Risale-i Nur’daki Orijinal Tabirler-2

Hakiki İrtica:
Menşe’leri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:
Biri: siyasi ve içtimai ki, hakiki irticadır. Onun kanun-u esasisi (anayasası) çok suiistimale ve zulme medar olmuştur.
İkincisi: İrtica namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır.” (yani Kur’an hükümleri).
Emirdağ Lahikası’nın 2. cildinde bu ifadeleri kullanan Bediüzzaman Hazretleri “Hakiki irtica” ismiyle nitelendirdiği bu ‘eskiye dönüş’ meselesini şöyle açıklar:
“Beşerin vahşet ve Bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasisine, medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve Bedeviliğe dönüyorlar.”(*)

Yazısının devamında “vahşet ve bedeviliğe” açıklık getiren Üstad Hazretleri, tarihin ortaçağ dönemlerindeki çok katı, çok sadistçe uygulanmış olan Engizisyon mahkeme ve zulümlerini örnek vermektedir. Yine ifadelerinin devamında ‘hakiki irtica’ya “vahşi irtica” adını vermektedir…
Müslümanları “irtica” ile suçlayan dinden uzak kesimler, bilhassa 1930-50 arasında Üstad ve Nur Talebeleri’ne görülmemiş zulüm ve işkenceler yaptılar. Üstelik bu zulümlerini Kanun namına, o kılıfla yaptılar… Fakat Bediüzzaman mahkemelerde onların kanunsuzluklarını yüzlerine vurmaktan, ‘irtica’ bahanesiyle vahşi ve çağdışı icraatlarını cesaretle haykırmaktan çekinmedi, korkmadı!..

Heme Ost Değil, Heme Ezost Deyiniz :
Hiçbir şey kendinin sahibi ve hâlikı değildir. Cenâb-ı Hak’kın varlığının tecellilerinden ibarettir. Aziz Üstad bu veciz ifadesini,Madem O var, her şey var” sözü ile destekler. Yani Allah olmasaydı, hiçbir şey olamazdı. Yani varlıklar (kadim) kendisinden değil, Allah’tandırlar…

“Yok” yok olsa “var” olur; yok yok ise o vardır :
Var ile yok, zıt kavramlar olup bir arada bulunamazlar. ‘gece’ ile ‘gündüz’ gibi.
Siz ‘yok’ kavramını yok ederseniz, ‘var’lık ortaya çıkar. Üstad Hazretleri bu cümlesinin ikinci cümleciği ile birinci-muamma gibi olan cümleciği açıklamış olmaktadır.

Keçeli : Said Nursî’nin, hizmetindeki talebelerine karşı kullandığı  bir tabir.. Kanaatımca, muhataba bir şey söylemiş olmak için söylenmiş, ne faydası ve ne de zararı olmayan; belki bir parça nefsi törpüleyici bir söz olsa gerektir. Üstad açısından mahallî bir alışkanlık da olabilir.

Meselâ keçe, sıcak tutması maksadıyla ayakkabının içine yerleştiriliyor. Çobanların ‘kepenek’leri keçedendir. Üstad’ın zamanında yelek vs. gibi keçenin daha çok kullanım alanı vardı. Yani birine, “Seni iki kulaklı seni” desek darılır mı, doğru söylemiş olmaz mıyız? Büyük Mürşid belki de ufak-tefek öfkelerini bu söz ile teskin ediyordu…

(*) Emirdağ Lahikası-2, B.S.Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul-1993, s.340.

Mehmet Gürler

Üçüncü Hastalık “Husumet-Düşmanlık;” Çaresi “Muhabbet”

İslam dünyasının zayıf kalmasına sebep olan üçüncü sebep, husumet ve düşmanlıktır. Yirminci yüzyılda meydana gelen iki dünya savaşı ve yeryüzünde sayılamayacak kadar bölgesel savaş, ayaklanmalar vs. düşmanlığın ne kadar kötü, tahripkar ve korku veren bir durum olduğunu göstermiştir. Düşmanlığın ve nefretin menşei, insanın kendi kendine tapınmasında ve kibrinde yatmaktadır. Bu kötü hasletler, farkında olmaksızın başkalarına karşı gayriadil bir düşmanlığa sebebiyet vermektedir. Düşmanlık, inananlar arasında bile, kendisini olduğundan başka gösterme kurnazlığına kaçarak yanlışlıklara müdahele etmemek ve samimane olmayan arkadaşlıklar şeklinde kendini gösterebilir. İnsanlar genellikle kötülüklerin düşmanlığa zemin hazırladığını düşünürler. Fakat Said Nursi: “Düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla-adavetinizi celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kafidir onlara.” düsturunu öğretmektedir.

Başkalarını düşmanı görme gibi tahripkar bir hastalığa Said Nursî’nin sunduğu reçete, “sevgi”dir. “Muhabbete en layık şey muhabbettir ve husumete en layık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete layıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zirüzeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.

Prof. Dr. Thomas Michel

Sebep’lere Takılma!

Yüce Allah şu dünyada meydana gelen olayları sebeplere bağlamış. Bu sebeplerin yerine getirilmesi sonucunda ise ne isteniyorsa o meydana getirir. Fakat şunu asla unutmamalıyız ki, asıl iş gören sebepler değil yüce Allah’tır. Sebeplerin bir iş yapma gücü yoktur. Yüce Allah onları bir merdiven gibi yaratmış ve bunu da öyle bilmemizi emretmektedir. Eğer biz bunu gerçeği ile anlamazsak büyük hatalara girmiş oluruz. Evet, birçok şey sebeplerin eliyle bizlere ulaşıyor ama onları yapan sebepler değil kâinatın ve her şeyin yaratıcısı ve ilahı olan yüce Allah’tır. Sebepler göz önüne serilen bir perde gibidir. Asıl olan o perdenin arkasına geçebilmek ve gerçekten o işleri yapan yüce Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü görmektir.

Mesela, sebepler perdesini aşamamış çoğu insan sütü inekten, meyveyi ağaçtan, ısı ve sıcaklığı Güneşten, oksijeni ağaçtan, sebzeleri topraktan, çocuğu anneden, şifayı ilaçlardan, vücudu ayakta tutmayı besinlerden bilmektedir. Hâlbuki işin doğrusu ve gerçeği bu değildir. Çünkü bunların hepsi yüce Allah tarafından nasip edilmiş şeylerdir. Bu varlıkların hepsini yaratan yaşatan ve bizim emrimize veren yüce Allah olduğu gibi bunların eliyle bize ikramda bulunan da yüce Allah’tır.

Güneş o kadar uzun zamandır ısı ve ışık vermesine rağmen enerjisinde bir azalma ve eksilme meydana gelmemiştir. Demek ki, Güneşin enerjisi sonsuz bir hazineden gelmektedir. O sonsuz hazine ise her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan yüce Allah’ın hazinesidir. Yüce Allah sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir. Eğer Güneş’in bir günlük enerjisini karşılamak insanlara bırakılsa idi, bütün insanlar bir günde donup öleceklerdi. Çünkü Güneş’in bir günlük enerjisi için dünyanın denizleri kadar benzin ve karalarının bin katı kadar odun gerekmektedir. Bu karşılamak ise mümkün değildir. O zaman aklımızı başımıza alalım ve yüce Allah’ın sonsuz gücü ve kuvvetine boyun eğelim. Onun emirlerini yerine getirelim. Bizi ve bütün varlıkları yaratan odur. Bütün varlıkları bizim emrimize veren odur. Sebepler perdesini aşıp, işin aslını anlayıp Allah’a şükür edelim.

Ne koyun, sütü kendisi yapmaktadır, ne de ağaçlar, meyveleri kendileri vermektedir ve bunlar gibi bütün varlıklar kendi başlarına iş yapacak güce sahip değillerdir. Fakat bunları yaratan, yapan ve bizlere sunan ancak ve ancak kâinatın ve her şeyin tek sahibi ve yaratıcısı olan yüce Allah’tır.

Evet, ey insan ve ey Müslüman kardeşim, sana gelen her türlü güzelliği yüce Allah’tan bilmen gerekmektedir. Bu şekilde işin gerçeği ortaya çıkar. Sebeplerden kurtulmak ise bir erdem ve yüceliktir. Yüce Allah’ın sevdiği kulu olmak istiyorsan sebepler perdesini aş ve işin hakikatini anla ve her zaman Allah şükürde bulun. İbadetlerini hiçbir zaman aksatma ki, perde hep açık kalsın.

Bahattin

www.NurNet.org

Dua, Kul’un Rabbine Bağlılığının En Güzel İfadesidir

“Deki; Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” (Furkan süresi/77 ayet)

“Dua  eden adam anlar ki, biri var; Onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder,fakrına medet eder.” (Mesnevi Nuriye)

Dua esnasında içimizden geçirdiğimiz,düşündüğümüz  her şeyi  Cenab-ı Allah mutlak sürette bilir; ancak  yerine ve zamana göre  yapılan dualar,  melekler  tarafından yüce makama arzedilen bir arzuhal gibi hisedilir. Onun için dua edilirken  cem’i ve muhtevası  geniş olan dualarla dua edilmelidir. Örneğin: ”Rabbena  atina f’iddünya haseneten ve f’il  ahireti haseneten” (Rabimiz! Bize dünyada da ahirette de  güzellik ver.)

Bediüzzaman diyor ki! Dualar üç kısımdır.

Birinci kısım, lisan ile yapılan kavli dualardır. Savt ve sedalı hayvanatın, meselâ, acıktıkları zaman kendi hususi lisanlarıyla çıkardıkları sedalar dahi kavli dualardandır.

İkinci kısım, nebatat, eşcarın bilhassa mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualardır.

Üçüncüsü, tehavvül tekemmül şe’ninde olan şeylerin lisan-ı istidat ile hissedilen istidadi dualarıdır. Evet, her şey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.(M.Nuriye, 372)

İstidat lisaniyle yapılan dualar: Bütün hububat ve tohumlar kabiliyet dilleriyle Fatır-ı Hakim’e dua ederler ki, bize gelişme ver. Arzumuzun aslı ve esası olan hakikatine çevir.

Zihayatların yaptığı dualar: Bütün hayat sahiplerinin iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan ihtiyaçlarını, ummadıkları yerden uygun zamanda onlara vermek için Halık-ı Rahim’de yapılan bir nevi duadır.

Zişuurların duası: Bu dua da iki kısımdır.

Birinci kısım: Eğer çaresizlik derecesinde ihtiyaç gelse veya ihtiyac-ı fitriyle alakadar ise veya safi, halis kalbin lisanıyla (kavli) olsa makbul olur.Velilerin himmetleri, imdatları, manevi fiilleriyle feyiz vermeleri de hali duadır.

İkinci kısım: “Meselâ çift sürmek fiili bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile açar.”(24. Mektup)

Bediüzzaman’a sormuşlar: “Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?”

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı (kabul sebepleri). Çünkü bazı şerait (şartlar)  dahilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimai (toplanma) nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.” (23.Mektup)

Mü’minler cemaatle kıldıkları namaz ve dualarında, kişi kendi ibadetinden kazandığından daha fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Cemaattekiler birbirlerine duacı ve şefaatçi olurlar.Cemaatla ibadet yapma imkanı olamayanlar elbette tek başınada ibadetini ifa eder, hele geceleri huşu içerisinde yapılan ibadetler veya yolculukta bir nehirin veya vadinin kenarına çekilmiş iki elini yukarıya uzatmış bir mü’minin ibadetini seyrederken, adeta cev-ı alem tüm sekeneleriyle duasına iştirak ederek tezahüratla, amin… amin…! Sadaları, hiss-i kablel vuku ile seyredilir.

“Mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvi, manevi teavün ve birbirine yardımlaşmakla, hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber, mahlukat içerisinde mükerrem  ünvanını almıştır.” (Mesnevi Nuriye 376).

Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevi temizlenmeli, salâvat-ı şerifeyi şefaatçi yapmalı, duanın sonunda yine salâvat getirmeli. iki salâvat arasında ki dua makbul olur. Gıyaben yapılan dualar, “Rabbena Atina f’iddünya haseneten ve f’il ahireti haseneten” (Rabbimiz! bize dünyada da ahirette de güzellik ver.) gibi cem’i, muhtevası geniş ve kapsamlı dualarla dua edilmelidir. Hem samimi, saygı ve gönül rahatlığı ile dua etmek, Namazın sonunda bilhassa sabah namazından sonra, mübarek ve temiz yerlerde, hususan mescitlerde, Cuma’da, üç aylarda, leyle-i Kadirde yapılan duaların kabul olması rahmet-i İlahiyeden kuvvetle ümit edilir. Bunun için dua, kulun ümit dalı ve Rabbine bağlılığının en güzel ifadesidir.

Zikrin tekrarı kalbi tenvir eder,duanın tekrarı bir takrirdir. (iyi ifade etmek, sağlamlaştırma) davet dahi, tekrarı nispetinde tesiri, te’kidi (kuvvetlendirme) vardır. Binaenaleyh, ayetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor; ve keza, o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.” (Mesnevi Nuriye)

“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla  her ne sual edilirse- velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” (Mesnevi Nuriye S.378)

Elhasıl: Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hikmet-i ilahiye her şeye değeri nispetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.”

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

 

Sri Lanka’lı Asım’ın Risale-i Nur’la Tanışması

HERŞEY NASIL BAŞLADI?

Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da tahminen 2010 yılının Şubat ayı içersinde güneşli bir Pazar sabahıydı. Sabah ibadetini bitirdikten sonra evin verandasında uzandığım esnada, taburenin altında uzun zamandır el sürülmemiş bir broşüre gözüm ilişti. O sabah önemli bir işim yoktu ve gün içerisinde neler yapacağımı planlıyordum. Broşürü  Kuala Lumpur’da bulunan Uluslararası İslam Üniversitesi’nin geçtiğimiz yılki festivalinde almıştım. Sadece göz gezdirmek maksadıyla broşüre uzandım. Türk-Malezya Kültür Derneği’nin Ramazan Ayının Amacı ve Hikmeti” başlıklı yazısı ilgimi çekti ve yazıda bulunan telefon numarasını aradım. Telefondaki kişiden, akşam namazı sonrasına randevu aldım. O sıralar Türkiye’deki gelişim ve değişimler hususunda ciddi araştırmalarda bulunuyordum.

O gece Türkiye-Malezya Kültür Derneğinin olduğu sitenin dışında arabamın içinde, gelip beni alacak kardeşleri bekledim. Dernekte Mustafa, İbrahim Cevdet  ve daha birçok kardeşle tanıştım. Hepsi güler yüzlüydü ve beni son derece nazik bir şekilde karşıladılar. Çok şaşırmıştım, zira burası bir kültür merkezinden umulanın aksine inananlar ve İslamı araştıran insanlar için her türlü imkanın olduğu son derece manevi atmosfere sahip bir yerdi. Türk çayı içip yemek yedik ve derneğin faaliyetleri hakkında uzun uzun sohbet ettik.

Sonrasında Bediüzzaman Said Nursi ve başyapıtı olan Risale-i Nur ile tanıştırıldım. Bu tanıştırılma beni 1980’ler ve 1990’larda İslami çalışmalar esnasında,  Sri Lanka’da bulunan İslami E Cemaati tarafından bu büyük İslam Müceddidi hakkında anlatılanlara götürdü. Akabinde, hafta sonları yapılan Risale-i Nur sohbetlerine davet edildim.

Derneğe ikinci ziyaretimi, Risale-i Nur okuma amacıyla birkaç gün sonra yaptım. Bu benim  hayatımda bir dönüm noktasıydı. Zira o zamana dek meseleleri kopuk kopuk etüt etmiştim.

Risaleleri dostça bir sohbet ortamında mütalaaya başlamıştık. Şu an ben İslami yazım açısından bilhassa da son dönem İslam alimleri açısından yeni bir talebe sayılırım. Sadece 1984 yılında Sri Lanka İslami E Cemaatinin  İslami kitaplarını okuma faaliyetlerine iştirak etmiştim. Bu bende az da olsa İslami eserlere karşı bir aşinalık bırakmıştı. Bu tür mistik düşünceleri bir çok açıdan etüt etmiştim. Bu deneyim bana Risale-i Nur’ları karşılaştırmalı analiz açısından çok faydalar sağladı. Her ne zaman Risale-i Nur’ları okudumsa Bediüzzaman Said Nursi ile İmam Mevdudi ve diğer önde gelen İslami alimlerinin düşüncelerini birbiriyle karşılaştırdım.  

RİSALE-İ NUR’DA BENİ EN ÇOK ETKİLEYEN YÖNLER

Risale-i Nur’u kısaca; son derece dürüst, pervasız, cesur , alçakgönüllü ve kendini Allah’a adamış bir insan tarafından, modern insanın kafasında Kuran’ın içeriği hususunda oluşmuş şüpheleri güçlü kanıtlarla ortadan kaldıran bir eser olarak tanımlayabilirim.

Risale-i Nur okuduğum ilk anlarda bende hayret ve şaşkınlık duyguları belirdi. Kendimi çok çeşitli türde ve sayıda çiçeklerin bulunduğu bir bahçeye girmiş gibi hissettim ve neyi seçeceğim hususunda şaşkınlık yaşadım. Risale-i Nur’da okuduğum her konu son derece önemliydi. Bu şaşkınlık hangi kitabı öncelikle tercüme edeceğim hususunda dahi hasıl oldu.

1. DİNSEL DÜŞÜNCE DERİNLİĞİ : İslami konularda yüksek düzeyde bilgi birikimine sahip olduğumu iddia edemem. Ancak sahip olduğum az seviyedeki İslami bilgi düzeyine rağmen şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki Risale-i Nur, değindiği tüm dinsel konularda  bir derinliğe sahiptir. Tevhide, Allah’ın kudretine, Kuran’ın sırlarına, alemin ve beşerin yaradılış sırlarına dair birçok sorularıma cevabı son derece tatminkar bir şekilde Risale-i Nur’da cevap bulabildim. Dinsel düşünce derinliğindeki yabancılığım nedeniyle Üstadın açıkladığı meseleleri kavramakta başlangıçta çok zorluklar çektim. Bir meseleyi kavrayabilmek için tekrar ve tekrar okumak zorunda kaldım.

2. DİĞERLERİNDEN FARKLILIĞI : Benim düşüncelerimi oluşturan, İmam Maturidinin kitapları ve Seyyid Kutup gibi diğer alimlerin eserleri olmuştu. İslami konularda her neye sahip olmuşsam bu alimlerden edinmiştim. Risale-i Nur okumaya başladığımda fark ettim ki bu alimlerden edindiğim meseleler daha farklı ve geniş bir şekilde ele alınıyordu. Mesela Medresetüzzehra hususu. Bu husus, din ve fen ilimlerinin Tevhidi ispat etmesi amacıyla aynı anda öğretilmesini amaçlamaktadır. İmam Maturidi ve diğerleri bu hususu ilk olarak ele almışlardır.

3. SOYUT VE SOMUT YAKLAŞIMLARIN HARMANLANMASI: Risale-i Nur’da bulduğum mükemmel  yönlerden biri de soyut ve somutun harmanlanmasıdır. Soyut kavramları anlatırken sanki somut konuları anlatıyor gibi bir hasiyete maliktir. İnsanın dünya üzerindeki yaşama gayesine dair kafasında beliren çok sayıda sorunun cevabı bu eserlerde mevcuttur. Risale-i Nur’un entellektüel düzeyi o derece yüksektir ki okuyucu kendini ya bu düşünceleri kabul edecek ya da kaçıp gidecek bir ikilem halinde hisseder. Günümüz insanı için, ahiret günü Allah’ın huzuruna çıkıldığında, aklının Islamı kavrayamadığı hususunda en ufak bir özürü dahi belirtme fırsatı vermeyecek derecede açık ve seçik olarak dini mevzular bu eserlerde ispatlanmıştır.

4. İKİ AŞIRI UÇ ARASINDA : Laiklik ve ateizm, Allah’ın varlığı ve ahiret gününü reddetmeleri açısından iki aşırı uç ideolojilerdir. Ele aldıkları hususlar basittir ve gerçekçi olmaktan uzaktır.Öte yandan fen ve bilimdeki gelişmeleri insan hayatından uzak tutmak isteyen geleneksel İslami yaklaşımlar mevcuttur. Osmanlı sonrası kurulan ve dini devlet ve toplum hayatından uzak tutmayı amaçlayan laik devlet ideolojisiyle İslam arasında  bir kavga ortaya çıkmıştır.

İşte Bediüzzaman, İslamın tarih boyunca düşünsel ve pratik alanda karşı karşıya kaldığı bu en dehşetli dönemde vazife almıştır. Hassas müslümanları dinlerini koruyabilmek için devlete karşı silahlanmaya götürebilecek kadar bıçak sırtı bir dönemdi bu dönem. Bediüzzaman karizmatik ve en çok saygı gösterilen bir dini önder olarak, bu insanları çok kolay bir şekilde laik devlet düzenine karşı dinlerini koruma amaçlı olarak silahlandırabilirdi. Fakat o bu tür aşırı eğilimler yerine sabrı, hikmeti, direnmeyi ve Allah’a tevekkülü öğütledi. Eğer o böyle davranmasaydı belkide Risale-i Nur hareketi bugünkü geldiği düzeye gelemeyecekti. Onun bu dengeli yaklaşımı, bu hareketi bugünlere taşımıştır.

HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI

ÇEVİRİ –  Risale-i Nurları okumaya başlar başlamaz, bu eserlerin Tamil dilini konuşan müslümanlara ve dünyadaki tüm müslümanlara ulaşması gerektiği düşüncesi beni meşgul etmeye başladı. Öğretici ve basit düzeyde bir başlangıç olarak  3 eseri tercüme ettim:

1. HUTBE-İ ŞAMİYE: Ümmetin karşı karşıya kaldığı meseleleri aşabilmeleri için İslam alimlerine ve toplum önderlerine reçeteler ihtiva eden bir eserdir.

2. KÜÇÜK SÖZLER : Ebeveynler ve öğretmenler tarafından, öğrencilerin imanlarını ziyadeleştirmek maksadıyla kullanılabilecek bir eserdir.

3. UHUVVET RİSALESİ : Hizmet insanlarının, bireyler arasında çıkabilecek ihtilafları çözmede kullanabilecekleri reçeteleri ihtiva eden bir eserdir.

TÜRKİYE ZİYARETİM : Türk-Malezya Kültür Derneği 2010 yılı  yazında Türkiyedeki Risale-i Nur faaliyetlerini tanıma amaçlı bir tur düzenledi. Bu geziye Malezya, Türkiye, Sri Lanka, Suudi Arabistan,   Özbekistan, İran, Bangladeş ve Çin’den insanlar katıldı. Son derece faydalı bir geziydi ve Risale-i Nur faaliyetlerinin yapıldığı bir çok yeri görme fırsatımız oldu. Gezinin en etkileyici kısmı ise Risale-i Nur’un ilk yazılmaya başlandığı Barla ziyareti oldu ki Barla hakkında daha evvelden malumatım vardı.

Barla’ya ulaşabilmek için yerleşim yeri bulunmayan yaklaşık 50 km’lik bir dağ yolunu kat etmemiz gerekti. Barla’ya ulaştığımızda ise adeta şoka uğradım. Kendi kendime, bundan 70-80 sene önce bu sert yerleşim yerindeki şartlara  maddi getirisi olmayan bir amaç için sıradan bir insanın dayanamayacağını düşündüm.  Barla’nın Kuran’a hizmet etme amaçlı olarak Bediüzzaman için Allah tarafından seçilmiş bir yer olduğu sonucuna vardım.

17 farklı yerde son derece samimi bir topluluğun olduğu sohbetlere katılma imkanım oldu.  Ankara’dan yayın yapan Dost Tv’deki sohbet programlarına iştirak ettim. Emre, Cevdet(Malezya), Yakup, Recep ve daha birçok insan ciddi emek harcadılar.

SONRAKİ FAALİYETLER

1. Gezinin sonrasında, Türkiye’de 45 gün daha kalmaya karar verdim. Misafirperver ve samimi olan kardeşlerle birlikte bir ay Yozgat’ta, 15 gün Ankara’da olmak üzere toplam 45 gün kaldım. Bu ikametim esnasında Allah’ın inayetiyle 3 eseri tercümeye muvaffak oldum.

2. Sri Lanka’dan 2 üniversite öğrencisini Türkiye’ye eğitim görmek üzere getirttik ve şimdi bu iki öğrenci Ankara Üniversitesinde eğitim görüyorlar.

3. Tercüme ettiğim 3 kitap, merkezi İstanbul’da bulunan Ruba vakfı tarafından yayımlandı. Yayımlanan bu eserler  Sri Lanka’da  okurlarıyla buluştu. Bu eserleri Hindistan, Malezya ve diğer yerlerde dağıtmak için gerekli hazırlıklar devam etmektedir. Bu hususla ilgili Sri Lanka’dan çok yakında tarafımıza bilgi ulaştırılacaktır.

Muhammed Asım Alavi – Sri Lanka  

Editör Notu: Asım Alavi aynı zamanda Sri Lanka’da yayınlanan The Trend dergisinin editörlüğünü de yürütmektedir.



Yazının orjinali için tıklayın

www.NurNet.org

 

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version