Dumanı Üfleyenler Bir Kez Daha Düşünsün

TÜTÜNSÜZ CAMİİ-ÜSKÜP 

İki kardeşmişler. Biri müthiş tiryaki imiş. Kardeşinin bütün ikazına rağmen sigara içmeye yıllarca devam etmiş. Sonunda hastalanmış ve sigarayı bırakmış. Tabii ki , “Neden daha önce vazgeçmedim?” diyerek de çok pişman olmuş.

 O derin pişmanlık ile, hemen bir karar vermiş: Bütün ömrünce içtiği sigaraların parasını hesap etmiş. Bu tesbiti yaptıktan sonra da ortaya çıkan toplam para ile bir cami yaptırmış. Böylece, Üsküb’ü hala süsleyen güzel bir mabet ortaya çıkmış:

Tütünsüz Camii…

Vehbi Vakkasoğlu

Makedonya Üsküp’te bulunan bu camiide 520 yıldır ibadet ediliyor. Dumanı üfleyenler neyi üflediğini birkez daha düşünsün.

Konya Gençlik Şöleninden Notlar

GEL DEDİ… GELDİLER

TÜRKİYE’NİN her bölgesinden yaklaşık 5000 kişinin katıldığı şölene, katılımcılar Cumartesi günü gelmeye başladılar. Konyalı Yeni Asya okuyucuları 86 Sivil Toplum Kuruluşunun desteğiyle cumartesi günü 1000 kişiyi misafir etti. Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, şölen için şehre gelen misafirlerle bizzat ilgilendi. Konya Büyükşehir Belediyesi, şölene büyük destek verdi.

Münir Şahin Ağaryılmaz ve Yasin Yapalak’ın sunuculuğunu üstlendiği şölende Risale-i Nur Enstitüsü Gençlik Kurulu Üyesi, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği öğrencisi İbrahim Erdoğan bir açılış konuşması yaptı. Açılış konuşması yapan bir diğer isim de Amerikalı Nur talebesi İmran Kurter’di.

Kurter, “Amerika büyük devletlerden biri ama manen çökmüş de bir ulus… Amerikan ailelerinin birçok manevî problemi var. Genç insanlar inançlarına, gündelik hayatlarına yönelik problemler yaşıyorlar. Fakat çözüm elimizde. Bir yanımızda Kur’ân sünnet diğer yanımızda Risale-i Nur bizlere çözüm sunuyor.” diye konuştu.

Amerika’da neler yaptıklarını anlatan Kurter, İngilizce Risale-i Nur metinlerini Amerikan aksanına ve İspanyolcaya çevirdiklerini bunun öncelikli işleri olduğunu söyledi. Amerikalıların her sene hatırı sayılır bir artışla İslâm’a kucak açtıklarını ifade eden Kurter, yaptıkları sohbetlere gelenlerin çoğunun yerli Amerikalılar olduğunu belirterek sözlerine şöyle devam etti: “Bizler Amerika’da sizlerin kardeşleriyiz bizlere dualarınızı eksik etmeyin. Risale-i Nur’un mesajını dünyaya duyurmak için aşk ve şevkle çalışıyoruz. Belki birkaç yıl içinde Risale-i nur konferanslarını, şölenlerini Amerika’da yapmak için hepinizi oraya davet edeceğim.”

Gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular da yaptığı tebrik konuşmasında gençleri, topluma huzur iklimlerini sunacak iman ve güzel ahlâkla bezenmeleri ve müspet ilimler alanında en iyi şekilde yetişmeleri için şartlar hazırladıklarını kaydederken gençlerin ortaya koyduğu çalışmaları Bediüzzaman’ın müjdelediği baharın gelmesi olarak nitelendirdi. Açılış konuşmalarının ardından Yunus Emre Orhan “Afyon’un Zindanları” isimli şiiri seslendirdi. Şölende Musab Oran ve Mehmet Sarı’nın oynadığı skeç, güldürürken düşündürdü.

Risale-i Nur Gençlik Şöleni’nde bir de 22-23 Nisan tarihlerinde Ankara (erkekler masası) ve İstanbul’da (hanımlar masası) düzenlenen Gençlik Kongresinin deklarasyonları sunuldu. Ele aldıkları konuyu, Risale-i Nur perspektifiyle inceleyen gençler, sorunlara muhtemel çözümleri ve güncel tartışmaları bu sonuç metinleriyle dile getirdiler. Şölene gelen davetlilere girişte üstünde numara yazılı ayraçlar dağıtıldı, program esnasında yapılan çekilişle 50 şanslı kişi; cep telefonu, saat, gümüş çerçeve, İbrahim Özdabak karikatür albümü, dergi ve gazete aboneliği, gibi ödüller kazandı. Şölen öncesi fuaye alanında Mehmet Kutlular, Sami Cebeci, Halil Uslu, Hayrettin Ekmen, İbrahim Özdabak, Ali Vapurlu ve Sebahattin Yaşar kitaplarını imzaladı.

Elif Nur Kurtoğlu-KONYA

yeni asya

Hakiki Muhabbet Eden Hakiki Düşman Olamaz

İslam dünyasının ve Müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çareleri:


“Müminler, muhakkak ki, kardeştirler. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, ta ki: siz rahmete erişesiniz.”(hucurat 49/10)


Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman ederler. Eğer Müslümanlar bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.


Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci vecih bir önceki yazımızda izah edilmiştir.


İkinci Vecih:


Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.


Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek. Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.


Bediüzzaman İslam dünyasının ve müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çarelerin Hutbe-i Şamiye’de bu konuyu şöyle izah etmektedir:


Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.


Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.


Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbaplarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.


Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur.


Bugünkü dünya üzerinde cereyan eden olumsuzlukların yegâne sebeplerinden biri, devletlerin kendi otoritelerini zorla ve tahakkümle halkına kabul ettirmek, milletin ananelerine ve inançlarına müdahale etmek, milletini hakir görmek ve milli gelir dağılımında ayrıcalık yapmaktır. Bu olumsuz tutum ve davranışların neticesinde husumet meydana gelir. Onun için evvela devlet halkı ile barışık ve güven içinde olmalıdır. Netice itibariyle bir devlet milletine veya millet devletine güvenmiyorsa o devlette isyan ve terör çıkması muhtemeldir.


Bediüzzamanın, ıslah için kullanacak iki araç olan “nur ve topuz”un yani nasihat ve cebrin aynı elde olmaması lazım geldiğini belirtir. Bu ifadeden anlaşıldığı üzere hem birey hem de toplumu ıslah etmenin aracı zor ve tahakküm değil, belki karşılıklı sevgi ve samimiyeti göstermek ve neticede toplumun devletine, devletin milletine güven duymasıyla olur. Sosyal hayatta ailelerin idaresinden tut ta devletlerin idarelerine kadar birbirleri ile geçinmenin ve anlaşmanın tek çaresi maslahat ve uhuvvettir. Uhuvvet ise birbirlerine güven, iyi ilişki ve diyalogla olur.


Mü’minler ahiretin mezrası olan dünyada da birbirlerini desteklemelidirler. Yalnız bu destek diğer insanların haklarını gasbetmeyecek şekilde vahdete ulaşmak gayretini göstermek lazımdır. Vahdet, mü’minler arasında olduğu gibi, aynı bölgenin insanları veya unsurları ile bir anlamda ortak kimlik oluşturanları da beraber yaşamaya davettir. Her ne kadar insanlar arasında birlik ve beraberliği, yardımlaşma ve dayanışmayı kapsamakta ise de asıl İslamiyet’le ilgilidir. Çünkü küfrün mahiyetinde dostluk ve kardeşlik yoktur. Ancak kâfirler de kendi aralarında uhuvvet ve muhabbeti gösterebilirler.


Bediüzzaman fertler arası çıkabilecek ihtilaf ve çatışma alanlarını birer birer kapatırken sınıflar arası veya meslek ve meşrepler arası çıkabilecek çatışma alanlarını da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın zorunlu sonuçlarından olan meslek ve meşreplerin farklılaşması ve kademelenmesi gerçeğini teslim ettikten sonra bu farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi ve en etkin meslek olduğunu iddia edebilir, etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin kötü ve bâtıl olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.


Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan.daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan İmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı İmân ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.


Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.


Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.


Aynı taburda bulunduğun insana dostane bir bağla yaklaşırsın ve aynı kumandanın emri altında bulunduğundan arkadaşane anlayışla yaklaşırsın. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, kardeşce bir ilişki hissedersin. Halbuki imanın sana verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği Allahın isimleri ile tevhid alakaları ve birleşme bağları ve kardeşlik bağları vardır.


Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.


Bütün bunlar birliği sevgiyi ve kardeşliği gerektirdiği gibi, dünyanın kürelerini birbirine bağlayan manevi zincirler oldukları halde, nifak ve şikaka ve düşmanlığa sebebiyet veren basit ve ehemmiyetsiz şeyleri tercih edip mü’min’e düşmanlık beslemek, kin bağlamak o birlik bağına ne kadar saygısızlık, muhabbette karşı alaylı ve uhuvvete karşı bir zulüm olduğu anlaşılır.


Hz.Ömer (ra)


Bir kişinin camide abdest kaçırma durumu karşısında o kişi mahcup olmasın diye


Kardeşlerim, öğlen namazı yakındır, abdestli bile olsak abdest üstüne abdest almak nurdur, kalkalım hepimiz abdest alalım. Der.


İşte görgü kuralı da, kardeşlik bağı da böyle olmalıdır.


Rüstem Garzanlı/Diyarbakır


www.NurNet.org

Anne Babaya Öf Bile Demeyin!

Cenab-ı Allah(c.c.), Kuran-i Kerim’in birçok ayetlerinde, anaya babaya itaat edilmesini emreder. Çünkü anne ve baba, evladı için bütün zorluklara katlanarak, soğuk sıcak demden çalışır, alın teri akıtır, göz nuru döker. İcabında gece uykularından vazgeçerek yemeyi içmeyi bile terk eder. Yavrusuna bir sineğin konmasına bile tahammül edemeyen anne- babaya nasıl itaat ve hürmet edilmez.

Allah-ü Azimüşşan, imanlı gönüllere rahmet bahşeden Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ana-baba hakkında şöyle buyurur: “Rabbin, kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana ve babaya iyi muamele edin, diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererlerse, onlara “öff” (bile) deme. Onları azarlama. Onlara güzel (ve tatlı) söz söyle. Onlara acıyarak tevazu kanadını (yerlere kadar) indir ve: Ya Rab, onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, Sen de kendilerini (öylece) esirge, de.”

Başka bir Ayet-i Kerimede ise: “Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır.” (Lokman Suresi, 14)

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) de ana-baba haklarına çok önem verdiğini, Allah rızasının ve ebedi cennetlerin ana-baba rızasında bulunduğunu belirterek şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün! Deyince, kimin Ya Resulellah! Denildi. Cevaplarında: Ana ve babasından birinin veya her ikisinin ihtiyarlık halini idrak eder de, onlara iyi muamele etmeyip, bu yüzden Cennete giremeyen kimsenin” buyurdular. (Müslim, Tirmizi, Taç C.5 S.4)

Başka bir hadisi Şerifte de:

Baba cennetin orta kapısıdır. Dilersen onu terk et dilersen muhafaza et.” Buyurmuşlardır.

İslam’ın esaslarını kavramış, İslam’ın imani duygularını kalbine nakşetmiş olan mü’minler, Allah(c.c.)’nün ve Peygamber (S.A.V.)’in emirleri gereği ana-babalarına asi olmayıp, tam tersine olgunluk göstererek onlara hürmet etmek zorundadırlar. Çünkü İslam Dini Allah(c.c.)’a kulluktan ve Resulullah(S.A.V.)’e muhabbetten sonra en büyük saygı ve hürmeti ana ve babaya tanımıştır.

Allah(c.c.)’ı ve Peygamber(S.A.V.)’i seven, İslam’ın ilahi imanından nasibini alan, Tevhidin ilahi nurundan feyiz bulan, akli ve ruhi muvazenesi yerinde bulunan hiçbir mü’min, ana ve babasına itaat etmekten ve hürmet göstermekten uzak kalamaz. Hatta buna cesaret bile edemez. Fakat bu cüreti gösteren kişi, hiç unutmamalıdır ki, yarın o da yaşlanacak ve yaptığı bu saygısızlığa karşı onun evlatları da aynı saygısızlığı kendisine gösterecekler ve yukarıdaki Hadis-i Şerifte belirtildiği gibi burnu yerde sürünecektir. Hâşâ Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bu sözü boşuna söylememiştir herhalde.

Atasözlerimizde de vardır: “Ne ekersen onu biçersin.” Yani, ihtiyar ana-babasına saygı gösterip iyi muamele eden kişi, Allah(c.c.) ve Resulünün(s.a.v.) hoşnutluğunu kazanacak ve büyük sevap işleyecek, fakat onlara iyi muamelede bulunmayan kişi ise, maazallah cennete giremeyen kimselerden olacaktır.

Ebu Hüreyre (r.a.) Hazretlerinin naklettiği bir hadisi Şerife göre:

Bir adam Hz. Resulüllah (s.a.v.)’e gelerek:

-Ya Resulellah, halk içinde iyi muamele yapmama en fazla layık olan kimdir? Diye sordu. Resulü Ekrem (s.a.v.):

-Anandır. Buyurdu. O kimse sonra kimdir? Dedi. Resulü Ekrem (s.a.v.):

-Anandır. Buyurdu. O kimse yine: Sonra kimdir? Dedi. Resulü Ekrem (s.a.v.):

-Anandır. Buyurdu. Yine o kimse: Sonra kimdir? Dedi. Resulü Ekrem (s.a.v.) de:

-Sonra babandır. Buyurdu.”

Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği başka bir Hadisi Şerife göre ise:

Resulü Ekrem (s.a.v.), bir gün yanında bulunanlara:

-En büyük günahlardan size haber vereyim mi? Buyurdu ve bu cümleyi üç defa tekrar etti.

-Evet Ya Resulellah (s.a.v.), dedik. Resulü Ekrem (s.a.v.):

-Allah (c.c.)’a şerik koşmak, ana ve babaya asi olmak, buyurdu.” (R.Salihin C.1 Had. No:335)

Ama ne acı bir gerçektir ki, maalesef günümüzde bir kısım evlatlar, ana-babasına yeteri kadar değer vermemektedir. Bunun sebebi de onların kalplerindeki iman zayıflığındandır. Tabi ki burada ana-babanın da kusuru vardır. Çünkü ana-baba, zamanında çocuğuna yeteri kadar dinlerini, imanlarını öğretmiş olsalardı, kalplerine Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.v.) sevgisini aşılamış olsalardı, bu gün onlar da ana-babalarına “moruk, örümcek kafalı, cadı, kocakarı” gibi laflar kullanmayacak, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “Cennet anaların ayağı altındadır.” Buyurduğu mübarek anaların başörtüsüne, tespihine ve seccadesine dil uzatmayacaklardı.

Bu mevzuda size tarihi bir hadise zikretmek isterim:

Biliyorsunuz insanların en efdali, Peygamberlerden sonra Ashabı Kiramdır. Ashab-ı Kiramın da en efdali aşere-i mübeşşere, bunların da en efdali Hulefa-i Raşidin’dir (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (Radiyallahü anhüm). Hem Aşere-i Mübeşşere’den, hem de ilk halifelerden olan ve kendilerinden daha efdal kimse bulunmayan bu eşsiz insanlardan Halife Hz. Ömer’le Hz. Ali’nin kendilerinden daha efdal görüp, şefaat ümit ettikleri birini haber vereyim mi? Ki bu iki Halifenin imrendikleri o adam, ne halifedir, ismi cismi bilinip duyulan meşhur biridir. Sadece bir köylü hepsi o kadar.

Bir gün Hz. Ömer’le Hz. Ali birlikte Kâbe’yi tavaf ediyorlardı. Bir ara sırtına yüklendiği bir ihtiyarla tavafa devam eden bir adam gördüler. Bu adam Resul-ü Ekrem Efendimizin anneye, babaya itaat ve hürmetin ne demek olduğunu iyi öğrenmiş fakir bir köylüydü. Bunun için bir iskelet, hatta aynadaki bir suret halinde kalan yaşlı annesini sırtına sarmış, Kâbe’yi tavaf ettiriyor, bir çocuk gibi taşıdığı annesinin rızasını, duasını almak için azami dikkat gösteriyordu. Bir başka köylü yaklaşarak bu adama:

“ –Nedir o sırtındaki? Sen eşek misin ki sırtında yük taşıyorsun!” diye mırıldandı.

Bu zat hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

“-Evet, ben annemin eşeğiyim. Hem de öyle eşeğim ki, ürksem dahi onu sırtımdan düşürmem. Başka eşekler gibi taşımaktan usanmam. Çünkü annemin beni karnında taşıdığı ve büyütünceye kadar yaptığı hizmeti, benim şu küçük hizmetimden çok daha fazladır!

Bu cevabı biraz öteden dinlemiş olan Halife Hz. Ömer’le Hz. Ali, birbirlerine bakıştılar. İmam-ı Ali: “-Ya Ömer! Tavafı anasının eşeği olduğunu söyleyen şu zat ile yapalım. Belki onun hürmetine bizimki de kabul olur, ona inen rahmet-i ilahiyeden biz de istifade ederiz.” Dedi ve Ashabı Suffa’nın dahi büyüklerinden olan bu iki halife bu köylünün arkasına düşerek tavafa başladılar.

Acaba insanlar içinde kendilerinden daha büyük ve efdal kimse bulunmayan bu eşsiz zevatın bir köylüyü kendilerinden daha makbul saymalarına, onun hürmetine, dualarının kabul olacağını ummalarına ne sebep oluyordu? Bir düşünelim.

Anne- babaya hürmet konusunda Üstad Bediüzzaman da şöyle buyurmaktadır:

Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mânde veya aciz, alil bir şahıs bulunan gafil! Şu ayet-i kerimeye dikkat et bak: Nasıl ki bir ayette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celbediyor. Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlatlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünki onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılap etmemiş her bir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara halisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalplerini hoşnut etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.” (21.mektup)

Ana-babasına asi olan ve onlara saygı göstermeyen evlatlara sesleniyorum:

“-Ey Kardeşler! Sizi, Allah (c.c.) ve Resulünden(s.a.v.) korkmaya, ana-babanıza saygı ve hürmet göstermeye davet ediyorum. Yol yakın iken tövbe edip onların gönüllerini alalım, kalplerini kırmayalım. Fırsat eldeyken önce Allah(c.c.)’tan sonra onlardan af dilemenizi tavsiye ediyorum. Hemen şimdi, ilk fırsatta yanlarına gidip ellerini öpün, onlara sarılın, onlardan özür dileyin. Eğer vefat etmişlerse, onlara dua edin, hayır sadaka verin, hiçbir şekilde sakın onları unutmayın.

Zira Peygamberimiz (s.a.v.): “Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir: Mazlumun duası, misafirin duası ve anne-babanın duası.” Buyurmuştur. (İbni Mace, dua 11) Bunu yaptığınız zaman Allah (c.c.)’ı, Resulünü (s.a.v.) ve ana-babanızı sevindirecek, şeytanları da çatlatacaksınız. Yoksa bu dünya etme-bulma dünyasıdır. Kişi işlediğinin cezasını er geç görecektir. Benden söylemesi…”

Cenabı Allah (c.c.) bütün mü’min kardeşlerimizi, hatasını fark edip tövbe eden, anasına ve babasına saygı gösterip itaat eden ve onların duasını alan kullarından eylesin.

Not: Kuranı Kerim’de: 99 yerde baba, 35 yerde ana ve 22 yerde de ana-baba müşterek olarak zikredilmektedir. Bunlar –hâşâ – boşuna zikredilmemiştir.

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Kur’an’da Geçen İlmi ve Fenni Tespitler

1- Kur’ân, anne karnında ceninin teşekkül ve gelişmesini anlatır: “Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki: Biz sizi ilkin topraktan, sonra bir nutfeden, ……..yarattık ki, kudretimizi size açıkça gösterelim…” (Hac, 22/5) .

Başka bir yerde ise, kademe kademe anne karnında geçirilen safhalara dikkat çekilir: “Andolsun ki biz insanı, çamurdan meydana gelen bir öz ve süzmeden yarattık……..Sonra da onu başka bir yaratık olarak inşâ ettik (yani belli bir devreden sonra diğer canlılardan ayırarak istidâdına göre bir şekil verdik.” (Müminûn, 23/12-14).

Bir başka ayette ise; yine anne karnındaki değişik bir noktanın aydınlatıldığını görüyoruz: “Sizi annelerinizin karnında, üç karanlık içinde hilkatten hilkate (nutfe, alaka, mudğa) intikal ettirerek yaratmaktadır..” (Zümer, 39/6) Bilindiği gibi rahim, dışından içe doğru üç dokudan meydana gelir: Parametrium, Miometrium, Endometrium. Bu dokular, su, ısı ve ışık geçirmez zarları sarmıştır. Kur’ân bu dokulara (zulmet) diyor ve insanın bu üç zulmet içinde yaratıldığını ifâde ediyor.

2- Kur’ân, sütün meydana geliş keyfiyetini de süt gibi dupduru ve berrak olarak anlatmaktadır: “Doğrusu davarlarda da size deliller vardır: Zira size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından, halis bir süt içiriyoruz ki içenlerin boğazından âfiyetle geçer..” (Nahl, 16/66)

3- Bir diğer mucizevî beyânı da, her şeyin bir erkek, bir de dişi olmak üzere çift çift yaratılmış olmalarıdır. “Ne yücedir O ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilemedikleri nice şeyleri hep çift yarattı.” (Yasin, 36/36) Canlılardaki erkeklik dişilik öteden beri biliniyordu; ama, otların, ağaçların “ve daha bilemedikleri nice şeyler” sözüyle atomlara, bulutlara kadar pozitif ve negatif çiftini ta’mim, oldukça düşündürücü ve hayret vericidir.

4- Kur’ân, kâinatın hilkati mevzûunu da, yine kendine has üslupla ele alır: “İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi; biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık..” (Enbiva, 21/30) Kâinatın, bir bütünün parçaları ve birbirine numûne ve misâl tek hakikatin yaprakları olduğu anlatılıyor ve Kaliforniya çınarlarından insanlara kadar, vücudun dörtte üçünü teşkil eden suyun, hayatiyet ve ehemmiyetine parmak basılıyor.

5- Bütün kâinat içinde güneşin, ayrı bir ehemmiyeti vardır.“Güneş de kendimüstakarrı  içinde akıp gider. “ (Yâsin, 36/38)

6- Yine dört kelime, âlemşümûl bir meseleye dikkatimizi çekiyor.. “Göğü kendi ellerimizle (kudret ve irâdemizle) yaptık. Ve, Biz onu, devamlı genişletmekteyiz.” (Zâriyat, 51/47)

7- Bir diğer âyette ise, bu yaklaşma, uzaklaşma ve birbiri içinde dönüp durmadaki, itibârî kanuna dikkat çekilmektedir. “Allah O’dur ki, gökleri görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti..” (Ra’d, 13/2)

8- Günümüzün aktüel meseleleri arasında mühim bir yer işgal eden, Ay’a seyahat mevzuu da bir işâretle hissesini alıyor. “Dolunay şeklini alan Ay’a kasem ederim ki, siz mutlaka, tabakadan tabakaya binecek (yükselecek)siniz.” (İnşikak, 84/l8-l9).

9- Küre-i arzın şekil değiştirmesiyle alâkalı beyân da fevkalâde ilgi çekicidir: “Hükmümüzün yere yönelerek O’nu yavaş yavaş eksilttiğini görmüyorlar mı? Durum böyle iken onlar nasıl galip gelebilirler?” (Enbiya, 21/44). Yerin uçlarının eksilmesi; yağmur, sel ve rüzgârlarla dağların aşınmasından daha ziyade, kutup bölgelerinin basıklaşmasından ibaret olsa gerektir.

10- Son bir misâl de ay ve güneş benzerliklerinden verelim: “Biz gece ve gündüzü iki âyet (alâmet) yaptık. Gecenin âyetini (ayı) sildik; gündüzün âyetini aydınlatıcı kıldık.” (İsra, 17/12). İbn Abbas, gecenin âyeti ay, gündüzün âyeti de güneştir, diyor.

İbn Abbas, gecenin âyeti ay, gündüzün âyeti de güneştir, diyor. Bu itibarla “gecenin âyetini sildik” sözünden, bir zamanlar ayın da güneş gibi ışık veren bir peyk olduğunu, ısısının bulunduğunu; daha sonra Yüce Yaratıcının, onun ışık ve ısısını söndürdüğünü anlatıyor ki; bir yönüyle ayın geçmişini dile getirirken, bir yönüyle de, diğer yıldızların kader ve âkıbetlerine işaret etmektedir.

İşaret edilen bu bir kaç numûne gibi, Kur’ân’da daha pek çok âyetler vardır ki, hem insanı alâkadar eden her mevzuun -hiç olmazsa- icmâlinin Kur’ân’da bulunduğunu, hem de bu meselelere dair, İlâhi beyânın herkesin anlayacağı şekilde, fakat beşer için ifâdesi imkânsız mûcizevî olduğunu göstermektedir.

Kaynaklar:
1. S.Y, Kur’ân-ı Kerim ve Fennî Keşifler.
2.İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi.

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version