Kadın – erkek eşitliği söz konusu mudur?

Bu soruya hemen “evet” veya “hayır” demek çok zor. Çünkü, soru bu haliyle yeterince açık değil. Onu bir başka soru ile açmak gerekiyor. “Nerede? Hangi konuda? Ne yönden?” gibi. Eğer, “hukukî açıdan” soruluyorsa, cevap olarak “evet” diyebiliriz.

Eğer, her hususta denilirse, o zaman, bu soruya cevap vermeye gerek kalmayacaktır. Zira, cevabı sorunun içindedir. Madem ki, iki ayrı cinsten söz ediliyor. Öyleyse mutlak eşitlik nasıl düşünülebilir?

Kadınla erkeğin eşit oldukları sahalar bulunduğu gibi, erkeğin kadını çok gerilerde bıraktığı, yahut onun çok gerisinde kaldığı sahalar da mevcut. Onun için, meseleyi sadece bir tek madde ile çözümlemek mümkün değil.

Şayet, “Kadınla erkek arasında iyi insan, üstün insan olma noktasında bir fark var mıdır?” diye sorulursa o zaman şunu hemen belirtmek isteriz: Hakimiyet başka, üstünlük ve fazilet daha başkadır. Bu ikincisinde hemen çalakalem şu yahut bu üstündür, demek çok zordur. Çünkü, kadın olsun erkek olsun, her insan Allah’ın kuludur. O, hangi kulunu üstün tutuyor, daha çok seviyorsa ve hangi kulundan razı ise üstünlük ancak onundur. İlahi ferman olan Kur ana baktığımızda, üstünlük ölçüsü olarak, karşımıza cinsiyetin değil takvanın çıktığını görüyoruz. Evet, Allah indinde üstünlüğün ölçüsü takvadır.

Nedir takva? En kısa ifadesiyle Allah’tan korkmak, günahlardan sakınmak, Onun razı olmadığı hareket, tavır, hal ve sözlerden uzak durmak. Onun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmak. İşte, kim böyle yaparsa üstün insan, faziletli insan odur. Bu noktada cinsiyete itibar edilmemiştir.

Takva dendi mi hemen salih ameli hatırlıyoruz. Salih amel, yani, hayırlı, güzel işler görmek. Onda da cinsiyete itibar edilmiyor. Mesela okunan her Kuran harfine karşılık on sevap verilmişse, bu bütün insanlar için böyledir. Kadına daha az, erkeğe daha çok sevap söz konusu değil.

Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık var mıdır?

Bu soruya hiç tereddüt etmeden elbette diye cevap veririz. Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar, öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise, taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir.

Bu çocuklar büyüdüklerinde bu defa, sohbetleri değişir. Erkeklerin toplantılarında daha çok, iş hayatı yahut politika konuşulurken, kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır.

Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek, terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta, onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından daha ileri. Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas.

Erkek dış aleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe dönük. Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam.

Bu iki cinsin zafiyetleri de farklılık gösteriyor: Erkekte, tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise, gösteriş ve desinler belâsı.

Kadının en bariz bir özelliği de hassasiyetidir. Buna “teessürilik” deniliyor. Kadın, çevreden etkilenmekte erkekten daha hassas. Dolayısıyla, telkine kapılmaya, aldatılmaya ondan daha müsait.

Kadında sezgi gücü, erkekten çok kuvvetli. Değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç duymakta, yenilik ve heyecana daha açık. Vücut büyüklüğü itibariyle ve güç ile kuvvet yönünden, kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor. Ama bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor.

Kadın, hayat arkadaşına (ona nispetle) daha çok bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde erkekten çok ileri.

Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmek ve onun erkekleşmesine değil, ideal bir kadın olmasına çalışmak gerekir.

Etrafımıza şöyle bir göz atalım. Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu, aslan bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder; her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder. Kadın ve erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek de en başta kadına zarar verir.

Aslında, bu vadide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. “Hüküm çoğunluğa göre verilir.” kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: Kadınlar yine fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan çok kâtip, amir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira, yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.

Maalesef, kadına lâyık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya onun rızkı bize bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık, ona haksız muamelelerde bulunduk, yahut, kendisine çok fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik ve mahvettik.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Doğu Ziyaretimiz

Kırklareli ve Lüleburgaz’dan yola çıkan grubumuzun ilk durağı Malatya idi, daha önce Lüleburgaz dershanesinde kalmış olan Kazım kardeşimiz, Reşit kardeşle beraber bizleri karşılayıp Malatya’da dershanede derse katılıp ilin ziyaret yerlerini dolaştık.

Sonra Elazığ da yapılmakta olan Hulusi ağabeyin mevlit törenine de katıldık, abilerden dersler okunarak yapılan mevlit, hafızların mevlit okumasıyla devam etti, yemek ikramı da yapılan mevlide katılım oldukça yoğundu.

Ziyaret grubumuzun bu kez durağı Diyarbakır’dı. HASEV Vakfını ve diğer dershaneleri de ziyaret eden grubumuza Mahmut kardeşimiz eşlik edip şehrin ziyaret yerlerini gezdirdi.

Urfa’da ve Adana’da da bir takım ziyaretler gerçekleştirdikten sonra Ankara’ya da uğrayarak Trakya dershanelerinden selamları ilettik bolca dualar alarak yolculuğumuzu Kırklareli’nde bitirdik.

Sonuç:

Gezdiğimiz ve ziyaret ettiğimiz tüm yerlerde oldukça hoş karşılandık doğunun misafirperverliğini bir kez daha müşahede etmiş olduk. Trakya’daki ne kadar güzel nurani hizmetler yapıldığını ve ayrıca yapılmakta olan dershanelerimizi anlattık. Hepsi “Maşallah Rumeli Bostanı çiçek açmış” dediler ve hizmetlerin inkişafı için hususi dualar ettiler ve bundan sonrada edeceklerini söylediler ve kucak dolusu selam söylediler.

Bu ziyaretin çok faydalı olduğunu, dershaneler arası ziyaretlerin mutlaka yapılması gerektiğini bir kez daha müşahede etmiş olduk. Hele Trakya gibi hizmetlerin doğuya nazaran daha az geliştiği mekânlardan, hizmetlerin yoğun olduğu beldelere gitmek insanın şevkini bin kat daha arttırdığını gördük. Ayrıca Asya’nın geri kalmışlığını meşveretsizliğe bağlayan Üstadımızı daha iyi anladık. Bilhassa Ülkemizin bir takım sorunlarıyla boğuştuğu bu zamanda doğu illerini ziyaretimiz çok isabetli olduğu kanaatine vardık. Bizim ziyaretimiz kadar doğu illerininde Trakya’ya ziyaretler yapması gerektiğini oralarda ziyaret ettiğimiz mekânlardaki ağabeylerimize söyledik sadece duymak yetmez görmekte gerekir diyerek herkesi Trakya’ya davet ettik.

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

Bediüzzaman’ın Eğitim Felsefesi ve Medreset-üz Zehra Projesi

EĞİTİM AÇISINDAN DİN VE İLİM

Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir.. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. o iki cenah(kanat) ile talebenin himmeti pervâz eder. Ayrıldıkları zaman birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.

Din ve İlim Münasebetleri

Bu asırda akıl, ilim ve fennin hâkim duruma geçtiğini(1) ifade eden Bediüzzaman, ilmin nasıl tahsil edileceği hususunda, gerek muhteva, gerekse metot açısından düşünceler beyan etmiş ve prensipler göstermiştir. Onun eğitim mevzuundaki en esaslı görüşlerinden biri ve başta geleni, din ile tecrübî (deneye dayalı) ilimleri kaynaştıran anlayışıdır. (2)

O, insanlığın bu asırda tamamen ilim ve fenlere yöneleceğine ve kuvvetini onlardan alacağına bilhassa işaret etmiştir.(3)

O, bir din âlimi olmasına rağmen, din adına, müsbet ilme karşı bu yakınlığını fiilen gösteren fikirleriyle istisnâî bir orijinallik ortaya koymuştur…

Said Nursî, kâinatta görülen bütün ilmî hâdiselere, ilâhiyatçı bir gözle bakmış ve bu anlayışını aklın muhakeme sınırları içinde başarıyla izah etmiştir. Kur’ân’ın müsbet ilme yer verdiğini ve teşvik ettiğini belirtmiştir. İslâmın, ilmin neticeleri üzerindeki hükmü, o neticeleri icad edeni göstermesi bakımından önem arzeder.

Allah inancını ihmal eden ve dinin yerini ve fonksiyonunu görmezden gelen ilim anlayışı, “mânâ-yı ismiyle” yani varlıkların kendileri adına, sebepler açısından bakmayı netice verir. Allah’ın(c.c.) yaratma ve tesir gücünü dikkate alarak kavranılan ilim anlayışı ise; “mânâ-yı harfî” dir . Yani ‘Allah hesabına bakma’dır ki; doğru olan yaklaşım da budur.

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatta yine İslâmın malı olan fen ve sanatı, nûr-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği, tefekkür ve mâna-yı harfî nazarıyle, yani onun san’atkârı ve ustası nâmıyla onlara bakmalı.” (4) dır.

İlmî çalışmaların Allah hesabına olması demek, aklın devre dışı bırakılması, ihmal edilmesi demek değildir. Aksine, bir şeyde Allah’ın yaratıcı gücünü görmek için, akıl devreye girmelidir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade ediyor :

Eğer senin fikrin ve nazarın, şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikrâ-i tam ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kâdir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen, fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev’-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünûn ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet, kainatın her bir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise umumî kanunlardan ibarettir. Ve her bir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi, asılıp sallanan maslahat semerelerini (fayda meyvelerini) ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle, Yaratıcının kast ve hikmetini ilân ediyorlar.” (5)

Görülüyor ki insanlığın akıl ile bulduğu ilimler din ile bir çatışma haline girmekten ziyade Allah’un varlığını bilmekte ve bulmakta en büyük vasıta olmaktadır. Bu ilimlerin inkişafı ve neticeleri her şeyin bir kasıt ve irade ile tek bir yaratıcı tarafından idare edildiğini göstermektedir. Demek ki İslâmiyet, aklın eseri olan ilimle her zaman kaynaşma halinde bulunan bir mahiyettedir.

Din ve İlim Ayrılmazlığı

İlimlerin Allah’ın varlığına delil oldukları kabul edildiğinde, zaruri olarak din ve ilmin müşterekliği ve ayrılmazlığı söz konusu olmaktadır. Bu esas, eğitim politikası bakımından temel bir hareket noktası teşkil etmelidir. Gerçeğin araştırılmasında iki kaynağa dikkat çeken Bediüzzaman, bunları, nübüvvet, yani peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikatler ile felsefenin ileri sürdüğü görüşlerde toplamaktadır. O’na göre, ne zaman felsefe dine dayanmışsa :

Âlem-i insaniyet parlak bir surette saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler, dalâletler, felsefe silsilesinin etrafında cem olmuştur.” (6)

Peygamberler, insanlığa her zaman ışık tutmuş elçiler, görevli şahsiyetlerdir. Felsefenin, sırf aklı rehber tutan prensipleri ise, toplumları karanlıklara, bunalımlara sürükler.

İlimle İslâm dini hiçbir zaman çatışmaz. İslâmiyet, müsbet ilimleri himaye ve teşvik eder. Üstad Bediüzzaman’ın,’Her bir ilim dalının, kendi hususi diliyle Allah’ı tanıttıklarını’ ifade etmesi çok orijinal bir düşüncedir.

Osmanlı Devletinin son zamanlarındaki Mektep-Medrese-Tekke üçlüsünün geçimsizliği ve kavgalarını bilgi eksikliğine bağlayan Bediüzzaman, bu üçlüyü barıştırmak için çareler üretmiştir. Bunun için “Medreset-üz Zehra” (Büyük İslâm Dâr-ül- fünûnu) projesine çok önem vermektedir.

Medrese ehli, mekteplileri dış görünüşlerinden dolayı, iman zaafı ile suçluyor. Mektepliler ise, onları yeni fenleri bilmediklerinden noksan ve cahil sayıyorlar. Bu fikirlerdeki ayrılık ve metotlardaki farklar, İslâm ahlâkını sarsmış ve medeni terakkiden (çağdaş medeniyetten) geri bırakmıştır.

Bunun yegâne çaresi, mekteplerde dini ilimleri hakkıyle okutmak, medreselerde ise artık lüzumsuz kalan eski Yunan felsefesine bedel, yeni müsbet ilimleri okutmak, tekkelerde de mütebahhirin uleması (çok geniş ilim sahipleri) bulundurmaktır. Böyle olunca, bu üç şûbe, âhenk içinde yükselecek ve yüksek mertebelere çıkacaktır.

Bu tekliflerde görüldüğü gibi Üstad Nursî, eğitimde birliği sağlamak ve cehaletten doğan taassubu yok etmek istemiştir. Bu sağlanabilirse,”Eflatunları, İbn-i Sinaları, Bismarkları, Dekartları ve Taftazanileri geride bırakacak” olan genç bir neslin teşekkülü gerçekleşecektir. İşte bu düşüncelerini Padişaha iletmek üzere ilk defa İstanbul’a gelmiş ve II. Meşrutiyetin ilanından az evvel(1908) dilekçesini sunmuştur. Fakat ne hazindir ki, II. Abdülhamid Han’la görüştürülmemiş, ona, Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa muhatap olmuştur. Bediüzzaman bu görüşme ile yetinmemiş, o günün gazetelerinde makaleler yazmış ve nutuklarıyla da dile getirmiştir. Padişahın, Hamidiye Alayları kurmak yerine, maarife önem vermesini ve milletten alınan vergilerin, milletin hastalığı olan cehaletin tedavisinde kullanılmasını istemiştir. “İslâmiyete uygun maârif-i cedideye millet nihayet derecede mutlak susamış olduğu” (7) içindir ki, toplumun eğitime olan şiddetli ihtiyacını önemle nazara vermiştir.

İstibdadın her çeşidine karşı olan Said Nursi, Medrese hocalarının ilmî istibdadına razı olmadığı gibi, ilim adamlarının da “Sevk-i fıtrîsiyle hareket edebilmesi için tahdit edilmemesi(serbest olmaları) lâzım”(8) geldiği görüşünden de ihtisaslaşma ve konusunda derinleşmeye önem verdiği söylenebilir.

Kur’an, “ilimde râsih olma” yı öngörmektedir. Yani meşgul olduğu ilim dalında mükemmelen ihtisaslaşma ve derin bilgi ve tecrübe sahibi olmak demektir.

Bediüzzaman’ın Doğu Anadolu’yu cehaletten kurtarıp kalkındıracak bir Dâr-ül-fünûn İslâm Üniversitesi teklifinde ısrarlı olduğunu, Cumhuriyet yönetimine geçerken T.B.Millet Meclisi’nden de istediğini ve 200 mebustan 163’ünün imzasıyla 150 bin banknotluk bir tahsisat ayrıldığını ve fakat devrin hükümetince benimsenmemesi yüzünden yine akim kaldığını görmekteyiz. Ne var ki, 1950 sonrası halkın sesine kulak veren ve Said Nursî Hazretlerine saygı gösteren Demokrat Parti iktidarı, Erzurum Üniversitesi’ni bu niyetle açmıştır. Bu üniversiteyi memnunlukla karşılayan Bediüzzaman Said Nursi, “Benim üniversitem” diyerek zamanla arzuladığı şekle gireceğini söylemiştir…

Kurulması istenen bu yüksek eğitim müessesesi, Van-Diyarbakır-Bitlis üçgeninde yer alacak ve başta Anadolu olmak üzere, İran, Arabistan, Mısır, Pakistan, Türkistan ve Afganistan gibi tüm Ortadoğu’ya hizmet verip, barış ve kardeşliği sağlamada önemli bir hizmet ifa edeceğini öngörmüştür.

TERAKKİ

Gerçek medeniyete ulaşmada, sırf maddî gelişmenin yetmediği, manevî gelişmenin de aynı paralelde olması gerektiği biliniyor. Hattâ Bediüzzaman psiko-sosyal bir tespit yaparak, Asya ülkelerinde din ve kalbin öne geçtiğini vurgular: “Hem ekser Enbiyanın Asya’da zuhûru, ağleb-i hükemanın(filozofların) Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.” der.

Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?”sorusunu sorduktan sonra Bediüzzaman; İslâma sımsıkı sarıldığımız zamanlarda terakki , elimizi gevşettiğimiz dönemlerde ise gerilediğimizi şöyle anlatır:

Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne te’sis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i îman ve islâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saâdetine yol açıldığı halde, nasıl me’yus olup ye’se düşüyorsunuz ve Âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve ye’s ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır; fakat, yalnız bîçâre ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!” diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz. Mâdem tekâmül meyli kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş; elbette beşerin zulüm ve hatasiyle başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, Âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatiatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviye de gösterecek İnşaallah…

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde’ ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i Arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak İnşaallah.

Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.” Bu cümlesinde Üstad Bediüzzaman gelecekten müjdeler vermektedir; yani, bir dünya barışının ve yaygın bir medeniyetin gerçekleşeceğini haber vermektedir.

TALEBE EĞİTİMİ

Talebelerin psikolojik şartları dikkate alınarak eğitilmesi önemli bir husustur. Bediüzzaman bir eserinde şunları söyler:

Yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun Fehmi (anlama kapasitesi) Onun çat-pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder. Söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insan ile çocuk arasında bir mâlûmat alışverişi olamaz. (9)

Bu ifadelerden anlaşılan mânâ; talebeye verilen dersin, sırf ilmî lisanla değil, onun anlayabileceği dilde ve basit cümlelerle anlatılması lazımdır. Gerektiğinde, misallerle meseleyi akla yaklaştırma yolları aranmalıdır. Çünkü, müşahhas misaller, anlamayı kolaylaştırıcı sebeplerdendir. (10)

İlmin şanından olan teşvik ve irşad, nasihat ve lütufla talebeye muamele edilmesini isteyen Said Nursi, merakın uyandırılmasını da eğitimde başarı sağlamanın şartlarından sayar. Bu merak hissinin uyandırılması için ise, baskı ile hareket etmeyip(11) anlayışla davranılması icab ettiği tabiîdir.

O, medreselerin eski tarz (ezbere dayalı) çalışma şeklinden çıkıp yeni bir usül ve muhteva kazanması gerektiği üzerinde ısrarla durmuştur. Öğretimde talebenin imtihana tabi tutulması ve alınan neticeye göre talebeye yeni bir yön vermek lüzumuna işaret etmiştir.(12) Talebelikte, iş bölümüne dayalı veya ihtisaslaşmayı esas alan bir tarz ile çalışmak gerektiğini belirterek grup ve ünite çalışmalarını tavsiye etmiştir. Yine ayrıca, karşılıklı münazara tarzında ders işlenmesini, talebenin yapıcı, terkipçi (sentezci) ve keşifçi bir zekâya kavuşması bakımından lüzumlu görmüştür. Bu görüşü ile Bediüzzaman, soru-cevap şeklindeki ders işleme metoduna da işaret etmektedir.

Talebeye verilen dersin sırf nazariyatta kalmaması asıldır. Bu bakımdan işlenen konunun müsbet bir netice verebilmesi için kalbe ve göze hitap edilmelidir. Ders işlemede bu noktadan hareketle, sadece fikir çerçevesinde kalmayıp, bunun yanında his ve heyecanlara da yer vermek gerektiğini ifade eder.

Bediüzzaman, âlimlerin münhasıran kitap sayfaları arasında kalışını ve nazariyattan öteye geçemeyişlerini tenkit etmiş ve tatbikat ile tecrübeye eğitimde gereken önemin verilmesini istemiştir. Bu yüzden ezber esasına dayalı bir eğitim anlayışını reddetmekte ve talebeye mes’ûliyet yükleyen bir eğitim anlayışını getirmek istemektedir.

Bediüzzaman, tekrarın önemine dikkat çekerken; Kur’an’ın telkin metoduna uygun olarak, öğrenilmesi gereken bir hususun zihinde sabitleştirilmesi, yani unutulmaması için ‘tekrar’ yapılmalıdır. İşlenen konunun can alıcı ve önemli noktalarını tekrarlamak, eğitimin öğretici vasfı bakımından şarttır.

O, bir eserinde şu görüşlerini ortaya koyar: “İntizam ile iş görmek ilim ile olur. Ölçü ile, tartı ile sanatkârane yapan elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.”(13)

Eğitici Hoca, anlattığı konuyu hayata adapte etmeli, câzip misallerle dersi canlı tutmasını bilmeli ve bu bilgilerin hayatta lâzım olacağına talebeyi inandırmalıdır. Talebeden müsbet bir netice alabilmek için, evvela talebede, tahsilin lüzumuna inanan bir teslimiyet ve mes’ûliyet duygusu gelişmelidir. Yine buna bağlı olarak, başarılı bir tahsil hayatı için ahlâkî bir istikametin de verilmesi lazımdır. Manevî yönü ihmal edilen çocuğun eğitimi ve kontrolü, her yönden imkânsız bir hale gelir. (14)

Bediüzzaman, bugün insanlığın içine düştüğü fasit çemberden veya ahlâkî bunalımdan, iman terbiyesi ile kurtulabileceği inancındadır. Şu veciz cümle O’nundur :

Milletin kalb hastalığı za’f-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Keza, o Hazret’in yakın dostu, dâvâ arkadaşı ve gönüldaşı, büyük şâir Mehmed Âkif Ersoy da :

İmandır o cevher ki, ilâhi ne büyüktür,

İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.” derken ‘iman cevheri’nin önemine dikkat çekmektedir.

Nursî Hazretleri, hiçbir zaman malumatını kendi dünyasında hapsetmemiş, yeri ve zamanını dikkate alarak gerek topluma ve gerekse devrin yöneticilerine, o Kur’ânî düşüncelerini aktarmaktan geri durmamıştır. Her türlü zorluk ve çilelere rağmen…

Evvelki ‘Dinsizlik’ dönemini ezerek iktidara gelen Merhum A. Menderes iktidarları döneminde kısmen rahatlayan Bediüzzaman’ın eserleri Beraat etmiş ve matbaalarda basılmaya başlamıştır. Bu durum büyük fütuhatların başlangıcı olmuştur. Bu cümleden olarak; 1957 yılında Demokrat İktidar’dan üç kişilik bir heyet kendisinden tavsiyeler almak için ziyaret ettiklerinde; “bütün gâyesinin imanlı ve ahlâklı bir gençlik yetiştirmek olduğunu söylemiş, iktidarın da bu yolda çalışmasını temenni ettiğini” belirtmiştir.

Ülkenin kalkınmasına yardımcı olacak eğitim görüşünün; din ve fen ilimlerinin birlikte ve homojen (kaynaşmış) bir biçimde verilmesi, yani okutulması ile mümkün olacağı yönündedir. (15)

Hazret, bir başka veciz ifadesinde :

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı, sanat, mârifet ve ittifak silahiyle cihad edeceğiz.” buyurmaktadır.(16)

Cehaleti baş düşman ilan edip, bu düşmanı yok etme çaresinin yapıcı bir maarif, yani eğitim ile mümkün olacağını düşünmek, Bediüzzaman’ın, kültürlü bir cemiyet modelini ortaya koyduğunu gösterir.

Mehmed Gürler

*********************************

Dipnotlar:

(1) Hutbe-i Şâmiye, s. 23.

(2) Öğretmenlerinin Allah’tan bahsetmeyişini şikâyet ederek, Allah’ı tanımak inanmak istediklerini söyleyen Lise talebelerine 1936 Kastamonu sürgün yıllarında Bediüzzaman; “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip, Hâlık’ı tanıtıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” Diyerek karşılık vermiştir.(bkz. Sözler,s.162-163.) Öğretmenler Allah’tan bahsetmese bile her ilmin Allah’ı tanıtıcı özelliklerine dikkatleri çekerek, aynı eserinde geniş izahlarla iktisat, astronomi, felsefe, fizik ve kimya gibi ilim dallarında gerçekleşen hâdiseleri Allah’ın varlığına delil göstermektedir. Onun sadece bu görüşü bile; inanç ile ilmi ve bu ilimlerin eğitimini birbiri içinde gören bir felsefenin sahibi olduğunu gösterir…

(3) Sözler, s. 275

(4) Tarihçe-i Hayat, s. 127.

(5) İşârât-ül İ’caz, s.88-89

(6) Sözler, s. 571

(7) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 27.

(8) Muhakemat, s. 47.

(9) İşarât-ül İ’caz, s.164.

(10) Sözler, s.50.

(11) Muhakemat, s. 47.

(12) Münazarat, s. 79.

(13) Mektubat, s. 248.

(14) Emirdağ Lâhikası, C. I, s.40

(15) Münazarat, s. 77.

(16) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 14.

Çocuk da yaparım, kariyer de…

* Beş buçuk yaşındaki oğlum bana, “Anne! Bence insanı doğuran değil, bakan annesidir. Onun için sen de teyzem gibi bir şeysin” dedi!

* İşe gitmek için evden çıkmam biraz zor oluyor. Özellikle Pazartesi sabahları… Kızım bana “İşe gitmemelisin, orası çok tehlikeli“ veya “Sihir yapıp, kapıyı yok ettim, hiç bir yere gidemezsin“ diyor. Ve her sabah bir parçam evde onunla kalıyor.

* Genelde çalışan anne çocukları problemli. Öğretmen olduğumdan çocuğuma ayırdığım her bir dakikanın bana geri döneceğini biliyorum. Çocuğumla kaliteli zaman geçirmeye çalışıyorum.

* Bu aralar o kadar bunaldım ki, bir an önce tatile çıkmak için sabırsızlanıyorum. Benim nazlı oğlum, her Pazartesi sendrom yaşayanlardan… Bütün hafta sonunu bizimle beraber geçirdiği için Pazartesi günü anneannesine gidince sürekli sebepsiz ağlıyormuş. Bana da telefonda “Anne gel şeviyommm” diyor. Salı günü ise durumu kabullenip eski melek haline geri dönüyor…

Bu sözler çalışan annelere ait…

Kadınların işi bitmez, zaten hep faal, hep bir şeylerle meşguldürler. Hele bir de dışarda çalışıyorlarsa, üstelik anneyseler işleri daha bir zordur. Akşam eve geldiklerinde yapılmayı bekleyen bir sürü iş vardır. Ya çocuklar?.. İşte annelerin en zayıf noktalarıdır onlar. Anneleriyle birlikte vakit geçirmek için gözlerinin içlerine bakarlar…

Tüm bunlara değer mi?..

Çocuklarınız hızla büyüyüp, zaman rüzgar gibi geçerken, onların sevimli hallerinin tekrarını bir daha hiç görme imkanınız yokken, o değerli vakitleri çocuklarınızdan esirgemeye değer mi?

Eminiz ki,bu zor soruya verilecek anneler sayısınca farklı cevaplar var.

Belki de bu yüzden özellikle Batı kaynaklı haberlerde sıkça çalışan kadınlara “esnek“ çalışma programlarıyla ilgili gelişmelere rastlamak mümkün. Evinin bir köşesini ofis haline getirip çalışan bayanlar, yarım gün çalışanlar ya da haftanın belli günleri işe gidenler…

Hele geçtiğimiz aylarda The Guardian’da yayınlanan bir haber İngiltere’de çalışan kadınlar üzerine yapılan araştırma raporuyla ilgiliydi ve sürpriz neticeler vardı!

İngiliz kadınları artık anneleri gibi “Çocuk da yaparım, kariyer de“ demenin aslında gereksiz yere her şeyi sırtlanmakla eş anlamlı olduğuna karar vermişler ve daha geleneksel aile modellerine dönmeyi arzu ettiklerini belirtmişlerdi.

İş ve ev hayatını dengede götürmeye çalışan “süper kadın“ değil, evde çocuğuyla zaman geçiren “mutlu kadın“ olmak istiyorlardı. Aileyi erkek geçindirmeliydi ve herşeye birden sahip olma arzusu stres kaynağıydı. Araştırmaya katılan her üç kadından ikisi bu fikirdeydi… (Cumhuriyet, 15 Mayıs 2005.)

Tüketim ekonomisi çarklarının hızlı döndüğü ve “para merkezli“ hayatların revaçta olduğu Batı dünyasında kadınların şu anki iç dünyalarına ışık tutan ilginç bir araştırma değil mi?

Bizim Aile Dergisi

6 Yaşında Hafız Oldu

Zeynep Sude, henüz 6 yaşında. 4,5 yaşında Kur’an’ı öğrenen Zeynep Sude, 1,5 yılda hafız olmayı başardı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Hafızlık Tespit Sınavı’na giren Zeynep Sude, imtihanı yapan amcalarını hem şaşırttı hem ağlattı. Küçük kızın hocası Müberra Akpınar, oyunlar oynayarak, Kur’an’ı sevdirerek hafızlık yaptıklarını söyledi.

Gaziantep’te 6 yaşında hafız olmayı başaran Zeynep Sude Aydoğan, eşine az rastlanır bir başarıya imza attı. 4,5 yaşında Kur’an’ı okumaya başlayan ve 1,5 senede hıfzeden küçük kız, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği Hafızlık Tespit Sınavı sonrasında da tacını taktı.

Kısa bir sürede Kur’an’ı ezberleyerek dikkatleri üzerine çeken Aydoğan’a, süreç içerisinde ailesi ve hocaları tarafından büyük destek verildi. Çocuk olduğu unutulmadan, gerektiğinde oyunlar oynayarak hafız olan küçük kız, mahcup bir şekilde ‘Allah hafız olanlara sevap yazıyor‘ diyerek, sıkılmadan, severek hafızlığını tamamladığını belirtiyor.

Zeynep Sude Aydoğan’ın ezber kabiliyetinin olduğu ilk olarak ailesi tarafından fark edildi. Hafızlık eğitimi veren eğitmenlerle de irtibata geçilerek, Aydoğan’ın bu yeteneğinin geliştirilmesine yardımcı olundu. 4,5 yaşında Kur’an’ı okumaya başlayan Zeynep Sude, 6 aylık bir sürede de ezber yapmaya başladı.

Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da yapılan değişiklikle, Kur’an kurslarına yaş sınırlaması getiren düzenlemenin yürürlükten kaldırılması küçük kızın hafızlığının önündeki engelleri kaldırdı. Böylelikle Şehitkamil Müftülüğü’ne bağlı Mahmudiye Kur’an Kursu’na da kayıt oldu. 6 yaşında Hafızlık Tespit Sınavı’na giren Zeynep Sude, komisyon üyelerini hem şaşırttı hem de ağlattı.

6 yaşında hafız olmayı başaran Zeynep Sude’nin ailesi kadar eğitmenleri de büyük bir sevinç yaşadı. Mahmudiye Kur’an Kursu Müdürü Muammer Özbek, gözlerini yaşartan bu gelişme karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor. 6 yaşındaki bir çocuğun bu başarıyı göstererek iyi bir örnek teşkil ettiğine dikkat çeken Özbek, başarı hikâyesinin nasıl meydana geldiğini şöyle anlatıyor:

Zeynep Sude’ye hafızlığın klasik metotlarını uyguladık. Önce ham sayfaları ezberledi. Her gün aksatmadan bunu sürdürdü. Verilen derse evde de ailesinin desteğiyle devam etti. Kızımıza, hem oyun oynatarak hem de Kur’an’ı sevdirerek hafızlığı benimsettik. Ailesi ve bizler de zaman zaman hediyelerle onu taltif ederek kendisine güvenmesini sağladık. Allah’a çok şükür sonunda hafız olmayı başardı. İnanıyorum ki, Zeynep Sude gibi nice kabiliyetli, istidatlı kızlarımız vardır. Artık yaş sınırı da kalktı. Hafızlığın ikmali konusunda onlara da destek olmalıyız.

Zeynep Sude’nin hafızlık eğitiminde en büyük desteği verenlerden biri de yanı başından ayrılmayan Kur’an kursu öğreticisi Müberra Akpınar. Zeynep Sude’nin 5 yaşına geldiğinde Kur’an’ı artık seri bir şekilde okuduğunu anlatan Akpınar, “Gerektiği zaman oyun parklarına götürdük. Kur’an’ı zorla değil, sevdirerek öğrettik.” ifadelerini kullanıyor.

6 yaşındaki Zeynep Sude ise mahcup bir tavırla, hafızlık tacı giymekten duyduğu mutluluğu dile getirerek, “Allah, hafız olanlara sevap yazıyor. Ben de sıkılmadan severek hafızlığımı bitirdim.” diye konuşuyor.

İlkay Göçmen / Zaman Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version