Neden Bu Kadar Mutsuz Olduğunu Biliyor musun?

İşim gereği mutlu insanlarla değil hayatlarında bir sorunun altından kalkamamış ve bundan dolayı mutsuz olan insanlarla çalışıyorum.

İnsan sayısınca doğru olduğu, daha doğrusu doğrunun algılanışının farklı olduğu gibi, her insana göre de mutsuzluğun nedenleri farklı farklı…

Kimisine göre kendisi erkenden evlenip çoluk çocuğa karıştığı ve ablası gibi, arkadaşları gibi kariyer yapamadığı için mutsuz.

Diğeri de kariyer yapmak adına evlenmeyi ertelediği, geciktirdiği ve artık evlenecek birisini bulsa bile, çocuk sahibi olmak, büyük bir aile kurabilmek için çok geç kaldığından dolayı mutsuz.

Bir diğeri kaçırdığını düşündüğü fırsatlardan; bir başkası ne kadar isterse istesin, asla mükemmel bir iş kuramayacağı için mutsuz…

Eşine söz geçiremediği için mutsuz olanlar, zayıflayamadığı için mutsuz olanlar, dolara değil de altına yatırım yaptığı için mutsuz olanlar…

Hepsinde ortak olan bir şey var o da her birimizin mutlu olacağımızı sanarak bir durum belirlememiz ve o olsa da olmasa da mutsuz olabilmek için bir nedenimizin olması…

Eğer belirlediğimiz hedefe ulaşmışsak, ulaştığımız şeyin “aradığımız şey olmadığını” fark ettiğimiz, ona gerçekte olduğundan daha fazla anlam yüklediğimiz ve bu anlamı bulamadığımız için mutsuz oluyoruz.

Belirlenen hedefe ulaşamadığımızda, bu defa “ulaşmadığımız için” mutsuz oluyoruz. Ya kendimizi beceriksiz olarak suçlayarak ya da etrafımızdakilere bizi yalnız bıraktıkları için kızarak yine mutsuz olmaya bir gerekçe üretiyoruz.

Sorun şu ki “şimdi”de mutlu olunacak bir şey yok zannediyor, mutluluğu “ilerideki” olmayan bir gerçekliğe yerleştirmeye çalışıyoruz. Olmayan bir gerçekliğe ulaşmaya çalışıyoruz.

Varlıkla değil, yoklukla ilgileniyoruz… Oradan da hayır değil, şer çıkıyor… Memnuniyet değil, mahrumiyet çıkıyor!

İstemenin kendisinin değil, istenilen şeyin mutlaklaştırılmasının ve onun elde edilebilmesine bağlı bir mutluluğun esiri ediyoruz kendimizi.

Oysa esas olan istemenin kendisidir. İstemektir ve verileceğinin bilinmesidir mutluluğun anahtarı.

İstemek varsa, bu, verilecek olmanın garantisidir çoğu kere. Ama istenilen şey aynısıyla verilmeyebilir. Bizim belirlediğimiz şekliyle verilmeyebilir. Daha güzeliyle verilebilir. Buna inanmaktır mutluluk.

İstemekten vazgeçmek değil; istemeyi esas kılıp, istenilen şeyi mutlaklaştırmamaktır.

Mutluluğa bir şeyi hedef yapıp, “Bu olursa mutlu olurum, olmazsa asla mutlu olamam!” demek kendimize zulmetmektir.

Mutsuzuz, çünkü belirleyici olmak istiyoruz; isteyen olmak değil!

Mutsuzuz, çünkü zanlarımızla yaşamayı tercih ediyoruz.

Mutsuzuz, çünkü verilenlerin farkında olmadan, verilmeyenlerle uğraşıyoruz. Biz bunlardan vazgeçmedikçe korkarım ki cennette olsak da cehennem de gibi hissedeceğiz…

Nazlı Özburun / Aile Terapisti

Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 6. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ARADAN bir müddet geçtikten sonra Dr. Ali İhsan ve arkadaşı söz verdikleri gibi bu Müslüman Rus grubun davetine icabet ettiler. Kısa sohbetin ardından yeni Müslüman Rus’ların soru bombardımanı başladı. Cevaplar ise hep Risale-i Nur’dan oluyordu. Öylesine cevapların cazibesine kapıldılar ki, kendilerini bırakmak istemediler. Dr. Ali İhsan, Risale-i Nur’dan böylesine etkilenen bu insanların, kitap istemeyişlerine şaşırıyordu. Ellerindeki kitabı merak etti:

– Yahu şu sözünü ettiğiniz kitabınızı görebilir miyim, diyerek istedi.

Nikolay birden ayağa kalktı ve kütüphanenin en üst rafında sargılar içinde sakladıkları kitabı indirdi. İtina ile sargılarını açtı ve Ali İhsan’a uzattı. Bu arada hepsinin gözleri Ali İhsan’daydı. Acaba kitaplarını beğenecek miydi? Bu bilge kişinin de kendileri gibi bu kitabı takdir etmesini arzuladılar. Ali İhsan, paylaşmak istemedikleri kitabın, Risale-i Nur’dan Yirmi Üçüncü Söz olduğunu görünce, gayr-i ihtiyari gülmeye başladı. Ruslar:

– Ya siz sadece ismini ve kapağını görünce gülüyorsunuz. Bir de içindekileri okusanız, ne yapardınız, dediler.

Ali İhsan bu defa daha da yüksek sesle güldü. Ve çantasında bulunan Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleleri bir bir çıkarmaya başladı. Her birini eline aldıkça:

– Bu ne?
– Tabiat Risalesi…
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî, deyip kenara koydu. Sonra ötekini eline aldı.
– Peki, bu ne?
– Ayetü’l-Kübra
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî. Onu da kenara koydu.
– Bu ne?
– Küçük Sözler…
– Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî. Sonra kendi kitaplarını eline aldı.
– Bu ne?
– Yirmi Üçüncü Söz
– Peki, Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî!

Ruslar, almak istemedikleri kitabın da kendilerininkinden olduğunu öğrenince sevinçten uçacak gibi oldular. Meğer bu kitaplar, kendi kitaplarına rakip değil, kardeşmiş.

– Vay demek onlar da bizim kitabımızdan, deyip sevinçle birbirlerine sarıldılar. Hele bunların bir külliyatın parçaları olduğunu öğrenmek, onları eşsiz bir hazineye sahip olmuşçasına sevindirdi.

Yeni Bir Ufuk

Bu tanışma, onlara yepyeni bir ufuk açtı. Kitapların bulunduğu şehirdeki dershanenin adresini aldılar. En kısa zamanda oraya gidebilmenin hayalini kurmaya başladılar.

Ali İhsan ve arkadaşını yolcu eden Müslüman Ruslar, onların bıraktığı kitaplara adeta hücum ettiler. Her biri kitaplardan birini alıp okumaya koyuldu. Okuyan, elindekini diğeri ile değiştirdi. Böylece kitapları kısa zamanda devrettiler. Bu kitaplarda kafalarının içindeki sorulara cevaplar, komünizmin ruhlarına açtığı yaralara devalar buldular.

Ayrıca bu kitaplarda kalplerini okşayan, sebebini bilmedikleri bir sıcaklık vardı. Tekrar tekrar okuyorlar, her okuyuşlarında bu kitapların kendileri için yazıldığı hissine kapılıyorlardı.

O Günden sonra her hafta Cuma namazını kılmak ve dershaneye uğramak için tuttular

Ne Yapabilirim?

ABDÜLKERİM arabasını her zamankinden hızlı sürüp radyoevi parkına bıraktıktan sonra Resul’le birlikte radyoevine doğru hızlı adımlarla yürüdüler. İçeri girer girmez onları sekreter karşıladı ve:

– Sofia Hanım odasında sizi bekliyor, dedi.

Asansörle üçüncü kata çıktıklarında Sofıa Hanım’ın gerçekten odasının önünde kendilerini ayakta beklediğini gördüler. Tıpkı eskisi gibi üzerinde hastalıktan hiçbir eser yoktu. Şaşkındılar:

-Sofia Hanım, iyi misiniz?

– İyiyim, hem de çok iyi!

– Bizi çok şaşırttınız, nasıl oldu bu iş anlatır mısınız? Kendisi önden, onlar arkadan odasına girdiler.

– Oturun, siz gittikten sonra yaşadığım olayları anlatacağım. Sofia masasına geçti, Resul’le Abdülkerim de masanın önündeki koltuklara oturup Sofia’ya kulak verdiler. O anlattıkça hayretten hayrete düştüler. Sofia, son derece neşeli bir ses tonuyla olanları anlattı:

– Çocuklar, siz gittikten sonra çok ağladım. Neden sonra bıraktığınız Hastalar Risalesi’ni elime alıp, okumaya başladım. Okudukça içim açıldı, gönlüm ferahladı, ruhum rahatladı. Sadece ruhum değil, bedenimin de hafiflediğini, hastalığımın da azaldığını hissettim. Kitabı sabaha kadar tam altı kez okudum.

– Altı kez mi?

– Evet, tam altı kez okudum. Her okuyuşumda hastalığımın biraz daha hafiflediğini hissettim. Doktorlar beni kontrole geldiğinde, “Ben artık iyileştim, beni taburcu edin!” dedim.

– Olamaz böyle şey Sofia Hanım, tedavinizi yarıda bırakamayız, böyle bir sorumluluğun altına giremeyiz, dediler.

– O halde beni muayene edin, hastalığım eskisi gibi ise sizin dediğiniz olsun. İyileşmişsem, beni serbest bırakın gideyim, dedim.

Tekrar muayene ettiler, tetkikleri yaptılar. Hastalığımın onda bire düştüğünü söylediler.

– Hayret! Böyle bir şeye ilk defa rastlıyoruz. Gerçekten Sofia Hanım, hastalığınız büyük oranda iyileşmiş, bu kadar kısa zamanda bu nasıl oldu, anlayamadık, dediler.

Bunun üzerine onlara Hastalar Risalesi’ni gösterdim:

İşte, diye bağırdım, Benim hastalığımı iyileştiren budur! Doktorlar şaşkın gözlerle bir bana, bir kitaba baktılar. Buna bir anlam veremediler. Kitabın, bir hastalığı iyileştirdiğine ilk defa şahit oluyorlardı. Ama gerçek ortadaydı. Olmaz denilen şey olmuştu. Bu, Allah’ın, Said Nursî eliyle bana verdiği bir şifa idi. İşte işimin başındayım. Bunu Hastalar Risalesi’ne ve size borçluyum. Şimdi söyleyin bana gerçek dostlarım, sizin için ne yapabilirim?

Abdülkerim ve Resul, sevinçle şaşkınlığı ilk defa bu kadar yoğun yaşıyorlardı.

– Sofia Hanım, biz hiçbir şey istemeyiz, sadece sizin sağlığınızı isteriz, dediler.

Sofia:

– Hayır, sizin için mutlaka bir şeyler yapmalıyım.

– Kendimiz için bir şey istemeyiz. Gayemiz bu kitapları insanlığın hizmetine daha fazla sunabilmektir. Bu konuda bize yardım ederseniz, bizim için en iyi şeyi yapmış olursunuz.

– Tamam, zaten bundan sonra bu kitapların tanıtımıyla ilgili elimden geleni yapacağım. Ama ben, sizin için özel bir şey yapmak istiyorum, dostlarım.

Abdülkerim, Resul’ü göstererek:

– Bak, Sofia Hanım. Bu genç, hayatını bu davaya vakfetti. Bu kitapların yayılması için ta Azerbaycan’dan kalkıp buralara kadar geldi. Kitapların tanıtımı için yapacağınız her şey, aynı zamanda ona ve bize yapılmış bir iyilik olacaktır.

Tamam!

Sofia, davalarını nefislerinden daha üstün tutan bu gençlerin ihlâsından çok etkilendi ve hemen Resul’e dönüp:

– O halde Resul, bu haftadan itibaren radyoda birlikte programa başlıyoruz. Bu kitaplardan on beş dakika sen, on beş dakika ben okuyacağım, tamam mı?

– Tamam, bizim istediğimiz de bu zaten! Sofia Resul’e dönüp:

– Yalnız öyle Azerbaycan şivesiyle okumak yok. Sana gerçek Rusça nasıl okunur onu öğreteceğim, tamam mı?

– Tamam!

Sofia ile başlayan gergin münasebetin, kısa zaman sonra yerini sıcak bir dostluğa terk edeceğini kim tahmin edebilirdi? O ilk karşılaşma sahnesi Resul’un gözü önüne tekrar geldi. Kovularak çıkarıldığı odada şimdi sevgi ve hürmetle karşılanıyordu! “Ey Yüce Rabbim, sen nelere kadirsin! Dilersen zelil, dilersen aziz edersin! Ve sen dilersen dinini bir recül-i facirle (günahkâr bir kişiyle) de güçlendirirsin.

Bunun en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna değil mi? Baştan nasıl da küçümsemiş ve nefretle reddetmişti. Ama şimdi mesleğinin ona kazandırdığı bütün maharetiyle ve şöhretiyle onların emrinde, dinin hakikatlerini tebliğ için çırpınıyordu. Bu, Allah’ın nurunu tamamlayacağı vaadinin tecellisinden başka bir şey değildi.

Neden Üzgünsün?

YİNE BİR Cuma günü, Nikolay ve diğer Müslüman Ruslar Petersburg’taki dershaneye vardılar. Dershanede onların sorularını cevaplayabilecek yeni bir Nur talebesi Ruslan Cemalov ile tanıştılar. Güzel bir Risale dersi yapıldı. O gün yine üst üste sorular sorup, yine tatminkâr cevaplar aldılar. Cemalov, sorularının cevaplarını Risaleler’den bulup okudukça, yüzleri güldü. Nikolay, kafasına takılan bir soruyu paylaştı:

Allah’ın birliği ile beraber, bütün kâinatı birden yönetmesi nasıl olur, dedi. Cemalov, henüz Rusça’ya tercüme edilmemiş olan bu bahsi, Türkçe On Altına Söz’den buldu. Okuyup açıklama yapmaya başladı. Maddi cisimlerin ve nuranilerin yansıması, güneşin gökte bir tane olduğu halde, yerdeki bütün şeffaf şeylerde yedi renkli ışığıyla ve ısısıyla bulunmasını anlattı. Nikolay adeta yerinde duramıyordu.

– Müthiş, diye bağırdı.

Dersin ardından sofra kuruldu, bir şeyler yiyip içtikten sonra sıra Ruslar’ı yolcu etmeğe gelmişti. Dershanede kalan Nur talebeleri arabalarına kadar onları yolcu ettiler. Yürürken Nikolay’ın düşünceli hali Cemalov’un dikkatini çekti. Yanına yaklaşıp,

– Hayrola Nikolay! Bir şey mi oldu? Seni düşünceli görüyorum, dedi.

– Evet, Cemalov!

– Hayırdır, söyle bakalım neymiş?

– Düşünüyorum da, sizin medreseniz var, sizinle ders yapacak kişiler var. Gelenlerin sorularına hemen cevap verebilecek insanlar var. Novgorod’da buna daha çok muhtaç olduğumuz halde maalesef böyle bir imkânımız yok. İşte ben buna üzülüyorum. Cemalov kendisine moral vermek için:

– Üzüldüğün şeye bak. Açarsınız bir dershane, biz de gelir gideriz, olur biter.

Bu cevabı alınca Nikolay’ın gözleri parladı:

– Sahi, dershane açsak gelir misiniz, dedi. Bu sorunun arkasında ne saklı olduğunu bilmeden Cemalov cevap verdi:

– Tabii geliriz, ne demek?

– Söz mü?

– Söz…

Nikolay, hemen eliyle Cemalov’un kolunu kavradı:

– Öyleyse haydi, medresemiz hazır, gidiyoruz, dedi.

– Yahu dur, bir dakika, nereye gidiyoruz, demeye kalmadan, kolundan sürüklemeye devam etti.

– Söz verdin, itiraz yok, gidiyoruz, dedi.

Meğer Nikolay, dershaneyi açmış, orada ders yapacak biri olmadığından Cemalov’u götürmeyi kafasına koymuştu. Kendisinden söz almak için de böyle bir plan düşünmüştü. Oysa Cemalov söz verirken, nasıl olsa Rusya’da bir ev tutmak öyle kolay değil, epey zaman alır. O zamana kadar bulundukları yerde hizmet de belli bir seviyeye gelir. Sonra gelir gideriz, diye düşünmüştü. Fakat Nikolay kurnazlık yapmıştı.

– Olur mu, böyle ani kararla gidilir mi? Buradaki ev arkadaşım ne der? hele bir görüşüp konuşalım demeğe kalmadan,

– Bak, dedi. Ve devam etti:

– Biz mafyayız, bizde söz senettir. Başka hiçbir şeye itibar etmeyiz. Söz verdin mi, sözünden dönemezsin. Gelmeyecek olursan, seni kendi yöntemlerimizle getirmesini biliriz!

Cemalov, bir mafya liderinin önceden kullandığı metotlarla iman hizmetinde bulunacağına ihtimal vermiyordu. “Yahu böyle apar topar olur mu?” diye düşünürken, nihayet arkadaşının tasdikini aldı ve bir oldu bitti ile Novgorod’un yolunu tuttular.

Cemalov Nikolay’ın otomobilinde Novgorod’a doğru yol alırken, kaderin hükmüne boyun eğdi ve olacakları merak etmeğe başladı. Bu arada Nikolay kendisine, eski hayatından, ailesinden, arkadaş çevresinden bahsetti.

Müslüman olduktan sonra mafya zamanından kalan bütün servetini haram diye bıraktığını ve hayata yeniden başladığını anlattı. Cemalov, “Keşke hepsini terk etmeyip, bir kısmını hizmette kullansaydın” diyecek oldu. Nikolay:

– Sen onların hangi yollardan kazanıldığını biliyor musun? Bilsen böyle demezdin, diye karşılık verdi. Haram yollarla elde ettiği servetinin hepsini bırakmıştı. Ailesini geçindirmek için de küçük bir manav dükkânı açmıştı.

Dediğin Gibi Olsun…

Novgorod’a vardıklarında yüksek bir binanın yedinci katında gayet güzel, dayalı döşeli bir daireye girdiler. Nikolay:

– Nur dersini akşam namazından sonra yapacağız, dedi. Akşam namazı dediği saat yirmi dörttü. Çünkü Rusya’da ‘Beyaz Geceler‘ sebebiyle geceler çok kısaydı. Akşamdan bir saat sonra yatsı, bir saat sonra da sabah namazı kılınıyordu. Cemalov, biraz da yorgunluğunu ileri sürerek:

– Nikolay şu dersi ikindiden sonraya alsak olmaz mı, dedi.

– Olmaz. Bu derse gelenler, senin bildiğin kimseler değil, onlar ancak o zaman gelebilirler.

Haa bir de söyleyeyim, sen hiçbir şeye karışmayacaksın. Kapıyı açmak, çay yapmak, ikram etmek hep bana ait. Sen sadece yerinde oturup ders yapacaksın, o kadar?

– Kim bunlar Nikolay, nasıl insanlar?

– Gelince görürsün, deyip geçiştirdi. Cemalov:

– Böyle müderris gibi ders okumak hoşuma gitmiyor, hizmeti müşterek yapsak olmaz mı?

– Olmaz, sen sadece ders okuyacaksın!

İçinden “Ne olacak, ne kadar da değişse, adam bir mafya babası degil mi?” diye geçirdi, ama yine de ona uymak zorunda kaldı.

– Peki, dediğin gibi olsun…

devam edecek…

Said Nursi Enstitüsü Bir İftihar Vesilesidir

Ayanoğlu, Münazarat Sempozyumu’nun çok başarılı olduğunu söyledi

Mardin Belediye Başkanı Av. Mehmet Beşir Ayanoğlu, Artuklu Üniversitesi’nde kurulacak olan “Risale-i Nur ve Said Nursi Ensitüsü”nü desteklediklerini bunun kendileri için “bir iftihar vesilesi” olacağını belirtti.

Başkan Ayanoğlu Münazarat Sempozyumu’nun çok başarılı olduğunu söyledi. Ayanaoğlu, “Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin özgürlük, hürriyet, adalet, eşitlik fikirleri, onun bu mücadeleye başladığı o günden bu ana kadar mücadelesini bu sempozyumda ete kemiğe bürünmüş halini gördük” dedi.

Bediüzzaman’ı “özgürlük savaşçısı” olarak tanımlayan Ayanoğlu, “Risaleleri yazdığı günden itibaren onun kardeşlik duygularını öne çıkarmasıyla ilgili düşünceleri bugün de çok önemli. Bunların nesiller boyunca aktarılması gerekiyor. En önemlisi de Said Nursi Hazretlerinin o özgürlük savaşçısı karakterinin baskın olduğu ve tek başına bu özgürlük mücadelesini devam ettiğini, dik durduğunu hiç bir zaman boyun eğmediğini kendi bedeninden, yaşantısından özgürlüğünü kısıtlamasında rağmen hiç bir zaman bu dik duruşundan taviz vermediğini görüyoruz. Erdemli bir hareket başlatmış” şeklinde konuştu.

RİSALE-İ NUR KUR’AN VE SÜNNETE DAYANIYOR

Risale-i Nurların Kur’an ve sünnete dayandığına dikkat çeken Ayanoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Kürt sorunun çözümünde de Bediüzzaman’ın önemli bir etkisi olacak. Onun kardeşlik fikirleri, daha önce de doğu ve güneydoğuda kurulması gereken üniversitlerle ilgili tavsiyeleri yerine geldi. Gerek Artuklu Üniversitesinden yapılan bu sempozyum gerek Van 100. Yıl Üniversitesindeki çalışmalar gerek diğer üniversitelerde yapılmış olan çalışmalar onun gelecekte o ideallerinin gerçekleştiğine ilişkin temel bir ipucuydu bizim için. Bu çalışmaları yapan arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Onun öğretisi devam edecek. Bu öğreti zaten Kur’an ve sünnete dayanıyor. Çağın müçtehidi, müceddididir. İnsanların imanının korunması ihya edilmesi noktasındaki çalışmalarıdır. Mehmet Fırıncı abi bize bir şey anlattı. Said Nursi diyordu ki “bir insanın imanı kurtulacaksa ben cehennemde yanmaya hazırım.” Bu müthiş bir erdemli tavırdır. Bunu ihmal etmemek gerektir. Ben önemsiyorum bunu.”

ENSTİTÜ İÇİN ALLAH RAZI OLSUN

Artuklu Üniversitesi’nde kurulacak olan “Risale-i Nur ve Said Nursi Ensitüsü“nü desteklediklerini de vurgulayan Ayanoğlu, “Rektör Prof. Dr. Serdar Bedii Omay’ın üniversite bünyesinde kurulacağını söylediği Risale-i Nur ve Said Nursi Ensitüsü’nü destekliyoruz. Allah razı olsun. Böyle bir enstitü kurulursa bizim için bir iftihar vesilesi olur. Gelecek kuşaklara onun mirasının paylaşılması ve onun düşüncelerinin yayılması noktasında isabetli bir çalışma olur. Biz de yanındayız destekliyoruz” dedi.

Risale Haber

Eddai Vakfının Hizmet Binasının Açılışına Davetlisiniz

Said Nursi hazretlerinin bu aşağıdaki satırlarından istikamet alıp yola çıkan milyonlarca Nur Talebesi dünyanın heryerine NUR MEDRESELERİ açmışlardır. İşte bu Nur Medreselerine bir yenisi daha eklendi. Ve EDDAİ VAKFI bütün halkımızı bu güzel hizmet binasının açılışına davet ediyor.Allah hizmetlerini daim muvaffak ve muhafaza eylesin Amin…

Elbette bizlere lazım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususi dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.” Said Nursi

Muhterem kardeşlerimiz Eddai Kültür ve Eğitim Vakfı’nın Kaynarca’daki Yeni Hizmet Binasının Açılış Merasimine Teşriflerinizi Bekliyoruz.

Murat Bayburtlu

15 Nisan 2012 – Pazar Saat 11:00
Fevzi Çakmak Mahallesi İnönü Caddesi Edirne Sokak Şükür Apartmanı No:2 Üstkaynarca / Pendik / İstanbul

Program Akışı
11:00 Kur’an-ı Kerim
11:30 Sohbet
12:30 İkram
13:00 Öğle Namazı
13:30 Sohbet
14:00 Kur’an-ı Kerim ve Dua
14:15 Yemek

İrtibat Tel : 0 216 596 02 62

Düşman ile Aşk

Televizyon insanoğlunun mutsuzluğunun baş sebebi iken evlerin başköşesini kaplıyor. Başköşesini değil başköşelerini kaplıyor. Neredeyse her evde birden fazla televizyon var. Bey, hanım, çocuklar ayrı ayrı odalarda, ayrı kanallarda, ayrı programlarda takılıyorlar.

Sanki dünyaya vakit doldurmak için geldik de televizyon o ihtiyacı karşılıyor. Sevdiklerimizle geçirmediğimiz vakitleri, onları kaybedince anlayacağız; ama biraz geç olacak.

Düşman ile aşk yüzünden, sevgiler soluyor, sevenler mutsuz oluyor.

Sevdiklerimizle aynı evde yalnızlaştık, hayatımıza başka dünyalar girdi.

İnsana ait ahlaki değerlerin çoğunu televizyon başında kaybettik.

Dünyadan haberi olan adamlar, yanı başındaki karısından habersiz kaldı.

Daha fazlasını iste.” reklam sloganları ile kanaat duygumuzu kaybettik, aç gözlü olduk.

Hırsızlığı arsızlığı oradan öğrendik.

Ağlak muğlak dizilerle, merhamet ve itimat duygumuzu yitirdik. En yakınlarımızdan şüphelenir olduk.

Aşk dizileri ile aşkı ucuzlattık, ihaneti öğrendik.

En kötüsü, biz kadınlar, kadınlığımızı onunla kaybettik. Dizi ve filmlerdeki kadınlardan; dik dik bakmayı, güçlü görünmeyi, erkeklerle mücadele etmeyi, erkeği adam yerine koymamayı, gururu, kibri, çokbilmişliği ve ukalalığı öğrendik.

Kadının kadınlığını, yumuşaklığını, komedi dizilerinde dalga geçilirken gördük. Kadının eşine “Peki canım!” demesini ezilmişlik, fedakârlığını aptallık, ev işleri yapmasını fakirlik, erkeğe hizmet etmesini geri kalmışlık olarak öğrendik.

Bütün bunları hikâye içinde, bize sevdirilen oyunculardan, hiç farkında olmadan, rol çalarak elde ettik. Göz gördü, şuuraltı sevdi…

Fakat bir problem var: Onlar filmde, biz gerçek hayattayız. Oradaki kadın bütün dikbaşlılığına rağmen kıymetten düşmüyor. Sevilmeye devam ediyor.

Erkek, kendine bağıran, laf sayan, güya gurur timsali gibi gösterilen kadına bir gün sonra elinde çiçekle gelip barışmak için uğraşıyor. Kadını neredeyse taç yapıp başına takacak…

Gerçek hayatta ise bunların tam tersi oluyor. Film de zaten orda kopuyor.

Medyanın zararı bu kadarla da kalmıyor. Reklamlar kadını aşağılık hissettirmeye ayarlı hazırlanıyor. Firmalar daha fazla satış yapmak için kadın bedenini kullanılırken ekran başındaki kadınların da bedenlerine saldırılıyor. “Yeterince iyi değilsiniz, ancak bu ürünü kullanırsanız, bu kadın gibi olursanız kendinizi düzeltebilirsiniz, güzelleştirebilirsiniz. O zaman erkekler sizi beğenir.

Bu arada televizyondaki incecik, her daim bakımlı kadınlar, erkeklerin de kafasındaki kadın ölçülerini değiştiriyor. Onlar da eşlerinde kusur bulmaya başlıyorlar, evde manken gibi eşler görmek istiyorlar. Bu da pek mümkün olmadığı için hem kadın eşine karşı kırgınlık duyuyor hem erkeğin gözü dışarıda kalıyor.

Televizyon, çocuklarımız için de ayrı bir tehlike. Onlara vermeye çalıştığımız manevi değerlerimiz televizyonla yerle bir ediliyor. Çocuklarımızın tertemiz zihinlerine çizgi filmlerle, gözümüzle göremediğimiz; fakat şuuraltına ulaşan (subliminal) 25. kare tekniği ile pek çok tehlikeli fikirler aşılanıyor.

Tabii kötü olan televizyon değil, programlar. Bütün kanalları ve programları aynı kefeye koymayalım. Maneviyata saygısı olan, faydalı bilgiler sunan kanallar da var. Fakat maalesef ki bilhassa çocuklara ve gençlere diğer zararlı yayınlar yapan; fakat nefse hitap eden, albenili, eğlenceli programlar daha hoş geliyor. Aşk ve ihanet dizileri de kadınları cezbediyor. Erkeklerde de futbol merakı, mafya ve polisiye dizi merakı varsa en tehlikeli kanallar açılıyor.

Velhasıl, dikkat edelim de kendimizi ve ailemizi ekran başında kaybetmeyelim.

Not: “Sevmek Bu Kadar Güzelken” kitabımdan

Sema Maraşlı / Haber 7

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version