Ailenin desteği, başarı baskısına dönüşmemeli

Ailelerin küçük yaşlardan itibaren, çocuklarından yüksek başarı beklentisi ve bu beklentiyi karşılamak için de onları eleştirmesi, cezayla ders çalışmaya zorlaması kendilerine olan güveninin azalmasına, çocuklarda düşük benlik algısının gelişmesine sebep olur. Aileler, çocuklarını sınavlar için desteklemeli; ama bu bir tür baskıya dönüşmemeli.

Sınav gerçeği eğitim sisteminin kaçınılmaz bir unsuru. Bu durum sadece ülkemiz için değil, tüm dünya ülkeleri için geçerlidir. Ülkemizde sınava giren bir tek kişi olmasına rağmen, tüm aile fertleri bu süreçten etkilenmektedir. Ailenin ilgi, tutum ve davranışları sınav hazırlık sürecinde davranışları şüphesiz önem arz etmektedir.

Ailenin sınava hazırlanan bir öğrencide hassasiyetin artacağını, her şeye düşüncesizce ve aceleci bir halde tepki göstereceğini, ani duygusal tepkilerle karşılaşacağını bilmesi gerekir. SBS ve YGS-LYS hazırlık sürecindeki öğrencinin yaşı gereği ve sınavın da etkisiyle duygusal tutarsızlıklar, çelişkili davranışlar, bizler için normal olan düşünceleri mantıksız bulmaları gözlenecek durumlardandır. Bütün bunların yanında ailenin güvenini de kaybetmek istemezler.

Sınav başarısı zekâdan çok çalışmayı gerekli kılıyor. YGS veya LYS’de başarılı olmak, çok üstün zekâ ve yetenek gerektiren bir şey değildir. Olması gereken; gencin sorumluluk duygusuna sahip olması, zorluklarla baş edebilme gücü ve sınavın gerektirdiği çalışmalara ilgi duymasıdır. 2.800 öğrenci üzerinde yapılan bir araştırmada, üniversite sınavını kazanan öğrencilerin yüzde 86’sının normal zekâlı, yüzde 10,5’nun normalüstü ve diğer zekâya sahip kişiler olduğu tespit edilmiştir.

Eğer bir öğrenci; “çalışmak istiyorum ama çalışamıyorum“, “motivasyonum yok“, “çalışıyorum, ama başarılı olamıyorum” gibi konuşmalar yapıyorsa bu öğrencide ders çalışma sorunu var demektir. Bu tür öğrencilerde sık sık hayal kurma, ders programına uyamama, yalnız başına ders çalışamama, ders çalışmaya başlasa da sürdürememe gibi istenmeyen durumlar gözlenebilir. Bu durumda olan çocuklar için sürekli ders çalışmaya yönlendirme olumlu bir sonuç vermeyebilir.

Problemler nasıl çözülecek? Ailelerin ders çalışma sıkıntısı yaşayan öğrenciler için öncelikle yapabileceği, çocuklarını iyi tanımalarıdır. Ancak öğrenci iyi bilindiği takdirde gerçekçi hedefler verilebilir. Çocuklarda görülen ders çalışmama problemleri genelde algısal nedenlere bağlı, dikkat eksikliği, motivasyon azlığı ve kendine güvenememe olabilir. Motivasyon eksikliği; öğrencilerin ders çalışmayı bir amaca ulaşmak için bir basamak olarak algılamıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Aileler, çocuklarına eğitimin, iyi bir mesleğe sahip olmanın yanında iyi bir insan olmanın gereği olduğunu fark ettirmelidirler.

Ailenin sınavlara hazırlık sürecinde gencin “ergenlik ve sınav gerçeği” gibi zorlu bir dönem yaşandığı gerçeğinden hareketle problemlerini konuşabileceği, sorunlarını paylaşabileceği uygun iletişim ortamı hazırlamalıdır. Paylaşımcı aile modeli, gencin karşılaştığı problemleri çözerken diğer yandan da başarısındaki etkisini mutlaka arttıracaktır. Unutulmamalıdır ki, sınav hayatın sadece bir basamağıdır. Sınav hiçbir zaman zekâyı ölçmez. Sınavların sadece sıralama işlevi vardır.

Sınav uğruna normal hayat düzeni bozulmamalı. Sınava hazırlanan öğrenciler için evdeki fiziksel ortam ders çalışmaya uygun hale getirilmelidir. Fakat bu düzenlemeler yaparken evi kamp alanına çevirmeden hoşgörülü bir ortam sağlanmalıdır. Günlük hayatta gereksiz sınırlamalar yapmak öğrencide “ailem sınavı kazanmamı çok istiyor, her isteğimi yerine getiriyor. Benim de mutlaka başarılı olmalıyım” gibi bir düşüncenin oluşmasına sebep olur. Bu tür düşünceler ise öğrencide sınav kaygısını tetikler.

Aile olarak “Her zaman yanındayız” mesajı önemlidir.

Faruk Ardıç / Fem Dershaneleri Rehberlik Koordinatörü / Zaman Gazetesi

Bir Demet Gülle Kapına Geldik Üstadım

Ebedi saadet kapısının son asırdaki bekçisi,
Saadet kapısının anahtarını onun elinden alanlarının teşekkürnamesi,
Çeşit çeşit bahar çiçekleri destesi
Müteşekkir gönüllerin bam teli bestesi

Mazlumiyetlerin, mahrumiyetlerin Osmanlı’nın son karakolunu kasıp kavurduğu, ve imana karşı saldırıların savurduğu bir dönemde..

Barla derelerinde bir yalnız adam..

Adı artık olmuş Bediüzzaman, yıldızlar artık onun ile birlikte konuşur, bulutlar ağlar alem-i İslam’ın melaline o ağladığı zaman.

Bediüzzaman bir yalnız adam, davasında yalnız, çilesinde yalnız ve rüyasında yalnız…

Az yiyor, az içiyor. Üzerinde 70 yamalı bir çuha, sadakayı reddediyor, hediye almıyor. Yemeğini karıncalarla paylaşıyor, “bunlar cumhuriyetçilikte insanlara üstad oldu” diyor.

Örneğimiz Nebilerdir; Onlar ki ümmetlerinden ne ücret istedi ne de dünyalığa boğuldular. “Üstadım bu kama, bu şalvar pek garib” diyor Van Valisi.

Zamanın gereğince sana bir kıyafet giydirelim” deyince,  “Olmaz!” diyor büyük mütefekir.. “Asıl güzellik ilim ve irfandadır, bu kıyafet benliğimdir gerçek gariplik benliğinden utanmandadır!

Önde yıllanmış çuhası ile Bediüzzaman,  fakrı ve şükrü rehber edinmiş; kendine savcı iddia ediyor, güya bu muttaki adam dini alet ediyormuş geçimine, hakim sormakta

İşi yok, geliri yok.. ne yiyor, ne ile yetinir bu adam?

Üstad haykırıyor;

Benim gıdam iktisattır, davası ALLAH olan davası ile yetinir. İnsan sadece ekmekle doymaz, hakikatli bir söz de gıdadır demedi mi Hazreti İsa, semadan inen bıldırcın eti ile doymadı mı kavm-i Musa?

İlmin izzeti ile çatılmış kaşları, küfrün belini kıran bakışları, yirminci asırda bir sahabi gibi yaşıyor. Dost da düşman da kabul etmiş ki, bu adam Sahibüzzaman.

Pencerede gözüyle değil de basireti ile gören bir adam durmakta. Karşı kız mektebinin bahçesini seyrederken nazarı elli yıl sonrasına bakmakta. Görüyor ki o oynayanların bir kısmı mezarda azap içinde. Bir kısmı da ölümü arzulayan biçareler.. “İşte” diyor, “Vazifemiz ölümün yüzünü güzelleştirmek” dökülüyor kaleminden daha nice vecizeler, “En bahtiyar odur ki, dünya onu terk etmeden o dünyayı terk eder imanına ahiretine sahip çıkar, böylelerin milletin imanına hizmette ne cennet sevdası ne de cehemnem korkusu çıkar. Zaman iman kurtarma zamanı…” demiş, şeytandan Allah’a sığınıyor. “Yaydığım Kuran nurudur, vaktim yok düşmanlığa, alevleri gökleri sarmış bir yangın var. İçinde evladım yanıyor, imanım yanıyor…

Mahpus damında zehirlenmiş bir Said, ölüm etrafında kol geziyor, o hâlâ davasının peşinde etrafa nurlar saçıyor;

Ölseydim, kurtulurdum; yaşadım, milyonların imanı kurltuldu!” diye şükrediyor. Değil haklarının peşinde, dudaklarında hayatına kasdedenler için mırıldandığı dua…

“Allah’a havale ediyorum” bildiği tek beddua..

Bediüzzaman, zamanı güzelleştiren adam. Biliyordu bir mezar taşı olmayacağını ki yıllar önce  kazıdı ona mezar taşı olacak gönüllerimize. “Yıkılmış bir mezarım ki yığmışlar içine Said’in ömrünün elemlerle dolu her senesini, sonuncusu olmuştur o mezara bir mezar taşı. Beraber ağlıyorlar alem-i İslam’ın hüsranına. Mezar taşım ile birlikte ah u enin ederek gidiyorum yarınımın mahşer meydanına. Yakinen biliyorum ki geleceğin dünyası ve bütün bir Asya kıtası birlikte olacaklar İslam’ın nurlu eline teslim ve gülşene dönücek İslam dünyası…

Bediüzzaman zamanın ötesine seslenen adam;

Ey benden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş sessizce nurun sözünü dinleyen ve gaybi bir nazarla  bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler… sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız.. “sadakte-doğru söyledin” deyiniz, böyle demek sizlere borç olsun. Şu muassırlarım varsın beni dinlemesinler, tarih denen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin için konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet âsâ bir baharda geleceksiniz, şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açıcaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz; mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarımıza uğrayınız, o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız, kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız, mezarımızdan “henien leküm-helal olsun” sesini işiticeksiniz…

İşte sana geldik ey koca üstad! Bir demet gülle geldik… Senin ektiğin nur tohumları nice çiçekler bitirdiler. Hani Hafız Ali senin için ve senin namına öldü demiştin, işte sana senin gibi Allah Rasûlünü ve Kur’anın nurunu rehber edinmiş nice muhafız Aliler getirdik. Hani sen kendine “ebu laşey” demiştin, olmayan şeyin babası.. işte sana davan yolunda kendini hiçleyen evlatlar getirdik. Hani sen Beyazıt Camii’nde Kur’anın hakikatlerini şeytana dahi kabul ettirmiştin, işte sana bu münazarayı üniversite koridorlarına taşıyan Hamzalar, Osmanlar, Tahirler getirdik. Hani sen “İslam davası için bir Said değil bin Said feda olsun” demiştin, işte sana dinleri için davaları için kendilerini feda eden binler Saidler getirdik.

Hani sen “Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda İslam’ın sedası olacak!” demiştin, işte sana bu sedayı gür sesleriyle haykıran yiğitler getirdik.  Hani bizden bir “sadakte-doğru söyedin” ifadesini duymak istemiştin, işte sana varlıklarıyla doğru söylediğini haykıran gençler getirdik.

Mazinin derin derelerinde yaşadığı halde adı istikbalin yüksek kulelerine yazılacak olan koca üstad, bu bize düşmez ama sana bir de geleceğin ufuklarından selam getirdik, şu Horhor medresesinde duyduğumuz “henien leküm” sadana cevaben senin ektiğin nur tohumlarının açtığı çiçekleri koklayan geleceğin ışık ordusunun seslerini duyar gibi oluyoruz.

Onlarla birlikte bizler de sana, ey zamanı güzelleştiren Üstad! Henien leke, henien leke-helal olsun sana, helal olsun sana!” diyoruz.

İşte bir demet gülle sana geliyoruz.

Bedirhan Sulhi Taşcan / Herkul.org

Ehl-i beyti severiz, ehl-i beyti sevenleri de severiz!

-Ehl-i beytin anlamı nedir, ehl-i beyt kimdir, ehl-i beyti sevmenin hükmü nedir?

-Ehl-i beyt, ev halkı demektir. İslam dünyasında ehl-i beyt denildiği zaman Peygamberimizin hane halkı, ailesi anlaşılır. Bir başka tanıma göre:

Ehl-i Beyt, Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir. (1) Hz. Rasûlullah’ın kendisine tâbi olan amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır. (2)

Peygamber Efendimizin ehl-i beytini sevmek farzdır. Müslümanların boynunun borcudur.

Ehl-i beyt, aynı zamanda ehl-i sünnettir. Yani Peygamberimizin yoluna, izine, âdetine, ahlakına ve emirlerine bağlı kimseler demektir. Bunların arkasından gidenlere, Peygamberin sünnetine bağlı yaşayanlara daha sonraları “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” veya kısaca “sünnî” denildi. Sünnî demek, Hz. Peygamber’in sünnetine bağlı, ibadette ve Kur’an’ı uygulamada Hz. Peygamberi örnek alan insan demektir. Öyleyse Peygamberimizin ehl-i beyti, yani başta Hz. Ali (r.a) efendimiz ve diğerleri sünnî idiler. Çünkü Peygamberin sünnetine herkesten daha çok bağlı kimseler onlardı.

Alevî demek, Hz. Ali’yi ve ehl-i beyti sevmek ve onlara taraftar olmak demekse bu anlamıyla Alevîler de sünnîdir. Çünkü Hz. Ali (r.a) sünnî idi. Bu gün Sünnîler, Hz. Ali’yi seviyorlarsa ki bunda asla şek ve şüphe yoktur. Bu anlamıyla Sünnîler de alevîdir. Öyleyse Müslümanları alevî ve sünnî diye ayırmanın anlamı ne?

Hocam ama Alevilerin ibadet tarzları ayrı, bizim gibi namaz kılmıyorlar, bizim gibi İslam’ı anlamıyor ve yaşamıyorlar? derseniz; ben de derim ki:

-Sünnî olup ta nice namaz kılmayan ve İslam’ı yaşamayanlar var. Bunları ne yapacağız?

Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanıyan, inanan, seven, onların imanını ve İslam’ını yaşayanlarda değil. Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanımayan, inanmayan, sevmeyen ve onların imanını ve İslam’ını yaşamayanlardadır. Öyleyse gerek Sünnîlere ve gerekse Alevîlere düşen her şeyden önce ehl-i beyti tanımaya, tanıtmaya, Allah’tan gelen Kur’an’ı, Peygamberden ve Ashabdan gelen İslam’ı bir an önce öğrenmeye girişmektir. Herkes otursun, lütfen inandığı Kur’an’ı öğrensin ve örneğim dediği Peygamberini tanısın. Bunları öğretecek ve tanıtacak âlimlerin sohbetine katılsın, dersini alsın, aydınlansın, aydınlatsın.

SÜNNÎLERİN HZ. ALİ EFENDİMİZİ SEVMESİ

Sünnîler, Hz. Ali Efendimizi (r.a) ondan önceki üç halife kadar severler. Hatta bunları birbirlerinden ayırt etmezler. Camilerinin ve kalblerinin dört duvarına Allah (c.c), Muhammed (s.a.v)’in isimlerinden sonra dört büyük halifenin isimlerini yazmışlardır.

Hz. Ali’yi seviyorum deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı hayat sürenler ne alevî olabilirler ve ne de sünnî. Seyyidim deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı yaşayanların hakiki seyyid olamadıkları gibi.

Peygamberimiz, risalet görevine karşılık kimseden bir ücret istememiştir. Sadece ehl-i beytine sevgi istemiştir. (3) Peygamberimiz ehl-i beytini seviyordu. Kıyamete kadar devam edecek olan İslâmî hizmetlerin o kanaldan devam edeceğine inanıyordu. Ümmetin onları sevmesini de bu yüzden istiyordu. Dolayısıyla ehl-i beyti sevmek, Peygamberi sevmek, onları üzmek Peygamberi üzmek anlamına geliyordu.

Peygamberimiz, ahirete irtihal etmeden önce ümmetine iki şey emanet etti. Bunlardan biri Allah’ın kitabı Kur’an, biri de ehl-i beyti idi. “Bu iki emanete (sahip çıkarsanız,) sımsıkı sarılırsanız Allah da size (sahip çıkacak,) sapmayacaksınız,” (4) buyurdu.

Şu halde Kur’an’dan sonra sahip çıkılması gereken en büyük emanet Efendimizin sünneti ve ahlakı, aynı zamanda sünnetini ve ahlakını yaşayan, yaşatan ehl-i beytidir. Peygamberimizin bu vasiyetini yerine getirmek, her Müslüman’ın boynunun borcudur.

SİNEMİZDE AÇILAN KERBELA YARASI BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN YARASIDIR

Ne yazıktır ki bunun tersi olmuş, zorbalıkla Müslümanların başına gelen zalim ve ırkçı yöneticiler -ki bunlardan biri Yezid’dir- Peygamber’in ehl-i beytine en büyük zulmü reva görmüş, Hz. Hüseyin’in ve yakınlarının katili olmuşlardır. Sinemizde adetâ kapanmayan bir yara açmışlardır.

Bu acı ve feci olay, sadece Caferîlerin, Şiîlerin ve Alevilerin acısı değildir. Bu acı Sünnilerin daha doğrusu bütün Müslümanların acısıdır. Bu sebeptendir ki hiçbir sünnî Müslüman, çocuklarına “Yezid” adını vermemiştir. Neden? Çünkü Yezid, Hz. Hüseyin ve yakınlarının katilidir. Ama bir çok sünnî Müslüman’ın ve çocuklarının adı Ali’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir. Çünkü bunlar, bütün Müslümanların canıdır ve cânânıdır. Bütün Müslüman’lar, ehl-i beyti canlarından çok severler ve sevmelidirler. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için gerekirse canlarını bile verirler, vermelidirler. Çünkü bunları Peygamber yadigârları ve emanetleri bilirler. Sünnilere göre bunları sevmek, Peygamberi sevmek, Peygamberi sevmek de Allah’ı sevmektir. Nitekim Kur’an da buna işaret etmektedir. (5)

Sünnî Müslüman’lar, elleriyle göğüslerini, zincirlerle sırtlarını dövmezler ama, Hz. Hüseyin efendimizin ve yakınlarının başına gelenlerden dolayı onların da içi kan ağlar.

Müslümanların birlik ve bütünlüğünden yana olan Caferî, Şiî ve Alevî kardeşlerden beklenenler şunlardır:

1-Hz. Hüseyin efendimizi (r.a) anma törenlerinde alevî-sünnî beraberliğine kuvvet verecek barış mesajlarına kuvvet verilmelidir.

2-Caferiliği, Şiîliği ve Aleviliği İslam’dan ayrı bir şey görenlere veya İslam’ın alternatifi bir din haline getirmek isteyenlere fırsat verilmemelidir.

3-İlim ve bilimde tüm İslam kaynaklarından istifade edilmeli, “bunlar sünnîlerin kaynakları” diyerek uzak durulmamalıdır. Alevî, Caferî ve Şiîlerin çocukları da devletin Kur’an Kurslarında, İmam-Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde okumalıdır.

4-Alevilik, Hz.Ali’yi sevme düşüncesinden kaynaklanmış bir inançsa ki öyledir; Sünniler bundan rahatsız olmazlar. Tam tersi Hz. Ali Efendimizin sevilmesinden de, sevenlerden de memnun olurlar. Ama Hz.Ali’yi sevme uğruna diğer halifelere ve ashaba dil uzatılmasından, aleviliğin İslam’ın alternatifi bir din şeklinde takdim edilmesi gibi tekellüflerden, -bırakın sünnîleri- ne Hz. Ali Efendimiz memnun olur, ne ehl-i beyt memnun olur, ne Peygamber Efendimiz memnun olur ve ne de Yüce Rabbimiz memnun olur. İslam’da olmayan şeyleri İslam’a sokmaya çalışmak ne sünniye, ne de alevîye bir şey kazandırmaz. Tam tersi hem dünyada, hem de ahirette zarar getirir, azar getirir, gazap getirir, azap getirir.

Hz. Ali (r.a) Efendimiz, kendisinden önceki üç halifenin yani Ebûbekir, Ömer ve Osman (r.a) efendilerimizin 20 sene müsteşarlığını yapmış, onlar halife iken onlara hep yardım etmiş, destek vermiş, fitnenin baş kaldırmasına izin vermemiştir.

Hz. Alinin bu tavrı onun faziletindendi. Hâşâ bazı nâdânların dediği gibi takıyyesinden değildi. Zaten Allah’ın arslanı ve İslam’ın kahramanına takiyye yakışmaz. Eğer Hz.Ali, üç halifeyi haklı görmese ve onlara biat etmeseydi, asla onlara boyun eğmezdi. Nitekim oğlu Hüseyin (r.a) efendimiz, Yezid’i, hilafete layık görmediği için ona biat etmemiş; canını, doğru bildiği yolda feda ve kurban etmeyi göze almış, kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. Peygamberin ehli beytine ve ehl-i beyt severlere yakışan takıyye değil, sadakat, teslimiyet ve Allaha’a isyan edene isyandır. Velev ki sonunda şehadet bile olsa.

Hz. Ali Efendimize sormuşlar:

-Neden senden önceki üç halife zamanında fitneler, senin zamanındaki kadar çok olmadı? Cevap vermiş koca İslam kahramanı:

Onların zamanında ve etraflarında onları koruyan bir Ali vardı, ama benim zamanımda ve etrafımda beni koruyan bir Ali yoktu.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181

2-Bkz:Ibn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384. Beyrut, 1993

3-Şûrâ, 42 / 23

4-Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9; Tirmizî, M0065nâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26

Maneviyat büyüğü Maruf-u Kerhi’den ibretli örnekler…

Vefatından sonra da tasarrufu devam eden Bağdat’ın büyük velisi Maruf-u Kerhi, aslında İranlı Hıristiyan bir ailenin çocuğuydu. Hıristiyanların öğretmeye çalıştıkları üçlü Allah inancı aklına yatmayınca ailesini ve çevresini terk ederek Bağdat’a kaçan Maruf, imam Ali Rıza’nın medresesine sığınır. Ehli Beyt’in 8. imamı sahip çıktığı bu gence der ki:

-Büyük dedem Hazreti Resulüllah, İranlı Selman-ı Farisi’yi Ehli Beyt’inden sayarak sahip çıkmıştı, şimdi ben de İranlı Maruf’u Ehli Beyt’imden sayarak sahip çıkıyor, hane halkımdan biri gibi yetiştirmek istiyorum! Öğrenim devren bitinceye kadar yanımda kalabilirsin..

Böylece Hıristiyan ailesinden kaçan Maruf, din adına aradığı gerçeklerin İslam’da olduğunu Ehli Beyt imamından aldığı eğitimde anlar, kısa zamanda örnek bir Müslüman genci haline gelir.

Bu sıralarda Kufe mescidinde dinlediği büyük mutasavvıf İbnü’s-Semmak’ın şu cümlesi de Maruf’u çok etkiler:

“Hangi kul, Allah’a bütün varlığıyla yönelirse Allah da ona tüm ikram ve ihsanlarıyla karşılık verir, mahrum bırakmaz!..”

Bu hatırlatma da genç Mâruf’un bütün varlığıyla Yaratan’ına yönelmesine sebep olur.

Bu sıralarda Maruf’taki hızlı gelişmeyi gören mezhep sahibi Ahmed bin Hanbel’in değerlendirmesi de şöyle olur:

– Bir Müslüman’ı kurtaran, önce kuvvetli imanı, sonra ihlaslı amelidir. Maruf’ta ise bu iman ve ihlaslı amel imrenilecek dereceye ulaşmıştır!..

Medine’de yaşayan büyük veli Süfyan bin Uyeyne; ziyaretine gelen Bağdatlı Müslümanlara “Büyük veliniz nasıldır?” diye sorar. Onlar da “Kimdir bizim büyük velimiz?” deyince, “Hıristiyan ailesinden kaçıp gelen Mâruf’u kast ediyorum.” diyerek şöyle tembihte bulunur:

“Mâruf’u önemseyin. Siz Maruf’u önemsediğiniz takdirde Allah da sizi önemser, irşadından istifade etmeyi nasip eder.”

Bağdat’taki eğitim merkezlerinde kısa zamanda kendini yetiştiren Maruf, artık kendisi de öğrenci yetiştirmeye başlar, hayatını hizmete vakfeder. Seriyyüs’Sakati gibi maneviyat büyüklerini yetiştirdiğine bakılırsa nasıl bir hizmet içinde olduğu tahmin edilebilir. Şu sözler ona aittir:

-Hayatımızı İslamî hizmete öylesine vakfetmeliyiz ki bu sırada dünyamızı kaybetsek üzülmemeli, kazansak sevinmemeliyiz. Çünkü bu hayatın hedefi, dünyayı değil, ahireti kazanmaktır! Ahiretini kazanan ise hiçbir şeyini kaybetmemiş sayılır..

İslam’ı sadece sözle değil, halle de anlatmak gerektiğini ifade eden Maruf şöyle der:

-Bir kul hayra layık hale gelirse, Allah ona halle örnek olma kapısını açar, dilinden önce hali konuşur.

Hayatı boyunca maruz kaldığı zorlukları derin tevekkülüyle yenen Mâruf bu konuda da şöyle der:

-Hayatınızda Allah’a öylesine tevekkül edin ki, bütün sıkıntılarınızda dayanak ve desteğiniz yalnız Allah olsun, başka kimseden destek aramaya gerek duymaz hale gelin..

Bağdat’ta kendisini yetiştirip hidâyete erdikten sonra, dönüp Hıristiyan anne-babasını ziyarete giderek onların da hidâyetine sebep olan Maruf, anne-baba hakkını şöyle ifade eder

-Elinde hürmetle tuttuğun Kur’an-ı Kerim’e bakman nasıl ibadetse, anne-babana bakman da öyle ibadettir. İbadetin birini öne alıp ötekini geriye atman mümkün olmaz..

Bir adam Maruf’un İslamî hassasiyetlerini görünce merak ederek der ki:

– Senin böylesine hassas yaşayışın ahirette hesap verme korkundan mıdır? ‘Hayır!’ der. ‘Kabir azabı korkundan mıdır?’ Yine ‘Hayır!’ der. ‘Öyleyse cehennem azabı korkundandır.’ deyince Mâruf şu karşılığı verir:

-“Bu saydıkların nedir ki? Benim bütün hassasiyetim, bu saydıklarının tümünü de tasarrufunda tutan Rabb’imin rızasını kazanmak niyetimdendir. Zira O razı olduktan sonra bu saydıklarının hepsinden de korur ve kurtarır kulunu. Yeter ki kul, önce Rabb’inin rızasını kazanmış olsun.”

Bütün varlığıyla İslam’a hizmete yöneldiğinden dolayı dünya malı adına hiçbir şeye sahip olmayan Maruf, yetiştirdiği meşhur talebesi Seriyyüs’Sakati’ye vasiyetini şöyle yapar:

-Vefatımın vaki olduğu anda hemen gömleğimi çıkarıp bir yoksula verin, dünyaya nasıl geldi isem ahirete de öyle gitmek istiyorum, hesabını vermek zorunda kalacağım bir dünya malı kalmasın zimmetimde diye düşünüyorum.

Yarın: Maruf’tan olayları yorumlama örnekleri!..

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Sabah Namazlarını Camide Kılanlara, 100’er $ (Dolar) !

Çok zengin bir hayırsever, 15.01.2012’den 31.01.2012 tarihine kadar 15 gün sürekli, sabah namazlarını camide kılanlara, 100’er $ (Dolar) para verecektir. Kişi sınırlaması olmayıp, vaat edilen yüzer dolar caminin içinde ve çıkış sırasında verilecektir. Yanında bir başkasını getirene de 100 $ verileceği gibi, getirdiği kişi başına kendisine ayrıca 50’şer $ daha verilecektir.

Çok ciddi gazetelerde ve televizyonlarda böyle bir ilân görseniz, ne yapardınız?
1. İnanmazdım ve camiye gelmezdim.
2. Pek inanmazdım fakat, beklide doğrudur düşüncesiyle, camiye gelirdim.
3. Bu fırsat kaçırılmaz, düşüncesiyle uyanamama endişesiyle çok ciddi tedbirler alarak, mutlaka gelirdim.
4. Kişi sınırlaması olmadığı için, bütün sevdiklerimi de ikna ederek camiye getirirdim.
5. Yanımda getireceğim kişiler için ayrıca bana para verilmese bile, onların mahrum olmaması için yine bütün sevdiklerimi getirirdim.

***

Aslında yukarıdaki ilân gibi, çok ciddi bir ilân da var, uygulaması da var. Fakat insanlığın %95’i 1. maddeye göre hareket ediyor. Yani İNANAMIYOR…

Bunu bir iddia zannetmeyiniz, realite böyledir. Aşağıda izah edeceğim fakat, önce bir başka gerçeği hatırlatayım ki konumuz çok daha iyi anlaşılsın.

Şöyle ki:
Zaman zaman şahit oluyoruz. Bazı büyük AVM.leri reklam amaçlı olarak, bazı günler ilan ederek, % 50-60 veya %90 avantajlı satışlar yapıyorlar. O günlerin sabahında, hattâ gece yarısında o mağazaların kapılarında büyük kuyruklar oluşuyor değil mi?
İzdihamlar, kavgalar ve yaralanmalar da olmuyor mu?
Üstelik yine de para harcıyorlar, para almıyorlar…
Peki ama bu ilgi, alâka ve izdiham niçin? Çünkü, az da olsa avantajları olacağına inanıyorlar. İnandıkları için de o sıkıntılara katlanıyorlar. Bunun başka izahı olamaz…

***

Buraya kadar hemfikiriz herhalde.
Şimdi ben size bundan çok daha avantajlı bir alışverişin İLÂNINDAN bahsedeceğim. Bu ilânda da kişi sıralaması yok. Bu ilânda boş dönmek yok. Bu ilânda daha fazla gelenlerin size zararı yok, faydası var. Bu ilânda getirdiğin kişi için ayrıca teşvik pirimi var. Bu alışverişte haksızlık, kıskançlık ve bağış yetmeme olmadığından izdiham da yok.
Üstelik de bu ilânı veren “fani bir zengin” değil, ezel ve ebed Sultanı, “GANİYYİ MUTLAK” ve gücü her şeye yeten, Rahîm ve Kerim olan yüce Allah dır (C.C.)…

Bakınız, Dünyanın en doğru sözlüsü olan Hz. Muhammed-ül emîn (S.A.V.) in İLÂNI aynen şöyle:
“Vaktinde kılınan SABAH NAMAZININ sadece sünneti bile, dünya ve içindekilerden hayırlıdır.” Dikkat ediniz, “Dünya ve içindekilerden” buyuruyor…

Dün bir toplantıda, cam kenarında boğaza bakıyordum. Sahildeki yalıların en ucuzunun 20 Milyon TL civarında olduğunu hatırladım. İstanbul içindeki tüm malvarlıklarını, menkulleri ve yalıları düşündüm. Diğer (kuyumculardaki altınları, bankalardaki paraları v.b.) menkul ve gayrimenkul değerleri hatırladım. Sonra da bu Hadis-i Şerifi düşündüm. “İstanbul ve içindekiler” demiyor, “dünya ve içindekiler” buyuruyor!…

Sonra da gafletimizin ve vurdumduymazlığımızın derinliğini düşünerek, utandım…

Namazların camide ve cemaatle kılınmasına dair, ayrıca tehdit ve teşvik edici Hadîs-i Şerif de şöyle:
• “Mazeretsiz olarak evde namaz kılan erkeklerin, evlerini başlarına yıkasım geliyor” mealinde Hadis-i Şerifler olduğu rivayet ediliyor. (Bkz.: Riyazüssalihîn, Rumuz-u Hadis v.s.)

Şimdi bir de neticeye bakalım:
İnsanlığın % 95’i yukarıda belirtilen 5 maddeden, birincisine göre yaşamıyor mu?
2. Maddeye göre hareket edenler de bulunuyor belki, ne kadar az.
3. Maddeye göre yaşayan bahtiyar insanların sayısı ise %5 civarında gözüküyor.
Aslında 4. ve 5. Maddelere göre yaşamamız gerekirken, acaba niçin böylesine vurdumduymaz yaşıyoruz? Bunları hiç düşündük mü?…
Sakın 1. maddeye göre yaşandığını (yani, “inanmadığımız için camiye gitmiyoruz” sözünü) söylemeyiniz. Çünkü bu insanlığımıza hiç yakışmaz. Akıl bâliğ oluşumuza ters düşer. Başka sebepler bulmaya çalışalım.

Meselâ:
• “Birçok ülkede olduğu gibi, bizim ülkemizde de yarım asırdan fazla bir fetret devri yaşanmıştı. Jandarma ve polis baskınlarıyla, Kur’ân ve Risale okuyanlar basılarak hapsedildi. Bu nedenle birçok kimse bu konuda zorunlu ve silâh zoruyla câhil bırakıldı.” Denilebilir.

• “İnsan azıcık PEŞİN avantajı, milyonlarca değerindeki GELECEK avantaja tercih ediyor da onun için” denilebilir.

• “Şeytan ve nefis veya şeytanlaşmış beşer, hepimizi meşgul ederek, bunları bize düşündürmüyor.” denilebilir.

Fakat hiçbir mazeretin geçerli olmadığı bir hesaplaşma günü olan Mahkeme-i Kübra, asla akıldan çıkarılmamalıdır. Yukarıdaki avantajlara çok ama pek çok ihtiyacımız var. Çünkü oradaki ömrümüz 70-80 yıl değil, 7000-8000 yıl değil, milyar veya trilyon yıl da değil, sınırsız ve ebedî bir ömür için bu sermayeleri burada hazırlamak zorundayız.

Bunları tedarik etmek için, seferber olmamız gerekirken, vurdumduymaz davranmamız bizlere çok pahalıya mâl olabilir. (Allah c.c. hepimizi muhafaza etsin.)

• Enbiya Sûresi, 1. Âyet:
İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler.

• Bakara Sûresi, 284. Âyet:
Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir,…

• İbrahim Sûresi, 34. Âyet:
O (Allah) size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız asla sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!…

Yüce Rabbim bana ve hepimize kalıcı ferâset ve bu konuda azami gayret versin. Âmin.

Moralhaber.Net

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version