İhlas Bir Kalp Amelidir

İhlâs bir kalb amelidir. Yapılan bir amelde sadece Allah’ın rızasını gözetme niyetidir. Allah (c.c.) da niyet ve amele göre insana değer verir Evet: “O, sizin suret, şekil ve dış görünüşlerinize değil, kalplerinize ve kalbi temayüllerinize bakar ” (Müslim, Birr, 33)

Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin, zira Allah,(c.c.) sadece amelin halis olanını kabul eder “ (Münavi)

İhlâsta dört temel vardır. Bir binanın dört duvarı gibi birbirleriyle kenetlenmiş bir durum arz edilmektedir. Bediüzzaman hazretleri ihlâsı yirmi birinci Lem’a da dört düstur yani dört kural üzerinde izah etmektedir.

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde Rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse te’siri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabûl ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.

Amelinizde Rıza-i İlahi olmalı: Cenab-ı Allahın rızası üzerinde hareket etmek ona ittiba ile olur. Yani onun emirlerine riayet etmek, onun sevdiğini sevmek ve eşref-i mahlûkat olan Resülullah (a.s.m.)’ın ahlakına her şeyimizi benzetmekle olur. O da Allah’a iman varsa onu sever ve onun sevdiği tarzı yapar, dürüst ve güzel ahlakı tamamen ona dayandırılarak ittiba etmektir. Bu teslimiyetle Allah’ın rızası alındıktan yani kendini ona beğendirdikten ve sevgisini aldıktan sonra kişi kıymete mazhar olur.

Bir rivayete göre: Hazreti Musa aleyhisselam’a bir çoban gelir, “Ya Musa Allah’a söyle bizden ayrı kalmasın yanımıza gelsin, yırtık çarığını diker, saçını tarar, onu sever ve ona her türlü hizmeti yaparım” der. Hz.Musa çobanı azarlar. O sırada Cenab-ı Allah, (c.c.) şöyle ferman eder: “Ya Musa! Kulum beni nasıl tanıyorsa öylede sever, onu azarlama, aramızdaki sevgiye karışma”. Bu rivayette anlaşılıyor ki Cenab-ı Allah’ı herkes bildiği şekliyle sever, Yeter ki kul; Allah’la (c.c.) sevgi ve tevazu bağını koparmasın. Kemalin alameti tevazu ve sevgidir. İhlas, sadakat ve sünnet-i seniyye dahilinde bilerek ve inanarak tevazu gösteren hem Allah tarafından hem de toplum içerisinde bir kıymet alır. Görüldüğü üzere Kişinin kıymeti keyfiyetindedir. Onun için Kamet-i kıymetine göre insan değer alır. Allah (c.c.) da niyet ve amele göre insana değer verir.

İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki, nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez; bir gözü bir gözünü tenkid etmez; dili kulağına itiraz etmez; kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlariyle, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

Peygamber-i Zişan veda hutbesinde, ‘’Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu şaşırmazsınız. Biri Kur’an diğeri sünnetimdir.’’

Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim:

Herkes kendi görevini doğru yaparsa, bildiğini doğru işlese güzel emsal teşkil eder. Evvela kişi İslami doğru öğrenmek, ilmiyle amil olmak, bildiğini doğru söylemek, iletişimi hal ve beden diliyle aktarmak, yazı ile anlatmak gibi prensipleri kendi uyguluyorsa o zaman Kur’anı yaşıyor demektir.A llah’ın Kitabına uyan her Müslüman, Allah’ın Kitabı’yla amel edecektir, Kur’ân-ı Kerim’in ihtiva ettiği bütün inanç esaslarına iman ettiği gibi, gerek ahlâka, gerekse ibadete dair bütün hükümlerine de inanacak ve onları hayatına uygulayacaktır. Eğer biz İslamiyet’i ef’alimizle (fiilen) yaşasak, sair dinlerin mensupları, cemaatler halinde İslam’a girecektir. Onun için her Müslüman bildiği doğruları evvela kendi yaşamalıdır. Temel prensip olarak, Kur’an hizmetinde bulunan kardeşlerimizi tenkit etmemek ve gıpta damarlarına dokunmamak lazımdır. İnsanın nasıl iki eli veya iki gözü birbirlerine rekabet etmez bir diğerine yardımcı oluyorsa, Kur’an hizmetinde bulunanlar da aynen birbirlerine yardımcı olmaları gerekir. Çünkü Kur’an hizmetinde rekabet olmaz.

Resulüllah (a.s.m.)’ın Sünneti:

‘’Ey Muhammed! De ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız o halde bana ittiba ediniz ki; Allah da sizi sevsin’’ (Ali İmran:31)

Bediüzzaman bu ayeti şöyle tefsir etmektedir: ‘’Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa Habibullaha ittiba edilecek. İttiba edilmezse; netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur.’’

Resulüllah’ın sünneti, al-i beyt’ini sevmekle olur. Her şey gibi Âl-i Beyt’i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. Bu ölçü ise, Resulüllah Efendimiz (a.sm.)’ın Sünnet-i Saniyesini, bütünüyle yaşamaktır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Âl-i Beyt’ten vazife-i Risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyye’sidir. Sünnet-i Seniyye’yi terk eden hakikî Âli Beyt’ten olmadığı gibi, Âl-i Beyt’e hakikî dost da olamaz.” ( Dördüncü Lem’a, Üçüncü Nükte)

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakda bilmelisiniz. Evet, kuvvet hakdadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar. Evet, kuvvet hakda ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı isbat eder ve kendi kendine delil olur… yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet; yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakıyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyyen şüphem kalmadı… Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu’cizevârî kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Azam (K.S.), o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri, ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz.

“Umur-u uhreviye de haset ve müzahemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.”

Müslümanların birlikte hareket etmesinin önündeki en büyük engel, duyguların kontrol edilememesi ile ortaya çıkmaktadır. Müslüman aslında yüksek bir himmet ve gayret sahibidir. Ancak himmet ve gayretler bazen ehliyetsiz kişilerin elinde yanlışa alet olabilmektedir. Her insan tabiatında var olan rekabet etme duygusu, İslam cemaatleri arasına girince, dini bir vecibe olan işlere, ihlâssızlık şeklinde yansımaktadır. İhlâs ise, yapılan bir amelde sadece Allah’ın rızasını gözetme niyetidir. Bu temel niteliğin bozulmasını Bediüzzaman, Müslümanların “zillet ve mağlubiyete düşme” sebebi olarak görmektedir. Bu duygunun özellikle dini hizmet ve çalışmalarda nefislerimize tahakküm etmesini ortadan kaldırmak için müellifin şu tespitleri dikkate değerdir:

“Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz… Kıskançlık eden ya riyakârdır; a’mâl-i saliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, a’mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor.(Köprü dergisi) İşte burada muhtaç olduğumuz sır tamamen ihlâstır. Bediüzzaman ihlâsın muhafaza prensiplerini önermektedir.

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir… Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir… Mesleğimiz “Halîliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül-esâsı, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gâyet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.”

İnsan hatadan hali değildir. Günah ve hata insan olmanın sonucudur. Herkesin hem insanlara, hem de Allah’a karşı eksikleri vardır, olabilir. İslam birliğini temin edecek nurani rabıtalardan birisi de hatalardan imkân nispetinde sarfınazar ederek, iyilik ve faziletleri dikkate almaktır. Hiç kimse, günah ve kusurunun yüzüne çalınmasından hoşnut olmaz. Bu noktada, Uhuvvet Risalesi’ndeki şu ifade dikkate değerdir: “Mü’min kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lûtufla ıslahına çalışır.”

Lutufla ıslah; güzel söz, tatlı dil, eksik ve kusurları dolaylı yollarla ifade etmektir. Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın hayatında bunun mükemmel örnekleri vardır. Peygamberimiz (a.s.m) kusurun adresini vermez, “insanlardan bazıları şöyle şöyle yapıyorlar…” diyerek insanları rencide etmemeyi tercih ederlerdi. Tahakküm ve baskı ile yanlış düzeltmek, kaş yapayım derken göz çıkarmak gibidir. İnsanların çoğu, nefis ve havanın baskısına maruz kalarak tahakküme karşı direnç gösterir. Pek az insan, kendi günahını söyleyen kişinin tahakkümüne katlanabilir. O halde isabetli adım, eksiklerin “lutufla ıslahına” çalışılmasıdır. Bu yol birleştiricidir. Diğeri ise, ekseriyetle ayrılmaya sebebiyet verilmektedir.

“Hiç bir günahkar, başkasının günahını yüklenmez” (Fatır, 35/18)

Bediüzzaman, Kur’an ayetinin mealini hatırlatarak, hatalar yerine iyiliklerin ve faziletlerin dikkate alınması halinde, insan ilişkilerinde adaleti tesis eder. Mü’minde iman ve İslam gibi çok sayıda masum sıfat varken bir iki hata ve günahı sebebi ile kötülük ve günahkârlıkla mahkûm etmek; onlara düşman olmak zulümdür. Çünkü mü’mindeki iman, “Kâbe gibi hürmete layıktır. İslami sıfatlar Cebel-i Uhud kıymetindedir.” Hata ve kusurlar ise Kâbe’ye karşı yerdeki çakıl taşları nispetinde kalır. Şu halde birçok İslami sıfatları yanında çakıl taşları gibi hata ve kusurlarıda taşıyan Müslümanlara, hataları sebebiyle düşman olmak zulümdür. İşte bu zulmün ortadan kaldırılması için mü’minlerin birbirlerine kardeşçe ve ihlâsla yaklaşmasıdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Maddi ve manevi rızkınızın artmasını ister misiniz?

Maddi ve manevi rızkınızın artmasını ister misiniz?

Şükredin..

Evet, içinizden gelmese de; daha pek çok isteğim yerine gelmedi; eksiklerim ihtiyaçlarım diz boyu; dua ediyorum ediyorum  bir türlü isteklerim verilmedi deseniz de.. Şükredin..

Elhamdülillah.. Elhamdülillah.. Elhamdülillah..

Niye mi?

Bediüzzaman Hz(RA): “Şükür, nimeti ziyadeleştirir” diyor. (1)

Şükür, maya gibidir; az olan bir nimete şükür mayası katılınca nimet ziyadeleşir; bu Cenab-ı Hakk’ın madde alemindeki tasarrufunda külli bir kaidedir. Nasıl ki dünyada  yer çekimi kanunu var, her şey ona göre hareket ediyor; aynı bunun gibi maddeye hükmeden melekut aleminde de bazı kanunlar var ki bugün idrak edeceğimiz “Şükür kanunu” onlardan bir tanesi.

Peki neye şükredelim?

Bu yazıyı okuyabildiğimize göre “göz ve akıl” nimetlerinden başlayabiliriz.

Bana verdiğin şu bir çift gören göz nimetin için; bana varlıkları anlamamı sağlayan ve menfaat ve zararımı ayırt ettiren akıl nimetin için, çok şükür Ya Rabbi!

“Bu öğün de karnımı helal rızıkla doyurduğun; ne yiyeceğim diye kara kara düşündürmediğin için, şükür Ya Rabbi!”

Şükrün geniş kapısından hepimizin sahip olduğu ve çokça istifade ettiğimiz bu iki nimetle girmiş olduk. Bakalım bu kapının açıldığı alemde başka neler var..

Şükrün tarifini yaparken Bediüzzaman Hz(RA): “İşte ona(Mün’im-i Hakiki’ye) teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur” diyor. (2)

Nelere ihtiyaç hissediyoruz ve onlar verildikçe bizim için “nimetler” sırasına geçiyorlar?

Başımızı sokacak bir ev, kimseye muhtaç olmayacak kadar geçim bolluğu yani maddi rızık, meşgul olacağımız bir iş, zaman, sıhhat, sevdiklerimiz yani anne, baba, eş, çocuk, akraba, taallukat, arkadaşlar, dostlar, sonra daha iç alemimizde huzur, isabetli fikir, Allah’a yakın bir kalp, Kur’an ilmi vb. çok uzun bir ihtiyaç listesi yazabiliriz. Bunların hepsine tamamen olmasa da çoğuna kısmen sahibiz, değil mi? Öyleyse “sahip olduklarım” diye bir liste daha yapsak kaç madde çıkar? Yukarıdakilere ilaveten hepimizin en az 5 maddesi daha çıkacaktır. Öyleyse.. pek de fakir biri sayılmayız.

Listemizdekileri tek tek inceleyip bizim için ifade ettikleri kıymete bakacak olursak:Benim aslında epey çok şeyim varmış.. Az zengin birisi değilmişim.. Hatta eski asırlarda yaşamış padişahların saraylarından daha konforlu bir evim, daha lezzetli yiyeceklerim, daha çok bilgiye sahip olma imkanım var. Maddi ve manevi varlıklar yönünden epey imkanları olan birisiyimdiye düşünmeye başlarız.

Hatta sağlık nimetini düşününce “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” Kanuni Sultan Süleyman Han’ın meşhur sözünü söyleriz.

Şükür kapısıyla girdiğimiz bu alemdeki seyahatimize biraz daha devam edelim..

İçinde yaşadığımız bu dünyada kendisine maddi, manevi nimetler verilen sadece “biz” miyiz? Etrafımızdaki tüm insanların da bizim gibi upuzun bir “sahip olduklarım” listesi var.. ve bu liste sürekli değişip tazeleniyor; yaşa, duruma göre nimetler farklılaşıyor, artırılıyor azaltılıyor ama herkese ihtiyaçları nisbetinde bir “ihtiyacını karşılama” muamelesi yapılıyor, değil mi?

İşte bu herkese, hatta her canlıya, bitkiye, hayvana yapılan nimet verme, nimetlendirme muamelesine Bediüzzaman Hz(RA) Kur’an’daki tabiri ile “in’am fiili” demiş. Kainatta her canlı ve cansızın ihtiyaçlarını görüp, bilen ve münasibince karşılayan fiil, in’am fiilidir. Nimetten o nimeti bize veren eli yani nimetlendirme muamelesini fark etmemiz ise meseleye tefekküri şuurumuzun dahil olmasıyla hakiki manada bir şükürdür. (3)

Şimdi kocaman, azametli bir ağaç hayal edelim. Fark etmeye başladığımız “nimet verme” fiilinin bize verdiği bütün nimetleri o ağacın dallarının uçlarına takalım. Ağacımızın üst dallarında üzerinde yaşadığımız dünyamız, Samanyolu, güneş, toprak, su, hava, bitkiler, hayvanlar gibi herkesin istifade ettiği nimetler olsun. Alt dallarında ise anne-baba-aile, akrabalar, arkadaşlar, dostlar, sıhhat, iman gibi daha bize hususi nimetler olsun. Ve daha yazı ile ifade edemeyeceğimiz pek çok detaylı ve bize nimet olan şeyleri ağacımızın dallarına yerleştirebiliriz. Mesela ufak bir nezaket, bir tevafuk, bir hatırlanma gibi ruhumuzu âbâd eden ayrıntılar da nimetler sırasında yerini alabilir.

Şimdi bir adım geriye çıkıp hepsi bize ait olan ve dalları kırılacak derecede nimetlerle yüklenmiş bu ağaca bakalım..

Şu dalda sallanan karaltı cep telefonum yada laptopum, gülümseyen şu teyze bizim apartmandaki komşu, el sallayan bebek halamın torunu, ufak yaprak kadim dostumun bir mesajı, kucağını açmış bana gülümseyenler anam-babam vs.. gibi hayal edelim. Canlı ve daim dolup boşalan bir ağaç.. Bu koskoca ağaç ve üstüne takılan nimetlerin hepsi bizim..

Ne deriz?

Elhamdülillah..

Bu sefer içimizden gelerek söyledik değil mi? Meğer ne kadar zenginmişiz.. Bediüzzaman Hz(RA) bu ağaca “in’am şeceresi” yani “nimet ağacı” demiş. (4)

Ne kadar güzel ve zenginmiş bu in’am ağacı.. Veren eli ve tüm verilmişleri görmek insana kendini çok kıymetli ve zengin hissettiriyor ve otomatik olarak verene karşı teşekküre yani şükre sevk ediyor. Bize böyle ağaçlar, kainatlar dolusu ikram eden bir Allah, hiç bizi sevmez olur mu? Bizi sadece dünyada vereceği nimetler için yaşatıyor olabilir mi? Elbette burada gördüklerimiz, tattıklarımız numunelerdir, ta ki asıllarına müşteri olup onları talep edelim. (5)

İşte dünya, buradaki gölge ve numunelerden asıllarına yol bulduğumuz bir meydan-ı talim ve cihaddır.

Peki “bana verilmeyen nimetler, inam ağacımın boş dalları ne olacak?” derseniz bunu inşallah bir sonraki yazımızda değerlendirelim.

Herkese bol şükürlü günler duasıyla..

İn’am ağacımızı şükür suyuyla sulamayı unutmayalım ta ki yeşersin, büyüsün, meyvedar olsun..

Ya Rabbi! Bizi çok şükreden kullarından eyle. Amin.

Nabi

www.NurNet.Org

————————————-

(1) Lem’alar ( 275 )

(2) Mektubat ( 399 )

(3) Mektubat ( 225 )

(4) Mesnevi-i Nuriye ( 123 )

(5) Sözler ( 37 )

Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallah

“Bu da güzeldir”

 

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ

 

cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev’inden bir iki cümlesini söyleyeceğim.

Gördüm ki:  Gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm.

Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hayalen müşahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zâtlara selâm ettiği gibi, “Binler selâm {(Haşiye): Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba, dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse; ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder; ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerim’ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zât-ı Risaletteki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz!} sana Ya Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum.

Güya bütün ins ü cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cinn ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim. Hem o getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye, o hediyesine şâkirane bir mukabele nev’inden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlık’ımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, manasını hayalen hissettim.

O Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) ubudiyeti cihetiyle -halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle- rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle -Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle- selâm ister. Nasılki cinn ve ins adedince selâma lâyık ve cinn ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten herbirinin namına bir salâta lâyıktır. Çünki getirdiği nur ile herbir şeyin kemali görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve herbir masnu’daki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kali de olsaydı, “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah” diyecekleri kat’î olduğundan biz umum onların namına “Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallahi biaded-il cinni ve-l insi ve biadedi-l meleki vennücum” manen deriz.

 

فَيَكْفِيكَ اَنَّ اللّهَ صَلَّى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَتْ

(28.Lema’dan)

Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Ahlâki Vasıfları

Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve İslâm büyüklerinin mübarek sözlerinin ışığında, Yüce Resulüllah (s.a.s.)’ın ahlâkî vasıflarını özetlemeye çalışalım.

* Rasulüllah (s.a.v.);

* Çok adildi,

* Nefsine hâkimdi,

* Cömertti, şefkatliydi,

* İnsan severdi, Dosttu,

* Edep ve hayâ abidesiydi,

* Sert değildi, yumuşak idi,

* Güler yüzlü, tatlı sözlüydü,

* Çok mütevazı idi, vakurdu,

* Sözünde mutlaka dururdu,

* Boş ve lüzumsuz konuşmazdı,

* Karşısındakini candan dinlerdi,

* Çocukları çok sever ve okşardı,

* Beyaz giymeyi tavsiye ederlerdi,

* Fazilet sahiplerine saygı gösterirdi,

* Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı,

* İlim, hikmet çağlayanı, sabır timsaliydi,

* Dünya malına asla rağbet göstermezdi,

* Dinlemesini, söylemekten fazla severdi,

* Hayatı iman ve cihad olarak görmüştür,

* Zulüm ve sömürünün amansız düşmanıydı,

* Eli çok açıktı, cömertliği deryadan farksızdı,

* Sofradan daima doymadan, yarı aç kalkardı,

* Atılgandı, tehlikeden korkmazdı, heybetliydi,

* İnsanların faydası için, kendi rahatını terk ederdi,

* Daima Hakk’ın ve haklının yılmaz savunucusuydu,

* Namazı noksansız kıldıranların en hafif kıldıranıydı,

* Kimseye fena söylemez, kimsenin sözünü kesmezdi,

* Herkesin isteğini mümkün olan ölçüde, yerine getirirdi,

* Temizliğe son derece ehemmiyet verir ve riayet ederdi,

* Kahkaha ile gülmez, fakat daima mütebessim bulunurdu,

* Çalışmaya, ilim ve irfana, icat ve keşiflere teşvik etmiştir,

* Sosyal adaleti ve kardeşlik hukukunu en güzel o uygulardı,

* Modern medeniyetin öncüsü ve insanlığın manevi mimarıdır,

* Uyurken mübarek sağ elini, mübarek yanağının altına koyardı,

* Özel işlerini kendisi yapardı. Döşeği içi hurma lifi dolu deridendi,

* Güleceği zaman mübarek elini, mübarek ağzının üzerine koyardı,

* Akrabasını ve komşusunu hatırdan çıkarmaz, onlara ikramda bulunurdu,

* Gelmiş ve gelecek insanların en cesur ve en kahramanı, en kuvvetlisiydi,

* İlk defa insan haklarını tam manasıyla o açıklamış ve bunu tatbik etmiştir,

* İnsanlara madde ve mevkisine göre değil, takva ve ahlâkına göre değer verirdi,

* Hanımlarına karşı insanların en yumuşağı ve ikramlısıydı, 0nlara karşı daima tebessümlüydü,

* Ekseri yediği arpa ekmeği ve hurmaydı, Allah’ın huzuruna kavuştuğu vakit, evinde az bir arpadan başka yiyecek maddesi bulunmamıştı,

* Ne yer, ne içerse hizmetçisine de aynısını verirdi, vefat ederken son anlarında dahi “Elinizin altındakilere (hizmetçi ve işçilere) iyi davranmamızı, onların haklarını gözetmemizi ve namaza dikkat etmemizi” tavsiye buyurmuştu.

* Cahil bir toplumu, dünyanın en insani, en müreffeh devleti haline getirmiştir, O’nun tebliğ ettiği İslam Nizamı’nı hayatlarına gerçek manasıyla tatbik eden cemiyetler, yine aynı şekilde dünyanın ve insanlığın efendisi olurlar,

*Rasulüllah (s.a.v.) her yönden örnek alınacak en mükemmel insandır, Her Müslüman’ın O’nu en güzel şekilde öğrenip tanıması; Onun yüce ahlâkını yaşamaya ve yaşatmaya çalışması lazımdır,

ÇÜNKÜ O’NUN AHLÂKI, KUR’AN AHLÂKI İDİ.

Cenab-ı Allah (C.C.) bizleri O’nun şefaatinden mahrum etmesin!

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Sosyal Medya (Facebook) ve Risale-i Nur Hizmeti

Bugünlerde  “Sosyal Medya”  (Özellikle de Facebook) en çok konuşulan şeylerden biri olmaya başladı.

Nedir bu Sosyal Medya?

Basitçe  şöyle açıklayabiliriz;

Nasıl ki insanlar bir mahallede  komşularıyla, akrabalarıyla, kardeşleri, baba ve annesi ile, köşedeki bakkal ile, gazete aldığı büfe ile, yemek yediği lokanta ile, işe gittiğinde iş arkadaşları ile  sürekli bir iletişim halindedir. Onları ziyaret eder, onların hatırlarını sorar, onlara misafirliğe gider. Her gün hiçolmazsa onlardan birkaç tanesi ile mutlaka diyalog halindedir. Her gün onlardan birkaçtanesi ile derdini, sevincini, ona hoş gelen bir hadiseyi veya moralini bozan bir sıkıntısını veya şevke medar bir haberi paylaşır.

İşte şimdi insalar bunların hepsini Facebook, Twitter, Friendfeed, Linkedin ve Bloggerlar gibi ortamları kullanarak internette yapıyorlar. Buna da kısaca Sosyal Medya deniyor. Artık sosyal medya hayatımızda o denli aktif oldu ki her gün Facebook’a girip, birkaç güzel şey paylaşmadan, birkaç arkadaşa selam vermeden, birkaç resim paylaşmadan duramuyoruz. Öyle ki, artık firmalar da bu sosyal mekanlardaki insanlara ulaşabilmek için ciddi paralar harcıyorlar.  Hatta Amerikadaki Firmalar tarafından tv ve gazetelere verilen reklam harcamalarından daha fazla parayı bu mecralardaki insanlara ulaşmak için harcar oldular. Sadece Türkiyemizde Facebook’u 29 milyon kişi (neredeyse) her gün kullanıyor.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi ve eserleri olan Risale-i Nur’ların meydana gelmesi zamanına  hayalen gittiğimizde, adeta “Soysal Medya’nın” bu davanın başlangıcından itibaren gayet başarılı bir şekilde kullanıldığını görüyoruz.

Üstad Bediüzzaman  şimdiki e-mail veya (yeni hali ile) Facebook/Twitter mesajı gibi yöntemlerin o zamanki şekli olan mektuplaşmayı ve telgraflaşmayı belki de devletten sonra en çok kullanan kişidir. Şimdilerde nasıl ki insanlar Facebook vesilesiyle birbirlerine tanışma öneriyorlar, O zamanlar da Üstad Bediüzzaman, mektuplar ile talebelerini birbiri ile irtibatlandırıyor. Mektup, telgraf ve kısa pusulalarla Onların hallerini soruyor. Mektup gönderdiği kişiye diğer talebelerini sorup  onlar hakkında da bilgiler öğrenmek istediğini söylüyor, onları dolaylı olarak birbirleri irtibatlı olmalarını sağlıyor. Şimdilerde nasıl ki e-maillere word/excell dosyası iliştirip gönderdiğimiz gibi, o zaman da Üstad, nur talebeleri mektuplarının içine yazdığı risalelerden koyup gönderiyor. Toplam 6000 sayfalık eserlerin, o zamanlada elle en az 500.000  nüsha yazıldığını düşünerek, bu şekilde birbirleri arasında elden teslimlerle onbinlerce mektubun yazılıp paylaşıldığını söyleyebiliriz.  İşte size harika bir Sosyal Medya Başarı Hikayesi.

Risale-i Nur eserlerinin içinde üç fasikülün tamamen bu mektuplardan oluştuğunu, ve diğer kitaplarında ise parça parça bu mektupların bulunduğunu, o zaman elle bunların yazılma adetlerini de düşünerek ve  bir milyonu bulan nur talebesinin  birbirleri arasında binlerce mektubun yazılmış olduğunu yaşayan ağabeylerden öğrendiğimizde,  sosyal medya’nın o zamanki hali ile bu eser etrafında toplanmış olan kitlede ne denli mükemmel olarak kullanılmış olduğunu anlamak mümkün.

Şu anda Her bir kişinin Facebook veya Linkedin sayfasında ortalama 100 kişinin olduğu kabul ediliyor. Aynen o zaman da her bir talebe ortalama yüz kişi ile elden ele ulaştırılan mektuplar vasıtasıyla irtibatlandırıldığını düşünürsek, Her bir şehirdeki bir nur talebesi “nur santrali”, başka şehirlerde veya ilçelerdeki nur santralleri ile irtibatlandırılmış.  Kitaplardan öğrendiğimize göre o zamanlarda en az 500 bin nur talebesinin olduğunu kabul edersek, muazzam bir Sosyal Medya Networku oluştuğunu görüyoruz.

Yani Bediüzzaman Said Nursi ve Talebelerinin vasıtaların imkansızlıkları içinde, kanunların haksız yere sıkıştırdığı bir devirde, yasakların, baskı ve işkencelerin olduğu bir ortamda (ilkel ve bir o kadar da zor olmasına rağmen) böylesine muazzam bir yolla birbirleri ile öyle bir Sosyal Medya Networku kurmayı başarmışlar ki hayrette kalmamak mümkün değil.

Mesela siz Kars’ta, Suriyede veya Irakta’sınız ve Üstadınız Bediüzzaman’a mektup yazacaksınız. Resmi yollarla ile yollamak imkansız olduğu için, mecburen Linkedin veya facebook’taki sosyal medya zincirinin benzeri şekilde kurulmuş olan bir yol izleyerek göndermek zorundasınız. Bu yazdığınız mektup, Bediüzzaman hazretlerine gelene kadar belki 10, belki 30 el değiştiriyor.  Ve nihayet mektup aynen yerine ulaşıyor. Aynı şekilde cevabı da yine aynı yolla o kişiye ulaştırılıyor. Zincirde  kopma hiç olmuyor.  İşte bu şu anda, Linkedin’de veya Facebookta ve Twitter’da  yapılan şeyin ta kendisi. Şu anda bu mektupların az bir kısmını Barla Lahikası, Kastamonu Lahikası ve Emirdağ Lahikası adlı eserlerde görebiliyoruz. Gerisi ise nur talebelerinin kendi arşivlerinde “Bediüzzamandan bir Hatıra olarak” saklanıyor.

Belki de bu geçmişin tecrübesindendir ki bugün interneti ve Sosyal Medya’yı en iyi kullananlar arasında Risale-i Nur talebeleri bulunuyor. Bugün Said Nursi veya Risale-i Nur kitapları için açılmış yüzlerce siteden ve Facebook Fun Sayfasında bahsedebiliriz. Her bir okuyucu dünyanın neresinde olursa olsun, Barla Lahikası, Emirdağ Lahikası ve Kastamonu Lahikası kitaplarından aldığı iletişim dersi ile diğer bir okuyucu ile kolaylıkya irtibat sağlıyor iletişimini güçlendiriyor ve birbirini destekliyorlar.

Bence bu cemaat “sosyal medya” Gurularının önünde saygı ile eğilmesi gereken bir başarıya bundan 60-70 yıl önce imza atmışlar. Onlardan ve Lahika kitaplarındaki iletişim sisteminden alınacak çok dersler var. O nedenle bi süredir bu eserleri dikkatle incelemeye çalışıyorum. Duanızla belki önümüzdeki Sempozyumda bir seminer konusu olarak işleyebiliriz.

Nusret TÜMAY

Sosyal Medya/İnternet Marketing Uzmanı.

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version