlerin Müsemmâsına götürebiliyordu.

Fakat bu bakış açısı ve bu beceri, iradeli bir bakışa ve sürekli temrinlerle bu bakış açısını diri tutmaya ihtiyaç gösteriyordu. Aksi takdirde, dünya hayatının uğraşları, özellikle geçim endişesi ve zamanımızın diğer meşgaleleri, insanın dikkatini hemen dağıtıverme istidadını taşıyordu.

Bediüzzaman’ın talebeleriyle yazışmalarında, onları bu tür oyalanmalara karşı zaman zaman uyardığı görülmektedir. Daha önce de temas edildiği gibi, yeni telif edilen bir risalenin ulaşmasından sonra, bu risale ile ilgili hissiyatı satırlara dökerek Üstada göndermek, onun yakın talebeleri arasında bir geleneğe dönüşmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, bu mektuplar, aynı zamanda, Bediüzzaman’a, talebelerinin kavrayışlarını ölçme ve gelişmelerini izleme imkânı da veriyordu.

Nitekim iki risaleye en yakın talebesi Hulûsi Beyden cevap gelmediğinde, Bediüzzaman, bu gecikmenin birtakım dünyevî meşgalelerden ileri geldiği sonucuna varmakta gecikmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Hulûsi Bey, o sıralarda bir harita işiyle meşgul olmaktadır; ancak bu maddî işin ayrıntıları, onun “pek keskin zekâsı” önünde geçici bir perde teşkil ederek, manevî âlemlerdeki incelikleri yakalayıp manevî zevkleri tatmasına engel olmuştur:

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata [ay, dünya ve gezegenlere] dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevap yazamadı.

Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike [hakikatlere] işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, o Mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.”

Zaman zaman, insanların dikkatini manevî konulardan çekecek ve son derece değerli ömür dakikalarını, saatlerini ve günlerini gelip geçici meselelerle ziyan etmesine yol açacak bahanelerin güç kazandığı olur. Üç Aylar gibi mübarek mevsimlerin geride kaldığı, yahut bir yandan engin bir tefekkür zemini teşkil ederken diğer yandan da insanın nazarını gaflete yöneltme istidadı taşıyan bahar ve yaz mevsimlerinin yaklaştığı dönemlerde, Bediüzzaman aşağıdakine benzer mektuplarla talebelerini uyarmaktan geri kalmamıştır.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgul olamıyor.

Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem Şuhûr-u Selâsenin [Üç Ayların] gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden [iman ilimlerinden] olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.”

Neş’eli kış dersleri, mütevazi evlerde sobaların etrafında halkalanmış mütevazı insanlar arasındaki sohbetlerin uzadıkça uzadığı ve tazelenen çaylarla iyice tatlandığı derslerdir. Bir iman bahsi açılır risalelerin birinden. Büyüleyici cümleler, risaleyi okuyan talebenin dilinden birbiri ardınca dökülür. Hayaller cennet gibi âlemlere kilitlenir. Bir muhabbet pınarı kaynamaya başlar. Duygular keskinleşir. Sohbet ısınır, insanlar ısınır, âlemler ısınır. Kalabalık, görünenin kaç misline çıkar sohbet boyunca, kimse bilmez. Ancak herkes bilir yahut hisseder ki, kendilerinden başka birileri de oradadır, yanı başlarında aynı ders ve aynı tefekkürdedir. Bir tek kanat seslerinin işitilmediği kalır, o kadar.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından [iman hakikatlerini dinlemekten] çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz [dinleyicileriniz] çoktur.

Allah’ın kitabını okumak ve öğrenmek için Allah’ın evlerinden birinde veya başka bir evde bir araya gelen hiçbir topluluk yoktur ki, melekler onları ziyaret ederek etrafında dönmesin. O topluluğa kalp huzuru iner, onları rahmet kaplar. Ve Allah, yüce katında bulunan meleklere onları hayırla anar.”

Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Görünen âlemlerle görünmeyen âlemlerin gündemleri birbirinden çok farklıdır. Birinde manşetlere çıkan haber, diğerinde hiç işitilmeyebilir. İman ilimlerinin açtığı kapıdan âlemlerin her ikisine birden bakanlar ise, kâinatın asıl gündemini yakalamakta gecikmezler.

Baharın yaklaştığı günlerden birinde karları tebessümüyle eriten bir kardelen, kozasından çıkmış bir kelebek, bu âlemdeki pek çok insanın dönüp de bakmayacağı, baksa da görmeyeceği, görse de o akşamki bir televizyon programının tek bir sahnesi kadar bir değer vermeyeceği işlerdendir.

Fakat nakış nakış İlâhî isimlerin dokunduğu hiçbir hadise, gözden kaçırılacak kadar önemsiz olamaz bu kâinatta. Ve bir Risale-i Nur talebesi bunu bilir. Onun keskinleşmiş duyuları, manevî âlemlerde haber teşkil edeni, manşetlere çıkanı, izleyici toplayanı kaçırmaz. Bir ibretli bakış, bir tefekkür, bir zikir, dünyanın kalabalığı arasında kaybolup gidecek bir küçük hadise değildir; bunu bilir Risale-i Nur talebesi. Her an, nice “sıradan” insanların zikir ve fikirleri rengârenk çiçekler halinde açar ve bu gezegenin manevî simasını bir bahar sahnesine çevirir. Açan çiçeklere onların müştakları doluşur. Görünen âlemlerin yasaları, bir başka biçimde, görünmeyen âlemlerde işler. Biri kelebekleri çağırır çiçeklerin, diğeri melekleri. İman ilimlerinin talebesi, dünya ve içindekilerden daha hayırlısını bulmuş, onlardan daha kalabalık bir dost topluluğu edinmiştir.

Rabbimiz Allah deyip dosdoğru bir yol izleyenlerin üzerine melekler inerler. “Korkmayın,” derler onlara. “Mahzun da olmayın. Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz.”

Dostlar, olup biteni kaçırmazlar. Her söz, her görüntü, her düşünce, her hayal tek tek kayda geçer. Ve bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbine sunulur. Nasıl bir ihtişam içinde, orası ancak o âlemlerden görülür. Ama söz Ona yükselir; bu görülmüş gibi bilinir. Çünkü öyle buyurmuştur Kur’ân’ı gönderen.

Görünen âlemin önemli haberleri, görünmeyen âlemlerde nasıl sıraya giremezse, o âlemlerin haberleri de bizim dünyamızda pek rağbet görmez. Ancak kâinatın hakikatinden haberdar olan, duyuları keskinleşmiş olanlar, dünya kalabalıklarının değil, Allah’ın katında değer taşıyan şeyin peşindedirler.

Dünya hayatının meşgaleleri bu duyuları ve düşünceleri köreltmek üzere her taraftan saldırı halinde olduğu için de, sürekli derslerini tekrarlayarak his ve heyecanlarını diri tutmaya, doymak bilmeyen meraklarını ve kendilerine manevî Cennet hazlarını yaşatan şevklerini arttırmaya çalışırlar.

Onların iman derslerine olan ihtiyaçları, işte bu yüzden içilen su veya alınan nefes gibidir:

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur.

Ümit ŞİMŞEK