Suriye’ye “Büyük Ortadoğu Projesi”

Bu gün komşu Suriye devleti hızla bölünüp parçalanmaya gidiyor. Bunun üzerinde Türkiye’nin Suriye’ye karşı tutumu nasıl olmalı? diye bir soru aklıma geldi. Türkiye elbette uluslar arası hukuka göre etkin bir biçimde hukukunu korumalı; Akçakale’de katledilen vatandaşların hakkını savunmalı, yani meşru müdafaa hakkını kullanmakla haklılığını ortaya koymalıdır. Bilindiği üzere; Türkiye ile Suriye halkı arasında tarih boyunca komşuluk ve akrabalık bağı devam etmiştir. Bu bağ dünya var oldukça da devam edecektir. O zaman; Türkiye, Suriye’de gelişen bu günkü olaylara karşı yukarıdaki kopmaz bağlarımız için temkinli ve itidalli davranması gerekir. Çünkü: Türkiye’nin, anlık bir kıvılcımına karşı Suriye devletinin de karşılık vermesi, durum ne kadar vahim olacağı bilinmez.

3/Ekim 2012 günü Suriye tarafından Akçakale ilçemize düşen top mermisinden hemen sonra, Suriye Enformasyon Bakanı Ümran El Zubi’nin, Şam adına resmen Akçakale‘ye düşen top mermisiyle vefat edenlerin ailelerine ve kardeş Türk halkına başsağlığı dilemiş, Akçakale’de şehit olmasına yol açan top mermisinin kaynağını araştırdığını bildirilmiştir. Türkiye sınırına “10 kilometreden fazla yaklaşmama emri”ni vermesi bir özür mahiyeti taşımaktadır. Türkiye Hükümetinin temkin ve tedarik maksatlı iyi niyetle çıkardığı teskerenin “savaş tezkeresi Olmadığı”nı bilinse de, Türkiye: Kara, deniz ve hava unsurlarının kullanılması muhtemel sınır ihlaline karşı bir teyakkuz olsa da, halk arasında gene de tedirginlik yaşamaktadır.

Suriye’nin durumuna gelince: En son Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin “Suriye raporu”nda, “Kuzey Irak örneğinde olduğu gibi, Suriye’de de Esad sonrası süreç için, küresel ve bölgesel aktörler tarafından yönlendirilecek ve Türkiye için tehdit tahlilinde” bulunulduğu belirtilmiştir. Acaba; Suriye “özgürleşiyor mu, yoksa parçalanıyor mu? “ “Görünen köy kılavuz istemez” atasözü soruya, güzel bir cevap olsa gerek…

Bütün olup bitenlerin bu coğrafyanın yeniden şekillendirildiğini gösterdiğine işaret edilen raporda da açıkça “Suriye bugün İsrail’in bölgedeki politikaları açısından tehlike arz etmiyor. Zaten parçalara bölünmeye doğru gidiyor. Irak’ın işgal edilmesi ile parçalara bölündüğü gibi. İsrail için tehdit teşkil eden Suriye’nin de “İsrail’in güvenliği” hesabına bugünkü iç savaşa itildiği anlaşılmaktadır.

Yabancıların fesat çıkarmasıyla Suriye’de şiddetlenen iç savaşın, bundan önce de İslâm ülkelerini etnik ve mezhebi ayrımlarla küçültüp devletçikler haline getirerek “büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak ortaya koyuyor.

Evet, yabancılar, günün birinde çekip gidecekler. Ama Türkiye, Suriye’yle, Irak’la, İran’la komşu kalmaya devam edecek. Bu nedenle Türkiye ortak inanç, tarih, kültür ve mirası paylaştığı Suriye, Irak ve İran komşularıyla yüz yüze kalacaklar, dolayısıyla iyi ilişkilerimizi geçmişte olduğu gibi bu günde sürdürmeliyiz. Aksi takdirde, Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin “Suriye raporu”nda da belirtildiği gibi, Başta Suriye’nin parçalanmasının en büyük zararı Türkiye’ye olur…

Türkiye, Suriye’nin istikrarı ve sulhun temini için elbette birçok fedakârlıkları göstermiş, Şam hükümeti ile defalarca temas etmiştir. Her şeye rağmen, uzlaşma temin edilemediği bilinmektedir. Türkiye gene de barış umudunu yitirmeden, bu Müslüman kardeş ve komşu ülke için arabuluculuk görevini sürdürerek barış, huzur ve istikrarın sağlanmasına öncülük etmesi, insani ve İslami bir görevdir. Altı yüz sene devlet-i Aliye’yi adaletle, sulhla idare eden ve hâkimiyetini sürdüren bir imparatorun mirasçılarına elbette “yurtta sulh, cihanda sulh” düşmektedir. Bu haslete mazhar olan bir millet olarak, Suriye komşumuzun bugünkü muzdarip hali, elbette başta bizi alakadar etmektedir. Bu nedenle Suriye’nin sulh ve istikrarı için arabuluculuk ve barışa katkı da aslı görevimiz olmalıdır.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

9.10.2012

Risale-i Nur Müzesi Açılıyor

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, Barla Platformunun Risale-i Nur ile ilgili olarak düzenlediği sergilerin beşincisi, Risale-i Nur Müzesi ile birlikte açılıyor. Nur’a Uçan Pervaneler adlı sergi ile müzenin açılışı, 14 Ekim Pazar günü İstanbul İlim ve Kültür Vakfının Rüstempaşa Medresesi’ndeki yerinde yapılacak.

Her iki açılışa da Risale-i Nur Külliyatı müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin hayatta olan talebelerinin katılması bekleniyor.

NUR’A UÇAN PERVANELER

İİKV bünyesinde Barla Platformu tarafından düzenlenen serginin bu yılki konusunu, Risale-i Nur’un etkilediği hayatlar teşkil ediyor. Sergi, Risalelerin Isparta, Barla’da ilk olarak kaleme alınmaya başladığı andan itibaren onun etrafında toplanan insanlarla başlayan ve bugün dünyanın dört bir yanındaki Risale-i Nur talebelerine kadar uzanan bir zaman dilimini kapsıyor.

Sergide, Risale-i Nur talebelerinden başka, yurt içinde ve dışındaki belli başlı yazar, düşünür ve aydınların Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur ile ilgili yorumları da yer alıyor.Nur’a Uçan Pervaneler, Risale-i Nur’un insanlar üzerindeki benzersiz tesirini gerek içerik, gerekse dil açısından inceliyor. Büyük düşünür Cemil Meriç’in “Risale-i Nur’ları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi öğrenilebilir. Risale-i Nur’lar bizim milli hazinelerimizdir” şeklindeki tesbitleri sergide yer alan yorumlar arasında.

Barla Platformu, daha önce de Risale-i Nur ile ilgili olarak, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını, sürgün ve hapishanelerde geçen yıllarını konu alan dört ayrı bölümde ele alınan sergiler düzenlemişti. Birinci Said, Barla Yılları, Kastamonu Yılları ve Emirdağ Yılları adlarıyla düzenlenen bu sergiler, yurt içinde ve dışında pek çok yerlerde tekrarlandı ve yoğun ilgiyle karşılaştı.

RİSALE-İ NUR MÜZESİ

Risale-i Nur ile ilgili sergilerin bir özeti, bundan böyle, İstanbul İlim ve Kültür Vakfının bünyesinde açılan bir müzede daimi olarak sergilenecek.

Bediüzzaman Said Nursi’nin ve Risale-i Nur’un hikayesini Birinci Said döneminden başlayarak sırasıyla Barla, Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Afyon, Emirdağ ve İstanbul dönemleriyle ziyaretçilerin tetkikine sunan müzede, bütün bu dönemlerle ilgili önemli belge ve bilgiler yer alıyor.

Bediüzzaman’a savaşta gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle Padişah tarafından verilen savaş madalyası, yüksek bir ilmi rütbe anlamına gelen Mahreç payesi, hapishanede kesekağıdı parçalarına yazılan risaleler, üzerlerine duvar örülerek saklanan el yazması risaleler, en dayanıklı insanların dahi tahammül sınırlarını aşan şartlar altında telif edilen risalelerin orijinalleri, bu belgeler arasında.

AÇILIŞA AĞABEYLERDE KATILIYOR

Nur’a Uçan Pervaneler adlı sergi ile Risale-i Nur Müzesinin açılışı, Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinin de iştirakiyle, 14 Ekim Pazar günü saat 14.00’de İİKV’nin Rüstempaşa Medresesindeki yerinde yapılacak. Medresenin adresi şöyle:

Yer: İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, Rüstempaşa Medresesi, Sururi Mahallesi, Medrese Sokak No: 2, Eminönü, İstanbul. Tel : 0212 527 81 84

Medya İletişim :Said Yüce

Cep Tel : 0532 274 43 59

Mail : saidyuce@gmail.com

Risale Ajans

Bediüzzaman ve Dönemsellik!

Bediüzzaman’ın eserlerini dönemsel olarak yorumlama ve onların evrensel niteliği olmadığını söylemek evrensel ile dönemsel, klasik ile popüler eserlerin tabiatını bilmeyi gerektirir. Bu konular toplumdaki yaygın din kültürü ile çözümlenecek meseleler değillerdir.

1885’li yıllarda Osmanlı matbuatında yazarlar

Necip Asım, Cenap Şahabettin, Ahmet Mithat, Ahmet Rasim arasında klasikler konusunda bir münakaşa cereyan eder. Neyin klasik olup olmadığını ve bizde klasik olup olmadığını konuşurlar, yazarlar, batıdan örnekler verirler.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i

Yunus Emre’nin Divanı evrensel ve klasik olarak yorumlanır.

Cenab-ı Mevlana’nın Mesnevisi yine evrensel ve klasik olarak kabul edilir.

Bugün Mevlid-i Şerif bir klasiktir, çünkü Peygamber-i Zişanın hayatını ve macera-ı ulviyesini kalbi ve akli, sürükleyici bir çekicilik ile cazibedar anlatımdır. Hiçbir zaman zamanın altında kalacak ucuz bir keyfiyeti olmayan eserdir. Her zaman okunur, duygular ürpermeler ağlamalar, ürküntüler bitmez.

Rahmetli annem Mevlidhandı çocukluğumda onun dizinde oturur onun mevlitlerini dinlerdim.

Bir orkestra şefi gibi cemaati ağlatır, defi ile gazeller söylerdi, hiç bitmesin isterdim o harika günler. Gözyaşı, ağlamak, döğünmek onun sanki yaratılışına takılmış cihazattı, neyse.

Şu güzelim Bediüzzaman’ı bu ülkede değerlendirme hastalığından bir türlü kurtulamadık.

Şimdi Ondokuzuncu Söz isimli eseri onun Peygamber-i zişanın (asm) hayatını ve mücadelesini anlatır. Süleyman Çelebi hazretleri gibi bir kalbi aşki bir pozisyonda değil mücadelesinin akli ve mantıki ve kalbi serüvenini anlatır.

Şu ifadelere bak, Hegel ifadeyi canlı tutmak maziyi şimdileştirmek ile mümkündür der.

Bediüzzaman maziyi şimdileştirmiş ve şöyle der:

İşte bak Hüsn-i Siret ve cemal-i suretle mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde muciznuma bir kitap, lisanında hakaik aşina bir hitap, bütün beni âdeme belki cin ve inse ve meleğe belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkati âlem olan muamma-i acibanesini hal ve şerhedip ve sırrı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek bütün mevcudattan sorulan bütün ukulu hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müthiş sual-i azim olan necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun suallerine mukni, makbul cevap verir.”

Şu ifadelerin moda düşünceler olduğunu kim iddia edebilir?

Asr-ı Saadette bir sahabe bunu Nebiyy-i Zişan’a okusaydı, bugün de biri Ali Bulaç‘a okusaydı, nasıl buna dönemsel diye bakabilirdi?

Nasıl zamanın altında kaldığını iddia edecek bir yorum yapabilirdi?

Şu ifadedeki sanatları anlatmak uzun yorumlar gerektirir.

Bir kere bir adamla sahabe asrından günümüze gelmiş birlikte Arap yarımadasına gitmişler, Bediüzzaman bir anlatıcı olarak yanındaki arkadaşına Peygamberimizi gösterip diyor “Şimdi bak.”

Var mı bu kompozisyonda Seyyid kutup veya Abduh’un bir beyanı, soruyorum sayın yazar?

Sonra anlatırken peygamberimizin portresini çiziyor, güzel ahlakı ve güzel sureti olan seçilmiş bir zat, elinde mucize bir kitap, lisanında hakikatlere aşina bir hitap, insanlar, cinler ve meleklere hitap ediyor. Bir tiyatro sahnesi gibi canlı bir anlatım!

Bu nasıl dönemsel oluyor?

Bunun dönemselliğini ifade edin, edemezseniz susun. Lütfen Bediüzzaman’ı anlamak için sanat felsefesi okuyun, Abduh ve Reşit Rıza, Kutup ve diğerleri büyük insanlar ama klasik müellif ve müfessir onlar da. Sanat bunlarla kıyaslanmaz. Siz onlarla eşdeğer tutup yorumlar yapıyorsunuz. Bütün Latin kültürüne mal olmuş bir ifade vardır, kovadis nereye, bu insanı anlatır.

Nereden nereye diye bunun neresi dönemsel milattan önce de insanın nereden geldiği sorundu. Bugün daha büyük sorun, çünkü onlar kitaplı dinlerin gözleriyle görüyordu, ama şimdi İskandinav ülkeleri Avrupa’da nihilist ve ateistler dini olanlardan fazla.

Klasik müellifler vardır, authores klasiki bir de klasik eserler. Aşırılıkları olmakla beraber İlahi Komedya bir klasiktir, asırlardır yorumlanır. Hatta son asırda Eliyot onu asra açılan pencereleri ile yorumlamıştır.

Mevlana’nın mesnevisi o gün bugün klasiktir, bütün dünyada bir yıl içinde yapılan Mevlana çalışmalarını bile anlatmak uzun yorumlar gerektirir. Şimdi O büyük zatın eserleri ile Bediüzzaman’ın eserlerini nasıl dönemsel diye yorumlayabilirsin. Ki onun asrında akıl hasta değildi, Hazret-i Mevlana hasta kalbi tedavi ediyordu, Bediüzzaman hem kalbi hem de aklı tedavi ediyor. Dünyada hergün onun tedavi masasından yüzlerce insan yeni bir gözle dünyaya bakarak kalkıyor, bunun dönemsel olması için nasıl olması gerekiyor?

Kerime Nadir‘in romanı aşk romanıdır, o dahi bir kısmi klasik olabilirken Mevlana‘nın Mesnevisi ile Bediüzzaman’ın mesnevisi nasıl dönemsel olabilir?

Bediüzzaman, Mesnevi’sinin başında “Yüzer ilimlerle alakadar binler hakikatler ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken…” der.

Bu Mesnevi’deki meselelerin anlatımlarının hiçbiri dönemsel değil. İster ikinci asırda oku ister yirmi birinci asırda oku, zamanı aşan bir perspektif ve gündeliği aşan bir bakışla yazılmışlar. Bunlar nasıl dönemsel olur?

Bir tanesini okuyorum: ”Kur’an’ın i‘cazı tahrifine bir seddir.

Evet, Kur’an madem mu’cizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Ayetleri başka kelamlar ile tebdil edilmekle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif, mütercim, muharref üsluplarını kisvelerini ayatın kisvesiyle iltibas ettiremezler. Ayetlerde i’caz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelamlar ayet addedilemez. Öyle ise i’caz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.“ (Mesnevi 95)

Bu cümleyi anlamak için bütün ulemayı çağırın ne kadar yol alırlarsa bir mezura ile ölçün sonra bu zamanın altında metnin altında dönemsel kalmış zevatı yorumlayın. Bediüzzaman üzerine konuşma izni almalısınız.

Mu’cizat-i Kur’aniye İsimli Eser

Kur’an’ın mu’cize olduğunu anlattığı Mu’cizat-ı Kur’aniye isimli eseri bu ülkenin din âlimlerini toplayın bir stadyuma kim yüzde kaçını anlıyor imtihan edin, ondan sonra dönemseli anlamış olursunuz. Mübalağa yapmıyorum.

Eserin girişinde bir cümle var. “Bu mucizat-ı Kur’aniye risalesindeki ekser ayetlerin her biri ya mülhitler tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinni ve insi şeytanların şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir.“ (Sözler)

150 sahifelik eserde seçilmiş ayetler dinden çıkmış mülhitlerin itirazlarına cevaptır. Hangi ayete ne kadar mülhid itiraz etmiş bunu bilmek için Kur’an’a yapılan itirazların tarihini bilmek gerek.

Bir Zat-ı âli çıksın bu tarihi bize bir özetlesin kim zamanın altında üstünde o zaman görelim?

Ehl-i fennin bir sürü fen çeşidi var, biyolog, sosyolog, matematik, fizik vs.

Bunların itiraz ettiği ayetleri bilmek için büyük bir fen kültürü olmak gerekir, nerede böyle bir âdem, Abduh, Kutup, kim olursa olsun göster bize onların beyanlarını.

Bir de cin ve insan şeytanlarının itirazları bu itirazların da bir tarihi var bu kadar büyük bir muhit taramasından sonra bu eser yazılmış. Allah aşkına nasıl bu zatı dönemsel diye yorumlarsın?

O itirazlar bugün hala ilim ve fen muhitlerinde tekrarlanıyor ve Bediüzzaman onlara cevap veriyor. Nasıl modası geçmiş bir kütüphane kitabı gibi görürsün, bilmemek ne kötü, bir de gurur edası.

Aynı eserde bir belagat tarifi yapar Naci’nin Edebiyat Lügati. Dini kavramlar sözlüğünde, Kur’an tefsirlerinde böyle bir belagat tarifi yok.

Derece-i icazda belagat-ı Kur’aniyedir.

O belagat ise nazmın cezaletinden, hüsn-i metanetinden ve üslubların bedaetinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanın beraetinden, faik ve safvetinden ve meanisinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden selasetinden tevellüd eden bir belagat-ı harikuladedir ki, beni âdemin en dahi ediplerini en harika hatiplerini en mütebahhir ulemasını muarazaya davet edip bin üçyüz senedir meydan okuyor.“ (Mu’cizat-ı Kur’aniye)

Bir belagat tarifinin on bir şubesi var. Bu cümleyi gerçek diyorum, bütün İslam ulemasını topla şerhedecek güçleri yoktur. Nazmın cezaleti hüsn-ü metaneti, üslublarının bedaeti, garip ve müstahsenliği, beyanın beraeti, faik ve safveti, meanisinin kuvvet ve hakkaniyeti, lafzının fesahati bunları kim anlayabilir?

Buyurun Bediüzzaman‘ın rahle-i tedrisine. Bunları nasıl dönemsel diyorsun, bütün ulema dönemsel kalır bu cümlede mübalağa yok. Bunu biri şerh etsin göndersin. Bakalım.

Atom konusu kilise ve ilmi birbirine vurdurmuş.

Marks bu konçertoyu idare etmiş. Üç bin yıldır gündemde, Paris senatosu zerre konusundaki münakaşaları yasaklamış 1850 yıllarında.

Bediüzzaman küfrün bel kemiği olan bir atom konusunu eserlerinin odağında tutmuş. Milattan önce Demokritostan şimdiye kadar bütün ateist, materyalist ve nihilistlere cevap vermiş, bu nasıl dönemsel olabilir?

Üç bin yıldır nice insan bunun girdabında inancını kaybetmiş. Bir adam çıkmış Marks’ın ve ateistlerin bu kalesini darmadağın etmiş, nasıl ona dönemsel denir? Bu dönemseli eleştiri için bir kitap yazılır.

Ene konusu, Freud’un kıyametler kopardığı bir bahis, insan beynini

Roma’ya benzetir, Oradaki faaliyetlerin büyüklüğünden dolayı. Bediüzzaman bu ene konusunu eserlerinde eleştirir, dinin, felsefenin, ateist felsefenin, kelamın, hedonizmin enesini benini tarif eder. Freud gelsin bu konuyu nasıl çözdüğünü göstersin, bunlar insanlık tarihinin en büyük meseleleri olmakta devam ediyor, nasıl bunlar evrensel değil de dönemsel?

Gündelik kafalardan dönemsel yorumlar. Bediüzzaman söz konusu olurken biraz düşünmeli kamuoyu, pirim yapayım diye bu büyük adamı huzursuz etmeyelim. Lütfen.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Ah! Nerede O Eski Zamanlar?

Küçüklüğümden beri yaşlı büyüklerimizin sohbetlerini sever, zevkle dinlerdim. Hayretime mucip, memleketin her yerinde bulunan ihtiyarlarımız, lisanları, renkleri, örf ve adetleri ayrı da olsa, ortaklaşa bir birliktelikleri var, aynı duygu ve aynı düşünceyi bir sözle ifade ederler. Onlar… Heyecanla! ‘ah nerede o eski zamanlar?’diye büyük bir özlemle söylerler. Acaba, ihtiyarlarımız arzu ettikleri ilgi ve alakayı görmediklerinden mi? Veya ihtiyarlığın verdiği bedeni marazların sıkıntılarından mı? Her nedense yaptıkları serzenişle, gençlik zamanları ile alakadar olmaya başlarlar. Hane! Gençliğimde böyleydim, şöyleydim, bunu yaptım, şunu yaptım, gençlikte yaptıklarını bugün yapamayınca, ihtiyarlığın bıraktığı eziyet ve ızdırapları bir nevi gençliğe şikâyette bulunuyorlar. Onun için ‘’Ah nerede o eski zamanlar.’’ Bir şair de: ” Keşki gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim. Demiş.”1

Oysa ihtiyarlarımız her zaman asayişin, barışın ve huzurun teminatı, geleceğe ışık tutan, saygı değer birer canlı tarihtirler. Mürur-u zamanla imkânlar, şartlar değişebilir. Değişmeyen tek bir şey var, o da bir milletin mukaddesatı,  asaleti, büyüklerine saygı, örf ve âdetidir. Tarih şahittir: Ne zaman ki: Bir millet dininden taviz vermişse, örf ve adetlerinden ve aile büyüklerinden uzaklaşmışsa o zaman gerilemiş ve zarar görmüştür. Yıllar boyunca sosyal ve içtimai hayatımızda, daima arkamızda birer çınar ağacı gibi ayakta duran, haslet dolu yaşlı büyüklerimiz; gençlerinden, aile, akraba ve aşiretinden, hatta köy ve mahallesinden mesul, asayiş ve huzurun temini ve teminatı olmuşlardır. Olayların tedbir ve önlemini önceden alan bu kanaat önderlerimiz, büyüklük ve reisliklerini böylece göstermişlerdir. İşte büyüklükte, reislikte bu olsa gerek,

Her bir olayın neticesinde arzu edilemeyen hadiseler olabilir, vaki olan bir hadisenin önüne geçme yolları da diyalog, uzlaşma, maslahat ve müzakeredir. Maslahat yapılmadığı müddetçe risk daha da artar. Maslahat, uzlaşı ve hoşgörü büyüklüğün ve erdemliğin şe’nidir. Onun için büyüklerimiz bu hoşgörüyü daima önemsemiş ve alakadar olmuşlardır. Bugün yaşadığımız bunca olumsuzluklardan acaba büyüklerimiz haberdar olmamışlar mı? Nereye gidecek? Artık yeter… Millet olarak tahammül edilmez hale gelinmiş, Adamın biri, doktora gider, Doktor bey, ‘’Hanımın kulakları sağır olmuş’’der. Doktor da: ‘’ Onun sağırlık oranı tespit etmek lazım, fasıla, fasıla hanımla konuş, hangi mesafede ses ona giderse onu tespit et.’’der. Adamcağız: önce 5 metrede seslenir ‘’hanım akşam yemeği nedir’’ ses gitmez, 3 metre, 2 metre, derken bir metre kala hanım bağırır.’’bey efendi: Tam beş seferdir, sana demedim mi? Yemek, Kuru fasulyedir.’’ Meğerse, bey sağırmış. Evet, ağlayan annelerin sesleri Arş-i aladakiler bile duymuşlar. Acaba; Ferş-i aladakiler!  Siz de duydunuz mu?.

Bin yıldan beri ayni coğrafya üzerinde yaşayan Kürtler, Türkler, Lazlar ve Boşnakların ecdatları, yurt sathında meydana gelen düşman tearuzlarına hep birlikte göğüs germişler, hep beraber mücadele etmişler, canı pahasına bu güzelim memleketi bizlere miras olarak emanet etmişler, bugün yerleşim olarak Türkiye’nin güneydoğu ve doğu anadolu bölgelerinde yaşayan Kürt milletinin yarısından fazlası batı ve içanadolu bölgelerinde yaşamaktadırlar. Keza Türkler de, aynı şekilde Şarkın değişik yörelerinde yaşamaktadırlar. Yani Türkiye’nin her yerinde Kürt ve  Türk bulunmakta ve içtimai hayatta birlikte yaşamaktadırlar. Evlilikleri, dostlukları var, en önemlisi aynı din mensupları, aynı inanç, aynı Kıble, aynı Peygamber ve aynı Allah’a inanan insanlar,bu kadar birlerle birbirleriyle kaynaşmış bir topluluğun birinin diğerinden ayrı yaşaması imkansız….  

Biliniyor ki: Kürt milleti daima devletine sadık, Türk halkını daima başında bir büyük olarak görmüştür. Yıllardan beri devlet bu halkı ötekileştirilmiş üvey evlat muamelesine tabi tutulmuştur. Bir milletin ırkı, milliyeti neyse, o odur. Sen o değilsin denilmez. Kürt halkına zamanında eğitim imkânı verilmedi, dilini, giyimini, örf ve âdetini yasakladı. Zorla sen Türk’sün dediler. Kürt halkı, Türkiye Cumhuriyetine mensup bir vatandaştır. Kürt milleti asla ve asla Türk kardeşinden ve Türkiye’den ayrı yaşamak istemez.. Bu kuşku ve bu düşünce beyhudedir.

“Mademki biz Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak… vs. hepimiz kardeşiz. Öyle ise diğer kardeşlerimizin de en az bizim kadar hak ve hürriyet sahibi olmasına razı olmalıyız. Onun farklılıklarına saygı duymalı ve onları fıtri halleri ile kabullenmeliyiz. Kendimiz gibi giyinmeye, kendimiz gibi konuşmaya, kendimiz gibi davranmaya zorlamamalıyız. Zorla kendi kalıbımıza sokmaya, kendimize benzetmeye çalışmamalıyız. Onun da bizim gibi insan olduğunu unutmamalıyız. Farklılıklarımıza hoşgörü ve tahammül göstermekle birlikte ortak değerlerimizi, ortak vasıflarımızı ön plana çıkarıp, bu ortak paydalar etrafında birleşmeliyiz. Kardeş olduğumuz ve pek çok ortak değerlere sahip olduğumuz hakikati üzerinde birleşmeliyiz.”

Artık televizyon haberlerini dinlemek istemiyoruz!..

Neden?

Acaba, bugün Türkiye’nin neresinden kaç şehit, kaç trafik kazası, kaç terör etkisiz hale getirilmiş, kaç kişi hayatını kaybetmiş? Bu acı haberler milettin psikolojisini bozmuş, ölen askerin de, PKK’lının de üzerinde bir yürek ağlar, o da anne yüreği! Bu ağlayan annelerin feryatları arş-ı azama kadar yükseldi. O ağlayan gözlerle tüm gözler, tüm kalpler, tüm yürekler ağlıyor. Otuz iki senede 30-40 bin insan gitti, daha 30 veya 130 senelere; daha 30 veya 140 bin can kaybına artık tahammül kalmadı,

Başbakanımız, Sayın Tayip ERDOĞAN’IN barışa ve huzura attığı en güzel adımlarından biri de  ‘’Kürt açılımı’’ydı, bu barışçıl adımı engelleyen iç ve dış düşmanlarımız ile menfi milliyetçilik yapan boş boğaz muhalefetçilerin engeline takılı kaldı. Gene bu günlerde,  “Anneler ağlamasın’’ memleketin içinde bulunduğu rahatsızlığı ve sıkıntıyı bertaraf etmek için  gerekirse İmralı’yla da; PKK’yla de görüşülebilir” demesi, büyük bir cesaret ve erdemlik gösterdiği halde, barışı da, uzlaşıyı da istenmeyen hainler gene de seslerini yükseltmeye başladılar. Bu millet bin seneden beri beraber yaşamış, yaşamaya da devam etmek mecburiyetindedir. Bugün ki içinde bulunduğumuz acıyı müzakere, maslahat, diyalog, uzlaşma, İmralı’yla, PKK’yla her kiminle olursa olsun sonlandırılması milletin arzu ve temennisidir. Silahlar sussun.. Anneler ağlamasın…  Bu beladan kurtulmak istiyoruz..  ARTIK YETER!…

Sayın, Başbakanım ‘’Bu ateşe bir su serp,’’ halkın duası seninledir.

Asrımızın müceddidi,Bediüzzaman: Belaların def’i için şöyle diyor:

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır.

ABD’nin ve bazı Avrupa münafıklarının zulmüne duçar olan tüm İslam alemine, özellikle Suriye halkına  ve  memleketimize musallat olan  bugün ki belaların bertarafı için üstat Bediüzzaman’ın beyan ettiği üzere: hususi namaz ve duaların vaktı   gelmiştir. Hayırlı dualar dileğiyle…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Görevlisi

Kaynaklar

1-Yirmi altıncı Lem’a, 8.ci rica

Hayırlı evlât hayırlı ailede yetişir!

Anne ve baba, iyi evlât yetiştirme konusunda mutlaka mutabakat sağlamalıdırlar.

Çocuk yetiştirme kabiliyet ve istidadı olmayan, olsa da sorumluluk yüklenmeyen bir anne ve onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir babanın vesayetindeki çocuklar, anne ve babaları olsa da yetimdirler.

Allahın, şefkat, merhamet, incelik ve hassasiyetle donattığı, donatıp çocuklarını yetiştirme konusunu tabiatının bir derinliği haline getirdiği anne, ruhundaki bu potansiyeli mutlaka onları hakikî insanlığa yükseltme istikametinde kullanmalıdır. Zaten o, fıtratı itibarıyla bir muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. Onun en önemli vazifesi çocuğunu yetiştirmek olmalıdır. Allah, anne ile çocuğunun arasını ayıranı kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır. (Hâkim, Müstedrek, 2/55) hadisi de annenin çocuk terbiyesindeki müstesna rolünü gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Anne, donanımının gereğini yerine getirirken baba da hilkat ve konumunun icabı daima temkinli, dirayetli, kiyasetli ve dikkatli olması gerekmektedir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraatle vb. işlerle meşgul olur ve biraz da tabiatının gereği ailedeki ayrı bir boşluğu doldurur. Evet, o, gücü, mukavemeti ve farklı yapısıyla ayrı işlere namzettir. Zaten kadimden beri o hep hususî bir sorumluluğun insanı olagelmiştir. Ormandan ağaç kesmeden alın da, saban sürmeye; arpa, buğday ekip biçmeden inşaatlardaki ya da fabrikalardaki bütün ağır işlere kadar her şey ona bağlı devam edegelmiştir. Böyle ağır işlere, bedeniyle, iradesiyle mukavemet edebilecek erkek bence yerini korumalı, kadın işleriyle kadınlaşmamalı ve kadını da takatini aşkın ağır işlerle uğraştırmamalıdır.

Şefkat Kahramanı Anneler

Ayrıca erkek, bir mukavemet abidesidir ama bir şefkat kahramanı değildir. Şefkat, annenin en önemli derinliğidir; o, dokuz ay karnında gezdirir çocuğunu. Dünyaya getirir yüz zahmetiyle, bakar büyütür bin meşakkatiyle. Gece inlediği zaman hemen kalkıp imdadına koşar.. Ağladığında da bağrına basar. Tabiatından kaynaklanan bir iştiyak ve insiyakla onu yaşatmak için yaşar. İşte bir tarafta kadın diğer tarafta da erkek, teşkil ettikleri aile vahdetiyle cennet saraylarını hatırlatan öyle bir yuva kurarlar ki bu yuvanın çehresinde öteleri temaşa edebilirler.

Günümüzde erkek bir dairede, kadın da bir dairede çalışır. Bu durumda çocuklar ya başkasının yanında ya da çocuk kreşlerindedir.. Evet, erkek ve kadın da çalışınca, çocuklar belli ölçüde de olsa yalnızlığa, sahipsizliğe terk edilirler. Sonra bu insanlar kendi kendilerine şöyle teselli olurlar: Orada çok şefkatli, bilgili kimseler var. Çocuklara bizden daha iyi bakıyorlar. Oysaki çocuğun, bütün bunların ötesinde istediği daha başka şeyler vardır.

Kreşte çocuğun elbisesini yıkayabilirler.. Yemeğini vaktinde yedirebilirler, teneffüs etmek istediğinde dışarıya çıkarıp gezdirebilir ya da lunaparklarda elinden tutup dolaştırabilirler; ama bunu yapanlar hiçbir zaman çocuğun annesi, babası olamaz, onun en çok muhtaç olduğu şefkati ona veremezler. Şefkat, çocuğun, annesinin yüzünde okuduğu, sinesinde bulduğu, babasının kucağında hissettiği cibillî alâkadır. Bunu vermedikleri takdirde onu başka hiçbir fanteziyle tatmin edemezler.

Böyle eğitim yuvaları veya kreşlere terk edilen çocuklar bir yana, çıraklık devresinde bir ustaya veya kalfaya teslim edilen çocukları ele alalım; eğer bu usta ve kalfa şefkatten uzak ve biraz da haşin ise, mütemadiyen huşunet gören bu çocuklar, zamanla öylesine duygusuz, öylesine katı ve öylesine merhametsiz yetişirler ki; yabancılar şöyle dursun, annelerine babalarına karşı dahi kaba davranmadan geri durmazlar. Böyle sert insanların, çıraklık devresinde, o masum çocukların mülayim ruhlarında icra ettiği menfi tesir bu ölçüde olumsuz neticeler doğurursa, daha dünyaya gelir gelmez götürüp yabancı kucaklara teslim ettiğimiz çocukların, o yabancı nazarlar altında ne hâl alacaklarını kestirmek zor olmasa gerek.

Her zaman kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtan, Kurân-ı Kerimde tam yüz on dört defa Bismillahirrahmanirrahim kelâm-ı mübecceli içinde Rahmâniyet ve Rahîmiyetini anlatan Allah (cc), bu mübarek isim ve sıfatlarıyla annede tecelli etmiş gibidir. Evet, Allahın (cc) Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle bir haneye tecellisini, annenin binbir ihtimamla çocuklarının üzerine eğilmesi ve onları görüp gözetmesi şeklinde mütalâa edebiliriz. Böyle bir mazhariyetin dünyada hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar yüce olduğunda şüphe yoktur.

Bir dönemde üniversitede eğitim gören, hatta yüksek lisans ve doktora yapan, ama terör odaklarının eline düşmüş bazı gençler oldu ve anneyi babayı ağlatan, onların ciğerini dağlayan merhametsiz, duygusuz nesiller yetişti; ancak bunlar birer istisna idi ve okumanın, okutmanın aleyhinde delil teşkil edecek şeyler değildi. Kimse evlâdını, bir kurşunla vurulsun ya da toplumun huzurunu kaçırsın diye yetiştirmez; yetiştirmez ama bazen onların hiç beklenmedik cereyanlara kapılıp gitmelerini de önleyemez. İşte ister böyle sürpriz olumsuzluklar, ister muhtemel tehlikeler karşısında anne-baba her zaman yuvayı bir koruyucu sera gibi kullanmalı, çocuklarının ahlâkî eğitimlerini öncelikli hedef yapmalı ve çocuklarının zayi olmasına fırsat vermemelidirler.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, anne-baba, hisli, şuurlu, vatanına milletine, dinine sımsıkı bağlı bir neslin yetişmesi için gerekli olan her şeyi yapmalı ve onun aklî, kalbî, hissî, mantıkî boşluk yaşamasına fırsat vermemelidirler. Şayet anne-baba dindar, Kurâna bağlı, İslâmı bilen kimseler ise çocuklar da şuurlu yetişecek ve milletlerinin ikbal yıldızını parlatacaklardır.

1- Çocuk yetiştirme kabiliyeti olmayan, onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir ana-babanın vesayetindeki çocuklar öksüz ve yetim sayılırlar.

2- Kadın, yaratılışı itibarıyla bir öğretmen ve bir terbiyecidir. Bu açıdan bir annenin en önemli vazifesi çocuğunu hayırlı bir şekilde yetiştirme olmalıdır.

3- Ana-baba yuvayı koruyucu sera gibi kullanmalı, çocuklarının ahlâkî eğitimlerini hedef yapmalı ve onların zayi olmasına fırsat vermemelidirler.

ZAMAN

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version