Bediüzzaman’ın Kastamonu’da Sekizinci Senesi

Üstad vuku bulacak olayı verirdi önceden haber

Ağabeylere cezanız var tokat yiyeceksiniz der

 

Kastamonu’da, çile keder dolu bitecek yedinci sene

Evvel haber veriyordu yine Üstad, nur talebelerine

 

“Sekiz seneden fazla, ben kalamam hiçbir yerde”

“Bu yıl ya vefat edeceğim ya nakledileceğim herhalde”

 

Üstad bir gün atla kırlara gezmeye gider

Birden bire at huysuzlanarak ürker

 

Kontrolsüz ani bir hareketle attan düşer

İncinir bacağı, şiddetli acı zahmet çeker

 

Büyük bir çile sıkıntı meşakkat içinde

Vermez taviz devam eder Nur hizmetine

 

Huzur ve huşu ile, Kur’an okuyor gece şevkle

Gelmiştir Tur süresinin kırk sekizinci ayetine

 

Kapı çalınıyordu hem de pek şiddetli

Polisler hışımla girdi eve çok hiddetli

 

Üstadın meskenine, o gece ani yapıldı baskın

Toplandı Risale-i Nurlar mektuplar yüzü aşkın

 

Tur süresinin kırk sekizinci ayetin meali şöyle

“Sabreyle başına gelen kaza-i Rabbaniye ye”

 

“Teslim ol, sen inayet gözü altındasın merak etme”

“Geceler de, tespih tahmidat ve zikre devam eyle”

 

Üstadı, zaten zehirlemişlerdi kıvranmakta elemle

Baskın aramalar bahanedir götürülecek Denizli’ye

 

Âlemin şahsı maneviyesine yapılıyordu işkenceler

Tutuklanınca Nur talebeleri başladı depremler

 

Yirmi Eylül bin dokuz yüz kırk üç tarihinde

Üstad evden alındı savcının tutuklama talebiyle

 

Hem zehirlenmiş hasta, hem de ayağı incinmiş

İyileşmeden apar topar bir otobüse bindirilmiş

 

Ramazan ayıdır üstelik Kadir gecesi günü

Eza ve cefayla Üstad Ankara’ya götürüldü

 

Çıkartılır Vali Nevzat Tandoğan’ın makamına

Sert tartışmalar geçer kılık kıyafet konusunda

 

Üstad, bu sarık başımla beraber çıkar diye gürler

“Başından bul diyerek valinin yüzüne beddua eder”

 

Valilik makamından alınarak polis gözetiminde

Sevk edildi Önce Isparta sonra Denizli’ye trenle

 

Dünyada görülmemiştir böyle kaderin cilvesi

Dokuz Temmuz bin dokuz yüz kırk altı senesi

 

Nevzat Tandoğan halen validir Ankara’da

İntihar etti kafasına sıktığı tek kurşunla

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Sadeleştirmeye Açılan Kapı!

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.[2]

Malumdur ki Risale-i Nur Ehl-i Sünnet itikad ve amelinin en ahir tecdid hareketidir. Bu tecdid hareketi geleneksel bir hareket değildir. Nitekim gelenek olarak tabir edilen tasavvuf hareketidir. Tasavvufa gelenek denilmesi ise sabit olan kaidelere ve eskiden beri silsile yoluyla günümüze gelmiş olmasıdır. Bu sebeple geleneksel bir hareket tecdid vazifesi yapamaz.

Mesela silsile yoluyla gelen asardan bir misal vermek gerekirse. Hüccet-ül islam İmam-ı Gazali (r.a.) kendisinde 900 sene boyunca gelen olanlara istikamet göstergesi olmuştur. Bu hadise 1. Cihan harbi zamanlarına dek sürmüştür ki zaten bu tarihten sonra madden ve manen ecnebi istilası Alem-i islama musallat olmuştur. Bu musallatiyet ise belki bir asırdır devam etmekte.

Bu bir asır boyunca sahte kahramanlar veya şahs-ı manevi teşekkül edemeyen geçici ışıkların olduğu malumdur.

“Evet milyonların, milyarların kalbinde asırlardan beri kanamakta olan o derin yarayı saracak yegâne müşfik el; İslâmdır. Her ne kadar ufuklarda zaman zaman bazı uydurma ışıklar görülüyorsa da.. müstakbel, bütün nur ve feyzini güneşlerden değil, bizzât Rabb-ül Âlemîn’den alan ezelî ve ebedî “Yıldız”ındır. O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.[3]” Bura mehazde de geçtiği gibi İslamiyet Dünyanın selahiyetine ve kurtuluşuna dair tek çaredir. Dünya insanlığını bu çareden uzak tutmak için var gücü ile islam düşmanları çalışmaktalar. Ya istikametli islamiyeti setretmek için yalancı uyduruk hareketleri nazara veriyorlar veya türetiyorlar.

Risale-i Nur Hareketi ise Dünyada kıtalarda okunmakta ve 62 lisana tercüme edilmesiyle islamın Ehl-i Sünnet vel Cemaat efker ve itikadını neşretmektedir. Dünya durdukça tecdid hareketi devam edecektir. Son müceddid ve müçtehid olan Bediüzzaman Said Nursi’nin asarı Risale-i Nur Külliyatı namındaki eserleri bu tecdid vazifesini ila yevm-ül kıyam devam ettirecektir inşallah. “O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.[4]” hakikatini dünyanın tüm dillerinde izah, isbat, şerh, tefsir, atıflarını yapacaktır. Risale-i Nur Hareketi bu vazifesiyle var olan şeyleri nakleden gelenekten ayrılıp tarz ve usul farkıyla muvaffak olmaktadır.

Nitekim gelenek var olanı nakletmiştir. Gelenekte iman ve akaid muhkem sağlam rasih olmalı ki o evrad u ezkardan istifade edilsin. Aksi taktirde istifade edilemeyecektir.

“Tarîkat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız Cennet’e giden pek çok, fakat imansız Cennet’e girecek yok. Onun için imana çalışmak zamanıdır.[5]” sözü ise yanlış anlaşılmaktadır. Şöyle bir misal vereyim. Trafik kazası olmuş yaralılar hastahaneye gelmiş. Doktor hemen kalbe ve beyne müdahale ediyor. Oradan birisi çıkıyor doktor kalbi beyni bırak bacak kırılmış ona müdahale edin dese doğru olur mu?

Veya pamuk Çukurovada yetişir o pamuk tohumunu alsan Yozgata eksen olur mu? Olur ama pamuk çıkmaz. Veya Akdeniz meyvesini Turunçgilleri getir Yozgata ek olur mu olur ama meyve vermez. Veya çay’ı al Çukurovaya götür olur mu? Olur ama meyve vermez… işte üstadımız da zaman tarikat zamanı değil demekle tarikata düşman olmuyor zaman ve zemin uygun olmadığı izah etmektedir.

Şimdi buna tarikat düşmanı demek çaya, pamuğa, turunça düşmansın demek gibi olmaktadır.

         “Risale-iNur, Kur’anın malıdır. Arşı ferşe bağlayan Kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar..[6]” Risale-i Nur Külliyatının tesiri kırmak için muhtelif desiseler istimal edilmiştir. Oyunlar oynanmıştır. Mesela önce Risaleleri izah ediyoruz diye içine istikametsiz şeyler koymak.. var olan apaçık meseleleri izah diye içinden çıkılmaz hale getirmek.. sadeleştirme diye içinde var olan nice manayı budayıp tek bir mana koymak.. tefsir ve izah ve şerh ve sadeleştirme diye içine kelime katmak yanlış olarak kelime koymak.. var olan kısımları çıkartmak veya ekiltmek.. gibi teşebbüslerle nurun kuvvetini kırmaya teşebbüs hareketidir.

            Her şeyin kıblesi vardır. Kıblesiz bir şey yoktur. İnsanın kıbleside istikamet ve sadakattır. Bir yere bağlanmak ve oraya gitmek gereklidir. Hedef sadakat süreç ise istikamettir. Risale-i Nur Külliyatının istikamet yolu Lahikalardan geçmektedir.

Sadeleştirme bir cinayettir. Buna şiddetle karşı çıktık, çıkacağız, çıkmak gereklidir.

            Lakin sadeleştirmede bizlerde suçluyuz! Nasıl mı? Ders okurken düz okumakla, izah etmemekle, oku oku anlarsın demekle, izahta bulunmamakla sadeleştirmeye kapı açılmıştır. Bu konuda taş gibi duranlar sadeleştirmeden mesüldürler. Bilsinler hatalarını anlasınlar.

ifrat gibi tefritde muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefritile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler.[7]”

Düz okumakta olanlar bu sebeple mesuldür. Çünkü “ifrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir.[8]” Risale-i Nur okuyupta izahta bulunmayan, kelime manalarını bile vermeyen kimseler asrın tefsiri olan Risale-i Nurun önünde perde gibi durmakla Risalelerin anlaşılmamasına sebep olmuştur ve olmaktadır.  Asrın tefsiri olunca umumi bir teveccüh var. Adam ne yapsın nurun mertebesine çıkamıyor o halde nuru kendi seviyesine indiriyor.

Sadeleştirmede suçlu olduğumuz yan budur. Dikkat, tefekkür, devamlı okumak, müzakere, münazara, müteala, atıf gibi şeyleri yapmamakla suçluyuz.

Bizler bunları liyakatiyle yapsa idik bu sadeleştirme ihanetine kapı açılmayabilirdi.

Derslerde 45-50 dk düz okuyup geçenlerin, izahta bulunmayanların ve içimize giren ulema-is su’un kulakları çınlasın gelsinler bu sözlerime haksızsın desinler!

Sadeleştirmenin önüne geçmek ise bu tadad edilen sayılan şeylere dikat etmekle olur. Yoksa kendisi herkes anlasın diye boş bırakmak koyunu kurda kaptırmak için koyunu boş bırakmaktan başka bir şey değildir!

Bahtiyar odur ki: Risale-i Nurdan istifadesi azami olup azami istifade ettirip yansıtıp sirayet ettirendir.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Haşiye – Dipnot:

[1] Muhakemat ( 62 )

[2] Muhakemat ( 73 )

[3] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 269 )

[4] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 269 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 224 )

[6] İşarat-ül İ’caz ( 229 )

[7] Muhakemat ( 22 )

[8] Muhakemat ( 22 )

Osmanlıca Bilmeyen Bu Coğrafyanın Aydını Olamaz..

Osmanlıca bilmeyenin bu coğrafyanın ruhunu anlaması mümkün değil. Bu iklimde aydın olma iddiasında olan herkesin Osmanlıca bilmesi zarurettir. Zira ruhumuz, özümüz medeniyet kodlarımız, inanç esaslarımız, geleneğimiz, zihniyetimiz kelimelerimizde hayat bulmuş yüzyıllar içinde. Mesela akıl kelimesini dilden çıkarıp sırf öz Türkçe diye us kelimesini kullanırsanız içinde akıl geçen onlarca deyim ve atasözünü de baltalamış olursunuz. Bugün dindar ya da muhafazakâr olmadığı halde Osmanlıca bilmek gerektiğini düşünen birçok aydın var. Bunun yanı sıra Osmanlıcayı Arapça zannedenler de az değil maalesef.

Osmanlıca dediğimiz bir dil değil Türkçenin Arap harfleriyle yazılmış halidir. Dolayısıyla Türkçedir. Osmanlıcanın günümüz Türkçesinden kısmen farklı olmasının üç sebebi vardır.

(I) Dil canlıdır ve zaman içerisinde bir takım değişikliklere uğrar. Bu doğal bir değişimdir.

(II) Cumhuriyet döneminde Batılılaşma devlet politikası haline getirildiği için yaşanan zihniyet değişikliği dile yansımıştır. Bundan dolayı İslam irfanından beslenen Osmanlı Türkçesi ile Batı kültüründen beslenen Cumhuriyet Türkçesi farklılaşmıştır.

(III) Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen dile yönelik sistematik kıyımdan dolayı birçok Türkçeleşmiş Arapça ve Farsça kelime dilimizden atılmış, yerine Türk Dil Kurumu birçok yeni kelime uydurmuştur. Bu da eski(mez) dilimiz ile yeni dilimiz arasında bir uçurum oluşturmuştur. Araya bir de alfabe faktörü girince işler iyice sarpa sarmıştır.

Osmanlı Türkçesi anlaşılmaz değildir. Okuduğunuz metin sade dille yazılmış bir roman ya da bir hikâyeyse metni gayet rahat anlayabilirsiniz. Bir tıp kitabını, felsefî bir eseri anlamanız alanın uzmanı değilseniz mümkün değildir. Aslında bu Osmanlıcayla ilgili bir durum değil. Bugün Latin harfleriyle yazılmış bir tıp kitabını kaçımız anlıyoruz? Ya da kelam ilminin derin meselelerini alanın literatüründen haberi olmayan kaç kişi anlıyor? Dolayısıyla mesele alfabe ya da dil meselesi değil daha çok bilgi, kültür ve uzmanlık meselesidir.

Osmanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesini de katarsak bin seneden fazla konuşulmuş ve yazılmıştır. Dolayısıyla yüzyıldan yüz yıla değişiklikler arz ediyor. Bu da gayet doğal bir durum. Bugün bir genç, ben 16. yüzyılda yazılmış bir şiiri hemencecik anlamak istiyorum derse işe zor tarafından başlamış olur. Hele de 17. yüzyıldaki Sebk-i Hindî şiirini anlayacağım iddiasındaysa işi iyice zorlaştırmış demektir. Zira Sebk-i Hindî şiirini anlamak için Osmanlı Türkçesini bilmek yetmiyor. Felsefe bilmek lazım. Tasavvuftan anlamak lazım. Elbette onu da anlayacağı bir olgunluk dönemi olacaktır. Ya da mezar taşlarını okuma meselesi. Mezar taşlarındaki yazılar sanatlı yazılardır. Dolayısıyla bu taşları okumak bir parça uzmanlık ister. Fakat ortaöğretimdeki bir genç Yahya Kemal’in şiirlerini çok rahat okuyabilir. Ya da Mehmet Akif’i tam olmasa da anlayabilir. Refik Halit’in dili oldukça sadedir mesela. Şu nokta hep gözden kaçıyor nedense. Okur-yazar olmak her şeyin anlaşılacağı anlamına gelmiyor. İlmî derinlik lazım. Kültür lazım. Mesela bugün kaç insan II. Yeni şiirini ya da modern şiiri anlıyor? Hâlbuki Latin harfleriyle yazılıyor bu şiirler. Bir öğrenci metni gayet güzel okuyor; ama mesele anlamaya gelince tıkanıp kalıyor. Demek ki mesele sadece alfabe meselesi değil. Acilen irfanımızı, bilgimizi ve müktesebatımızı artırmamız gerekiyor.

Bugün bir tıp dilinden, hukuk dilinden, şiir dilinden, felsefe dilinden, sosyoloji dilinden, ya da jargondan, argodan bahsedebiliriz. Bu geçmişte de böyle. Osmanlıca dediğiniz kitap bir uzmanlık alanıyla ilgiliyse tabi ki anlaşılması zor olacaktır. Bugün yapılacak iş basit metinlerin hatta günümüz metinlerinin Osmanlı alfabesiyle yazılıp ders kitaplarına konulmasıdır. Öğrencilerin önyargılarının kırılmasıdır. Bu konuda Osmanlı Türkçesi ders kitabı hazırlama komisyonları kurulmalı ve kolaydan zora doğru bir yol izlenerek öğrencilere faydalı olunmalıdır.  

İnsan düşünen bir varlık. Fakat düşünme aslında kelimelerle yapılan bir iş. Yani kelime dağarcığını genişletmeden geniş düşünmeniz neredeyse imkânsız. Basit bir mukayese yapalım. Bin kelime bilen bir insan mı düşüncelerini daha iyi ifade eder; yoksa on bin kelime bilen bir insan mı? Tabi ki eğer sağlıklı bir zihne sahipse on bin kelimeyle daha yoğun düşünür insan. Dil aslında biraz da nüanslara vâkıf olma meselesidir. Kelime dağarcığı genişledikçe nüanslara vukufiyet de artar. Tek araç olmamakla birlikte eğer felsefe yapacaksanız, eğer bilimle, sanatla, şiirle uğraşacaksanız mutlaka dile vâkıf olmanız gerekli.

Öğrencilerimize baktığımızda modernizmin izin verdiği ölçüde bir ilgi var Osmanlıcaya. Mesela facebook’ta Osmanlıca grubu var. Yüz elli binden fazla kişi üye bu gruba. Burada gençler yazılar paylaşıyor. Paylaşılan yazıların bazıları vecize, bazıları şiir, bazıları kısa hikâye, hatta bazıları esprili sözler, karikatürler… Aslında kısır tartışmalarla ömür geçirmiş ihtiyarlar bir parça kenara çekilse gençler yolunu bulacak ama hala bazıları zihnen seksen öncesinde yaşıyor malesef.

Osmanlıcayı Osmanlıdan umacı görmüş gibi korkanlar istemiyor aslında. Batılılaştıkça bütün dertlerimizden kurtulacağımızı sandı yüz yıl önce bazı aydınlar. Fakat köklerinden kopan millet ne tam Batılı oldu ne de tam kendisi. İki arada bir derede kaldık.

Bugün Fransızlara, İngilizlere, Araplara, Farslara kıyasla kendi kültürüne en fazla yabancılaşan maalesef bizleriz. Batılılaşmanın bazı faydaları da olmadı değil. Fakat Batılılaşmada yanlış bir yol izlendi. Dinden, dilden uzaklaşarak her şeyi halledeceğimizi zannettik. Bilakis işler iyice sarpa sardı. 1960’lara kadar Osmanlı kültürüyle yetişen son nesiller de vefat edince meydan kültürsüz, köksüz, okumadan yazmadan, düşünmeden uzak kuşaklara kaldı maalesef. Bugün hangi düşünceden olursa olsun vicdanlı her insan bu gidişattan rahatsız olur.

Bir de bugün yaşadığımız siyasi gerilimlerden dolayı hiç umulmadık savrulmalar yaşıyoruz. Beslendiği tüm metinler Osmanlıca olmasına rağmen bazı aydınların bu gayretlere karşı çıktıklarını görüyoruz ki en çok da bu bizi yaralıyor. Bu açıkça insanın kendini reddetmesi, bindiği dalı kesmesidir. Batıcıların, laiklerin en büyük korkusu yönümüzü Doğu’ya dönmemiz ve Batıdan kopmamızdır. Türkiye artık bu Doğu-Batı kavgasından kurtulmalıdır. Biz ne sadece Doğuluyuz ne de sadece Batılı. Doğu ve Batı arasındaki yolgeçen hanı da değiliz. Şu köprü muhabbeti de bitmeli artık.  Biz dünyanın merkezine otağ kurmuş, para basmış, hutbe okutmuş Ertuğrul’un Osman’ın, Orhan’ın çocuklarıyız. Burası dünyanın merkezi ve önümüzdeki on yıllarda dünyanın güç merkezi tekrar bu bölgeye kayacak. Osmanlı Türkçesi bizi kimliksizlikten, kişiliksizlikten kurtaracak en önemli unsurlardan birisi. Her şeyin anahtarı demiyorum. Ama önemli bir kapı. O kapıyı zorlarsak Cemil Meriçlere, Yahya Kemallere, Şehbenderzâdelere, Ebussuudlara, Bediüzzamanlara, Hacı Bayram-ı Velilere ulaşabiliriz.

Dilin yanında hurafelerden uzak sahih bir din idraki ve imanı, olayların ruhuna nüfuz etmemizi sağlayacak bir düşünce altyapısı, insanı yaşatan bir medeniyet anlayışı,  nezih bir üretim,  Allahlı bilim, tabiat sever sanayi, bilim sever tarım, faizsiz ticaret, hormonsuz hayvancılık, paçozluktan uzak şehircilik izanı gibi yine birçok meselemiz var. Kısaca daha çok işimiz var. İş ahlakından, isyan ahlakına, imanın amel ve ihlâs boyutundan ve en mühim derdimiz olan adam olma meselesine kadar yığınla dert bizleri bekliyor. Osmanlı Türkçesi sadece hayırlı bir başlangıç. Her şey değil.  

Ömer Hatunoğlu

www.ulegder.net

Teknoloji Aile İçin Fırsata Dönüşebilir!

Son dönem ebeveynlerinin çocuklarıyla çatıştığı en büyük alan çocuklar ve teknolojik bağımlılıklar. Anne ve babalar biraz da korkularının yönlendirmesi ile,  yasaklarla ve kavgalarla çözmeye çalışıyorlar problemi. Pedagog Doktor Adem Güneş ise bu konunun anne ve babalar açısından fırsat olabileceğini söyleyerek, ebeveyn ve çocuk ilişkisi açısından yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor:

“Akıllı telefondaki oyunlar da, bilgisayar da, internet de aile içinde bir araya gelmenin, birlikte oyunlar oynayarak keyifli vakit geçirme fırsatına dönüşebilir. Teknolojik gereçler yasaklanarak değil, birlikte kullanarak nasıl kullanılacağı çocuğa aktarılır.

Çocuğu ile yere uzanıp oyun oynayan bir babanın verdiği huzur ömür boyu unutulmaz.”

Elbette teknolojik cihazların işlevi önemli. Adem Güneş teknolojik cihazların ikiye ayrıldığını söylerek ailelere şu önerilerde bulunuyor:

“ Teknolojik cihazlar aktif ve pasif olarak ikiye ayrılır:

Aktif teknolojik cihazlar;  Kontrolü kendi elinde aktif bir şekilde tutan cihazlardır. Televizyon ve Online oyunlar buna örnektir. Bunlar kullanıcıyı aktif şekilde kendisinde tutar. Çocukta irade kullanımı güçlenmedikçe bu gereçlerin ciddi bağımlılık oluşturma riski vardır. Bir süre sonra ihtiyaç haline dönüşür. Çocuk ergenlik öncesi hiçbir yaş döneminde aktif teknolojik gereçlerle meşgul edilmemelidir.

Pasif teknolojik cihazlar, offline oyunlar, Wii, XBox, iPad ve “SAR Değeri Düşük” telefonlarla oynanan oyunlarıdır. Bu oyunlarla çocuğun tanışmasında en erken yaş 3/4 dür. İdeal olanı ise okul çağında haftada belirlenmiş “1 gün” ve maksimum 2 saattir. Bu oyunların anne baba ile birlikte oynaması aidiyet duygusunu geliştirir.

Ailede aidiyet duygusu gelişimi için ayrıca haftanın bir gününü evde “sinema günü” ilan etmek, ailecek keyifli vakit geçirme üzere düzen oluşturmak başarılı bir aile yapısının örneğidir. Bu filmler kimi zaman eğitici, kimi zaman belgesel, kimi zaman sinema filmleri şeklinde planlalanabilir.”

Vahdet Gazetesi

İslamda Evlenme Yaşı ve Ehliyeti Konusundaki Tartışmalar

Evlenme ehliyeti ile ilgili hükümleri, HAK’ (1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi) dan önceki dönem ve HAK dönemi olmak üzere iki başlık altında incelemek gerekir. 

aa) 1917 tarihine kadar Türk devletlerinde tatbik edilen hükümler, Hanefi mezhebinin görüşleridir. Evlenme ehliyeti, başkalarının izin ve icâzetine ihtiyaç duyulmaksızın evlenebilme ehliyeti demektir. Bunun için tam edâ ehliyeti, yani âkıl, baliğ ve hür olma şartı aranır. Bu şartlara sahip olmayanlar, ilerde göreceğimiz gibi, ancak ya başkaları tarafından veya başkalarının izin ve icâzeti ile evlenebilirler; yani dolaylı olarak evlenme ehliyetini kazanabilirler. 

Evlenme ehliyeti açısından insanları üç guruba ayırabiliriz: 

Birincisi, tam edâ ehliyetine sahip olanlardır. Hanefilere göre tam ehliyetli kadın ve erkek, nikâh akdedebilirler. Diğer mezhepler, tam ehliyetli de olsa, kızların ancak velileri vasıtasıyla evlenebileceklerini kabul etmektedirler. Evlenme ehliyeti açısından tam ehliyetli olmanın şartları arasında rüşd yoktur; sefih de tam evlenme ehliyetine sahiptir. Evlenme ehliyetinin alt yaş sınırı kızlarda 9, erkeklerde 12; üst sınırı ise, İmameyn’e göre 15, Ebu Hanefi’ye göre ise kızlarda 17, erkeklerde 18 yaşdır. 

İkincisi, eksik ehliyetliler, yani mümeyyiz küçükler, ma’tûhlar ve kölelerdir. Hanefilere göre, bunlar da nikâh akdi yapabilirler. Ancak bunların akidleri, velilerinin izin yahut icâzeti olmadan geçerli değildir. Bunlar, velileri tarafından da evlendirilebilirler. 

Üçüncüsü, edâ ehliyeti bulunmayanlar, yani gayr-ı mümeyyiz küçükler ve akıl hastalarıdır. Bunların evlenme ehliyetleri yoktur. Bunlar, velilerinin izin ve icâzetiyle de olsa evlenemezler; ancak velileri tarafından evlendirilebilirler. Bir kısım İslâm hukukçuları, bunların velileri tarafından da evlendirilemeyeceğini kabul et-mişlerdir ki, HAK bu görüşü kanunlaştırmıştır. 

bb) 1917 tarihli HAK’ın getirdiği yenilikler devresidir. HAK, bu konuda diğer mezheplerin görüşlerinden yararlanarak yeni bir düzenlemeye gitmiştir. Evlenme ehliyeti için erkeklerin 18, kızların 17 yaşını bitirme şartını koşmuştur. Bu konuda, İmameyn’in görüşünü kısmen değiştiren HAK, Ebu Hanife’nin görüşünü kabul etmiş bulunmaktadır. Evlenme ehliyetine sahip olan erkeklerin diledikleri gibi evlenebileceklerini hükme bağlayan Kararnâme, kızlar için, hâkimin durumu velisine bildirip bir itirazı olup olmadığını sorması şartına bağlamıştır. Velinin itirazı, kocanın denk olup olmadığına (kefâet) dairdir. Yoksa velinin izni şartı yoktur. Kararnâmeye göre, 18 yaşına basmamış erkekler ve 17 yaşına ulaşmamış kızlar, kazâî rüşd kararı, yani hâkimin izniyle evlenebilirler. Ancak kızlar için velinin de izni istenmektedir. 

Kararnâme ayrıca evlenme ehliyeti açısından iki yenilik daha getirmiştir: Birincisi, evlenmeye alt sınır olarak 12 ve 9 yaşları konulmuş, velilerin dahi bu yaştan öncekileri evlendiremeyecekleri hükme bağlanmıştır. İkincisi ise, Hanefi mezhebinin akıl hastalarının velileri tarafından evlendirilebilmeleri şeklindeki görüşün terkedilerek, bir zaruret olmadıkça, evlendirilememeleri esasının kabul edilmesidir.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduztwitter.com/AhmetAkgunduz

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version