Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Dikkat! Yaz mevsimi geliyor..

Bediüzzaman Hazretleri (R.A.) yaz mevsimi ile beraber gelen maddi ve manevi rehavete karşı bizleri uyarmış ve vazifelerde atalet göstermememiz için  vazifemizin ehemmiyetini ihtar eden, gayemize hasr-ı nazar ettiren şu izahları yapmış:

Aziz, sıddık kardeşlerim!

[Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir.]

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes’elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve’nin Dördüncü Mes’elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes’elelerini merakla takib ediyoruz. Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.

Emirdağ Lahikası-1 ( 43 )

——————————————————————————————————————————————————

Biliniz ki; şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi, zaîf, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir bîçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik; biz, zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise; kıymetdar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekaleten tafsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

Bilirsiniz ki; yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütura düşüp, ta’til-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaik ile tam meşgul olamıyor. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden iki senedir ciddî hakaike nisbeten yemişler, fakiheler nev’inden tevafukat-ı latife ile ezhanımızı taltif etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı latife meyveleriyle, ciddî bir hakikat-ı Kur’aniyeye zihnimizi sevketti ve ruhumuza o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fakihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem zînet ve meziyet birleşti.

Barla Lahikası ( 138 )

——————————————————————————————————————————————————

Sâniyen: Muvakkat bir fütur, bir tenbellik sizde ârız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemi’lerin kalbleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür.

Merhum Abdurrahman’ın vefatı zamanında bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı Şerifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in’ikasat vardır.

Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de, evlâd-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir dehâ-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

Barla Lahikası ( 249 )

 

Esma Okumaları

Risale-i Nur’da Bediüzzaman’ın yaptığı yorum ve değerlendirmeler, özellikle tevhid yorumları Allah tarafından kâinata, yeryüzüne, varlığa ve canlılara, nesnelere, olaylara maharetle yüklenmiş olan isimlerin okunmasıdır. Bediüzzaman bir kâşif gibi bu esmaları çok değişik bahislerde açar. Her bahiste esmanın değerlendirme tarzı farklıdır.

Onuncu Söz’de isimlerin okunması, onlardan hareketle ahiretin varlığını ispat üzerine kurulmuştur. On iki ismi ahirete açılan kapılarından yorumlar Bediüzzaman. Orada isimlerin muktezaları ile ahiretin varlığı arasındaki akli, mantıki, ilmi, dini, kalbi bağları kurar. Ahirete dönük esma okumalarıdır.

Pencereler risalesinde özellikle olay ve nesnelerin hangi isimlerden hareketle olay ve nesne olduklarını, tanrısal nesne ve olay olmalarını doğuran esma yansımalarını görür ve gösterir.

Münacat risalesinde olay ve nesne ağırlıklı okumalar görmekteyiz.

Semavattan hareketle astronomi ilminin temel olay ve nesnelerinden başlayıp aşağıya doğru okumalar gerçekleştirir. Gezegenler, hareketleri, hava boşluğu ve orada meydana gelen astronomik ve coğrafi olayları onlarda bulunan esmalara dayanarak okur ve okutur. Bulut, şimşek, gök gürültüsü, rüzgâr, yağmur tek tek okunur ve bir de armonik olarak birlikte okunurlar.

Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra’d, rüzgar, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-ı mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, Senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler” ( L . 407)

Bu paragraflar adeta astronomik ve coğrafi tevhid risaleleridir, bahisleridir.

Bediüzzaman’ın nasıl ilimler ile iç içe bir yorum ve değerlendirme dünyası olduğunu gösterir.

Öyle ki bulut, berk, ra’d, rüzgâr, yağmur, dört değişik noktadan, dört değişik perspektif ile izah edilirler. Ayni olaylara, dört değişik vecihten bakar. Asırlarca tabii olaylar denerek Allah ile tevhid ile bağları koparılmış, bu bağımsızlığını ilan etmiş nesneler ve olaylar, bir ilahi intizamın, tasarımın içinde hem Allah’a dönük hem insana dönük oluşları ile izah edilirler.

Semadan zemine, yeryüzüne iner, oradaki olayları yorumlar.

Bahirleri, nehirleri ve çeşmeleri, ırmakları değerlendirir. Dağlara çıkar, madenleri, çiçekleri, tuzu, limon tuzu, sulfatoyu ve şapı esmaya açılan pencereleri ile görür, gösterir. Dağları seven ve hayatının büyük bir kısmını dağlarda ve yüksek yerlerde geçiren bu yüksek fikirli adam, dağları tanrısal yorumlarda değerlendirir.

Münacatta, yaşadığımız kâinat içinde hiçbir nesne ve olayı bir köşede garip bırakmaz, bu koca kâinat fabrikası içindeki fonksiyonel yerine yerleştirir. “Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbabına der, bütün bahisler.

İNCELENEN ALTI BÜYÜK İSİM

Esma okumaları bahsinin şahikasında yer alan, altı büyük ismi inceleyen, kâinat üzerinde okuyan Otuzuncu Lem’a, onun bir uzantısı olan İkinci Şua risalesidir. Bu iki risale esma okumalarında bahsin uzayında, şahikasında yer alırlar. Bir tevhid okyanusudurlar, buralarda konuşmak ve yürümek bir okyanusta yüzmek kadar maharet ister. Bediüzzaman buralarda gerçekleştirdiği okumalarla talebelerine ve okuyucularına ahiret saltanatlarını hazırlar, dünyada ise emniyet ve metanet dersleri verir. Ayrıca kendi düşünce dünyasının ip uçlarını verir, arkasından gelebileceklere kapılar açar, onları tevhid uzmanları yapar. Risale-i Nur mektebi bir tevhid okumaları sürecidir.

Kuddüs ismini okurken hareket noktası bu cümledir:

Bu kâinat ve bu küre-i arz daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler, müzehrafatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz, insan onda boğulur.(L. 343)

Her varlık, nerede olursa olsun bu emri dinler. Bahsin en çok tekrar edilen kelimesi dinlemektir. Her mahlûkun özel kulakları bu emri duyar, bu bizim duymadığımız, bu genel sesi duyar ve uyar. Duyan kulağı, anlayan aklı, uygulayan davranışı vardır canlıların. O tanzif-i kudsiden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin akilü’l-lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. (L.344)

Alyuvar ve akyuvarlar da dinler ve bedenin hücrelerinde temizlik yaparlar.

Göz kapakları ve sinekler de o sesi duyar. “Ve o emri göz kapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler (L.344)

Bu bayram yeri olan kâinata her varlık en ideal, en güzel ve temiz şekilde gelirler. “En temiz, en nazif ve en parlak ve en pak vaziyetleri, en güzel, en saf, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevk olunuyorlar.” (L 344)

Adl ismini anlatan bahis bir evrensel denge risalesidir, orada yirmiyi aşkın ilimden denge örnekleri verilir. Böyle bir bahsi en uzman fen bilimleri uzmanları bile kaleme alamaz, çünkü onlar ilimlerin eteğinde, Bediüzzaman ise tepesinde dolaşır, ilimlerin tevhid felsefesini yapar. Türkiye’de ilimlerin bilim tarihi ve felsefesini yapan bir perspektif daha ortada yoktur henüz. Evrenin dili matematiktir, ama bu matematik dili okuyacak matematikçi yoktur, onlar aritmetikle uğraşır, yedi kere yedi, sekiz kere sekiz, dersimiz bitti çocuklar.

Hakem ismini anlatırken, mahlûkatın birbiri içinde birbirinin sınırlarına riayet ederek, düzeni bozmadan nasıl hareket ettiklerini ve faaliyetlerine devam ettiklerini anlatır. Armonik, tevhidi bir perspektiftir.

Ferd ismi sonsuz, nesne ve olayları bir birlik içinde bir maksad etrafında toplar. Ayrılıkta gayrılık yoktur.

İMANI KUVVETLENDİRMENİN ÖNEMİ

Bediüzzaman bu isimleri okumanın, okutmanın önemini çarpıcı bir cümle ile anlatır. Bahislerin derinliğine, okumanın zorluğuna işaret eder, ama sonucun büyüklüğünü nazara verir:

İsm-i Azama ait nükteler, azami surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan ism-i Kayyum’a ait meseleler ve bilhassa Birinci Şua maddiyunlara baktığı için daha ziyade derin gittiğinden elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir. Bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz, kaidesiyle bu manevi bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum, diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kardır.

İsm-i Azam’a ait meselelerin ihata edilemeyecek derecede genişleri olduğu gibi akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan ism-i Hay ve Kayyuma ve bilhassa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhassa kader rüknüne herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde  imanını kuvvetlendirir.

Saadet-i ebediyenin  anahtarı olan  imanın  kuvvetleşmesi  ehemmiyeti çok azimdir.

İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması bir hazinedir.

İmamı Rabbani Ahmedi Faruki diyor ki; bir küçük mesele-i imaniyenin inkişafı benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır” (L . 384)

İmanın anahtar olması, zayıf anahtarın kapıda kırılması, imanın kuvvetleşmesi, zayıf imanın insanı götürmeyişi, imanın en büyük hazine olması, hem bitmeyen bir hazine olması. Hazine kelimesi burada bizim hazine kelimemizden teessüfle ayrılır.

İsm-i Kayyum her varlığın, olayın tek başına ayakta durması yanında birlikte birbirine uyum içinde bağlı olmasını anlatır. Bir okyanus gibi risaledir. Bediüzzaman bu altı ismi ayrı ayrı okuduğu gibi onları bir insicam, armoni içinde birlikte de okur. Özellikle Bediüzzaman insanı Kayyum isminin en mükemmel aynası olarak görür, ağaç meyvesi ile kaim olduğu gibi kâinat da insan ile kaimdir. “İsm-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile bir cihette kâinat kıyam bulur. Yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için güya insandaki cilve-i kayyumiyet kâinata bir direktir.” (L 399) Nasıl namaz dinin direği, insan da kâinatın direğidir. İnsan namazla ayakta durur, kâinat da bir cihette namaz kılan insanla. Namaz hem dinin hem de kâinatın direği olmuştur.

Bu bahis uzun gider, fırsat bulursak devam edeceğiz. Esma okumaları mektebine devam edelim, devamsızlar sınıfta kalır, dersini bilmeyenler esma okumasını bilmeyenler, sınıfını geçemez.

Dünya bilim tarihinde, dinler tarihinde E s m a O k u m a l a r ı  M e k t e b i kimse tarafından kurulamamış hidayet bahridir ve Bediüzzaman o mektebi inşa etmiştir.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

www.NurNet.Org

Risale-i Nur’da Mehdiyet

1. Risalelerde Mehdilik hakikati ve mehdinin geleceğine dair genel anlamda bir bilgi var mıdır ve nasıl ifade edilmiştir?

Evet vardır ve özet olarak şöyle ifade edilmiştir:

“Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.”(1)

“her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır.”(2)

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş.”(3)

2. Peki Risalelerde ahir zaman Mehdisinin varlığı ve geleceği hakkında bir bilgi var mıdır ve bu nasıl ifade edilmiştir?

Evet vardır ve şöyle ifade edilmiştir:

“Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır…”(4)

“Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var.( 5)

“Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.(6)

3. Ahir zaman Mehdisinin diğer Mehdilerden bir farkı olup olmadığı Risalelerde ifade edilmiş midir?

Ahir zaman Mehdisinin diğer Mehdilerden farkı risalelerde şöyle ifade edilmektedir:

“Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi…”(7)

“Mehdî-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu…”(8)

“Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhir zamanın Büyük Mehdî unvanını almamışlar.”(9)

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılan odur ki, ümmetin beklediği ahir zaman Mehdisinin daha evvel gelen mehdilerden farkı, her açıdan önderlik etmesidir. İman, ilim, siyaset, diyanet gibi temel konuların hepsinde rehber olacaktır.

Mesela, Ömer bin Abdulaziz gibi bir zat daha çok siyasi alanda ümmete liderlik ederken, Abdulkadir Geylani ve İmam Gazali Hazretleri gibi zatlar ilmi alanda rehberlik etmişlerdir. Ancak ahir zaman Mehdisinde bunların hepsi bir arada bulunacaktır. Temsilde hata olmasın, nasıl ki, Ahir Zaman Peygamberi Hz. Muhammed (asv) diğer peygamberlere göre her alanda rehber bir peygamberdir. Hem alim, hem komutan, hem devlet reisi olmuş, içtimai ve iktisadi alanlarda rehberlik etmiştir. Aynen öyle de Ahir Zaman Peygamberi (asv)’in talebesi olan Ahir Zaman Mehdisi de ona bir derece benzeyecektir ve onun misyonunu ahir zamanda temsil edecektir denilebilir. Yani kendisinden önce gelen mehdilerin tüm vazifelerini, temellerini atacağı Mehdiyet kurumu ile gerçekleştirecektir.

4. Ahir zamanda gelecek olan Mehdi bir şahıs mıdır, şahsı manevi midir? Risalelerdeki ifadeleri gösterebilir misiniz?

Öncelikle Risalelerde geçen ilgili birkaç ifadeyi buraya alalım ve sonra kısa bir değerlendirme yapalım:

“Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair1müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur”( 10)

“Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var…” (11)

“Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek…”(12)

“Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir.”(13)

ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.(14)

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Mehdi, bir cemaati, cemiyeti temsilen ortaya çıkacak ve fikri alt yapısını oluşturacağı ve tesis edeceği bir cemaatle, bir cemiyetle hizmet edecektir. Şahsından kaynaklanan harikalar veya olağanüstü meziyetlerden ziyade, cemaatin şahsı manevisi ile başarı elde edecektir. Zira Deccal ve süfyan da birer şahıs değil, şahsı manevi olan birer cemiyet olarak tahribat yapacaklardır.

Yukarıdak geçen:“ o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkane” cümlesinde Deccalizm şahsı manevi olarak ifade edilirken, ona karşı mücadele edecek olan Mehdi de bir cemaatin başına geçerek mücadele edeceği: “ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî” cümlesi ile ifade edilmiştir. Başka türlü de beklenemez, Bir cemaate karşı bir şahsın tek başına mücadele etmesini beklemek ne kadar doğru olabilir? Küfür cephesini; “Süfyanın şahs-ı mânevîsi” temsil ediyorsa, bununla mücadele edecek iman cephesini de “Mehdilik şahsı manevisi” temsil etmeli değil mi? Kastamonu Lahikasında geçen şu tespite sizlerde hak vereceksinizdir:

“Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî ve bir ruh u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor.”(15)

Ehli imana saldıranlar komitecilik ve cemiyet ruhuyla bir şahsı manevi oluşturup saldırırsa, buna karşı nasıl bir cephe oluşturmak gerekiyor acaba? Düşmanın silahı ile silahlanınız emri Nebevisini en muhtaç olduğumuz bir zamanda kulak ardı etmek, mağlubiyeti peşinen kabul etmek demektir.

Nitekim Müslümanların şimdiki mağlubiyetinin nedenini, Bediüzzaman da bu zaviyeden bakarak:

“Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir.” (16) Tespiti ile cevaplamaktadır. Ayrıca diyor ki:

“Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz şahsiyetlere bina edilmez.”(17)

Şahsı maneviden maksat, tüzel kişiliktir, cemaatir. Nitekim Nur risalelerinde sık sık şahsı manevi olan cemaat nazara verilmektedir, şöyle ki:

“Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur…”(18)

“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.”(19)

“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”(20)

İşte bütün bu ifadeler bize mehdinin tek başına değil, bir cemaatin başına geçerek, cemaatle hizmet edeceği, cemaati yönlendireceği ve dolayısı ile mehdiliğin cemaate yansıyacağı gerçeği, mehdiyetin bir şahsı manevi olduğu sonucuna götürmektedir.

Cephede savaşan bir ordunun başında bir komutan vardır, ama başarı bütün ordunundur ve ancak ordu ile sağlanabilir. Cephede savaşan yalnızca komutan değildir, şahsı manevi olan ordudur. Nitekim eski zamanlarda şahıs ön plana çıkmasına bedel, asrımızda şahsı manevi ön plana çıkmıştır.

Bir kral veya padişaha bedel, meclislerin ve parlamentoların devletleri idare etmesi, iş sahiplerinin değil, şirket isimlerinin ön plana çıkması ve “izm” le biten akımların ortaya çıkması gösteriyor ki, asrımız şahsı manevi asrı, kurum ve tüzel kişiliğin öncülük ettiği bir asırdır. Ateizm, komünizm, sosyaliz gibi şahsı manevi olan düşmanlara karşı bir şahıs ne kadar harika ve dahi de olursa olsun, karşı koyamayacağı ortadadır. Şahsı maneviye karşı ancak şahsı manevi ile mukabele edileceği gerçeği, mehdiyetin de bir şahıs mı, yoksa şahsı manevi mi sorusun net cevap vermektedir.

5. Ahir zaman Mehdisinin üç vazifesinden bahsettiniz; bu vazifeler Risalelerde açıklanmış mıdır, nasıl?

Ahir zaman Mehdisini üç vazifesi risalelerde şöyle açıklanmaktadır:

“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır…”

“İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır…”

“Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zât, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır…”(21)

6. Ahir zaman Mehdisinin bu üç vazifesini birer cümle ile açıklar mısınız?

Birinci vazife, imanın esaslarını inkar eden zararlı akımlara, deccalizme karşı asrın idrakine uygun bir tarzda mücadele etmek ve iman hakikatlerini ispat etmektir.

İkincisi vazife, imanını sağlamlaştıran müminler, imanlarının gereğini hayatlarında ve yaşamlarında temsil etmek isteyeceklerdir. Bu imkan temin edilerek şeairi İslamiye bir bir ihya edilecektir.

Üçüncü vazife olarak da, ahkamı Kur’aniye, Şeriatı Muhammediye tesis edilecektir ve hükümferma olacaktır.

Özetle; “iman, hayat, şeriat” olarak isimlendirilen üç ayrı dönemin ihyası ve icrası söz konusudur.

7. Öyle anlaşılıyor ki, bu üç vazife bir anda olmayacak ve muhtemelen uzun bir zaman alacaktır. Mehdiyet şahsı manevisinin mümessili ve öncüsü olan Zatın ömrü bu üç vazifeyi yapmaya yeter mi?

Mehdiyeti sadece bir şahsa indirgeyip ve sadece bir kişiye tahsis ettiğimizde, bu soru haklı olarak kafamızı kurcalayacaktır. Ama yukarıdaki ifadelerden ve Risalelerdeki alıntılardan da anlaşıldı ki, Mehdi şahsı manevi olan bir kurumu, yani Mehdiyeti temsil etmektedir.

Mümessil olan Mehdinin ömrü yetmeyebilir, ancak Mehdinin oluşturduğu ve temelini attığı bir tüzel kişilik olan şahsı manevinin ömrü, yani mehdiyetin ömrü devletlerin ömrü gibi uzun olacağından dolayı bir çelişki söz konusu olamaz. Mehdi ile Mehdiyeti iç içe düşünmek durumundayız.

Orduyu temsil eden bir komutan, ordunun dışında değildir. Ordu denildiğinde, içinde en küçük er ile başındaki komutan birlikte akla gelir. Komutanın icraatı ordunun icraatı sayıldığı için ordu hesabına geçer. Aynı şekilde ordunun başarıları ve icraatları da komutanın başarısı ve icraatı sayılır. Hele o komutan ordunun alt yapısını, temelini kendisi oluşturmuşsa, sıradan bir komutandan öte, orduya bir isim bir alem olmuşsa, vefat etse bile ordunun başarıları onun hesabına geçeceği için kendisi yapmış gibi kabul edilir.

Risalelerde geçen şu ifadeleri okuyalım, konumuz daha netleşmiş olur:

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz…”(22)

“Hem bu üç vezâif… Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir…”(23)

8. Ahir zaman Mehdisinin bu üç vazifesinden en önemlisinin hangisi olduğu Risalelerde ifade edilmiş midir?

Aşağıda yer alan alıntılardan da anlaşılacağı gibi, en önemli ve öncelikli vazife, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek olan birinci vazifedir. Hem kaldı ki, asıl ve esas olan da bu birinci vazifedir. Zira diğer iki vazife bu plan ve proje üzerinde tesis edilecektir. Mehdinin tesis ettiği cemaat olan şahsı manevinin rehberi olacak fikirler birinci vazife ile ortaya çıkacaktır.

“Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için… ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir.”(24)

“Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak…”(25)

“Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar…”(26)

9. Mehdinin şahsı manevi olacağı veya olması gerektiği zarureti anlaşıldı. Ancak her şahsı manevinin bir mümessili ve rehberi vardır; bu noktada Mehdiliğin yeri nedir?

Şahsı manevinin temsilcisi olan bir şahıs elbette vardır ve bu şahıs Mehdi unvanını taşıyacaktır. Ancak o her şeyi bizzat kendisi yapmayacaktır; yapması da imkansızdır. Rivayetlerde Mehdi hakkında gelen olağanüstü tarifler onun şahsına değil, cemaatinedir. Bu konuda Risalelerde geçen şu ifadelere kulak verdiğimizde mesele daha iyi anlaşılacaktır:

“Hem de o eşhasın (Mehdi ve Deccal) şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.”(27)

Bu ifadeler de gösteriyor ki, Mehdi hakkında gelen olağanüstü rivayetler bir şahsa dönük değildir. Eğer öyle olmuş olsaydı, herkes (iman eden, etmeyen) onu fark edecek ve tanıyacaktı. Halbuki, herkesin Mehdiyi tanıyamayacağı, ona çok yakın olanların ancak tanıyabileceği rivayet edilmektedir. Aynı durum Deccal için de geçerlidir.

Ancak bu rivayetler bir cemaat için kullanılsa, gayet makul ve yerinde olduğu anlaşılacaktır. Bütün dünyayı etkisi altına alan komünizmin başarısı tek bir kişiye verilse elbette ki olağanüstü olur. Ancak komünizm bir fikir akımı olarak, bir şahsı manevi olan bir cemaatle gerçekleşince, olağan bir gelişme olarak karşılanmıştır. Bu demektir ki, bir cemaatin başarısı bir şahsa verilse, olağanüstü görünebilir, ama cemaate verilse olağan karşılanır. İşte Mehdi hakkında gelen rivayetlerin bizim açımızdan olağanüstü gelmesinin nedeni de, onu sadece bir şahsa vermemizdir. Bir cemaat ve şahsı maneviye verildiği zaman olağan olur ve âdettullah kanunlarına ters düşmez. Olağan olunca da aşırı dikkat çekmez, dikkat çekmeyince de fark edilmez ve kolay kolay tanınamaz.

10. Şahsı maneviyi temsil eden Mehdinin en büyü rolü ne olacaktır ve niçin rivayetler onun şahsında gelmiştir?

Mümessil olan zat, şahsı manevi olan cemaatin fikri alt yapısını oluşturacak ve hizmet tarzını belirleyecektir. Risalelerden anladığımız kadarı ile bunu, yazacağı eserler ve bizzat hayat tarzı ile ortaya koyacaktır. En büyük başarısı, asrı iyi okuması ve asrın gereği olarak sistemini bir cemaat üzerine kurması ve hizmeti omuzlayacak bir şahsı maneviyi ortaya çıkarmasıdır.

Özet bir ifade ile Mehdi, Mehdiyet şahsı manevisini, Mehdiyet kurumunu kuracaktır. Böylece tesis edilecek donanımlı ve fedakar bir cemaat onun gösterdiği istikamette yürüyerek her açıdan başarı sağlayacaktır. Sağlanan bütün başarılarda elbetteki, mümessil olan şahsın en büyük katkısı olduğu için, rivayetler onun şahsında gelmiştir; Mehdi olarak da bir kişi nazara verilmiştir.

Bir çok risalede dikkatlerin çekildiği bu konu hakkındaki bir pasajı buraya alalım:

“Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor.

Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.” ”( 28)

11. Ahir Zaman Mehdisinin üç ayrı vazifeden bahsettiniz. Mümessil olan şahıs, bu üç ayrı vazifede hayatta olup bizzat kendisi mi liderlik yapacak, yoksa cemaatinde bazı şahıslar mı öncülük edecektir?

Risalelerde geçen bu konudaki ifadeler birleştirildiğinde, mümessil olan ve cemaatin fikri alt yapısını ve stratejisini, eserleri ve hayat tarzı ile ortaya koyan zatın, her üç dönemin icrasına ve tahakkukuna ömrü yetmeyecektir. Ancak onun cemaati ve cemaatinden ortaya çıkacak lider zatlar, diğer iki dönemin ihyası ve icrasında rol alacaklardır. Fakat cemaatin ve öne çıkan şahısların hizmetleri yine mümessil olan Zatın hesabına geçeceği için, kendisi yapmış gibi rivayetlerde yer almıştır ve doğrusu da öyle olmak iktiza eder.

Mesela bu konuda şu ifadelere bakalım:

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak…”(29)

Yukarıda: “… o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını…” ifadesi ile bir cemaat nazara verilirken, hemen ardından, “Ve onun üç büyük vazifesi olacak…” ifadesi ile de bir şahsı nazara vermesi, zahiri bir çelişkiyi çağrıştırabilir. Zira hem bu üç vazifeyi onun cemaati yapacak deniyor hem de ardından, tek bir şahsi ima eden ifadeler yer alıyor. Bu zahiri tezadı ancak şu açıklama ile çözebiliriz:

Mümessil olarak bilinen Mehdi ile cemaati arasında hiçbir fark gözetilmemiştir. İkisi birbirinden ayrı düşünülmediği zaman sorun kalmaz. Kısacası; şahıs olan Mehdiyi tüzel kişilik olan Mehdiyet olarak, yani mümessil olan şahıs ile cemaatinin bütünlüğü içinde düşünmemiz lazımdır. Dolayısı ile “O zat” ifadesi, mümessil olan şahıs olarak değil, temsil ettiği cemaat, yani şahsı manevi ile birlikte bize görünecektir. Zira o bir mümessildir. Komutan unvanı orduyu çağrıştırdığı ve onu temsil ettiği gibi, Mehdi unvanı da Mehdiyeti temsil etmektedir.

12. Öyle ise şunu sormak durumundayım; ikinci ve üçüncü vazifeleri temsil eden lider zatlar olursa, onlara da “Mehdi” denebilir mi?

Yukarıdaki alıntılarda da belirtildiği üzere Mehdiyet üç ayrı dönem ve üç ayrı vazifeden oluşmaktadır. Bu üç ayrı vazifede her birinin başında bulunacak üç ayrı mümessil lider olacaktır.

Mehdiyetin fikri alt yapısını hazırlayan zat, birinci vazifeyi bizzat kendisi, ancak diğer iki vazife ise onun hazırladığı eserleri kendine program ve rehber yapacak diğer iki zatın temsil edeceği anlaşılmaktadır. Dolayısı ile karşımıza üç ayrı isim çıkabilir. Ancak sonra gelecek iki zat, önce gelen ve Mehdiyetin temelini atan birinci zatın yardımcıları sayılırlar.

Şu var ki, Mehdiyet üç ayrı dönemde ele alınsa bile tek bir kurumdur. Başında bulunlar ise kurumun temsilcileridir. Dolayısı ile Mehdiyet kurumunu temsil ettikleri için Mehdi unvanını alabilirler. Tıpkı ordunun başında olan kişi komutan unvanını aldığı gibi.

Ama unutmayalım ki, ordu sadece komutandan ibaret olmadığı gibi, Mehdiyet de, Mehdi unvanı kendisine verilen baştaki zattan ibaret değildir. Mehdiyeti temsilen kendisine verilen bir unvandır.

Yine unutmayalım ki, sonra gelen iki zat birinci zatın talebeleri veya yardımcıları olacaklar ve onun çizdiği daireyi genişleterek hizmet edeceklerdir.

Diğer bir husus ta şudur ki, sondaki iki vazife geniş olduğu idare ve siyasete baktığı için, onları temsil edecek iki zat daha çok dikkat çekecektir. Dolayısı ile o iki vazifeyi temsil edecek zatlar, birinci zatın yardımcıları olduğu halde kendilerine Mehdi unvanını vereceklerdir.

Bu konuya dikkata çeken Bediüzzaman şunları söylemektedir:

Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset mânâsını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk mânâsını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdî olacağım diye dâvâ ederler.(30)

Bu sorunun cevabını bir az daha açmak için risalelerden aldığımız aşağıdaki pasajlara bakalım. Yukarıda ifade edilen üç vazifeden birinci vazifenin nasıl ve kim tarafından yapılacağı konusu risalelerde izah edilirken şu cümleler kullanılmaktadır:

“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.”

“Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem her şeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.”(31)

“Hilafeti Muhammediye cihetindeki saltanatı…” ifadesinden anlaşılıyor ki, üçüncü vazifeden, yani en geniş daireden bahsediliyor. Ondan önce bir ekip gelip fikri alt yapıyı oluşturacak ve Mehdi ise yazılacak bu eserleri kendine hazır bir program yapacak deniyor. Halbuki, asıl mesele fikri alt yapıdır, bir ekip ve cemaat oluşturmaktır. İlla birine Mehdi denecekse, programı hazırlayanın Mehdi olması gerekmez mi?

Peki neden üçüncü vazifede olan kişi Mehdi olarak nazara veriliyor? Çünkü orada da zaten ilk zatın rehberliğinde iş görüleceği için, iş yapanlar Mehdiyet namı hesabına iş gördükleri ve rivayet tek zatın şahsında geldiği için Mehdi denmiştir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ikinci veya üçüncü vazifeyi temsil eden bir lider olabilir ve ona mehdi de denebilir. Ama bu nam, Mehdiyetin tüzel kişiliğini temsil etmesinden kaynaklandığı içindir, yoksa fikri alt yapıyı temsil eden kişi olduğu için değildir.

Altta yer alan pasaj konumuzu daha da netleştirecektir.

“…Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir…”(32)

Bu pasajı daha iyi anlamak için üç noktayı dikkatlere sunmak gerekiyor.

1. “Geniş daire” ifadesi kullanılıyor.

Geniş daire ifadesi, var olan veya temelleri atılan ve oluşan bir dairenin genişletilmesi anlamını ifade etmektedir. Bu mana ise ikinci veya üçüncü vazifeye işaret etmektir. Zira yukarıdaki tespitlerde de geçtiği üzere üç aşamadan oluşan üç tane vazife vardı. En son ve en geniş vazife olarak üçüncü vazife, yani siyaset manası nazara verilmişti.

2. Sadece “Mehdi” denmiyor, “Mehdi ve şakirtleri” deniyor.

Sadece “Mehdi” denmemesi, şakirtlerini nazara vermesi, üçüncü vazifeyi yapacak olanın, şahsı manevi olan cemaat, yani işin başında gelen ve fikri alt yapıyı oluşturan mümessilin talebeleri veya cemaati olduğu ifade edilmiş oluyor. Cemaatin yapacağı üçüncü vazife, ilk başta gelen ve mümessil olan zatın hesabına geçtiği için, burada “Mehdi” ifadesi kullanılmıştır. Ancak yine de bu üçüncü vazifeyi yapan cemaatin başında bir lider olacaktır. Siyasi dairede bu lider halk tarafından “Mehdi” olarak da kabullenilebilir. “Mehdiyet” kurumunun başına kim geçerse geçsin, o kurumu temsil edecektir. Bu kişi, asıl programı hazırlayan ve fikri zemini temin eden asıl mümessil olan zatın programını gerçekleştirdiği için, kendisine “Mehdi” denmesinde bir sakınca yoktur. Ancak geniş daireyi temsil eden bu zat için, “Mehdinin talebesi” veya “komutanı” unvanı daha uygundur, diye düşünüyoruz.

3. Var olan, yani başkası tarafından daha önce temelleri atılan bir daire genişletiliyor ve keza daha önce başkası tarafından ekilen tohumlar sümbülleniyor.

Yukarıda yer alan: “Ancak geniş daireyi temsil eden bu zat için, Mehdinin talebesi unvanı daha uygundur diye düşünüyoruz.” ifadesinin en güzel delili; “…o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir.” cümlesidir. Zira daha önce temeli atılan ve var olan bir daire genişletiliyor. Dolayısı ile bu dairenin illa bir mümessili olacaksa, daireyi genişleten değil, temelini atan ve esaslarını oluşturandır. Temsilde hata olmasın, nitekim Hz. Ömer (ra) döneminde İslam dairesi alabildiğine geniş bir alana yayılmış, yani genişletilmiştir, ama bu dairenin mümessili yine de Hz. Muhammed (asv)’dir. Zira bu dairenin her açıdan temelini Efendimiz (asv) atmıştı.

Bir diğer ifade olan, “tohumların sümbüllenmesi” de bu iddiamıza bir başka delildir. Zira başta gelen mümessil zatın ektiği tohumlar, yani attığı temeller doğrultusunda Mehdiyet hizmeti büyüyor ve sümbülleniyor. Kim temsil ederse etsin, asıl temsiliyet, o tohumları ekene aittir. Sonra geniş daireler olan hayat ve siyaset dairesinde gelen temsilciler, baştaki mümessilin yardımcıları olabilir. Ancak, orduyu kim temsil ederse etsin, ona “komutan” denildiği gibi, “Mehdiyet” kurumunu da kim temsil ederse, ona “Mehdi” denmesinde bir sakınca olmamalıdır.

13. Ahir zaman Mehdisinin üç tane vazifesi varsa ve onları gerçekleştirmeye de ömrü yetmeyecekse, bu onun üç vazifeyi gerçekleştiremeyeceği, belki ancak ilk vazifeyi gerçekleştireceği anlamına gelmiyor mu?

“Ahir zaman Mehdisi bir şahıs değildir, bir şahsı manevidir, bir cemaatir…” vurgusunu sık sık yapmamızın nedeni bu yüzdendir. Mehdiyi tek bir şahıs olarak kabul edersek sorunuzda haklısınız, ama Mehdiyi, Mehdiyet olarak, yani bir kişinin rehberliğinde, fikri önderliğinde kurulan bir cemaat, bir misyon olarak kabul ederseniz, sorunuzdaki endişeye mahal kalmaz. Çünkü Mehdiyetin, yani cemaatin fikri alt yapısını oluşturan zat birinci vazifeyi bizzat idare etse, diğer ikinci ve üçüncü vazifeye ömrü yetmeyip vefat etse de, onun cemaati onun fikri ve ilmi önderliğinde başlayan misyonu tamamlayacak ve kalan iki vazifeyi de gerçekleştirecektir. Bizzat önderlik edemese de fikri ve ilmi önderliğinde gerçekleşeceği için kendisi gerçekleştirmiş nazarı ile bakılabilir. Bakıldığı içindir ki, “o zatın ikinci ve üçüncü vazifesi” denilmiştir. Yani “cemaat” değil de “zat” ismi nazara verilmiştir; çünkü rivayetler bir şahıs üzerinden gelmiştir.

14. Yukarıda verdiğiniz alıntılarda, açıkça, şahsı manevi ifadesi geçmektedir. Fakat bu şahsı manevi kavramına itiraz edenler oluyor; soyut bir şeye mehdi denemez, diyorlar. Buna ne diyeceksiniz?

Sizin de belirttiğiniz gibi bu ifadeleri birileri uydurmuş ve biz de tekrar ediyor değiliz. Bu ifadeler, hiçbir itiraza yer vermeyecek netlikte Risalelerde geçiyor. Yukarıda bunun örneklerini vermiştik.

Şahsı manevi ifadesine neden itiraz edildiğini anlamak çok zor. Eski asırlarda olsaydı bu itiraza bir anlam verilebilirdi. Asrımızdaki parlamentoları, tüzel kişilikleri olan kurumları, şirketleri, sonu “izm”le biten fikir akımlarını görenlerin itirazını anlamak gerçekten çok zor.

Öyle anlaşılıyor ki, bu itirazı yapanlar şahsı manevi kavramının ne anlama geldiğini tam bilmiyorlar. Bilmedikleri, “Soyut bir şey Mehdi mi olurmuş?” demelerinden anlaşılıyor. Bir kere, şahsı manevi kavramı her isim ve kavram gibi kendisi soyut olsa da, soyut bir şeyi ifade etmiyor. Mesela “ordu” bir şahsı manevidir. Ordu kelimesi soyuttur, ama temsil ettiği mana olan askerler ve silahlar soyut değildir. Meclis bir şahsı manevidir, komünizm bir şahsı manevidir, ateizm bir şahsı manevidir.

Ancak, ordu askerlerden oluşur, hayallerden oluşmuyor. Meclis vekillerden oluşur. Komünizm, bu düşünceyi benimseyen insanlardan oluşur. Nitekim Lenin öldükten sonra komünizm en parlak dönemini yaşamıştır. Bütün bunları gördükten sonra, bir şahsın rehberliğinde temelleri atılan “Mehdiyet misyonuna” neden bir cemaatten oluşan bir tüzel kişi, yani şahsı manevi olmasın ve şahsı manevi denilmesin?

Asrımız bize göstermiştir ki, bir çok şirketin marka olan ismini herkes, hatta çocuklar da bildiği halde, şirketin kurucusunu ve patronunu kimse tanımıyor ve bilmiyor.

Mehdiyet bir markadır, bir müessesedir. Onun da bir kurucusu ve mümessili vardır. Ama asrın fıtratı gereği, kendisini arka plana iterek, tüzel kişilik olan müessesenin ismini öne çıkarmıştır.

Hem yine asrımızın bir gerçeğidir ki, Bir müessese bazen bir kişi veya birkaç kişi tarafından kurulur, tüzüğü, yönetmeliği hazırlanır ve müessese asırlarca işlemeye devam ederek meyvesini verir. Tüzüğünü hazırlayan kişi veya kişiler öldüğü halde, müessese işlemeye ve kazanmaya devam eder.

Mehdiyet de, bir kişi tarafından, ilahi inayetle, hizmet tarzı, kuralları olan bir nevi tüzüğü hazırlanır ve uygulanmaya başlanır. Bu müessese büyür, gelişir ve asırlarca başarılı bir şekilde devam eder ve edecektir. Tüzüğü hazırlayan zat vefat etse bile kurduğu müessese devam edecektir. İşte bu müesseseye “Mehdiyet” onun temellerini atan kişiye de “Mehdi” denebilir.

Dipnotlar:

1. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
2. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz
3. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup
4. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
5. a.g.e
6. Mektubat, On Beşinci Mektup
7. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup
8. Şualar, On Dördüncü Şua
9. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
10. a.g.e
11. a.g.e
12. a.g.e
13. Kastamonu Lahikası
14. Mektubat, On Beşinci Mektup
15. Kastamonu Lahikası
16. a.g.e
17. Sikkei Tasdiki Gaybi
18. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
19. Emirdağ Lahikası I.
20. Kastamonu Lahikası
21. Emirdağ Lahikası I.
22. a.g.e
23. Kastamonu Lahikası
24. Emirdağ Lahikası I.
25. Sikkei Tasdiki Gaybi
26. a.g.e
27. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz
28. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
29. Emirdağ Lahikası I.
30. Sikkei Tasdiki Gaybi
31. Emirdağ Lahikası I.
32. Kastamonu Lahikası

Ferhat Aslan / Sorularla İslamiyet

Hayat Ağacının Hazan Mevsimi!

İhtiyarlık, dünya hayatından ahiret hayatına geçmenin, dünyalılardan sıyrılıp nurani varlılara yakınlaşmanın, hatalardan kurtulup tecrübelerle bezenmenin, masivadan soğuyup Rahmana yönelmenin işaretlerini taşıyan bir sonun ve bir başlangıcın en görkemli anıdır. Bir meyvenin ağaçta piştiği halde, ondan asıl istifade etmenin koparıldıktan sonra olduğu bir vakıadır. Aynı şekilde bir insan da gençlikte pişer, ama asıl tecrübe meyvesinden yaşlılıkta istifade eder. Görünüm itibariyle ihtiyarlık, hazan mevsimi gibi yaprak yaprak dökülüşün, çiçek çiçek soluşun işareti, hakikat itibariyle ise haşmetli bir varoluşun ve dirilişin göstergesidir.

İhtiyarlık ile yaşlılık terimlerinin birbirini tam olarak karşılayamadığı kanaatindeyiz. Çünkü yaşlılık sadece yaşlanma ve ölümü beklemeyi ihtar ederken, ihtiyarlık ise tecrübe, şuurlanma, ibadette ciddiyet, ahirete hazırlık manalarını içermektedir. Hadis-i Şerifte “aile içerisinde ihtiyarların hali, ümmeti içerisinde Nebiler gibidir” buyurulmakla, ihtiyarların aile efradına doğruyu, hakkı, istikameti ve tüm güzel duyguları bildiren kudsi bir rehber konumunda olduğu hatırlatılmaktadır.

Bu bakımdan, başına beyaz kıllar düşen iki ayrı insanın iki ayrı his dünyası vardır:

1- Mü’min ve dünyayı misafirhaneden ibaret bilen insanlar için beyaz kıllar, ikaz edici ve ölüme ciddi hazırlanmanın gerekliliğini ihtar eden beyaz bir nur ve şaşırtmaz bir rehberdir. Ayrıca saçların beyazlaması, zindandan çıkma vaktini ısrarla bekleyenlere zindan kapısının aralanıp dışarıda bulunan nurların en evvel tepesinde belirmesi gibi, dünya zindanında bulunan ihtiyarların başlarında da ebedi saadet nurlarının parlamasıyla, bu zindandan çıkacağının müjdelerini taşıyan bir dost ışığı gibidir.

Allah’ın dostu lakabıyla meşhur ve en büyük peygamberlerden sayılan Hazret-i İbrahim ( a.s ) başındaki beyaz kılların Melekler katında hürmet, ciddiyet, değerlilik ve olgunluk nişanı olduğunu öğrendiği zaman “Allah’ım vakarımı arttır” niyazında bulunmuştur.

2- Dalalet ve Gaflet ehli için beyaz kıllar, kezzap gibi yakıcı ve acı bir görünüm arz etmektedir. Çünkü her beyaz kıl, bu gibi insanlara sevgilileri olan dünyadan gideceklerini ve azap yurduna doğru bir adım daha yaklaştıklarını alaylı bir şekilde fısıldamaktadır. Bu nedenle bazı kişiler için başında beyaz kıl görmek, en tehlikeli düşmanını en yakınında fark etmek gibi korkutucu bir haldir.

İhtiyarların bir cemiyet içerisinde, üç temel faydaları vardır:

1-Bereket direği olmaları:

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, İhtiyarlaşmış ve kendi kuvvetiyle maişetini tedarik edemeyen insanların yüzünden, hem kendilerine ve hem de çevrelerine ilahi bereketin bol bol indiğini şu çarpıcı tespitlerle ortaya koymaktadır:

“Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Rabbimiz, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tamahkar ve cimri insanlara yükletmez.

“Allah’tır gerçek rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan” ( Zariyat Suresi, 58 ) ve “ Rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır” (Ankebut suresi,60 ) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, çeşitli özellikteki tüm canlılar lisan-ı hal ile bağırıp, o gerçeği söylüyorlar. Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu ispat eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki – üç sene evvel hergün yarım ekmek, – o köyün ekmeği küçük idi – belirli bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete sebep oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete layık olan hasta ihtiyarlar ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık sevgili olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket olduklarını sen kıyas eyle. ( Mektubat, s: 262)

2-Rahmet-i İlahiye’ye vasıta olmaları:

Cenab-ı Hakkın engin ve zengin rahmeti kainatın tamamını kuşatmıştır. Özellikle bu latif rahmet, rahmete daha layık ve müstahak olanlara, daha kolay ve çabuk ulaşır. Rahmete mazhar olanların başında ise yavrular, acizler, garipler ve masumlar gelmektedir. İşte yavrular hükmüne geçmiş, kendi ihtiyacını göremeyecek kadar çok aciz duruma gelmiş, bütün sevdiklerinin ahirete göçmesiyle yalnızlaşıp fevkalade garipleşmiş ve masumiyet kesb etmiş ihtiyarlar, elbette ilahi rahmete herkesten ve her şeyden daha ziyade layıktırlar. Rahmete ermek isteyenlerin bu ihtiyarlara daha çok merhamet etmesi icap eder. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şu tespitlerini kaydeder:

“Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.” ( Mektubat, s: 262)

3-Musibetlerin def’ edilmesinde şefaatçi olmaları:

Hadis-i Şerifte: “Aranızda beli bükülmüş ihtiyarlarınız, otlayan hayvanlarınız ve emzirilen çocuklarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” ( Keşfü-l Hafa, 2/163) buyurulmakla, bir eve, millete, devlete veya mevkie inecek olan musibeti def’edecek sebeplerin başında, ihtiyarların varlığı gelmektedir.

Bu nedenle ihtiyarları sevmeli, saymalı, onlara kötü söz söylememeli, azarlamamalı, hatta “öf” bile denilmemelidir. Çünkü, onlar Allah’ın bir hediyesi ve emanetidir. Allah’ın emanetine hürmet edenler, rahmete mazhar olacaklardır. O emanete gereken ihtimamı ve merhameti gösteremeyenler ise, hem bu dünyada hem de ahirette rahmetten mahrum kalacaklardır.

Kur’an-ı Kerimin muhtelif Ayet-i Kerimelerinde ve bazı Hadis-i Şeriflerde anne ve babalara hürmetin Allah’a ve Resulüne ( a.s.m ) hürmet anlamında olduğu ve onları kırmamak lazım geldiği ifade edilmektedir.

Bunlardan birkaçı şöyle:

“Yüce Rabb ‘in şöyle emretti; Yalnız Allah’a ibadet edeceksiniz, ana – babalarınıza iyilik yapacaksınız. Şayet bunlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa sakın onlara “öf ” dahi deme, yüzlerine bağırma, onlara tatlı söz söyle. Onlara, merhamet belirtisi olarak tevazu kanadını aç da, “Ya Rab, küçüklüğümde bana şefkat gösterdikleri gibi, sen de onlara merhamet et” de “(İsra suresi, 23-24)

Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tavsiye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana – babana şükret. “ ( Lokman suresi, 14 ).

Peygamber Efendimiz de (a.s.m) “kime iyilik yapayım?” diye üç defa soran bir sahabeye, üç defasında da, “annene” cevabını verir. Sonra sorduğunda ise, babasına iyilik yapması gerektiğini söylemiştir. (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1).

Sahabelerden Ebu’d-Derdâ (r.a) bildiriyor: “Hz. Peygamber (a.s.m) bana dokuz önemli şey tavsiye etti. Bunlardan biri de; ana – baba da dahil olmak üzere aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktır. (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 9)

Yine Peygamberimiz (a.s.m), cihada katılmak isteyen bir sahabeyi, ihtiyaçlarından dolayı, ana – babasının yanına göndermiştir. (Buhârî, Edebu’l – Müfred, 9).

Bir gün Peygamberimiz (a.s.m) ashabına; “Size, büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye üç defa sordu. Üç defasında da sahabeler “evet bildir, ey Allah’ın Resulü” dediler. Peygamber efendimiz ( a.s.m) ; “bunlar sırasıyla Allah’a ortak koşmak, ana – babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek” olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Edeb, 6).

“Ana – babamı ağlar hâlde terk ederek, hicret etmek üzere senin emrini almaya geldim” diyen bir sahabeye Peygamberimiz (a.s.m): “Onlara dön, nasıl ağlattınsa onları öylece güldür, sevindir” der ve henüz Müslüman dahî olmayan ana – babasının yanına gönderir.

Peygamberimiz (a.s.m) çok öfkeli bir şekilde üç defa, “Yazıklar olsun o kimseye ” dediğinde Ashab-ı Kiram; “Kimdir o? Ey Allah’ın Resulü! ” diye sorunca; “Ana – babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı hâlde, Cennet’e giremeyip Cehennem’i boylayan kimse” der. (Müslim, Birr, 9).

Amr ibn ül-Âs’ın oğlu Hz. Abdullah (r.a) anlatıyor: Bir adam peygamberimiz (a.s.m)’a gelerek cihada gitmek için izin istedi. Peygamberimiz de ona; “Annen baban sağ mıdır?” diye sordu. Adam: “Evet”, deyince Resulüllah (a.s.m): “O hâlde sen önce onların rızasını almaya çalış, ” buyurarak ona bu görevini hatırlattı. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 377).

Hz. Peygamber (a.s.m) çocukların ebeveynlerine karşı sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu şöyle dile getirmektedir: “Çocuk, hiç bir iyilikle babanın hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını öder.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 6)

Hz. Büreyt (r.a)’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifte; adamın biri Kâ’be’yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş. Resulüllah (a.s.m)’ın yanına gelerek: ” Annemin hakkını ödedim mi?” diye sormuş. Resulüllah ( a.s.m) ” Hayır, bu yaptığın sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil.” diyerek cevap vermişlerdir.

Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak kendisine ibadetten hemen sonra ebeveyne iyiliği emretmiş, Peygamberimiz de (a.s.m): “Allah’ın rızası, babanın rızasında, gazabı da gazabındadır” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 1; Tirmizî, Birr, 3) buyurmuştur. İyilik yapmada babadan önce gelen annenin durumu da, tabii ki böyledir.

Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır. Bu gibi ifadelerden de anlaşıldığı gibi, eşyanın ve varlıkların hakiki makamını ve mertebesini Kur’an ortaya koyduğu gibi, anne ve babalara nasıl davranılması gerektiğini de en iyi İslam dini tasvir etmektedir.

Burhan Sabaz / Sorularla İslamiyet

Hayata Güzel Bakabilmek

‘’Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır’’diyor Bediüzzaman Hazretleri. Evet hayattan zevk almak için bu vecizeyi kendime düstur etmişimdir. Şu kısacık fani ömürde ,insan dünyaya hep güzel bir bakışla bakmalıdır.

Bir çok insan yaşadığı hayattan memnun olmaz. “Allah beni niye zengin yaratmadı?.. Neden beni  daha güzel veya yakışıklı yaratmadı?..” gibi soruları kendine sorar. Bu soruları sorarken hep kendinden üstün gördüğü ve üstün  kabul ettiği insanlara bakarak sorar. Bu durum  insanın bakış açısının yanlışlığını gösterir. Eğer bir kişi kendinden daha kötü durumda olanları görseydi belki bu yanlış düşüncelere kapılmazdı.

İnsanın bakış açısı onun mutlu veya mutsuz olmasında en büyük etkendir.İnsan dünyaya pembe bir gözlükle baksa pembe görür, siyah bir gözlükle baksa siyah görür.

Kişinin kalp  gözü de öyledir.İnsanının kalp gözü dünyaya pembe gözle bakarsa insan her şeyden zevk alır. Ama siyah bir gözle bakarsa insan hiçbir şeyden zevk almaz.Her şeyi yanlış ve karanlık görür.

Bakış açısıyla ilgili  Fransa da yapılan bir araştırmayı aktarmak istiyorum. Fransa’da, ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir.

Görevli, ilk işçiye yaklaşır ve sorar :

“Ne yapıyorsun?”

“Nesin sen, kör mü?” diye öfkeyle bağırır işçi.

Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum.Bu çok ağır bir iş, ölümden beter.

Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar:

”Ne yapıyorsun?”

İşçi cevap verir: “Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum.Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli. Sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi.

Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler.

“ Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorar.

Görmüyor musun?” der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak.“ Bir katedral yapıyorum.

Bu hikayenin enteresan tarafı her üç işçinin de aynı işi yapıyor olmalarıdır. Görmeyi seçtiğiniz yol sizin tutumunuza bağlıdır.Evet yukarıdaki hikayedeki gibi her üç işçi de aynı işi yapmaktadırlar. Fakat her üç işçinin yaptıkları iş hakkındaki  düşünceleri  çok farklıdır. Bunun da nedeni üçünün de farklı bakış açısıdır.

Hayatta misafir olan bizler her zaman her şeyin güzel tarafına bakmalıyız. Bir gözümüz yoksa iki gözü olmayanı görüp şükretmeliyiz.Kısacası bardağın boş tarafını değil dolu tarafına bakmalıyız. Eksiklerimizi değil sahip olduklarımıza bakmalıyız. Böylece şu kısacık fani ömürden zevk almayı öğreniriz. Vesselam…

Hamit Derman

www.NurNet.Org