İyi evliliğin 4 bileşeni olur

Öncelikle söylemek istiyorum; Okuyucu arkadaşlarım! Sizleri çookk seviyorum. Diyeceksiniz ki niye? Ben de bilmiyorum. İçimden geldi. Sabah sabah söyleyeyim dedim. Bilmediğim durumu dillendirdikten sonra bildiğim durumu da kelimelere dökeyim hemen.

Bazen kısa yazıyorum, “Çok kısa olmuş, detaylara girseydiniz daha iyi anlardık” şeklinde yorumlar geliyor. Uzun yazıyorum “Mehtap Hanımcığım çok güzel yazıyorsunuz da uzun olmuş, okurken yoruluyoruz.” Diyenler oluyor.

Sonuç?

Herkes kendisine göre ve kendi okuma hızına göre haklı! Haksız olan yok! Herkesin kendi içsel duyguları ve kişilik donanımına göre bir stili var. Sevdiği kişilerde o tarzı aramak ve hatta bulmak istiyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki?

İşte evlilik de öyle sevgili okurlar!

Diyeceksiniz ki ne alakası var? Sizin yazılardan hoppp evliliğe mi atladık? Evet evet öyle. Günlük hayatımızın içinde yuvarlanıp giderken rahatsız olduğumuz durumlar var. Kaymaklı bal gibi kendiliğinden uzayıp giden tatlı süreçler var. İşte bugün size bu konuda bazı hatırlatmalar yapmak istedim. Evlilik ilişkisinin 4 bileşeninden bahsedeyim… Ki sizin evlilikler de ballı kaymak gibi olsun inşallah.

Çevrenizde vardır bilirsiniz; bazı insanların evlilikleri çok olağan şekilde ilerler. Ciddi kavgaları, anlaşmazlıkları yoktur. Evin içinde tatlı bir işleyiş vardır. Kişilerin hem bireysel duruşları, hem “biz” olma hali, dünyanın en güzel akarsuyu şeklinde salınıp gidiyordur. Ufak tefek hareketlilikler varsa bile, evli çiftlerin davranış alışkanlıkları hemen durumu tolere ediyordur.

Bir de sürekli sorun yaşayan çiftler görürsünüz. Neyin ne olduğunu anlamazsınız bile, bir bakmışsınız ki ikisi kavgaya tutuşmuş! Ne zaman kavga ettiniz ne zaman birbirinize girdiniz? Onların yaşam şekli olmuş. Şikayet ediyorlar hallerinden ama neyin ters gittiğini ah bir anlayabilseler?

İşte evliliğin tatlı bir arkadaşlığa, sevgi ve kabullenişe dönmesini sağlayacak 4 bileşeni. Bakın bakalım sizin evliliğinizde hangi maddeler var, hangileri yok.

1. Operasyonel Bileşen: En yalın haliyle evin kullanımı şeklinde tarif edebiliriz. Eşinizle evin kullanımı konusunda aynı fikirde olmanızı temsil eden bileşendir. Evin şekli şemali, odaların kullanımı, eşyaların yerleştirilmesinden tutun, insani olarak evin içinde yaşama şeklidir. Kimsenin aklına gelmez ama çok önemli bir bileşendir. Kimi insanlar minik pratik az eşyalı evlerden hoşlanır. İster ki eşyalar evde göz yormasın. Kimisi tam tersine ağır mobilyalardan hoşlanır. Her yerde incik boncuk süs eşyaları olsun ister. Kimi koyu renkleri sever kimi cıvıl cıvıl renkleri. Birinin tercihi ona basit gelir, diğerinin tercihi ötekine banal gelir! Çiftler farkında değildir ama operasyonel bileşendeki uyumsuzluk nedeniyle o kadar çok kavga ederler ki! Hatta özellikle kadınlarda düğün alışverişinden başlayan gönül kırıklıklarının temel nedeni bu bileşendir. Kız pahalı giyecekler, pahalı mobilyalar ister. Erkek evi mobilya köleliğine çevirmeyelim, sadece bir gün giyeceğin gelinlik için servet harcamayalım ister.

Oysa yola çıkacağınız insanla operasyonel bileşeniniz aynı olsa! “Vay şu şöyleydi, evin tipi böyleydi, bu eşyaları başıma bela ettin, benim istediklerim olmuyor” şeklindeki kavgaların çoğu görülmez bile.

2. Fiziksel Bileşen: Aynı yatakta yatma/yatmama, evin içini kullanırken çiftlerin birbirinden rahatsız olup olmama durumudur. Diyelim ki yatakta yatma şekliniz çok hareketli. Kıpır kıpır yatıyorsunuz, eşiniz tam tersine yatağın harp alanına çevrilmesinden rahatsız oluyor. Biri diyor ben böyleyim, diğeri diyor ben bu şekilde zıplayıp duran yatakta uyuyamıyorum. Bir bakıyoruz yataklar ayrılmış! Evli çiftler farklı yataklarda yatmaya başlamış! Veya sizin bir insanda görmeye tahammül edemediğiniz davranışlar var. Eşiniz tam da öyle! Diyelim ki erkeğin aşırı espri yapacağım diye cıvık hareket edenlerinden hoşlanmıyorsunuz. Ağır görünümlü erkekler daha çok hoşunuza gidiyor. Evlendiğiniz kişi sürekli espri yapıyor, her girdiğiniz ortamda insanları güldürmekten ve taklitler yapmaktan çok hoşlanıyor. Siz utancınızdan yerin dibine giriyorsunuz! Oysa ona göre insanlar sevimli olmalı! Davranışlarını sempati olarak yorumluyor ve sizin onu anlamadığınızı düşünüyor.

3. Cinsel Bileşen: Mahrem hayata, mahremiyete bakışın aynı olmasıdır. Birisine göre doğru olan tarzın, diğeri için saçma ve sapkın algılanması ciddi risktir. Ülkemizde ve inancımız gereği evlilik öncesi anlaşılması zor bir durumdur. İnsanlar aynı evin içine girince birbirlerine uygun olup olmadıklarını anlıyorlar. Ama evlilik öncesi belirli edep sınırları içinde kişilerin kendi durumlarını karşı tarafa dile getirmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. (Çok açık yazmak istemiyorum. Nasılsa sizler anladınız. Anlamayan ve bu konuda tereddütleri olanlar varsa lütfen bizi arayarak bireysel destek alınız.)

4. Duygusal Bileşen: Eşlerin birbirlerine karşı açık olabilmeleri, birbirleriyle duygularını paylaşabilmeleri ve paylaşımlardan sonra pişmanlık yaşamamaları durumudur. Günümüzde pek çok evliliğin bu bileşen nedeniyle sorun yaşadığını görüyoruz. Maalesef pek çok kişi eşine karşı duygusal bir mesafe taşıyor! En yakınınızla duygularınızı paylaşamıyorsanız veya paylaştıktan sonra çok pişmanlık yaşıyorsanız evlilik ne kadar mutlu olabilir ki! Eşle paylaşılacak şey var paylaşılmayacak şey var tabii ki. Aklınıza gelen her şey paylaşılmak isteniyor ve eşiniz kafasının şiştiğini söylüyorsa sorun! Eşinden çekinip içine biriktiren ve hep “-mış” gibi yaşayan kişiler de başka bir sorun!

Evlenecek kişilerin birbiriyle paylaşma, olayları konuşma veya üzerinde yorum yapma alışkınlıklarının birbiriyle uyumlu olması gerekir. Konuşmaktan ve anlatmaktan çok hoşlanan bir hanımefendiyle, konuşmaktan ve dinlemekten hiç hoşlanmayan bir beyefendinin evliliği nasıl bir kabustur tahmin edebiliyorsunuz değil mi? Evlilik ve çift terapisi yaparken en fazla çalıştığımız bileşen bu sevgili okurlar. Aranızda duygusal mesafe, duygusal soğukluk, duygusal yabancılık hissi varsa mutlaka yardım almalısınız. Yardım almıyorsanız en fazla bu bileşen insanı deli eder haberiniz olsun.

Evett… ben söyledim… sizler bir göz atın evliliklerinize. Kendiliğinden giden tatlı ilişkilerin altında yatan uyum süreci işte bu 4 madde sevgili okurlar! Yolunda gitmeyen evliliklerin eksiği de bunlardan birileridir elbet.

Evli olanlar göz atıp eksiklikler için yardım alsın… evlenecekler bu unsurları göz ardı etmesin…

Sevgiler…

Psikolojik Danışman&Psikoterapist Mehtap Kayaoğlu

Kibir nedir nasıl izale edilir?

Kibir, kendini karşıdakinden üstün görmektir. Kibir olması için veri olması lazım ve iki kişiye ihtiyaç vardır, kendisi bir makamda olacak, karşıdakide bir makamda olacak, kendini ondan üstün görecek. Eldeki veriler makam, mevkii, mal, mülk, ilim, evlat, bir güzellik, artı bir noktadır.

Kibir Allah’a, Peygamberlere ve insanlara yapılır. En kötüsü Allah’a yapılan kibirdir. Bunu asilzadeler, makam ve mevkii sahibi kişiler yapar, ibadet ettikleri zaman, yükselmek yerine alçalıp diğer insanlarla bir olacağını düşünürler. Firavun ve Nemrut gibi… Peygamberlere yapılan kibre en uygun örnek; İsrailoğullarıdır. Yahudilerin Peygamber katili olmalarının altında yatan kibirdir. Yine Mekkeli müşriklerin, peygamberliği bir yetime yakıştıramamalarının, adını mecnuna çıkarmalarının altında yatan da kibirdir. İnsanlara yapılan kibre en uygun örnek ise iblistir. İblis’in bir kula, Hz. Adem’e secde etmemesinin, soluğu cehennemde almasının altında yatan da kibirdir.

Bir kapıyı çalarız,”kim o“,sorusuna verdiğimiz “ben“im cevabının altında yatan benlik duygumuzu ön plana çıkaran da kibirdir. Azıcık damarına basılmasın insanoğlunun,”sen kimsin, benim kim olduğumu biliyor musun?” belli ensesi kalın, adamı dayısı var, istediğini söyleyebilir, söz meclisten içeri. Hak yerini bulsun diye yapılması gereken söz düelloları üstün gelmek için yapılıyor, tuhaf! Her şeyden önce hakka karşı böbürlenmek, insana karşı yapılmış en büyük hakarettir. Hepimizin diğer insanlardan alacağı bir öz vardır, ben bilirim havasına girince o özü alamayız. Maalesef karşımızdakini sırf cevap vermek için dinliyoruz. Haklı olduğuna ısrar azim, haksız olduğuna ısrar kibirdir, bazen doğru olana çok ısrar etmekte kibre giriyor. “Nasıl olurda benim dediğimi kabul etmez, doğruyu söylüyorum” diye hiç öfkelenmeyelim, Peygamberler dinlenmemiş, Allah’a itaat edilmemiş, bizi dinlememişler çok mu?

*Kibir, dini kemal ve dünyalık kemal diye ikiye ayrılır. Dini kemal, ilim ve ameldir, ilim artınca sancılar artar, bizim ancak kibrimiz artıyor, bu gerçek ilim değildir. Esas ilim bize aczimizi bildiren Allah’a yaklaştıran ilimdir, bunun dışındaki fen, kimya fizik, tıp insanda sadece kibir uyandırır, çünkü zor ilimlerdir ve bununla ilgilenen de başarılı insanlardır, doğal olarak ayrı bir havaya girebilirler, bu ilimleri uhrevi ilimlerle birleştirirsek o zaman bunu yenebiliriz. Çünkü insanda tevazu hissini uyandıran, Allah’a kulluk ve ibadet yollarını öğreten uhrevi ilimlerdir. Yine kişi ameliyle övünmemeli başkasını küçük görmemelidir, kendisinin ne geçmiş sevapları yüzünden bu hal onda mevcuttur, ne de bir başkasının geçmiş günahları yüzünden o kişi o haldedir.

*Dünyalık kemal ile kibir ise asalet, güzellik, kuvvet, servet, etrafındaki adamların ve yardımcıların çokluğuyla yapılır. Asilzadeler ilimli insana tenezzül etmez “sen kimsin de bana akıl veriyorsun” diye üstünlük yapmak ister. Güzellik ile kibir, bu daha çok kadınlarda görülür. Servetiyle kibir yapanlar genelde tüccar ve esnaflardır, fakirleri küçük görürler, asıl göremedikleri ise fakirliğin faziletidir, bunu bilmezler. Adam ve yardımcı çokluğu ile kibir yapanlar, bunlarda kavmi, aşireti, akrabası, çoluk çocuğu ile övünürler ki Kur-an’da bununla ilgili ayetlerde çoluk çocuğun hiç bir fayda vermeyeceği belirtilmiştir.

*Kibrin sebebi: Kendini beğenmek, karşıdakine kin duymak ve çekememezlik, riya ve gösteriştir. Karşımızdakine herhangi bir sebepten kızıyoruz, kine dönüşüyor, sonra o kişiden öğüt gelince dinlemiyoruz, hakkı söylüyor olsa bile kabul etmiyoruz, çünkü bizi geçeceğini düşünüyoruz. Eğer suçluysak özür dilemiyoruz. Birde çekemediklerimiz var hasedimizden dolayı o kişiden faydalanmıyoruz, ondaki iyi olan her şeyin elinden gitmesini istiyoruz fakat haset etmek haddi aşmaktır, haddi aşmak şirktir, şirk ise: “Allah’ım sen nimetini kime vereceğini bilmiyorsun” demektir.

*Kibrin alametleri: Surat asıklığı, başı dikmek, yaslanmak, ses tonu, yürüyüşü, duruşu, hareketleri, mimikleri, kendini beğenmek, davete icabet etmemek, küçük gördüğü insanın yanında oturmamak, hasta ve engelli insanlarla konuşmamak, oturup kalkmamak, süslenmektir… Efendimiz: “Güzel elbise gönülde kibri uyandırır” buyurmuşlardır.

O zaman bakalım, kibri nasıl izale edebiliriz?

*Her şeyden önce kibrin Allah’a ait olduğunu düşüneceğiz. Yani insanın evveli yokluk, başlangıcı bile yokluk, sonra Allah var etti ve niteliklerini verdi, neyi kibre malzeme ediyorsun? Bunu bileceğiz.

*Peygamberimizin ahlakını okuyarak tevazu göstereceğiz.

*Hakim Bin Nizam “ben İslam’a girerim ama, ayakta namaz kılarım, secde etmem” demiştir. Alim olduktan sonra bu düşüncesi değişmiştir. Kıyam, ruku ve secde kibri kırmak için vardır, namazlarımızda daim olacağız.

*Hakkı söyleyenin sözünden ağırlanmayacağız, onu tebrik edeceğiz. Eğer yalnızken tebrik ediyor kalabalıkta tebrik etmiyorsak riya(iki yüzlülük) vardır, yalnızken de tebrik etmiyorsak kibir vardır bunu kıracağız.

*En önde oturma sevdamızdan vazgeçecek bazen de ön koltuğu başkasına devredeceğiz.

*Yoksulların arasına karışacağız.

*Hep güzel süslü poşetlerle değil de bazen çirkin siyah bir poşetle yola çıkacağız.

*Yalnızken bile hep güzel süslü kıyafetler giyinmek kibirdir, içeride de bazen sade kıyafetler tercih edeceğiz, içeride hep çirkin dışarıda hep güzel giyiniyorsak riya vardır, buna da dikkat edeceğiz. Elbette ki ilk defa görüşeceğimiz insanların karşılarına temiz ve yeni kıyafetlerimizle çıkmak en doğrusu çünkü “insan kıyafeti ile karşılanır, uğurlanırken ahlakı ile uğurlanır” diye bir söz vardır.

*Tevazu sahibi olacağız, ne çok tevazulu olup zillete düşeceğiz, ne de kibre yol açacak kadar gaddar olacağız. Her şeyin en güzelini yapma hırsı kibirdir, emsallerimizden çok öne geçmemeye çalışacağız. Gelişi güzel tevazu olmaz, ancak ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, davete icabet etmek, giyinişi yürüyüşü, nasihati tatlı dilli ve orta kararlı olmalıdır. Tevazulu olmak bize kolay geliyorsa, zorlanmadan yapıyorsak bu gerçek tevazudur. Kolaylıkla yaptığımız şey bizim ahlakımızdır. Rastgele ortalara gülücükler saçıyorsak bu gerçek tevazu değildir. Zira mümine zillet yakışmaz tevazunun altına düşmemeliyiz. Yapmacık tevazu zillettir, zillet tevazunun en alt kademesidir.

*Kendimizi fazla beğenmeyeceğiz, kendimizi her konuda yeterli görürüz, ilerlememiz durur, gayrete girmeyiz.

*Amellerimizi Allah görür gibi ihlâs ile yapmalı başkasına kanıtlamaya çalışmamalıyız. Kanıtlarımızı Allah’a sumalıyız.

*Marifet iltifata tabidir, yinede ne kendimizdeki marifetleri fazla açıklayacağız ne de başkalarının marifetlerini çok öveceğiz. Sonunun kibre gittiğini unutmayacağız.

* İman nimetine bile kibirlenmeyeceğiz, nice âlimler fasık olarak ölmüştür, müminlerde mürtet(dinden çıkmış)olarak ölebilir, gün gelir fasıklar mümin olabilir unutmayacağız.

*İlim sahibi olcağız. Bilmiyoruz, bilmediğimizi de bilmiyoruz.

*İlmimizin, amelimizin, elimizdeki donanımlarımızın Allah’tan geldiğini, istediği anda bizden çekip alabileceğini bilecek, Allah’ın bu lütuflarını kendimize mal etmeyeceğiz, şükür içinde olacağız. Aldığımız bir nefeste bile bir rolümüz yokken, gün gelip elimizdeki bu verilerin yok olabileceğini gündemimize alacağız. Bütün bu kibre vesile olan verilerin Allah’tan bağımsız bir benlik duygusu geliştirdiğini, fark edeceğiz, anında elimizden alınabilineceğini, hatta hiç verilmemişte olabileceğini, aklımızdan çıkarmayacağız.

İşte kibri izale etmenin yöntemleriydi bunlar. Daha başka özel bir formül sihirli bir değnek yok ki değdirdiğimizde kibri yok etsin… Formül basit, tespit et kendini, kolayına gelen bir maddeden başla…

Serpilay Çilingir / Milat Gazetesi

Ertuğrul Özkök: Bediüzzaman demek Adalet demek

Ertuğrul Özkök dün ve bugün (20-21 Mart) Hürriyet Gazetesinde yazmış olduğu yazılarda Üstad’ın Adalet anlayışından ve adalete bakışından bahsetti, NurNet sitesi olarak o yazılardaki kesitleri sizlere sunmak istedik.

BAKIN O ŞAHSİYET O GÜNLERDE NELER DEMİŞ

Aşağıdaki adalet hakkındaki sözlerini, onun söylediklerinden, biraz bugünün diline uyarlayarak aktarıyorum:

ADALETİN TARAFSIZLIĞI

– “Mahkemeler, adliyeler, insan haklarını muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak gibi mes’uliyetli bir iş deruhte ederler.”

– “Mahkemelerin tarafsızlığı hâkimlerin elindedir. Zira hâkimler, ‘Hukuk-i umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi’ koruma mevkiindedirler.”

– “Adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz. Hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir.”

– “Devlet organları içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye ve tesirat-ı hariciyeden en ziyade bitarafane hissiyatsız bakmakla mükellef olan elbette mahkemedir.”

– “Adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sureten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var.”

– “Hâkim ve mahkemenin tarafgirlik şaibesinden müberra (uzak) ve gayet bitarafane bakması, birinci adalet şartıdır.”

* * *

DELİL

– “Adaletin gerçekleşmesinde en büyük unsurlardan birisi de, hukuki kıymeti haiz delillerin varlığıdır.”

– “Bu cümleden olarak, delil toplanırken objektif olmak şarttır. Hiçbir maddi delile dayanmayan, kötü niyetli ihbarlara ve cezalandırmak kastına dayalı sübjektif kanatlara itibar edilmemesi gerekir.”

– “Şüphe üzerine hüküm verilmez, kesin ve adil bir hüküm için kat’i delillere sahip olmak gerektiği temel bir hukuk kaidesidir.”

– “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin, hiç ehemmiyeti yoktur.”

– “‘Beraet-i zimmet asıldır’ kaidesi, delile dayalı yargılamayı gerektirmekte ve suçu, hukuki yoldan ispat edilemeyen şahsın, prensip olarak suçsuz kabul edileceği neticesini getirmektedir.”

* * *

MÜDAFAA HAKKI

– “Müdafaa hakkı, insanın en doğal hakkıdır ve hiçbir şekilde tahdit edilemez.”

– “Bir savcının 2 saat iddianame okumasına karşılık, kendisine ancak 10 dakika kadar müdafaa hakkı tanınması adaletsiz bir uygulamadır.”

* * *

ŞAHİTLİK

– “Şahitliğin delil olarak kabul edilebilmesi için, ‘Şahidin doğruluğuna galib-i zan hasıl olmak şarttır. Yani şahit olan kimsenin adil olması ve yalan söylemeyeceği hakkında kanaat teşekkül etmelidir.”

Bu sözler, Said Nursi’ye ait. Kimdir Bediüzzaman Said Nursi?

Sürgünlerden, cezaevlerinden çok çekmiş bir insandır.

1876’da doğmuştur. Sultanların tahttan indirilip, sultanların tahta çıkarılmasına tanık olmuştur.

Sultanların, tek adamların istibdadında epey çekmiş, Abdülhamid’e karşı Selanik’e gidip, İttihat Terakki’ye bile katılmıştır.

Risale-i Nur Külliyatı’nın yazarıdır.

Dün de dedim ya, adalete susamıştır, onun suyunu bir türlü kana kana içememiştir.

Yani bugün “adalet” üzerine sözü dinlenecek, tecrübesine kulak verilecek bir şahsiyettir.

– Çekmiş bir insandır, o nedenle, başkalarının da çekmesine içi el vermemiştir.

– Kendi çektiği için, kurunun yanında yaş da yansın dememiştir.

– Büyük resme bakın, gerekirse küçük fotoğraftaki zulümlere gözünüzü yumun gibi bir kelamı asla etmemiştir.

– Bana yapıldı, onlara bin beteri yapılsın gibi bir kinin davasını sürdürmemiştir.

– Ona bir mezar bile fazla görüldüğü halde, o hürriyet duasını kimseden esirgememiştir.
O nedenle bu sözlere kulak vermekte yarar vardır.

NOT: Yeni Asya gazetesi, 23 Mart günü Said Nursi özel sayısı yapıyor. Merakla bekliyorum.

İstibdat denen şey nasıl anlaşılır

MADEM Bediüzzaman’dan söz açtık, onun “Hürriyet” üzerine sözlerine de bir göz atalım.

Dünkü sözleri, Safâ Mürsel’in, Yeni Asya Yayınları’ndan çıkan “Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi” adlı kitabından özetlemiştim.

Kitabın “Hürriyet’in korunması” başlıklı bölümünde, bir ülkede parlamenter idarenin başına gelebilecek en büyük tehlikenin “istibdat” olduğunu söylüyor. Bunlar arasından şu saydıkları dikkatimi çekti.

“Cehalet, inat, garaz, intikam, taklit, hiçbir kayıt ve kontrol tanımamak, şahsi menfaati milletin zararına da olsa her şeyin üstünde tutmak, Cumhuriyeti hakiki ve adil manasından çıkararak istibdada alet etmek…”

Ona göre, bir ülkede istibdat, yani otoriterlik olup olmadığı da şöyle anlaşılır:

– İstibdat keyfi muameleye ve kuvvete dayanan tahakküm ve cebirdir.

– Tek kişinin sözünün geçerli olduğu bir şeflik anlayışıdır. Zulmün temelidir.

– Ferdi ve sosyal çapta sefalet ve zilleti davet eder. Garaz ve husumeti uyandırır.

– Her türlü ihtilafın kaynağıdır.

– Siyasi istibdat ilmi istibdadı getirir.

İleri demokrasiyi tartışırken, Bediüzzaman’ın bu sözlerini de bir kenara not etmekte yarar var.

Ertuğrul Özkök / Hürriyet Gazetesi

Duamızın kabul olması için nelere dikkat etmeliyiz?

Soru: Dualarımızda yanlış ve noksanlar mı var acaba, diye şüpheye düşüyorum. İsteklerimiz gerçekleşmeyince kabul olmayan dualar yaptığımızı sanıyorum. Bilgi verebilir misiniz dua yapma konusunda? Neleri nasıl bir niyetle okuyarak dua yapmalıyız?

***

Elbette hepimiz dualarımızın kabul olmasını dileriz. Bunun için ilk tedbir olarak dualarımızı kabul şartlarını yerine getirerek yapmaya dikkat ederiz.

Bu sebeple dualarımıza salavat-ı şerife ile başlarız, sonunda da salavat-ı şerife okuyarak bitiririz.

-Niçin dualarımıza salavat-ı şerife ile başlar, salavat-ı şerife ile bitiririz?

Çünkü salavat-ı şerife Efendimiz (sas) Hazretleri’ne yapılan duadır. Rabb’imiz Resul’ü için yapılan duaları kabul buyuruyor, reddetmiyor. Öyle olunca biz de dualarımızın başında ve sonunda salavat-ı şerife okuyarak kabul olan iki dua arasına almak isteriz dualarımızı. Böylece iki makbul dua arasında kalan duamızın da kabul olacağını ümit ederiz..

Duada dikkat edilmesi gereken ikinci önemli husus:

-Dua, kalb ve kafa birliği içinde yapılmalı, ağız dua ederken kalb ve kafa başka mevzularla meşgul olmamalı, dilinden dökülen duaları kalb de farkında olarak tasdik etmelidir. Yani ağzıyla dua eden kimsenin kalbi de söylediğinin farkında ve tasdikinde olmalıdır. Yoksa kalb başka şeyler düşünüyor, dil ise ezberlediği başka şeyleri söylüyorsa dille kalb arasında kopukluk var demektir.

Buna ‘gafil kalb duası’ denmektedir. Hadiste “Gafil kalbin duası kabul olmaz.” ikazında bulunulmuştur.

Demek ki duada esas olan, kalbdeki sızlanma ve inlemeler dile aksetmeli, dil kalbin feryatlarını ürperti içinde Rabb’ine arz ediyor halde olmalıdır ki, duanın kabul olma şartı olan kalb ve kafa birliği sağlanmış olsun.

-Duamız kabul olmuyor, zannıyla dua terk edilmemelidir.

Çünkü şartlarına uygun yapılan duada boş dönmek yoktur. Zaten içimizden dua isteği gelince bilmeliyiz ki, Rabb’imiz elimizi boş çevirmeyecek, isteğimizin ya aynını, yahut da daha hayırlısını verecek; hatta dünyada vermese de ahirette verecektir. Çünkü bir şeyler vermeyecek olsaydı, boşa çevireceği elimizi Zat’ına doğru uzatma arzusunu bize ilham etmeyecekti.

Nitekim bu önemli anlayışı Hazret-i Bediüzzaman şöyle vecizeleştirmiştir:

-Vermek istemeseydi, istemek hissi vermezdi!

Gerçekten de Rabb’imiz vermek istemeseydi, istemek hissi vermeyecek, boşa çevireceği elimizi dergahına doğru uzatma arzusu uyandırmayacaktı.

Ancak, gerçek böyle olmasına rağmen bizler bazen ümitsizleşiyor, isteğimiz dünyada yerine gelmezse duamız kabul olmadı, vehmine kapılıyor, duamız boşa gitti, zannına bile düşebiliyoruz.

Halbuki şartlarına uygun yapılan duada boş dönmek yoktur.

Çünkü dua bir ibadettir. İbadet olunca, elimize peşin bir şey geçmese dahi, dua ibadetimizi yerine getirmiş, kulluk borcumuzu eda etmiş oluruz. İşte bu ibadet borcumuzu ödemiş olmak dahi başlı başına bir borç ödemesidir.

Namaz borcu gibi dua borcumuzu da yerine getirmiş olmamızın ifadesidir.

Kaldı ki, hangi nimetin hangi duamız hürmetine bize geldiğini de pek bilemiyoruz. Belki sahip olduğumuz nimetlerin birçoğu kabul olmadığını zannettiğimiz dualarımız hürmetine gelmiş bulunmaktadır.

Aleyhissalat-ü Vesselam Efendimiz, merhamet ve kerem sahibi Rabb’imizin Zat’ına uzanan elleri boş çevirmeyeceğini haber verdiği hadisinde şöyle buyuruyor:

-Allah (cc) merhamet ve ikram sahibidir. Kulun eli O’na doğru ümitle uzansın da o eli boş çevirsin, hayırla doldurmasın, Rabb’im bundan haya eder!.

Yeter ki duamız edebine ve usulüne uygun olarak yapılmış olsun. Bir ibadet şuuru içinde, kalb ve kafa birliği içinde ürpererek yapılsın, ağzın söylediğinden kalb ve kafa habersiz bulunmasın.

Bediüzzaman Hazretleri, kulun yaptığı duasını şöyle tarif etmektedir:

-Dua bir ibadettir. İbadetin faydası ise ahirete bakar. Dünyevi istekler hasıl olmazsa ‘O dua kabul olmadı.’ denilmez. Belki ‘Daha hayırlı şekilde kabul edilerek karşılığı ahirete tehir edildi.’ denir, vakti bitmeyen dua ibadetine devam edilir..

Ahmed Şahin / Zaman

 

‘Çağın Vicdanı Bediüzzaman’ kitabından farklı teşhis ve tespitler…

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ilim ve fikir adamlarının dikkatini çekecek derecede değerli görülen kitabında, Bediüzzaman’ın şahsiyeti, eserleri, hizmetleri konusunda bir psikiyatrist gözüyle çok farklı teşhis ve tespitlerde bulundu.

Bu dikkat çekici teşhis ve tespitlerden bazılarını sizinle paylaşmayı faydalı buldum. Ünlü bilim adamı, gerçek manada ve layık olduğu ölçüde henüz tanınmadığını ifade ettiği Bediüzzaman’ı bir psikiyatrist gözüyle (özetle) şöyle tanıtıyor bizlere:

***

– Bediüzzaman’ı incelerken hem Doğu’yu hem de Batı’yı bilen farklı bir kişilikle karşı karşıya olduğumu anladım. Hayret duyguları veren fikir ve davranışlarını, abartıdan arındırılmış ilmi ölçülerle tarif ve tespite ihtiyaç duydum. İşte bu anlayışla diyorum ki:

O bir idealistti: Çünkü Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir eser olduğunu insanlığa kanıtlamak için 28 yıllık sürgün ve çilelere rağmen geri adım atmamıştı.

O bir innovatifti: Çünkü iman ilimlerinde değişim üretmişti ve ‘ulu kişi’ merkezli değil, kitap merkezli değişimi hayata geçirmişti!

O bir realistti: Çünkü amacına ulaşmak için gücünün yettiği ve kontrol edebileceği çözümler üretebilmişti. Şiddete karşıydı. Namık Kemal’in “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan çıkar” yani “Fikirlerin çarpışmasından hakikat kıvılcımları çıkar” sözünü önemsemişti.

O bir aktivistti: Çünkü sadece eser yazmadı, eserleri Anadolu’da yaygın olarak okunması için vatan sathını bir mektep yaptı.

O bir sosyolog gibiydi: Çünkü yüz yıl önceden bugünü görebilmişti, o zamanda bile Güneydoğu’nun sorununu eğitimin çözeceğini görerek ırkçılığa karşı eğitim istedi. “Cehalet, zaruret ve ihtilaf”ı, üç düşman olarak tanımlayıp Abdülhamid’e çağrıda bulundu ve doğuda din ilimleriyle fen bilimlerini buluşturan bir üniversite kurarak aydınlanmayı savundu.

O bir psikolog gibiydi: Çünkü yazdığı Hastalar Risalesi ve Vesvese Risalesi gibi eserleri, önleyici sağlıkta çözüm üretme kapasitesine sahipti. Hutbe-i Şamiye isimli eserinde ise toplumsal psikolojiyi ilginç biçimde analiz etti ve ümit aşıladı.

O bir savaşçıydı: Çünkü, saldırgan mataryalizmi akıl yürütme yöntemleri kullanarak tek tek çürütebiliyordu. “Büyük cihad, manevi cihaddır” tespitiyle, bu çağda maddi kılıçların kınına girmesi gerektiğini, buna karşılık bu zamanın hakikat kılıcıyla yapılacak bir manevi cihadın zamanı olduğunu söyledi.

O bir direnişçiydi: Çünkü tek partili dönemlerde toplumsal muhalefeti tek başına temsil etti, 18 defa zehirlendiği halde geri adım atmadı, sivil itaatsizliğin bir örneğini sundu.

O bir barışçıydı: Çünkü geliştirdiği müspet hareket metodu ile kavga çıkarmadan amacına ilerledi. Cihad kavramında bu çağa, manevi cihad anlayışının uyduğunu savundu. “Medenilere galebe ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.” diyerek barış içinde mücadeleyi seçmiş, şiddeti reddetmişti. Hatta dini din için seven Hıristiyanlara dahi çok sıcak yaklaşmıştı. Fener Patriği’ni makamında ziyaret etmesi ilginçti.

O bir spiritüalistti: Çünkü ihlas ve samimiyet olarak adlandırdığı büyülü gücü her haliyle yaşayabilmişti.

O bir bilgin ve bilge idi: Çünkü ilimle hikmeti birleştirmişti.

– O sahici bir insan, şefkatli bir üstad, yoksul ama kanaat zengini bir hoca, müthiş bir bellek, keskin bir zekâ, şaşırtıcı bir muhakeme gücüne sahip müstesna kimlikti…

– Tarihte onun kadar yanlış anlaşılmış bir başka yüksek kamete az rastlanır diye düşündüm. Balık okyanusta doğar, yaşar ve ölür; fakat okyanusu bilmez. Bunun gibi, hakikatin kölesi olan hür adam Bediüzzaman’ı da muasırları bilememiş, gerçek kimliğiyle henüz tam olarak tanınamamıştır!..

– Bu konuda yaptığım araştırmada ulaştığım net bilgileri saklayamazdım. Gerçekleri arayanlara yardımcı olmam gerekir diye düşündüm, böylece alışılmışın üstünde çarpıcı örneklerle dolu ‘Çağın Vicdanı’ çıktı ortaya…

Devamı, Nesil Yayınları’nda çıkan 290 sayfalı ‘Çağın Vicdanı Bediüzzaman‘ kitabında.

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version