Said Nursi Işığında Ermeniler

said nursi ve ermeni meselesiErmeni meselesine dair tartışmalar, yaşadığımız ülkenin ve dünyanın gündeminde sık sık yer almaya başladı. Her ne kadar meselenin hakikatinin anlaşılması için ileriye doğru adımlar atılmış olsa da önyargıların olanca gücüyle hâkim olduğu ve kronikleştiği bir ortamda bu meselenin vuzuha kavuşturulması oldukça zor.

Çünkü geçmiş; ‘sahiplenilen’ bir tezi ispatlamak / güçlendirmek amacıyla delil bulma yeri olarak görülüyor. Hâlbuki ‘sahiplenilen’ bir tezi ispatlamak için değil de gerçeği arama maksadıyla ‘Geçmişte neler oldu?’ sorusu sorulduğunda ve tüm tarafların sesine kulak verildiğinde meselenin hakikatini anlama imkânı doğacaktır.

Bu yazıda, geçmişte yaşanan olayların bugün etkisi devam eden bazı sonuçları, yani birtakım güncel sorunlar ve çözüm imkânları üzerinde durulacaktır. Üzerinde duracağımız güncel sorunlar; önyargılar, insanlar arasında nefretin yerleşmiş olması ve geçmişte yaşananların bugünkü adaletsizlikleri meşrulaştırmak için kullanılıyor olmasıdır. Bazı yanlış anlamaların önüne geçmek için İslamî literatürde yer alan buğz ile bu yazıya konu olan nefretin farklı şeyler olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Bugün yaşayan insanların hiçbirisi geçmişte vuku bulan acı olaylarda aktör değildi. Aynı dine mensup olmak ya da aynı soydan gelmek daha öncekilerin yaptığı hatalardan sorumlu tutulmayı gerektirmez.

Geçmişte olanların doğru bir şekilde kavranması ve anlaşılması, güncel sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır. Güncel sorunlar çözülebilirse, geçmişte neler olduğunun doğru bir şekilde anlaşılması daha kolaylaşacaktır. Bu iki süreç birbirini destekleyecektir.

Nefretin ve önyargıların yeni nesillere nasıl aktarıldığı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Geleneğin içinde gömülü olarak iletilen değer, tavır ve davranış şekilleri, insan ilişkilerine yön verir. Gelenek donuk değildir, yavaş da olsa değişir ve ona meydan okumak elbette her zaman mümkündür. Gelenek birçok müspet öğeler içerse de ön yargılar ve normalleştirilmiş adaletsizlikler gibi menfi öğeler de içerebilir. Geleneğin katmanları olduğu ve bu katmanların birbirini etkilediği unutulmamalıdır. Bir ailenin geleneği olduğu gibi, bir muhitin ve bir coğrafyanın şekillendirdiği faklı farklı katmanlar da vardır. Bu katmanlar arasında ters düşmeler olabileceği, örneğin aynı konuda biri müspet şeyler iletirken diğerinin menfi şeyler aktarabileceği akılda tutulmalıdır.

İnsanoğlu, dünyayı, olayları ve kendini geleneğin ilettikleriyle anlamlandırır ve kendini ait hissettiği daireyi çoğu zaman gelenek üzerinden tanımlar. Bu dairenin içinde kalanlar bizi oluştururken, dışarıda kalanlar ötekileri oluşturur. Elbette aidiyet hissedilen tek bir daire yoktur. Akrabalık, arkadaş grubu, memleket, millet ve din vb. üzerine temellendirilmiş birçok daireye kendimizi ait hissederiz. Dairenin dışında kalanlarla ilişkiler, dairenin içinde olanlarla ilişkilere nispeten daha çok sorun yaşanılan ve adaletsizliklerin ortaya çıkma ihtimali yüksek olan ilişkilerdir. Dairenin dışında kalanlara karşı nefret besleniyor ve önyargılı yaklaşılıyorsa ilişkilerde sorun yaşanması kaçınılmaz olur.

Bir Bütünün Parçası Olarak Ermeniler

1877’de dünyaya gelen Nursi, tarihin Osmanlı Devleti için çok hızlı aktığı bir döneme tanıklık etti. Değişik müderris ve âlimlerden ders alırken şahsi okumalarıyla da kendini geliştirdi. Seyahatleri sırasında yaşadığı bölgenin sorunlarını yakından idrak etti. Sorunlara karşı kayıtsız kalmadı ve aktif bir şekilde çözüm bulmaya çalıştı. O dönemde en büyük üç sorun olarak gördüğü cehalet, zaruret ve husumetin önüne geçmek için mücadele verdi. Bölgede huzurun sağlanması ve bölgenin gelişmesi ancak bu üç sorunun halledilmesiyle mümkün olabilirdi. Ermenilerle bölge halkı arasında oluşan gerilimin kaynağı da bu üç ana sorundu: “Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.” (Münazarat, s:68-9.)

S. Nursi, doğudaki aşiretler arasında dolaştı ve üç büyük sorunun üstesinden gelmek için aşiret mensuplarının neler yapması gerektiğini anlatmaya çalıştı. Bu seyahatleri sırasında ona sorulan sorular halkın kafasının birçok konuda karışık olduğunu gösterir. Aşiret mensupları, gayri Müslimler ve onlara tanınan yeni haklar hakkında birçok soru sordular.

Aşiret mensupları, meşrutiyetle birlikte gayr-i Müslim unsurlara tanınan özgürlüklere itiraz ettiler. İslam’ın bizatihi bu özgürlüklere izin verdiğini belirterek onlara şöyle cevap verdi: “Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir.” Ardından, başka devletlerin sınırları içinde Müslümanların yaşadığını ve onların hak ve özgürlükleri olduğu gibi Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin de hak ve özgürlükleri olması gerektiğini ifade etti. (Münazarat, s:60-1.)

Gayr-i Müslimlerin devlet kadrolarında görev almasına ve özelikle kaymakamlık gibi idari görevleri ifa etmelerine de itiraz edildi. Çünkü bu tür memurluklar reislik gibi telakki ediliyordu. Aşiret bağları güçlü olduğu ve aşireti bir reis yönettiği için idareci olarak bir gayr-i Müslim idareciyi kabullenmekte zorlanıyorlardı. Nursi, Meşrutiyet’le birlikte hükümetin ve memurların halkın hizmetkârı olduğunu belirterek onların da bu görevleri yapabileceğini belirtti. Memurlar, reis değil aksine halkın hizmetkârlarıydı. Bu bağlamda, gayr-i Müslim ülkelerde ikamet eden Müslümanların da yaşadıkları ülkelerde benzer görevleri yapabilmeleri gerektiğine vurgu yaptı. (Asar-ı Bediiye, s:324-5.)

Aşiret mensupları, gayr-i Müslimlerle eşit kabul edilmeye de itiraz ettiler. Onlara hukuk kurallarının herkese aynı şekilde tatbik edilmesi gerektiğini şöyle izah etti: “Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî [sıradan] bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin [fakir] bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.” (Münazarat, s:66.)

Hem aşiretlerin kendi aralarında hem de Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasında husumet vardı. Aşiretler arasındaki düşmanlıklar ve eşkıyalar bölge halkının güvenliğini tehlikeye sokuyor ve bölge halkına zarar veriyordu. Meşrutiyet öncesinde yöneticilerin geliştirdiği bazı çözümler ve onların uygulaması da “eşkıyalık ve husumet derdiyle mültehib bulunan o vücuda iltihabı tezyid ed[iyordu] (Asar-ı Bediyye, s:295). Sorunları çözmeye çalışırken sorunların daha da büyümesine sebep oldular. Nursi, böyle bir ortamda mevcut kargaşa ve karışıklıkları önlemeye çalışarak Osmanlıyı oluşturan unsurların ittihadını sağlamaya çalıştı. Örneğin, aşiretler arasında çıkan anlaşmazlıklarda arabulucu oldu ve sorunların büyümeden çözülmesini sağladı.

Nursi’ye göre, Osmanlıyı oluşturan farklı unsurlar arasında ittihadın çözülmesinin sebeplerinden birisi; “bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edeme[mektir.]” (Münazarat, s:67.) Farklı etnik ve dini aidiyetleri olan topluluklar, Osmanlı toprakları içinde uzun bir süre barış içinde yaşadı. Adil muamele gördükleri ve haklarını kullanabildikleri sürece farklı grupların bir arada yaşayabilmesi mümkün oldu. Adaletten sapıldığı ve bazı haklar engellendiğinde huzursuzluklar çıkmaya başladı.

Dostluk Hayat Bulacak

Aşiret mensupları Ermenilerin kendilerine düşmanlık ettiğini, bu yüzden onlarla ittihat etmelerinin zor olduğunu beyan ettiklerinde yeni bir döneme girildiğini hatırlatarak onlara şöyle cevap verdi: “Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.” (Münazarat, s:67-8.) Ermenilerin uyandığını ve terakki ettiğini, bölgedeki aşiretlerin ise uykuda olduğunu belirterek, Ermenilerden öğrenilecek çok şey olduğuna vurgu yaptı. Çünkü, “[Ermeniler] uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar. İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır.

Dostluğa bugün de ihtiyaç var. Çünkü Türkiye’nin uluslararası arenada daha kuvvetli olabilmesi ve hareket sahasının genişlemesi için Ermenilerle olan sorunları halletmesi gerekiyor. Mevcut durum, Türkiye’nin uluslar arası alanda etkinliğini azaltıyor. Sorunların halledilmesi iki taraf için de oldukça yararlı olacaktır.

Nursi, “[Ermeniler] Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur.” sözleriyle, onlarla dost olmanın gerekliliğine vurgu yapıyordu. Günümüzde ise, sınırların her türlü etkileşime karşı set olarak kullanılmasından dolayı bu eski dostlar birbirlerine oldukça yabancılaşmış durumdalar. Hiçbir iletişimin olmaması düşmanlıkları giderek artırmaktadır. Çünkü kişi bilmediğinin düşmanıdır (Lemeat, s:2). Bu eski komşular arasında irtibatın tekrar sağlanması gerekir. İrtibat tesis edildikçe birbirlerini daha iyi tanıyabilir ve önyargılar yıkılabilir.

Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin’ (Maide, 51) mealindeki ayeti delil göstererek Ermenilere muhabbet edemeyeceklerini ileri süren aşiret mensuplarına şöyle cevap verdi: “Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” (Münazarat, s:70-1.)

Said Nursi, insanların sıfatlarına vurgu yapar ve sıfatlar üzerinden insanlar arasında muhabbet ve dostluk köprüsü tesis eder. Bazen, bir özelliğine veya bir sıfatına bakarak bir kişi hakkında ‘menfî’ diye hüküm verilebiliyor. Hâlbuki bir insan hakkında kötü birisi olduğuna hükmetmek öyle kolay bir iş değildir. Oysaki biraz düşünülse, o kişinin muhabbete layık birçok sıfat taşıdığı görülebilir.

Bunlara İlişmeyiniz!

Birinci Dünya Savaşı öncesinde kendi medresesinde talebelerine ders verirken Ermeni çetelerine karşı mücadele etmek için talebelerine aynı zamanda silah kullanmasını da öğretiyordu. Silahlar ve kitaplar yan yanaydı. Ermeni çetelerine ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Ruslara karşı savunma hattında görev aldı ve mücadele etti: “Van – Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla, Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu.” (Tarihçe-i Hayat, s:518.)

Ermeni çetelerine ve Ruslara karşı vatanını müdafaa ederken bile masumları korumaya devam etti. Tarihçe-i Hayat’ında yer alan bir olay bunu çok güzel bir şekilde gösterir. Ermeni çeteleri geri püskürtüldüğünde bölgede yaşayan bazı Ermeni kadın ve çocukları kaçamadı ve geri kaldı. Onları bir yere topladı ve “Şer’an bunlara dokunmak caiz değildir” diyerek halkın onlara zarar vermesini önledi. Ardından, onları, Ermeni fedailerine teslim etti. (Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, s:376.)

Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere, ‘Bunlara ilişmeyiniz!’ diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler.” (Tarihçe-i Hayat, s:99.) Bu müspet hareket hemen karşılık bulmuştur. Ermeni fedaileri de haber göndererek artık Müslüman çocuklarına zarar vermeyeceklerini bildirmişlerdir.

Asayişi Muhafaza

Nursi, bir gruba mensup olan bir kişinin yaptığı hatanın tüm gruba genellenemeyeceğini düşünüyordu. Bazı üyelerin hatasından hareketle tüm grup üyeleri hakkında menfi düşünülemezdi. Aşağıda zikredilen olayda yaptığı izah bunu çok güzel gösterir. Ermeniler hakkında genel bir hüküm vermek ve ferdî hataları gruba genellemek yerine, sadece hatayı yapanı sorumlu tutarsak herkes için adaletin sağlanması kolaylaşır.

Bölge halkından devlete isyan etmek isteyenleri bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalıştı. O dönemde Bitlis’te Şeyh Selim devlete başkaldırdı ve Bitlis Hadisesi vuku buldu. Bazı komutanların dine muhalif hareketleri isyanın gerekçelerinden biriydi. İsyana karşı çıkan Nursi, ileriki yıllarda isyan teşebbüsünü şöyle değerlendirdi: “Eski Harb-i Umumî’den biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi.” (Şualar, s:315.)

Kur’an-ı Kerim’den aldığı dersle asayişi muhafaza için etrafındakilere şu hatırlatmayı yapıyordu: “Bir hanede veya bir gemide bir tek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu bir tek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dâhilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, s:382)

Sonuç Yerine

Genelde kimin daha çok kayıp verdiği ve daha çok acı çektiği üzerinden hangi tarafın haklı olduğu ispat edilmeye çalışılıyor. Bu bakış açısı, güncel sorunlara çözüm üretmekten yoksundur. Aksine sorunların devam etmesine katkı sağlıyor. Hem Ermeniler hem de Müslümanlar geçmişte yaşananların günahını / sorumluluğunu şu an yaşayanlara yüklememeli.

Bir Müslüman, bu tür olaylarda, haksız yere bir kişiyi öldürmenin tüm insanlığı öldürmek gibi olduğu (Maide, 32) prensibi ve kul hakkına girip girmediği kıstası üzerinden değerlendirme yapmalıdır. Onun kul hakkı ihlal edilmiş olsa bile bu durum onun başkalarının hakkına girmesini meşrulaştırmaz. Elbette zulüm tasvip edilemez ve zulmü önlemek için mücadele etmek gerekir. Bu mücadelede ‘biz’i oluşturanların, aynı daireye mensup olduğumuz kişilerin yaptığı zulümler istisna tutulmamalıdır. Günümüzde her iki tarafta öteki olarak gördükleri ile ilişkilerini ve bakış tarzlarını gözden geçirmelidirler. Hareket noktamız ön yargılar olmamalı, aksine kendimiz ve herkes için adalet olmalıdır.

Nursi, insanların kendi hürriyetleri kadar başkalarının hürriyetlerine saygı göstermelerini istiyordu. Bunu şöyle ifade etmişti: “Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı başkasının hürriyetini bozmamaktır.” (Münazarat, s:58.) İnsanın özgürlüğü sınırsız değildir. Bir arada sorunsuzca yaşayabilmek için insanın kendi özgürlüğüne değer verdiği kadar başkalarının da özgürlüklerine değer vermesi gerekiyor.

Son olarak, hayatını insanlığın imanını tesis ve güçlendirmeye adayan Bediüzzaman Said Nursi’nin iman ile hürriyet arasındaki ilişkiyi açıkladığı bir pasaja yer verelim: “Zirâ, rabıta-i imân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek imân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…” (Münazarat, s:59)

Araştırmacı Yazar, Celil TAŞKIN
25.04.2009

Zemzem Kuyusunun Tekrar Kazılması (Şiir)

Peygamber’imizin, (a.s.v)dedesi artık çok sevinçli

İlahi olarak, zemzemi bulmak için, seçkin görevli

 

Mekke halkından, Kureyş kabilesinden

Abdü’l-Muttalip(Şeybe) seçilmiştir, kader-i ilahiden

 

Düşünde tarif edilen yere gidip, keşif yapar

Rüyadan sonra hummalı şekilde çalışmaya başlar

 

Peygamber’imizin(a.s.v) dedesi

Yanına alır tek bir oğlu olan Hâris’i

 

Rüya ile işaret edilen mevkie gidip başlar kazmaya

Tüm Mekke halkı toplandılar başına halka halka

 

Mekke’liler kazıya karşı çıktılar şiddetle

Müthiş, çetin tartışmalar oldu hiddetle

 

Abdü’l-Muttalip, anlattır kabilesine niyetini

Teslimiyet tevekkül içinde bozmaz istifini

 

Kan ter içinde çalışmaya devam eder hızla

Üçüncü gün rastlanır zemzem kuyusunun ağzına

 

Abdü’l-Muttalip, aniden heyecanla getirir tekbir

Yüksek sesle der, Allah’ü Ekber! Allah’ü Ekber!

 

Bütün halk tekbir seslerini duyunca

Heyecanla geldiler kazılan yere bakmaya

 

Zemzem kuyusunun görünür taş duvarı

Allah’ın izniyle gerisi çok kolaydı gayrı

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

İnsana Verilen Kıymetin Ahireti Gerektirmesi (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak insana bu kadar kıymet versin, onu sevsin, kendisini ona sevdirsin ve her vakit ona kıymet verip sevdiğini nimetleriyle hissettirsin ve daha sonra onu yokluğa mahkûm edip bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay olan cenneti onun için yaratmasın, ebedî saadete onu mazhar etmesin? Hayır, asla olmaz!

Bu delilde ilk önce, insana verilen kıymetten bahsedecek ve bu kıymetin işaretlerini maddeler hâlinde beyan edeceğiz. Aslında her bir madde için genişçe bir izah yapılabilir, ancak bizler delili uzatmamak için maddelerin izahına girmiyor ve sizlerin anlayışına havale ediyoruz.

Evet, bu âlemin sahibi olan zatın en has misafiri ve en makbul mahluku insandır. Zira:

1. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın şu kâinat içindeki umumi rububiyetinin merkezidir. Bütün eşya insanın istifadesine verilmiş, âdeta şu âlem insan için yaratılmış ve onun istifadesine imkân verecek şekilde terbiye edilmiştir. Bitkilerden, hayvanlara; Güneşlerden, Aylara kadar her bir mahluk insanın bir hizmetçisidir ve ona hizmet edecek şekilde yaratılmıştır. İşte bu durum ispat der ki insan, bu âlemin sahibinin en kıymetli misafiridir.

2. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın hitabına mütefekkir bir muhataptır. Yani Allah-u Teâlâ bu âlemde sadece insan ile konuşmuş ve semavi kitaplarıyla insanı kendisine bir muhatap kabul etmiştir. İşte bu durum – insanın ilahî kelama mazhariyeti- ispat der ki insan, bu âlemin sahibinin en has mahlukudur.

3. İnsan, Allah-u Teâlâ’nın isimlerine en geniş bir aynadır. Neredeyse kâinatın tamamında tecelli eden isimler, tek bir insanda tecelli etmekte ve insan âdeta bu tecelliye mazhariyeti ile koca bir âlem olmaktadır. Evet, insan, Allah-u Teâlâ’nın hem ekser isimlerine, hem İsm-i Azam’ına, hem de herbir ismin en yüksek tecellisine mazhardır. İşte bu durum da ispat eder ki insanın, bu âlemin sahibi katında başka bir kıymeti vardır.

4. İnsan, Allah-u Teâlâ’nın bir mucize-i kudretidir. Bir damla sudan yaratılmış ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygularla donatılmıştır. Sadece insana verilen aklı terazinin bir kefesine, başka bir mahluka verilen bütün cihazları da terazinin diğer kefesine koysak, akıl tek başına ağır basacaktır. Şimdi bu akla, insana verilen diğer duygu ve cihazları ekleyin ve insanın ne kadar kıymetli bir mahluk olduğunu gözünüzle görün!

5. İnsan, rahmet hazinelerinin bir müfettişidir. Cenab-ı Hak insanı, hazinelerinin bir müfettişi suretinde yaratmış ve rahmet hazinelerini tartması ve tanıması için en ziyade cihaz ve aletlerle onu donatmıştır. Dilden göze; kulaktan akla; burundan ele kadar her şey, âdeta bir anahtar olmakta ve rahmet hazinelerinin nimetlerini tartmaktadır. İşte bu durum da ispat eder ki insan, bu âlemin sahibinin en nazlı bir misafiridir.

6. İnsan; bu dünyada Allah’ın halifesi, emanetinin taşıyıcısı, mahlukatının reisi ve esma-i İlahiyenin tecellililerinin bir seyircisidir. Bu cihetlerden de hiçbir mahluk insana yetişememekte ve şu küçücük insan, bu cihetlerde, semanın koca yıldızlarını geçmektedir.

Bu âlemin sahibinin insana verdiği kıymet saymak ile bitmez. Zaten her kim kendi vücudunu tefekkür etse, kendisine verilen kıymeti görecek ve bu misafirhanenin en has misafiri olduğunu tasdik edecektir.

Şimdi, acaba hiç mümkün müdür ki, bu âlemin Rabbi olan zat, insana bu kadar kıymet versin de; daha sonra onu diriltmemek üzere öldürsün ve yokluğa mahkûm etsin ve ona olan muhabbet ve kıymetini hiçe indirsin, kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve hakikat nazarında gayet çirkin bir haksızlık etsin? Elbette mümkün değildir!

Evet, insana verilen bu kadar kıymet ispat eder ki, insan sadece bu muvakkat dünya için değil; ebedî ve baki bir memlekete gidecek ve ona göre çalışıyor.

Ayrıca, insana verilen bu kadar cihazat, yalnız bu hayat için olamaz. Mesela, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan hayal kuvvetine denilse ki: “Sana bir milyon sene ömürle dünya saltanatı verilecek; fakat sonra yok olacaksın.” Vehim aldatmamak ve nefis karışmamak şartıyla, “Oh” yerine “Ah” diyecek ve üzülecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor.

İşte, insanın ebede uzanmış emelleri, kâinatı ihata etmiş fikirleri ve ebedî saadete uzanan arzuları gösterir ki, insan ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir. Bu fâni dünya ona bir misafirhanedir ve ahiretine bir bekleme salonudur.

Sözün özü: Hem insana verilen bu derece kıymet ve hem de insana takılan bu kadar alet ve cihazat ispat eder ki, insan ahirete namzettir ve cennete davet edilmektedir.

Seyrangah.tv

Cuma Duası (Cumamız Mübarek Olsun)..

İbn-i Abbas (R.A.) dan rivâyet olunduğuna göre Nebiyy-i Ekrem, gece teheccüd için kalktığında şöyle derlerdi:

“Hamd olsun sana ya Rabb! Sen bütün semâları, arzı ve onlardakileri ayakda tutansın. Hamd sana mahsûsdur ey Rabbim! Sen semâlarda, arzda ve onlarda ne varsa hepsinin nûrusun. Hamd Sana mahsusdur ey Rabbim! Sen semâların, arzın ve onlardakilerin mâlikisin. Ve Sana yine hamd olsun ki, sen Hakk’sın. Senin va’din de hakk, sana kavuşmak da hakk, sözün de hakk, cennet de hakk, ateş de hak, nebîler de hak, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-de hak, kıyamet saati de hak. Sana teslîm oldum ey Rabbim! Sana îmân etdim, sana tevekkül etdim ve sana yöneldim, inanmayanlara karşı, sana dayanarak mücâdele etdim ve neticede ancak seni hakem olarak kabul etdim, benim evvelki yapdıklarımı da, sonradan yapacaklarımı da, gizli yaptıklarımı da açık yapdıklarımı da mağfiret et. Öne alan da sensin, geriye bırakan da sensin. Senden başka ilâh yoktur. Kuvvet ve kudret ancak, Allah’a dayanmakladır. ” (1)

 (1) Buhârî, Teheccüd, I.


İmam-ı Â’zam Hazretlerinin gece gündüz dilinden düşürmediği rivayet edilen meşhur tesbih duasının meali şöyledir:

“Ebed ve ebedî olan Allah’ı tesbih ederim. Bir ve tek olan Allah’ı tesbih ederim. Tek ve herşey kendisine muhtaç olan Allah’ı tesbih ederim. Semayı direksiz yükselten Allah’ı tesbih ederim. Yeryüzünü donmuş su üzerine yayan Allah’ı tesbih ederim. Mahlukatı yaratan ve onları çeşitlendiren Allah’ı tesbih ederim. Rızkı taksim eden, hiçbir canlıyı unutmayan Allah’ı tesbih ederim. Eş ve çocuk edinmeyen Allah’ı tesbih ederim. Doğurmamış, doğrulmamış ve hiçbir şey de kendisine denk olmayan Allah’ı tesbih ederim. Beni gören, yerimi bilen, beni rızıklandıran ve beni unutmayan Allah’ı tesbih ederim.”

www.NurNet.Org

Ya Rabbim! (Şiir)

Yanmışım pişiyorum
Sonsuza koşuyorum
Sarsıldım düşüyorum
Affet beni Ya Rabbim!

Ahvalim ayan Sana
Doğruyu göster bana
Yalvarıyorum Sana
Affet beni Ya Rabbim!

Muhtacım rahmetine
Susadım ben rahmine
Resul’ün hürmetine
Affet beni Ya Rabbim

Sen’den başka kimsem yok
Affeyle, günahım çok
Beni cennetine sok
Affet beni Ya Rabbim!

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR
(21.04.2014 – Pazartesi)

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version