Hayati Harrani’den Nasihatler

“Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir.”

“Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır.”

“Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır”

“Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O’nu tanımanın) ve Hakk’a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur.”

Hayat Bin Kays El Harrani (Hayati Harrani(K.S.))

Ruhsal Etkileşimin Tehlikeli Boyutu

Arabanızın nereye gideceğini, lastiklerin dönüş yönü değil, direksiyonu çevirdiğiniz yön belirler. Çevrenizin sizi ne taraftan ittiğine bakmayın, üzerinizdeki itme gücünü ne tarafa kullandığınıza bakın. Sizi engellemeye çalışanların üzerinizde oluşturacağı gerilimi lehinize kullanabilirsiniz. Evrenin görünen yüzeyinde rüzgârlar eser, fırtınalar kopar. Madde, yerinden hareket ettikçe, önüne geleni alıp sürükler. Peki, maddeyi sürükleyen nedir acaba? Sanıldığının aksine, hayatımızı dolduran asıl fırtınalar, maddesel değil, ruhsaldır; tüm hareketler ruhsal evrenden fizik boyuta sıçrarlar.

Hepimiz, çevremizin hareketleriyle hareketlenen kaderler yaşıyoruz. Kaderimizin şekillenmesinde, çevremizdeki insanların bize yöneltecekleri dua ve dileklerin, hakkımızdaki hislerinin ve düşüncelerinin çok büyük payı olacaktır. Komşunun ve arkadaşın geleceğimiz üzerindeki güçlü etkisini tam keşfedebilseydik, insanlarla ilişkilerimizde inanılmaz titiz olurduk. Hz. Cebrail (a.s.) komşu hakkı üzerinde öylesine ısrarlı durmuş ki, İslâm Peygamberi (a.s.m.) komşunun komşuya mirasçı kılınacağından endişe etmiş. Hz. Ali’nin (r.a.) şu sözü çok önemli: ”İnsanlarla öylesine iyi geçinin ki, düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasın.” Çevremizdeki insanların bu denli önemsenmesinin sebepleri arasında, karşılıklı olarak birbirimizin hayatlarında oluşturabileceğimiz olumlu ya da olumsuz izlerin çok büyük olabilme potansiyeli yatar. Burada sadece insanlardan üzerimize gelebilecek dolaylı olumsuz veya yıkıcı ruhsal etkileşim araçlarının nasıl bertaraf edilebileceğini irdeleyeceğiz.

Dolaylı olumsuz enerji, kıskançlıktan, size yönelen üzüntüden, kırdığınız kalpten veya hakkınızda oluşan haklı nefretten kaynaklanabilir. Tüm bu olumsuzlukları yok edebilir, haksız şekilde üzerinize geliyorlarsa da, onları lehinize kullanabilirsiniz. İnsanlara karşı gerçek yanlışlıklarınız varsa, duygusal olarak size kırılırlar ve varlığınızı yaralayıcı enerjiyle, gece gündüz sizi tahrip ederler. Bu yanlışların neler olabileceğini görelim:

1. Borçlar: Alacaklı, alacağını her hatırladığında hakkınızda teessüf hisseder; hakkınızdaki her teessüf ruhsal enerjinize yönelen bir tahribattır. Tanıdığım bir adam, borçlarına sadık değildi ve yıllar öncesinden kalan borçlarının pek çoğunu unutmuştu. Başına gelenlerden haberdar oluyordum, girdiği işlerde tutunamadı, kazalar başından eksik olmadı. Bir genç aldığı borçlarla ticaret yapmaya kalktı; ödeme fırsatını yakaladığı anda, borcunu ödemedi ve parayı işini büyütmek için kullandı. Battı, iflâs etti; çünkü stratejisi yanlıştı. Bir diğeri kurnazlık yaparak, borç parayla borsada zengin olacağını sandı; batınca, çareyi intihar etmekte aradı. Tehlikeli olan, borcunu ödeyememek değil, borca karşı duyarsız olmaktır. Çaresizliğe düşmüşseniz alacaklıdan kaçmayın, derdinizi anlatın, tüm varlığınızı ortaya koyun, size anlayış göstermesini isteyin. Unutulmuş borç, vücudunuzun bir köşesinde bekleyen çıban gibidir; temizleninceye kadar zarar verir. Evi, arabası olduğu halde borcunu ödemeyen insanlar yaşıyor. Batmak istemiyorsak, batan işyerlerinin borç/alacak ilişkilerini inceleyerek nelere dikkat etmemiz gerektiğini görelim.

2. Dargınlıklar: Gergin olduğunuz bir anda, arkadaşınızın kalbini kırmış olabilirsiniz. Terkedilmek yüzünden bunalıma giren gençler tanıdım. Eğer birisine böyle bir ızdırap çektirmişseniz, sizi her hatırlayışında duyacağı üzüntü, üzerinize bela gibi yağacaktır. Basit gerekçelerle insanları darıltırsanız, sadece yalnızlığa terkedilmezsiniz; geleceğiniz karartılır. Ya gönül kırmayın ya da iletişim kurmayın. Gönül kırmamanın en emin yolu, dilimize hâkim olmaktır.

3. Maddî Zarar: Verdiğimiz küçük maddî zararlar birikir ve büyük zararlar halinde bize geri dönerler. Kapısının önünü kirlettiniz, arabasını çizdiniz, birisine çarpmışsanız.. özür dilemekten korkmayın. Yaptıklarınız yüzünden üzerinize haklı öfke yönlendirirlerse, mutlaka tökezlersiniz. İğnesini bile kaybetmişseniz yenisiyle değiştirin veya mutlaka hakkını helâl etmesini, kalbinin sizden hoşnut olmasını sağlayın.

4. Gıybet: Yüzlerine gülebildiğiniz insanların gıyaplarında, onları rencide edecek bir sıfat kullanır mısınız? Gıybet, ruhlar arasında dolaştıkça aleyhinizde enerji üretir. Eğer birisi hakkında söylediğiniz söz hakkınızda söylenmiş olsaydı rencide olacaksanız, söylediğiniz gıybettir. Birisi hakkında konuşurken veya birşey hissederken, hemen kendinizi onun yerine koyun. İlk sağlam ölçü kendi kalbinizdir. Gıybet köstekler; sevginin değil, nefretin çekirdeğidir ve mantar gibi hızlı kopyalanan salgın bir hastalıktır. Başkalarını alay konusu yapmak, gururlananlara çok tatlı geliyor. Eleştirenler kadar eleştirilen, aşağılayanlar kadar aşağılanan insan görmedim. Bir büroda çalışan herkes hakkında bir eleştiri duydum; ama, aynı büroda, hiç kimseyi rencide etmeyen bir uzman aleyhinde konuşan tek bir insanla karşılaşmadım. Birisi bunu denedi ve oracıkta hemen aşağılandı, dışlandı. Önemli işleri olanlar, başkalarını çekiştirmeye vakit bulamazlar.

5. Haksız Nefret: Eğer haksız iseniz, nefretiniz ve bedduanız, dönüp dolaşıp size gelecektir. Ayaklarınızın altına aldığınız şerefler sizi çiğnemeye hazırlanıyor. Birilerinde kalan hakkınız varsa size verilecektir; ama, kaderin sahibi kimseye haksız ve kalıcı zarar vermenize izin vermeyecektir. Verdiğiniz zararın karşılığını eninde sonunda ödersiniz. Suçunuz yoksa başkasının da size kalıcı zarar verebileceğini sanmayın. Yaşadığınız filmin bir de yarınları var; sonunu görmeden karar verirseniz, acele edersiniz. İslâm Peygamberi (a.s.m.), lânetin eninde sonunda sahibini bulacağını bildirmişti: ”Kul birşeye lânet ettiğinde o lânet göğe çıkar da gök kapıları kapanır; giremez, geri döner. Yerin kapıları da kapanır; giremez. Sağa sola gider gelir. Bir yer bulamayınca lânet edilen şeye gider. Eğer lânete layıksa ona gider, değilse söyleyene döner.”

Beni şaşırtan bir husus, Dr. Annie Besant’ın, bu sürecin bazı medyumlar tarafından algılanabilir ölçüde açık olduğuna dair iddiası olmuştur. Filmlerde ve sokaklarda ”Lânet olsun” sözlerini duydukça, bu çirkin sözü bilinçsizce söyleme alışkanlığını kazandık. Ayağınızın çarptığı taşa lânet ettiğiniz için lânetinize uğramak ister misiniz sahi? Gazeteler ”Ne oluyor bize, çıldırıyor muyuz?” diye manşet atıyorlar. Türkiye halkına ne olduğunu anlamak için insanların sokak ortasında nasıl küfürleştiklerine bakın. Küfürleşerek konuşmak samimiyetin bir ifadesi hâline gelmişse, bu hastalığa yakalananların geleceği karanlıktır.

Nefretin kalbinize hâkim olmasına izin vermeyin; damarlarınızdan tüm enerjiyi çekip kurutursunuz. Kötü insanlardan nefret etseniz de, bunun size faydası olmaz. Bazı insanlara yönlendirilen nefret bazen zararsız olabilir; ama hiçbir zaman faydalı olamaz. Tüm bunları yaptığınız halde hâlâ birileri sizden nefret ediyor mu? Önünüze taş koymaya, yolunuzu kesmeye ve yokluğunuzu dilemeye devam mı ediyorlar? Tarihe bakın: Bazı insanlar saldırılar altında yok oldular; küçüldüler. Çünkü onlar yanlış yapan insanlardı ve saldırılar onlara gönderilen cezalardı. Oysa bazıları saldırılarla yüceldiler; onları engellemeye çalışanlar, aslında onların evreni kuşatmalarına hizmet etmişlerdi. Sevgiye sarılana saldıran nefret, sarsılmaz duvarlara çarpıp geri döner. Nefret, nefret edenden başkasına zarar vermez.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Helal Gıda Hatıraları – 1

“Hatıra” denildiğinde, hatıra gelen; hatırda kalan şey anlaşılır. Günlük hayatımızda ve medyada en çok bahsedildiğine ve yazıldığına rastlanan hatıraların; çocukluk, gençlik, askerlik, öğrencilik,  iş hayatı, gurbet hayatı gibi konularla ilgili oldukları dikkati çeker.

Geçmişte yaşanan şeylerin zihinde kalan izleri, belki de beynimizin ilk teşekkül ettiği andan itibaren beynimizde kaydediliyor ve “hatırlamak” denilen işlemle çağırılıyor. Hafıza ve hatırlamak, üzerinde derinlemesine düşünülmesi ibret alınması gereken çok mühim bir mevzudur. Tıp bilimi şimdiye kadarki gelişmelerine rağmen, görme, işitme, koklama gibi duyu organlarıyla ve hareketlerle ilgili beyindeki çeşitli merkezlerin yerinden bahsederken, hafıza merkezinin beyindeki yerini söyleyebilmiş değildir. Bu bilgi noksanlığını kapatabilmek için de, beyinde “hafıza merkezi” olarak bir yerin belirtilemeyeceği ve beynin tümünün hafıza görevi yaptığı iddiasında bulunabilmektedir.

İnsanın öğrenme ile ilgili tüm faaliyetleri, ancak hafızasına kayıtlarla olabilmekte; hafızaya kayıtların olabilmesi ve o kayıtların çağırılmasıyla ilgili keşfedilmiş bazı hafıza kanunlarının, öğrenme faaliyetinin verimi ve başarıya ulaşabilmesi  için göz önüne alınması gerekmektedir.

Hafızamızın dünya hayatında yaşayabilmemizdeki ehemmiyeti, çeşitli sebeblerle hafızasını kaybetmiş olanların durumu göz önüne alındığında belki çok daha iyi anlaşılabilir. Hafızanın insanın dünya hayatında yaşayabilmesindeki büyük öneminden başka, dünya hayatından sonra âhirette, Haşir’de, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların hesabının bir anda görülmesinde de büyük önemi olabileceği düşünülmelidir.

Bugünkü bilgisayarcıların dilindeki “Ana Bellek”e de benzetilebilecek olan “Levh-i Mahfuz”da yer alan, insanın en geç onbeş yaşından itibarenki buluğ çağından itibaren, dünya hayatını terk edinceye kadar akıl ve irade sahibi olarak yaşadığı tüm hayatına ait görüntülü ve sesli kayıtların insanın hafızasındakilerle karşılaştırılmasıyla, Mahkeme-i Kübrâ’nın bir an kadar sürüp sonuçlanmasının çok kolaylıkla olabileceği, dinî kitaplarımızda yazılı bulunmaktadır. Bu sebeble, insan hafızasının dünyadaki büyük öneminden başka, uhrevî bakımdan da büyük önemi olduğunu; onda Allah’ın Adl, Hakem, Hafîz gibi en mühim bazı isimlerinin tecellileri olduğunu ibretle düşünebilmek, tefekkür edebilmek de gerekir.

Çeşitli vesilelerle çok kişi tarafından söylendiği gibi, insan yaşlandıkça, nasılsa yakın geçmişinden daha gerideki geçmişini daha kolay hatırlar hale gelmektedir. Bunun bir hikmeti de, Allah’ın (c.c.) rahmetinin bir tecellisi olarak, yaşı ilerlemiş insanı o zamana kadar yaşamış olduğu ömrünün muhasebesini yapmağa teşvik ve buna imkan tanıması olabilir.

Geçmişini daha iyi hatırlayarak yapmak imkânını bulabileceği bu ömür muhasebesinde insan, geçmişindeki hatalı yaşayışlarını tesbit edebilirse, ömrü henüz bitmeden ve dünya imtihanından çıkmadan, onlardan tevbe etmesi hususunda bu şekilde yapılan ilahî gizli ikazın gereğini belki yapabilir. Fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu, bu ikazı hiç anlamaz ve gereğini hiç yapmaz; dünyadaki fanî ömrü bittikten sonra, âhirette kendisine hiçbir faydası olmayacak bir “son pişmanlık haline namzet” olarak, vadesi ve mühleti dolunca, dünyadan âhirete göçüp gider!

“Hâtıra”, baştan geçen olayların kaleme alınmasıyla ortaya çıkan eser şeklindeki bir edebî türe de verilen addır ve bu edebî tür, insanların en fazla okumak istediklerinden biridir. İnsanlar, bilhassa meşhur insanlarla ilgili hâtıraları alâka ile okudukları için, bu tür kitaplar çok yazılır. Fakat insanların lüzumsuz ve faydasız beşerî tecessüs duygularını istismar için hatıra kitabı yazılması da, böyle kitapları okumak da en azından zaman israfıdır ve başka zararları da vardır.

İnsanın hatıralarını okumak merakı duyması gerekenleri, öncelikle kendisine örnek alabileceği ve hakikat rehberliği yapabileceklerden seçmesi, onlarınkini önce okuyup anlamağa çalışması, onun bu mevzuda daha faydalı ve akıllıca  bir seçimi olabilir. Bu ölçüye göre, elbette Peygamberimiz’ in (Sallallahü aleyhi ve sellem) hayatı,  sonra da Peygamberler tarihi ve onların yolundaki maneviyat büyüklerinin hayatı, değer sıralarına göre öncelik taşır.

Hatıra konusu ile ilgili  bu genel bazı değerlendirmelerden sonra, “Helal Gıda Hatıraları”nın bu değerlendirmeler içindeki yerinin ne olabileceği merak konusu olabilir. “Helal Gıda Hatıraları” şimdiye kadar duyulmamış bir hatıra türü olarak garip karşılanabilir; fakat özüne inilecek olsa, belki de önemine rağmen hiç duyulmamış veya duyulmuş olsa bile en az bahsi geçen bir hatıra türü olduğu, bu mevzuun önemini bilenler tarafından kabul edilebilir. Çünkü bu, diğer birçok hatıra türü gibi sadece insanların siyasette, ekonomide, sporda vb. alanlarda meşhur insanların  hayatıyla ilgili tecessüslerini tatminden öteye geçmeyen basit hikayeler nevinden değildir; helal gıda ile yaşanması icap eden hayatın nasıl olması gerektiği ile ilgilidir. Bu türden, kendisi için sonradan pişman olunmayacak hatıralar edinebilmek, böyle hatıralardan kendisi için gereken dersleri alabilmek ve o derslere göre yaşayabilmek, aslında insanın bu dünyadaki yaşayış tarzını doğru seçmesi gibi temel meseleleri içine girecek derecede önem arzeder.

Hepimiz, hafızamızı yoklamalı; şimdiye kadarki hayatımızdan hatırlayabileceğimiz helal gıda arayışımızla ilgili hatıralarımız olup olmadığını araştırmalı; eğer yoksa, bundan dolayı üzülüp intibaha gelmeli ve bundan sonraki yaşayışımıza o intibahla da yön vermeğe çalışmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Ölüm Gerçeği

Cenabı Allah(c.c.) Kuran- Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak Sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer:39/30) Bu ayet müşriklerin, Peygamber Efendimizin ölümünü temenni etmeleri üzerine nazil olmuş ve bununla da hiç kimseye ayrıcalık yapmayacağını vurgulamıştır.

Her insan, daha doğrusu her canlı, eceli geldiği zaman, nerede olursa olsun mutlaka ölecektir. Çünkü Cenab-ı Allah(c.c.)’tan başka her şey ölümlüdür. Eğer sonsuza kadar dünyada yaşamak mukadder olsaydı, Cenab-ı Allah(c.c.) en başta bunu Eşref-i Mahlûkat olan Peygamberimiz Hz. Muhammed(S.A.V.)’e verecekti. Hâlbuki Peygamber Efendimiz(S.A.V.), Âlemlere Rahmet olarak gönderildiği halde, hem de 63 yaşında bu dünyadan göçerek ahiret âlemine intikal etmiştir.

Her insanın takdir edilmiş belli bir süresi vardır. Bu konuda da Cenab-ı Allah(c.c.) Kuran-ı Kerim’de: “Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.” (A’raf:7/34)

Demek ki her doğan mutlaka ölecektir. Çünkü her doğan kişi, ölüme namzet olarak doğmaktadır. Hz. Azrail (a.s.) her kesin kapısını mutlaka çalacak ve Allah(c.c.)’nün emriyle ruhunu kabzedecektir. Kısacası ölümden kaçmak mümkün değildir.

Hiç kimsenin “Benim daha yapacak çok işim var yahut ben gencim, ne olur daha sonra gel” demeye ne yetkisi ve ne de etkisi vardır. Emir kesindir, hiçbir şekilde geciktirilemez. Yukarıda belirtilen ayette de bu belirtilmiştir.

Onun için her an hazırlıklı olunmalıdır. Çünkü yaşlıya- gence, fakire-zengine, rütbeliye-rütbesize bakılmaz. Ölüm, umulmadık bir zamanda aniden kapımıza gelir. Zira yaşamak ve ölmek insanın elinde değildir. Her şey olduğu gibi, ölüm de Cenab-ı Allah(c.c.)’ın izniyle gerçekleşmektedir.

Hz. Enes bin Malik (r.a.)’ten rivayet edilmiştir: “Bir gün Peygamber (s.a.v.) bir takım çizgiler çizerek şöyle buyurdu: İşte bu çizgi insanın umduğu emeldir, bu çizgi de ecelidir. İnsan uzaktaki emelini beklerken, kendisine en yakın olan ecel ansızın geliverir.” Buyurmuştur. (Buhari, Rikak 4; VII, 171)

Cenab-ı Allah (c.c.) bir ayet-i kerimede: “Allah kullarının üstünde mutlak hakimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.” Buyurmaktadır. (En’am, 6/61)

Yalnız, kesinlikle bilinmelidir ki ölüm yok olmak değil, belki fena âleminden beka âlemine bir intikaldir, bir terhistir.

Dönüşü olmayan bu yolculuğa çıkan kimsenin bazı perde ötesi hallerini Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle açıklıyor: “Cenaze tabuta konulup erkekler omuzlarına yüklendiklerinde, o cenaze İyi bir kişi ise: Beni acele olarak gideceğim yere ulaştırınız, der. Eğer o cenaze kötü bir kişi ise: Eyvah! Bu cenazeyi nereye götürüyorsunuz, diye feryat eder. Cenazenin bu feryadını insandan başka her şey işitir. Eğer insan bu feryadı duysaydı, dayanamayarak bayılırdı.” (Buhari, Cenaiz 91, II, 103)

İşte görüldüğü gibi insan bu dünyada iken hiç ölmeyecekmiş gibi mal, mülk ve dünyevi makamlar peşinde koşturarak ömrünü tüketiyor. Allah ve Peygamber(S.A.V.)’i unutuyor. Şuna sövüyor, bunu dövüyor, insanların kalbini kırıyor, dedikodu, yalan, dolan v.b. işler yapıyor. Ancak bir gün kefen bezine bürünerek tabut denilen o daracık sandık içine konulup o daracık çukura gireceğini hiç aklına getirmek bile istemiyor.

Bu duruma ibretle bakıldığında, insan neler düşünmez ki: “Şu anda benimle onun arasında ne fark var? O tabutun içinde, ben ise dışındayım. Daha düne kadar beraberdik, bu gün ise o gidiyor, demek ki yarın ben de gideceğim. Aradaki tek fark, şu anda hayatta olmam. Bu da benim için büyük bir şans. O zaman uyanmalıyım, amel defteri kapanmadan tövbe edip Allah(c.c.)’tan mağfiret dilemeliyim.” deyip ibret almalıdır.

Zira Cenab-ı Hak Kuran-ı Kerimde: “Öyle ise ey basiret sahipleri, ibret alın!” (haşir, 59/2) diye emretmekte, Peygamber Efendimiz(S.A.V.) de: “Akıllı kimse, bu dünyada kendini sorgulayan ve ölüm sonrası için çalışandır.” buyurmaktadır. (Tirmizi, Kıyame, 26, IV, 638)

Bu nedenle, sonsuz yolculuğa çıkacağını kesin bildiği halde, inanan bir kişinin bu yolculuk için hazırlık yapmaması akıl kârı değildir. İnsanı aldatan, sonsuz emellerden ve ölçüsüz dünya sevgisinden kurtulmanın yegâne yolu, ölümü hatırdan çıkarmamaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz(S.A.V.): “Ağız tadını bozan ölümü çok hatırlayınız.” Buyurmaktadır.(Tirmizi, Zühd, 4, IV, 553)

Başka bir Hadis-i Şerifte de: “Dünya ahretin tarlasıdır.” Buyurmuştur. Yani bu dünyada ne ekersen, ahirette de onu biçersin. Dünya hayatında her ne yaparsan, ahiret hayatında da o karşına gelecek ve onu göreceksin. Kesinlikle, miskali zerre kadar eksik-fazla olmaz.

  • Madem dünya ahiretin tarlasıdır.
  • Madem ömür su gibi akıp gitmektedir.
  • Madem ölüm yok olup gitmek değildir.
  • Madem ölümden kaçmak mümkün değildir.
  • Madem dünya hayatı geçici ve imtihan yeridir.
  • Madem ecel bir gün bizim de kapımızı çalacak.
  • Madem ölüm ahiret yolculuğunun bir başlangıcıdır.
  • Madem her canlı gibi insan da sınırlı bir ömre sahiptir.
  • Madem ölüm fena âleminden beka âlemine bir intikaldir.
  • Madem insan her an yavaş yavaş ölüme yaklaşmaktadır.
  • Madem herkes mutlaka bir gün sonsuz yolculuğa çıkacaktır.
  • Madem ahiret hazırlığı için tanınan süre geçip tükenmektedir.
  • Madem ömür salih amel işlemek için bir imtihan ve bir fırsattır.
  • Madem bir imtihan yaşıyoruz ve varlığımızın hikmetini de bu imtihan oluşturuyor.
  • Madem Allah(c.c.)’tan başka bütün yaratılmışlar fanidir ve hepsinin ömrünün bir sonu vardır.

O halde ölüm gelmeden önce ölüm için hazırlıklı olmalı, fırsatı ganimet bilmeli, ebedi hayatının sermayesini kazanacağı yer olan dünyada yaşadığı zamanı çok iyi değerlendirmelidir. Unutulmamalıdır ki, şu kısacık dünya hayatını, ebedi olan ahiret hayatının kazanıldığı yer olarak değerlendirebilmesi ancak müslümanca bir hayat yaşantısı ile mümkün olacaktır.

Bu konuda Üstad Bediüzzaman Hz.leri de şöyle buyurmaktadır:

  • Dünya madem fânidir.
  • Hem madem ömür kısadır.
  • Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.
  • Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.
  • Hem madem dünya sahipsiz değil.
  • Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var.
  • Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.
  • Hem madem “Allâh kimseye gücünden fazlasını yüklemez.” (Bakara Sûresi, 2:286.) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.
  • Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.
  • Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

Cenab-ı Allah (c.c.) cümlemizi; daha ecel kapımızı çalmadan ve sonsuz yolculuğa çıkmadan, yaşadığımız zamanı ganimet bilip ahiret hayatı için sermaye biriktiren, ahiretteki imtihanını başarıyla geçen, Allah(c.c.) ve Resulü’nün (S.A.V.) hoşnutluğunu kazanan mümin kullarından eylesin.

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?

Çok merak edilen  ”Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?” sorusunun cevabı :

Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.

Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir.

İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.

Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvâtta bulunurlar. “Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek” meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki:

Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedanın, ehl‑i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.

İşte, âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ, Seyyidü’ş-Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla, kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.

Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rüya, bazı şerâit ve emâratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil‑i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten bekà-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i kat’iye ile ispat etmiştir.

Kaynak : Risale-i Nur

http://www.nurnet.org/

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version