Risale-i Nur Kur’an’a bağlıdır

Bir ilmin şer’î olabilmesi için Kur’ân ve Hadise dayanması gerekir. Eğer bir ilim, Kur’ân ve Hadis’in anlamını, mahiyetini, derinliğini açıklayıp izah ediyorsa, onların bir çeşit tefsiri olması yönüyle O ilim şer’î bir ilim dalı sayılır.

Söz gelimi; amelî cihetten mezhep imamlarının görüşleri, Kur’an ve Hadis’i tefsir ve izah ettikleri cihetle şer’îdir.

İtikadî ve imanî yönüyle de, Din usûlü, müsbet Kelam ve Tasavvuf, Kur’ân ve Hadis’in bu yönünü açıklamaktadır.

Bu ilimlerin şer’î olabilmeleri; Kur’ana ve Hadise muhalif olmamalarına bağlıdır. Onlara gölge ve perde olmamalıdırlar.

Tasavvuf ilmi, Kur’ân ve Hadis’in beyan ettiği imanî hakikatlerin gelişip kök salması gibi temel görevi kendisine gaye edinmesi ve tarikatı, şeriata hizmetkâr görmesi gerekir.

Bu noktada Risale-i Nur’a bakacak olursak; doğrudan doğruya Kur’ân-ı Azimüşşa’nın mânevî icazından gelen bir Kur’ân tefsiridir.

Kur’ânı kendisine Üstad olarak kabul etmiş ve bütün gayretini Kur’âna, O’nun ve Hadis’in imanî hakikatlerinin şerh, izah, ispat ve anlaşılmasına teksif etmiştir. Bu yönüyle müspet olan Kelam ve Tasavvuf ilminde bir tecdit ve yenilenmeye öncülük etmiştir.

Felsefeyi asla bir meslek olarak görmemiş, aksine menfi felsefeyi Kur’ân karşısında bir düşman olarak görmüştür. Bundandır ki, Kur’ân hazinesinden aldığı mânevî delil ve ilaçlarla, felsefeden gelen şüphe, tereddüt ve olumsuz yönlendirmelere karşı durarak mücadele etmiştir.

Bediüzzaman, eserlerinin hiçbir yerinde ehl-i sünnetin muhakkik âlimleri tarafından tespit edilen düsturlara muhalefet etmemiştir. Kendi mesleğini nazara verirken bu hakikati Bediüzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

“Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu.”(1)

Bir başka ifadesi de şöyledir:

“Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor. “ (2)

Üstad Hazretlerinin; “Kur’ân’dan başka mercii yoktur” ve “Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünûnundan alınmamıştır.”gibi ifadeleri ne anlama gelmektedir?

Risale-i Nur, şarkın ulûmundan, yani kelam ve tasavvuftan alınmadığı gibi; garbın fünûnundan , yani felsefeden de alınmamıştır. Doğrudan doğruya Kur’ânın mânevî i’câzından gelen ve ilham eseri olan bir Kur’ân tefsiridir.

Kelam ve Tasavvuf’ta tecdit yapmış, felsefeyi de çürüterek Kur’ânî bir tarz ve metotla ilim içinde hakikate bir yol açmıştır. Yüksek ve mânevî bir tefsirdir.

Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına göre yazılmış, yeni ve bağımsız bir üslupla kaleme alınmış, zâhir ve bâtın ilimlerini içinde yoğurmuş bir tefsirdir.

Tasavvuftaki imkân âleminin keşfinden sonra vücut âlemini keşfetmeye karşılık; Risale-i Nur, imkân ve vücut âlemini birlikte ders vermektedir. Yani, her bir eserde bütün eserleri, her bir fiilde bütün fiilleri, her bir isimde bütün isimleri gösterir. Böylece tasavvufun en son mertebesinde elde edilmesi mümkün olan keşfiyat ve hakikatleri, ilk derste vererek akıl ile kalbi birleştirir.

Tasavvuf ve Kelamı, asrın anlayışına göre açıklamış ve Kur’âna bağlamıştır. Asrın müceddidi olması sebebiyle, tecdit yaparak Kur’ânın rotasına oturtmuştur. Böylece, imanî ve İslâmî hakikatler noktasında kelam ilmine, keşfiyat noktasında da tasavvuf ilmine ihtiyaç bırakmamıştır.

Risale-i Nur, batıl fikirlerini nazara vermeden felsefeyi de çürütmüştür.

Öyle ise; Risale-i Nurdaki hakikat ilmi, Kur’âna dayandığı ve Kur’anın bir tefsiri olduğu cihetle bir şer’î ilimdir. Bu ilmi okuyup gerçek anlamda elde edenler de, Kur’ân ve Hadisi anlamaya muvaffak olması cihetiyle büyük bir hazinenin anahtarını elde etmiş sayılırlar.

Ancak şu hususa dikkat etmek gerekir. O da, Risale-i Nurların bir tefsir niyetiyle okunması ve okurken de, “Bediüzzaman ne diyor?”diye değil, “Kur’ân ne diyor?”diye bakması ve anlatılanları Kur’ân ve Hadisin içinde görmesidir. Aksi takdirde, ayrı bir tasnif ve telif hükmüne geçer ki, bu da kudsî malumat olma özelliğini kaybettirir.

Üstad Bediüzzaman da şeriat kitaplarını okuyanların, Kur’ânın ne dediğini anlamak gayesiyle okunması gerektiğini, yoksa o âlimin ne dediğini anlamak niyetiyle okunmaması gerektiğini belirtir:

“şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.”(3)

Bir örnekle tezini pekiştirmektedir:

“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”(4)

Müellifin ortaya koyduğu bu kural, elbette Risale-i Nur için de geçerlidir.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Şualar, Birinci Şua, Yirmi birinci âyet.
2. Şualar, Birinci Şuâ, Yirmi dördüncü âyet, 612
3. Sünuhat, Kur´an´ın Hakimiyet-i Mutlakası, 45
4. Sünuhat, Kur´an´ın Hakimiyet-i Mutlakası,45

Peygamber Efendimiz davranışlarıyla örnek oluyordu

Peygamberimiz (sas), insanların nasıl olmasını istiyor ve hedefliyorsa, önce bizzat kendisi yaşamış ve fiilî olarak örnek olmuştur. Resulullah yapılan işlerde sahabeyle beraber olmuş, böylece onların çalışma isteklerinin artmasına vesile olmuştur.

Hz. Peygamber’in (sas) insan unsurunu verimli kullanmasında en etkili faktör, bizzat kendisidir. O, insanların nasıl olmasını istiyor ve hedefliyorsa, önce bizzat kendisi yaşamış ve fiilî olarak örnek olmuştur. Zaten O’nun örnek olma yönü Kur’an’da da vurgulanır: “And olsun, size, Allah’ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah’ı çokça zikredenlere, Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Sûresi, 33/21)

Peygamberimiz en güzel örnek ve rehberdir. Biz hayatın her alanında O’na uyarız. Zira bizler için gerçek hayatı O ve diğer nebîler temsil etmişlerdir. Peygamberimiz, yapılan işlerde bizzat sahabeyle beraber olmuş, böylece onların çalışma isteklerinin artmasına vesile olmuştur. Zira, Peygamber Efendimiz her hususta zirvede bir temsil ortaya koymuş, O’nun bu temsili insanları çok ciddi motive etmiştir.

Peygamberimiz, mescit yapımında herkesle birlikte kerpiç taşımıştır. Hendek Savaşı öncesi Medine’nin etrafına hendekler kazılırken bizzat kendisi de çalışmıştır. Bu durum sahabenin çalışma iştiyakını artırmıştır. Sahabe, Peygamberimiz’in çalışmasını naklederken, açlıktan karnına taş bağladığını, toprak taşıdığını ve vücuduna toz toprak bulaştığını söyler. Hattâ sahabedeki yorgunluk ve açlığı gördüğü zaman da, onların kuvve-i maneviyelerini takviye için zaman zaman şu şiirleri okumuştur: “Allah’ım âhiret hayatından başka hayat yoktur. Sen ensar ve muhacirleri bağışla“; “Allah’ım Sen olmasaydın biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîne indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.” Sahabe de, “Biz hayatta kaldığımız sürece cihad etmek üzere Hz. Muhammed’e biat ettik.” sözleriyle bu coşkuya katılmıştır.

Peygamberimiz’in bizzat kendisinin örnek olmasıyla ilgili dikkat çekici bir başka misâli de Huneyn Savaşı’dır. Savaşlar can pazarıdı, hayatın ölüme en yakın yamaçlarıdır. Bazen zafer kazanılır, bazen bozgun yaşanır. Huneyn Savaşı’nda da Müslümanlar beklemedikleri bir bozgun tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, Peygamberimiz dağılan orduyu toplamak için tek başına ortaya atılmış ve “Ben Peygamberim, yalan yok, Ben Abdulmuttalip’in torunuyum!” diyerek bozulan orduyu tekrar harp düzenine koymuştur. O, bu sözüyle, Fil Vakası’nda Abdulmuttalip, Allah’ın izniyle sağ-salim kurtulduğu gibi ben de o zâtın torunuyum, diyerek bu badirenin atlatılabileceğine işaret ederek onları tekrar toparlanıp kendilerine gelmeleri hususunda motive etmiştir.

Yrd. Doc. Dr. Hasan Yenibaş

* Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Hamala küfe yük değildir!

Yıllar önce bir hamalla karşılaştım. Sırtında ağır bir yük vardı. Alnından ter damlıyordu. Belki bir yardımım olur umuduyla yanında yürüdüm. Yükünü bir kitapçının önünde indirdi. Cebinden çıkardığı mendille terini sildi. Merdivenlerin üzerine oturdu.

Dedim ki, “Çok yoruldunuz.” “Allah’a şükür” dedi, “Elimiz ayağımız sağlam. Kimseye minnet etmeden geçimimizi temin ediyoruz.” Devam etti: “Elbiselerim terden, tozdan çamur gibi oluyor. Hanım bunları yıkarken şikâyet etmiyor. Biliyor ki hamallık yaparak, eve ekmek götürüyorum. Elhamdülillah. Huzurlu bir hayat yaşıyoruz.

Bir gün dağlık bir köyün kahvesine oturdum. Bir köylü geldi. Dedi ki, “Ben seni tanıdım. O kitapları sen mi yazdın?” Evet, dedim. “Bu kadar harfi nasıl yazdın tek tek, canın sıkılmadı mı?” diye sordu. “Sen de tarlayı sürüyorsun, ekiyorsun, biçiyorsun, buğdayı samandan ayırıyorsun; bunları yaparken canın sıkılıyor mu?” dedim. Anladım, dedi. İlave ettim: “Sevdiğimiz iş bizim için zor değildir. Eğer mümkün olsa, her insanın yaptığı işi tek tek yazsak görürüz ki Allah her iş için bir kul yaratmış. Kullar için de iş yaratmış.” O köyde çoban çobanlığından memnun, Allah’a şükrediyor. Çiftçi çiftçiliğinden memnun, Allah’a şükrediyor. Allah iş taksimi yapmış. Bu iş taksimine göre de adam yaratmış. Böylece dünyanın huzurunu temin etmiş. Elbette iş taksiminin doğru işlemesi için toplumda adaletin sağlam durması gerekir.

Bahçıvan kiraza vişne aşısı yapar. Bu demek değildir ki vişne kirazdan daha üstün. İkisi de meyvedir. İkisi de vitamin taşır. Ama o sırada vişneye ihtiyaç olmuştur. İnsanın da insana üstünlüğü yoktur. Allah her canlıya akıl vermiştir. Akıllı olmak önemli değildir. Aklını nerede kullandığın önemlidir. Her insanda yeteri kadar kabiliyet vardır. Üstünlüğümüz Allah’ın verdiği kabiliyette değil de, bizim o kabiliyeti insanlara faydalı olmak için kullanmamızdadır.

Herkese farklı imkânlar verilmiştir. İmkânlarımız farklı olduğu gibi görevlerimiz de farklıdır. Böylece birbirimize hizmet ederiz, birbirimize sahip çıkarız.

Rızkı Allah verir. Kulları arasında bölüştürür. Zenginlik verir, imtihan eder. Fakirlik verir, imtihan eder. Zenginin imtihanı şöyledir: Rabb’inin verdiği servetle, sanki servet onunmuş gibi büyüklük taslayacak mı? Servet bakımından üstün olmasının sebebinin, başkalarının işlerini görmek olduğunu anlayacak mı?

Çiftlik sahibi zengin bir adam hastalandı. Doktorlar demiş ki, kısa zamanda ölürsün. Adam evine gitmiş. Eline uzun bir değnek alıp dışarı çıkmış. Değnekle kapının önündeki ağaca vurmuş, bağırıyormuş: “Neden benimle gelmiyorsun?” Dönüp evin kapısına, penceresine vurmuş: “Neden benimle gelmiyorsunuz?” Ahıra gitmiş. Atlara vurup avazı çıktığı kadar bağırıyormuş: “Neden benimle gelmiyorsunuz?” Eve dönmüş. Kasaya vurmuş: “Neden benimle gelmiyorsun?” Tekrar dışarı koşmuş. Kendini yerden yere vurmuş. Toprağa sarılıp “Ölmek istemiyorum” diye bağırıyormuş. Dinden uzak kalınca, öleceğini de, öldükten sonra dirileceğini de unutmuştu. Servetin ve makamın hiçliğinin farkında olmadan günlerini boş geçiriyordu. Kibre kapılıyordu. Hiç ölmeyeceğim zannıyla yaşarken birdenbire düştü bayıldı. Bayılmalar birbirini takip etti. Son bayıldığında da uyanmadı. O böylece ahirete gitti; serveti, makamı, her şeyi geride kaldı.

Hiçbir zaman servete karşı değiliz. Ancak servet denize benzer. İçine almazsan yüzersin, içine alırsan boğulursun.

Nice insan vardır ki zengin olunca dersi, camiyi, hizmeti unutmuştur. Çünkü işleri ipek böceğinin iplikleri gibi onu sarmış, koza yapmıştır.

Bir adama sırf makam, servet sahibi diye hürmet gösteriliyor, bu adam sahip olduklarından dolayı üstün tutuluyorsa toplumda bozgun başlamıştır. Hürmet göstermek ve görmek için “kul” olmak yeterlidir. İlk insan yaratıldığında ona saygıyı reddeden tek varlığın ne olduğunu unutmamak gerekir. Hamalı küfe gibi görmemek gerek…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

İlah Parçacık Değil İlâhi Parçacık: Higgs Bozonu

Higgs Bozonu ya da bizim bugün kullanacağımız şekliyle “İlahi Parçacık” adlarıyla anılan atom altı parçacığın keşfedilmesi bilim çevrelerinde sevinçle karşılandı.

CERN deney merkezinde yapılan araştırmalar sonucunda maddenin kütlesini açıklamak için gerekli bir halka olan İlahi Parçacık keşfedilmiş oldu.

İlahi Parçacık (Higgs Bozonu) atom altı bütün parçacıkları birbirine bağlayan bir tutkal hükmünde…

Bildiğimiz gibi “kütle” birim alandaki madde sayısı ve maddenin hareket etmeye karşı gösterdiği dirençtir. Ağırlık ise bir cisme uygulanan çekim kuvvetidir.

İlahi Parçacık hakkında medyada yaygın olan tanımlar ve açıklamalar ise gerçekten derin düşünüldüğünde itikadı sarsacak cinsten.

Buyurun o tanımlardan bir kaçına bakalım:

“Higgs Bozonu evrendeki her şeye kütle kazandıran parçacıktır.”

“Higgs Bozonu” olmasaydı evren de anlamsız olurdu.”

“Evrendeki maddeleri var eden parçacık…”

İlahi Parçacık hakkındaki bu maddeci yorumları okuyanlar, ilgili zerrenin bilinçli, hayat sahibi ve hatta yüksek deha sahibi bir parçacık olduğunu bile düşünebilir.

Bizim “İlahi Parçacık” olarak andığımız o zerreyi, akılları gözlerine inmiş kimi maddeciler “İlah Parçacık” olarak görüyor sanki.

Çünkü o aciz, akılsız, kör, sağır, cansız zerreyi öyle bir yüceltiyorlar ki, o zerre gibi tirilyarlarcasını aynı anda böyle intizamlı yöneten “Sonsuz İlmi ve Kudreti” görmezden geliyorlar.

Bakın Bediüzzaman bu konuda ne diyor?

“Evet, akılları gözlerine sukut etmiş (inmiş) maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerrâtı (zerrelerin başkalaşmasını) bütün düsturlarına üssül’esas (temel esas) tutup, masnuat-ı İlâhiyeye (ilahi sanatlara) masdar (sebep) göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı hikmetsiz, mânâsız, karma karışık birşeye isnad etmeleri ne kadar hilâf-ı akıl (akla aykırı) olduğunu, zerre miktar şuuru bulunan bilir.” (Otuzuncu Söz)

Gerçek olan şu, İlahi Parçacık denilen madde, diğer bütün zerreler gibi kalem-i kudretin bir ucu ya da mürekkebi sadece.

Yani Higgs Bozonu, Allah’ın isimlerinin tecellisine ayine olduğu için değerli. Allah, o parçacık mürekkebiyle varlıkların “kütle ve ağırlık” gibi özelliklerini çiziyor, boyuyor.

“Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için, mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyatları yazmak için, Nakkâş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir.”(30. Söz)

O parçacık, kendi başına müstakil bir varlık olsaydı, 4 boyutlu evrenimiz için böylesine önemli bir vazifeyi asla yerine getiremezdi.

Çünkü kendi varlığı (mana-yı ismi) itibariyle, kudreti, ilmi, hayatı olmayan aciz ve fakir bir parçacıktır Higgs Bozonu.

Onu yönlendiren, hareket ettiren bir güce ve ilme ihtiyaç duyduğu ise açık. O minicik varlığıyla Allah’ın varlığını gösterdiği için çok önemlidir.

Bu parçacığın tesadüfen oluşmuş olduğunu ima eden anlayış ise elbette bilimin değil “maddeci felsefenin” anlayışıdır.

Bu nedenle biz o parçacığın bulunmasını çok önemli bir keşif olarak görmekle birlikte o zerreyi “tesadüfçü izahlarla”  anlamsızlaştırmanın bir cinayet olduğunu savunuyoruz.

Demek ki sadece Evrim Teorisi gibi tesadüfçü teoriler tehdit etmiyor Müslümanların imanını. Fizik, Kimya gibi bilim dallarına hakim olan “materyalist” dil de oldukça tehlikeli. Risale-i Nur ise bu maddeci yorumlarla mücadele ediyor gerçekte.

Şunu da söyleyelim ki Allah’ın yarattığı zerrelerden bir zerre olan İlahi Parçacık’ın bulunması, bilimin gelişmesi adına da önemli bir buluş.

Elbette böyle ciddi bir bilimsel buluşa itirazımız olamaz. Dünyanın dönüşüne, bitkilerin fotosentezine, ışığın yapısıyla ilgili bilimsel buluşlara ve binlercesine itirazımız olamayacağı gibi, bu bilimsel buluşa da itirazımız olamaz.

Bu önemli zerrenin anlamlarının, Tesadüfçülük, Kendi Kendinecilik, Sebepçilik gibi felsefi yorumlarla idam edilmesine karşıyız sadece.

CERN deneyinde görevli binlerce bilim adamının “bilinçli”, “ileri teknolojili”, “yüksek maliyetli” çalışmalarını “tesadüf” olarak kabul edip yok saymak kadar anlamsızdır İlahi Parçacığın da tesadüfen oluştuğunu iddia etmek. İşte biz bu gerçeği ilan ediyoruz.

Bu arada medyada pek söylenmeyeni de söyleyeceğim burada. İlahi Parçacık keşfinin ardından bilim ve teknolojide kısa sürede müthiş gelişmeler yaşanacak.

Bu parçacağın adının, “inançsız” kaşifinin tüm engelleme çalışmalarına rağmen pek çok “tevafuk” neticesinde hal-i hazırda “İlahi Parçacık” olarak adlandırılması bile, bu zerre ile ilgili ilahi bir işaretin varlığını gösteriyor bize.

Evet, maddenin kesif perdesi artık aralanmak üzeredir. Gelecek yüz yıl içinde Allah’ın varlığını “yakıni” denecek bir kesinlikte gösteren zincirleme pek çok keşif yapılacak.

Kütlenin dizginlerini eline alan insanoğlu, “Işık Hızına” ulaşabilecek, hatta bazı fıtri sınırlamalarla kayıtlı olmak üzere “Zamanda Yolculuk” yapabilecek!

Kıyamete yakın gelecek olan Büyük Deccal’in o korkunç gücü de belki kısa zamanda gerçekleşecek bilimsel gelişmelerin bir neticesi olacak…

Allah aslında bütün o ayetlerini insanoğlu kendisini bulsun, Kur’an’ın hak olduğunu anlasın diye gösteriyor:

“Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi?” (Fussilet 53)

İnsanlık bu açık ayetlere gözlerini inatla kapayacağı içindir ki, kainatın aklı olan Kur’an-ı Kerim yeryüzünden çekilecek ve kıyamet en kötülerin (hakikatler tüm açıklığıyla ortaya çıktığı halde inanmayacak ve zulümlerinde devam edecek derecede kötülerin) başına kopacak!

İşte zamanın hakikati olan Levh-i Mavh ve İspatta (Yazar Bozar Levhasında) nakşedilecek bu sonu, yani “Kıyamet” gerçeğini, belki de Kur’an’ın hakikatlerine olan “imanımızın” kuvvetiyle geciktirmemiz bile mümkün olacaktır.

Higgs Bozonu örneğinde olduğu gibi gerçekleştirilen her bilimsel keşfin üzerindeki esma-yı hüsna tecellilerini görmek ve göstermek gibi bir vazifemiz var.

Kur’an ayetlerinin şehadetiyle, kavminin yerdeki ve gökteki ilahlarının batıllığını her fırsatta haykıran Hz. İbrahim gibi, bizler de Tesadüf, Tabiat, Sebepler gibi modern çağın ilahlarının batıllığını her fırsatta haykırmalı, ortaya koymalıyız.

O halde CERN deneyiyle keşfedilen İlahi Parçacık’ın Allah’ın emirber bir neferi ve de itaatkar bir memuru olduğu hakikatini bir kere daha hatırlayarak yazımızı sonlandıralım:

“Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, güneşin cilve-i aksine ve in’ikâsının tecellîsine (aksinin yansımasına) verilmezse, birtek güneşe mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir. Muhâl ender muhâl (imkansız) bir hurâfeyi kabul etmek iktizâ eder. Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadir-i Mutlak’a verilmezse, birtek Allah’a mukabil nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat (kainatın zerreleri) adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhâl içindeki bir muhâli mevcud kabul etmek gibi bir divânelik hezeyânına düşmek lâzım gelir.“ (22. Söz)

Oğuz Düzgün / Risale haber

Eğitimde öncelik ne olmalı?

Çocuklara öğretilmesi gereken “hayır”lar çoktur. Bunların hepsi birden öğretilemez. Mutlaka burada bir hiyerarşi gerekmektedir. Bu noktada hemen belirtmek isteriz; İslâm dini, ta baştan beri, çocuklara önce îmân esaslarının öğretilmesini, sonra da ibâdetlerini yapmaya alıştırılması sûretiyle dinî terbiyenin verilmesini esas almıştır.

Bazı rivâyetlerde Hz.Peygamber: “Çocuklara ilk öğrettiğiniz kelime ‘Lâilâhe illallah’ (Allah’tan başka tanrı yoktur) olsun.” emretmiştir. (1) Kezâ Abdulmuttalib oğulllarından bir çocuk konuşmaya başladığı zaman, şu mealdeki âyeti yedi sefer okutarak ezberlettiği rivâyet edilmiştir(2): “Hamd o Allah’a olsun ki, O, ne bir çocuk edinmiştir ne de mülkünde ortağı vardır.” (3)

Muallim, veli ve öğrenci ile ilgili meseleler üzerinde yazılan ilk te’lîflerden olan Kaabisî’nin risâlesinde: “Kur’ân ve yazı öğretmek maksadı olmadan sâdece başka şeyleri öğretmek için hoca tutmak câiz değildir” denir. (4) İbnu Haldun, kendi devrinde, Kuzey Afrika’da çocuklara önce sâdece Kur’ân öğretildiğini; çocuk Kur’ân’ı iyice öğrenmedikçe hadîs, fıkıh, şiir, Arapça, hiçbir şey öğretilmediğini belirtir. (5) Çocuklara meslek bilgisi de vermenin gereğine dikkat çeken İbnu’l-Kayyim, bunun, “çocuğun muhtaç olduğu her çeşit dinî bilgilerin ta’lîminden sonra olacağını” ayrıca belirtir. (6)

Esâsen Kur’ân-ı Kerîm’de, âile efrâdına öğretilmesi gereken pek çok şey içerisinde sâdece namâzla ilgili açık bir emre yer verilerek: Âilene namâzı emret, sen de namâza sabır ve sebâtla devâm et(7) denmesi, namâzın nasıl öncelikli bir yer tuttuğunu gösterir. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’de, namâzın hayasızlık ve kötülükten alıkoyacağının ifâde edilmesinden (8), dinimiz açısından çocukların fenalıklardan, suçlardan korunmasında önce namâz olmak üzere, din eğitiminin nasıl önemli bir yer tuttuğu anlaşılır. Önceliği dinî terbiyeye veren bir terbiyenin gerçekleşmesinden İmam’ın da sorumlu olduğuna dikkat çeken Kadı Iyaz, gerekçeyi de ilâve eder: “… Zîrâ çocuğun, bilâhare kalbinden sökülüp atılması zor olan bozuk bir mezhep üzere yetişme ihtimâli vardır.” (9)

Kaynaklar:
1-Abdurrezzak es-San’ânî (v. 211 h.), el-Musannaf, Beyrut, 1970, 4, 334
2-İbnu Ebî Şeybe, Ebu Bekr Abdullah İbnu Muhammed (v. 253 h.), Müsnedu İbni Ebî Şeybe, Haydarâbâd, 1966, 1, 348; Abdurrezzak, age, 4, 334
3- İsrâ 111
4-el-Kaabisî, Ebu’l-Hasen Muhammed (v. 403 h.), İslâm’da Öğretmen ve Öğrenci Meselelerine Dâir Geniş Risâle, Çeviri: Süleyman Ateş, Ankara, 1966, s.45
5-İbnu Haldun, Mukaddime, Beyrut, tarihsiz, s. 538
6-İbnu Kayyim, Tuhfetu’l-Mevdûd, Bombay, 1961, s. 145
7-Tâ-Hâ 132
8-Ankebut 45
9-Teferruat için İslâm’da Temel Eğitim Esasları adlı kitabımız görülmelidir. (Yeni Asya, İstanbul, 1980, s. 45-46)

Prof.Dr.İbrahim Canan

www.sorularlaislamiyet.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version