Hindistan’da Konferanslar Zinciri

Hindistan, 2012 Şubat ayında düzenlenen konferansların ardından, bu yıl da iki ayrı büyük uluslararası konferansa ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. İİKV işbirliği ile 4-5 Şubat tarihlerinde Haydarabad Osmania Üniversitesi ve 7-8-9 Şubat tarihlerinde Yeni Delhi Jamia Millia Islamia’da (JMI) gerçekleştirilecek olan konferanslara ilginin yoğun olması bekleniyor.

İlk olarak Osmania Üniversitesi’nde yapılacak olan konferansın temel konusu “Bediuzzaman Said Nursi: A Messenger of Peace and Harmony” olacak. Programın ikinci ayağı olarak Delhi’deki JMI’da devam edecek konferansın konusu ise “Islam and Modernity: the Perspective of Bediuzzaman Said Nursi” olacak.

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı başkanı ve Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin talebelerinden olan Fırıncı Ağabey de konferansa katılacaklar arasında. Hasan Kalyoncu Üniversitesi Rektörü İbrahim Özdemir, Adnan Menderes Üniversitesi Rektör Danışmanı Yunus Çengel, Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Ali Katıöz, İhsan Kasım, İİKV icra kurulu üyesi Cemil Şanlı, Prof. Faris Kaya ve Doç. Dr. Ensar Nişancı da birer tebliğ sunacaklar. Türkiye’den bu katılımcıların yanı sıra, birçok Hindistanlı yerli akademisyen de Nursi üzerine birer tebliğ sunacak.

Kaynak: İİKV

Bulunduğu Makamlara Değer Katanlar

Çok güzel bir söz vardır: Bazı insanlar makamlarını yüceltir, Bazı insanları ise makamlar yüceltir. Bu söz tarihin çeşitli devirlerindeki  insanlar ve bulunduğu makamlar için de  geçerlidir.Son zamanlarda çevremizde gördüğümüz makam sahipleri acaba hangi kriter kapsamına girer bir düşünelim.

makam-mahsuriTarihten makamına değer katan insanlara bir çok örnek verebiliriz.  Mesela Büyük İskender , Ömer Bin Abdülaziz,Selahaddin Eyyubi gibi tarihi kişilikler bulundukları makamlara değer katmış ve yüceltmişlerdir.Bundan dolayı tarihe mal olmuşlardır.Onları yücelten ve büyük adam yapan tarihte  yaptıkları büyük başarılardır. Hükümdarı oldukları devletler onları yüceltmemiştir.Eğer öyle olsaydı onlardan sonra gelenlerde günümüzde anılırlardı. Bulundukları makamı  yaptıkları ile kendileri  yüceltmişlerdir.

 Osmanlılar da Sokullu Dönemi vardır.Bu dönemde Osmanlı padişahları vardı.Fakat Sadrazamın gölgesinde kalmışlardır.Daha önce de Sadrazamlar gelmiştir.Hiç birisi Sokullu Mehmet Paşa kadar Sadrazamlık makamını yüceltmemiştir.Osmanlı padişahlarından ancak birkaç tanesinin ismini  hatırlarız.Fatih Sultan Mehmet,Yavuz Sultan Selim,Kanuni Sultan Süleyman gibi.Birçok Osmanlı padişahının ne ismini ne de yaptıklarını hatırlarız.Bu Padişahlar büyük bir imparatorluğun Hükümdarlığını yapmışlar fakat tarihte pek bir iz bırakmamışlardır.

    Türkiye Cumhuriyeti  tarihi de  öyledir. Türkiye tarihinde bir çok Başbakan gelmiştir. Fakat  bunlardan ancak bir kaçını hatırlarız. Adnan menderes,Turgut Özal gibi başbakanları hatırlarız.Sebebini sorarsanız bu liderler halk için yapmış oldukları hizmetlerle halkın gönlünde taht kurmuşlardır.Değerli İnsanlar bulundukları noktalara değer verir ve   yüceltirler.Makamlar insanlara değer vermez verse de geçici bir değer verir.Makamını hak etmeyen insanlar en geç hak ettiği yeri bulur.

     Yukarıda aktarmış olduğumuz görüşlerimizi destekleye güzel bir hikaye vardır;

KAVAK AĞACI  VE KABAK HİKAYESİ

     -Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?

-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!

-Doğru, demiş kavak.

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:

-Neler oluyor bana ağaç?

-Ölüyorsun, demiş kavak.

-Niçin?

-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için

Evet çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay elden çıkar.  Her işte alın teri ve emek şarttır. Emek harcanmadan kazanılanlar, temeli olmayan  binaya benzer. En ufak bir sarsıntı da yıkılır. Her zaman bu yüksek zirvelere   gelmek önem arz etmez. Önemli olan bu zirvelerde  kalabilmek ve zirvelere olumlu şeyler katabilmektir.Bulunduğu makamı yapacaklarıyla yüceltmektir.

Hastalanmış Manevî Kalpler

Dinî ve tasavvufî manada bilgi ve düşüncenin kaynağı ve aracı Rabbânî lâtife veya İlâhî cevher olan kalp, İlâhî hitaba muhatap olarak yaratılmıştır. Kalp, ruhun mekânı ve insanın da aslıdır. Aslında insana ait özelliklerin toplandığı merkez manevî kalptir. Kalp, ancak iman nuruyla aydınlatılırsa safiyetini kaybetmez ve görevlerini yerine getirir.

Kalp, eğer günahlar ile zayıflar, kirlenir, katılaşır ve tedavi edilmezse, ölür ve böyle bir kalp artık hak ve hakikat olan şeyleri göremez, işitemez, anlayamaz.

Nitekim Hazret-i Peygamber (asm) bir hadis-i şeriflerinde bu durumu şöyle anlatır: “Mü’min, bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta, bir leke vurulur. Tövbe ederse kalbi cilâlanır. Yani bu leke silinir. Tövbe etmeyip isyana devam ederse, siyah lekeler kalbini kaplayıncaya kadar artar. İşte bu Allah-ü Teâlâ’nın, ‘Asla öyle değil! Fakat onların yapmış olduğu günahlar kalplerini iyice kaplamıştır. (Mutaffifin, 14)’ âyetinde anlatılan kalbin kapanması ve günahla örtünmesidir.”

İnsan kalbi çok hassastır. En ufak bir yanlış, günah kalbe ciddî zarar verebilir. Nasıl ki, maddî kalp bütün organların, dokuların, hücrelerin sağlıklı çalışmasında merkezdir, aynen onun gibi manevî kalp de insanın duygu, his, nefis, akıl v.s. manevî lâtifelerinin düzenli çalışmasında bir merkez hükmündedir.

Hastalanan kalp nasıl tedavi edilir?

İnsanın manevî kalbi taşlaşmış, katılaşmış, yani hakikatleri göremez, anlayamaz ve işitemez olmuşsa, bu durum kalbin tedaviye ihtiyacı olduğunu gösterir.

Kalbin tedavisinde en etkili metotlar, zikir, tefekkür, tövbe istiğfar, duâ ve ibadettir.

Evet, nasıl ki kirlenmiş, dağılmış bir mekânı tezyin etmek için önce temizlemek gerekirse, kalbi tezyin etmek için de önce kalbi şirkten, günahlardan ve Allah’tan gayr olan her şeyden temizlemek şarttır. “Def-i şer celb-i nef’a racihtir” prensibince, önce zararlı şeyler, yanlışlar kalpten def edilir. Sonra iman ve İslâmiyet hakikatleriyle süslenir. Böylelikle temizlenen kalpte artık güzel ahlâk, marifet büyümeye ve yerleşmeye başlar.

Kalp, âyine-i Samed’dir. Oraya sadece Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti girmesi gerekirken, dünya ve dünyaya ait şeyler bu kalbe dolarsa, işte insan kalbine yerleştirdikleriyle imtihan olur ve felâketlere düşer.

Kalbin bozulması Allah’tan başka şeylere gönül bağlamak, O’na ortak koşmak, riya, haset, kin, adavet ve zulüm gibi kötü ahlâklarla olur. Bu yüzden akıllı insanlar kalplerini ihmal etmezler. Bunun için de sürekli bir muhasebe halinde olmak ve ihlâs hakikatini hayata katmak şarttır.

Evet insan, hakikî lezzeti ve saadeti istiyorsa, kalbini ihmal etmemelidir. Aksi halde, dünyada hiç dersi bitmeyeceği gibi âhiretini de kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.

Hâsılı insan manevî kalbinin hasta olduğunu bilmelidir ki tedavi etsin. Çünkü hastalığın bilinmesi tedavide en önemli noktadır. Kişi adavet, kin, nefret, tarafgirlik, haset, gurur, kibir v.s. gibi hastalıklarının olup olmadığını yoklamalı ve bu hastalıkları teşhis eder etmez, hemen tedavi yoluna gitmelidir. Her asrın maneviyat doktorları farklı metotlar uygular. İşte bu asrın maneviyat doktoru da Risale-i Nur’dur. Kişi, hastalığına göre reçeteleri Kur’ân kaynaklı bu eserlerden okuyarak öğrenebilir. Nitekim, Risale-i Nur’da bu asır insanının içine düşebileceği her varta ve tehlikeden kurtuluş, her hastalığın tedavisi bulunmaktadır. Yeter ki, halis niyetle okuyalım.

Yasemin Yaşar / Nur Postası

Sevgiye Evet, Nefrete Dur!

Allah insanları, dilleri, renkleri, fikirleri çeşit çeşit yaratmıştır. Kimse diğeri gibi görünmez. Herkesin olaylara bakışı farklıdır. Allah’ın yarattığı bu çeşitlilik büyük nimettir. Bu farklılıklar vesilesi ile kıyas yapar, doğruya, güzele ulaşırız. Her topluma göre doğru ve güzel kavramı değişir. Ama temelde doğru ve güzel olan, Allah Katında tektir. O da Kuran ve Kuran yaşandığında ortaya çıkan sonuçtur.

Kuran ahlakı ile yaşayan mümin erkek ve kadının karakterleri aynıdır. Müminler merhametli, hoşgörülü, her fikre saygılı, yumuşak ve güzel söz söyleyen, tertemiz, nezaketli, zevkli, estetik ve bilime önem veren kişilerdir. Kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlara karşı da bu güzel ahlak özelliklerini gösterir ve tebliğ ederler.

İnsanların çoğu Kuran’ı rehber edinmedikleri için Kuran’daki güzel ahlak özelliklerinden yoksun yaşarlar. Bu şeytanın bir nevi toplumlar üzerindeki zaferidir. Ahir zamanda olduğumuz şu günlerde, Allah’ın vaadi gereği gerçekleşecek olan İslam hakimiyeti, şeytanın bu sahte zaferinin sonu olacaktır.

Şeytanı mağlup etmenin yolu, yaşanmasına engel olmaya çalıştığı Kuran ahlakının canlanmasını sağlamaktır. Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. (Bakara Suresi, 256) Dileyen dilediği şekilde inanmakta ve yaşamakta özgürdür. Biz güzel olan ahlakı ve Kuran’ı tebliğ etmekle mükellefiz. Ancak hidayeti verecek olan Allah’tır. Kimseyi kendimiz gibi düşünmeye zorlayamayız. İnsanlar bizim gibi düşünmüyor diye onlara saldırmak, iftira atmak, hakaret etmek müslümana yakışmaz.

İslam sevgi ve hoşgörü dinidir. Siz Kuran’a uyuyorsanız koşullar ne olursa olsun sözün en güzel olanını söyleyin. Nefret sözcükleri yerine sevgiden bahsedin. Saldırmak yerine kucaklayıcı ve sabırlı olun. Kaybetmek yerine kazanmaya çalışın. Allah sabredenleri ve iyiliği konuşanları sever. Kin kusanları, kötü söz ve sui zanla iftira edenleri sevmez. Allah’ın sizi sevmesini istemez misiniz?

Allah sevginin, yumuşak ve nezaketli olmanın önemine Kuran’da çokca dikkat çekmiştir. Allah Firavun gibi tarihin en azılı küfrüne karşı bile “Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 44) buyurmuştur. Hz. İbrahim, kendisine hakaret ve tehdit etmesine rağmen kafir olan babasına ”babacığım” diye hitap etmiştir. Allah bir başka ayetinde ise peygamberimiz sav’e; ”Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi…” (Ali İmran Suresi, 159) buyurmuştur. Nezaket, yumuşak ve güzel söz bu kadar önemlidir.

Ahir zamanda İslam tüm dünyaya hakim olacak inşaAllah. Şeytan bu gerçeğin farkında. Pırıl pırıl dinimizin yaşanmasına engel olmak için son kozlarını oynuyor. İnsanlar arasına fitne tohumlarını atmış yıllarca. Herkes birbirine sevgisiz, hoşgörüsüz, saygısız, şüpheci… Şeytanın bu sevgisizlik oyununa gelmeyelim. Şeytan insanların güzel yönlerini görmeyi engeller. Hep detayları sokar insanların gözüne ve kötü gösterir. Çünkü şeytan kıskançtır, insanların da öyle olmasını ister.

Şeytanın oyununu bozma zamanı gelmedi mi? Nefrete, sui zanna, hakarete, gizli yönleri araştırmaya, iftiraya son!!! Lütfen aynı görüşte olmasak da Kurani ölçülerde kalp kırmadan yaklaşalım insanlara. Güzel söz söyleyelim, birbirimizi sevelim, anlamaya çalışalım. Her olayda ve ortamda güzel ahlak gösterelim. Sevgiye evet, nefrete dur diyelim!

Şeytandan Allah’a Sığınırım; Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. (Ali İmran Suresi, 103)

İbrahim Akın

Güneş ile dünya arası denge!

Risale-i Nur merceğinden eşyaya bakılınca her şeyde bir dersi ibret görünür!

Fakat eşya ve hadiselerden ders almamız için, onlara “hükmü evvel ile değil” yani ön yargısız bakmamız lazım.

BAKIN AKILISIZ GÜNEŞ İLE DÜNYAMIZIN ARALARINDAKİ DENGEYE!

Biz materyalistlere hiç çekinmeden, bu müşkülümüzü halledin dememiz lazım: Astronomi uzmanları diyorlar ki, ışık saniyede 300,000 kilometre hızla gidiyor. Yine onların görüşüne göre, güneşin ışığı dünyamıza sekiz dakikada ulaşıyor. Yani 1 dakikada 60 saniye. Sekiz dakika, altmışar saniye = 480×300.000 = 144.000.000 k.m. eder. Demek oluyor ki, güneşle dünya arasında 144.000.000 kilometre mesafe varmış. Acaba bu mesafe 143.000.000. k.m. olsaydı, ne olurdu biliyor musunuz? Güneş bizi yakıp kül ederdi. Peki 145.000.000 olsa idi, o zaman da, her şeyimiz donup buz olacaktı.

Çok merak ediyorum! Materyalistlere göre: Acaba dünyamı güneşe dedi, sakın daha öte gitme, yoksa her şey donar buz olur mu dedi. Beri de gelme ha! Yoksa her şeyi yakar kül edersin mi dedi. Yoksa o emir güneşten mi dünyaya geldi? Bu müşkülümüzü halletmeleri için materyalistlere biz sormayalım mı? Onlara göre bu mesafe acaba nasıl tayin edildi?!!! Yoksa köylüler iple tarlayı bölerken yaptıkları gibi mi yaptılar? Dünya güneşe, çek ipi oraya çak bir kazık. Daha öteye gitme, beri da gelme ha! Çünkü gelecekte dünyaya canlılar gelecekler, az daha beri gelsen onları yakar öldürürsün. Biri diğerine öylemi dediler?!!! Bu işlere: Tabii olaylardır dedikleri şeyde: Sağır, kör ve aptal tabiata hava demektir ki önceki misalden daha akıl kabul almaz bir olaydır maalesef. Başka türlü değil bu işler ancak Kudreti sonsuz bir Allah, kâinatın hulasası ve şuurlu meyvesi olan insana hizmetini en mükemmel vermesi için güneşi oraya çaktı.!!! Dünya’ya güneşin çevresinde dönerken, sana tayin ettiğim mesafeden ayrılma ha! Mı dedi? Kat’iyyen bunun başka alternatifi yok ama, ecnebi düşmanlar Müslümanları boş buldukları için maalesef çoğuna o baklayı yutturdular.

Diger bir soru? Dünyamız hem kendi ekseninde hem de güneşin çevresinde dönmesini faydalımı yoksa zararlımı buluyoruz. Kendi ekseninde dönmese idi ya her zaman gece, ya da her zaman gündüz olacaktı. İkisi de insan için felaket olacaktı değil mi? Lazım dememiz ki: Kudreti Sonsuz olan Allah bizim ihtiyaçlarımızı bizden iyi bilmiş ve Kerim Olan Rabbimiz noksansız ihtiyaçlarımızı te’min etmek için sebepleri ortaya sermiş.

Güneşin çevresinde dünyanın dönmesi de akıllı insanı hayran hayran dünyanın o hareketini seyrederken Allahu Ekber demekten kendine başka kurtuluş çaresi bulamaz. Dünyamız saatte 108000 kilometre hızla gidip 365 gün doldurduktan sonra tam saniyesinde ayni yere ulaşıyor. inanmazsanız bir sene evvel yazılmış takvime bakınız ve hiç şaşırmadan yol aldığını göreceksiniz. Oda yalınız bir sene değil milyon seneden beri ayni istikamette devam ediyor. Ve biliyorsunuz ki dünyamız elips şeklindedir, o hızla yol alırken bir yere gelince 23 derece bir tarafa eğiliyor ve 27 dakike o şekilde eğik gidiyor. Her dönüşünde ayni hareketi yapıyor. 108000 k.m. satte giderken niye sularımızı dökmiyor? Niye insanları havaya atmıyor? Yer çekimi varmış,o yer çekimi niye insanları yere yapıştırmayıp insanlar hareket edebiliyorlar sorusuna dinle ne gibi safsata cevap veriyorlar: insanın üstünde 3 ton yük varmış. Peki o yükle insan nasıl hareket ediyor, insanın duyguları öyle ayarlanmış ki onlar üzerinden o yükü def edebiliyormuşlar…

Şimdi hey gidi akılları gözlerine inmiş tabiatçılar hey haddinizden çok tecavüz ettiniz!!!

Bu ciddi meseleyi sizinle paylaşmamın tek sebebi, hem materyalist ve natüralistlerin neticesiz boş fikirlerini öğrenmek, hem de bizi yoktan var eden Allah’ımıza karşı vazifemizi yaparken gayretli olmaya yarar ümidiyle paylaşıyorum.

Abdülkadir Haktanır

abdulhak@albnur.com

www.albnur.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version