Dua, Kul’un Rabbine Bağlılığının En Güzel İfadesidir

“Deki; Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” (Furkan süresi/77 ayet)

“Dua  eden adam anlar ki, biri var; Onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder,fakrına medet eder.” (Mesnevi Nuriye)

Dua esnasında içimizden geçirdiğimiz,düşündüğümüz  her şeyi  Cenab-ı Allah mutlak sürette bilir; ancak  yerine ve zamana göre  yapılan dualar,  melekler  tarafından yüce makama arzedilen bir arzuhal gibi hisedilir. Onun için dua edilirken  cem’i ve muhtevası  geniş olan dualarla dua edilmelidir. Örneğin: ”Rabbena  atina f’iddünya haseneten ve f’il  ahireti haseneten” (Rabimiz! Bize dünyada da ahirette de  güzellik ver.)

Bediüzzaman diyor ki! Dualar üç kısımdır.

Birinci kısım, lisan ile yapılan kavli dualardır. Savt ve sedalı hayvanatın, meselâ, acıktıkları zaman kendi hususi lisanlarıyla çıkardıkları sedalar dahi kavli dualardandır.

İkinci kısım, nebatat, eşcarın bilhassa mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualardır.

Üçüncüsü, tehavvül tekemmül şe’ninde olan şeylerin lisan-ı istidat ile hissedilen istidadi dualarıdır. Evet, her şey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.(M.Nuriye, 372)

İstidat lisaniyle yapılan dualar: Bütün hububat ve tohumlar kabiliyet dilleriyle Fatır-ı Hakim’e dua ederler ki, bize gelişme ver. Arzumuzun aslı ve esası olan hakikatine çevir.

Zihayatların yaptığı dualar: Bütün hayat sahiplerinin iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan ihtiyaçlarını, ummadıkları yerden uygun zamanda onlara vermek için Halık-ı Rahim’de yapılan bir nevi duadır.

Zişuurların duası: Bu dua da iki kısımdır.

Birinci kısım: Eğer çaresizlik derecesinde ihtiyaç gelse veya ihtiyac-ı fitriyle alakadar ise veya safi, halis kalbin lisanıyla (kavli) olsa makbul olur.Velilerin himmetleri, imdatları, manevi fiilleriyle feyiz vermeleri de hali duadır.

İkinci kısım: “Meselâ çift sürmek fiili bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile açar.”(24. Mektup)

Bediüzzaman’a sormuşlar: “Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?”

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı (kabul sebepleri). Çünkü bazı şerait (şartlar)  dahilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimai (toplanma) nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.” (23.Mektup)

Mü’minler cemaatle kıldıkları namaz ve dualarında, kişi kendi ibadetinden kazandığından daha fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Cemaattekiler birbirlerine duacı ve şefaatçi olurlar.Cemaatla ibadet yapma imkanı olamayanlar elbette tek başınada ibadetini ifa eder, hele geceleri huşu içerisinde yapılan ibadetler veya yolculukta bir nehirin veya vadinin kenarına çekilmiş iki elini yukarıya uzatmış bir mü’minin ibadetini seyrederken, adeta cev-ı alem tüm sekeneleriyle duasına iştirak ederek tezahüratla, amin… amin…! Sadaları, hiss-i kablel vuku ile seyredilir.

“Mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvi, manevi teavün ve birbirine yardımlaşmakla, hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber, mahlukat içerisinde mükerrem  ünvanını almıştır.” (Mesnevi Nuriye 376).

Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevi temizlenmeli, salâvat-ı şerifeyi şefaatçi yapmalı, duanın sonunda yine salâvat getirmeli. iki salâvat arasında ki dua makbul olur. Gıyaben yapılan dualar, “Rabbena Atina f’iddünya haseneten ve f’il ahireti haseneten” (Rabbimiz! bize dünyada da ahirette de güzellik ver.) gibi cem’i, muhtevası geniş ve kapsamlı dualarla dua edilmelidir. Hem samimi, saygı ve gönül rahatlığı ile dua etmek, Namazın sonunda bilhassa sabah namazından sonra, mübarek ve temiz yerlerde, hususan mescitlerde, Cuma’da, üç aylarda, leyle-i Kadirde yapılan duaların kabul olması rahmet-i İlahiyeden kuvvetle ümit edilir. Bunun için dua, kulun ümit dalı ve Rabbine bağlılığının en güzel ifadesidir.

Zikrin tekrarı kalbi tenvir eder,duanın tekrarı bir takrirdir. (iyi ifade etmek, sağlamlaştırma) davet dahi, tekrarı nispetinde tesiri, te’kidi (kuvvetlendirme) vardır. Binaenaleyh, ayetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor; ve keza, o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.” (Mesnevi Nuriye)

“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla  her ne sual edilirse- velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” (Mesnevi Nuriye S.378)

Elhasıl: Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hikmet-i ilahiye her şeye değeri nispetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.”

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

 

Sri Lanka’lı Asım’ın Risale-i Nur’la Tanışması

HERŞEY NASIL BAŞLADI?

Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da tahminen 2010 yılının Şubat ayı içersinde güneşli bir Pazar sabahıydı. Sabah ibadetini bitirdikten sonra evin verandasında uzandığım esnada, taburenin altında uzun zamandır el sürülmemiş bir broşüre gözüm ilişti. O sabah önemli bir işim yoktu ve gün içerisinde neler yapacağımı planlıyordum. Broşürü  Kuala Lumpur’da bulunan Uluslararası İslam Üniversitesi’nin geçtiğimiz yılki festivalinde almıştım. Sadece göz gezdirmek maksadıyla broşüre uzandım. Türk-Malezya Kültür Derneği’nin Ramazan Ayının Amacı ve Hikmeti” başlıklı yazısı ilgimi çekti ve yazıda bulunan telefon numarasını aradım. Telefondaki kişiden, akşam namazı sonrasına randevu aldım. O sıralar Türkiye’deki gelişim ve değişimler hususunda ciddi araştırmalarda bulunuyordum.

O gece Türkiye-Malezya Kültür Derneğinin olduğu sitenin dışında arabamın içinde, gelip beni alacak kardeşleri bekledim. Dernekte Mustafa, İbrahim Cevdet  ve daha birçok kardeşle tanıştım. Hepsi güler yüzlüydü ve beni son derece nazik bir şekilde karşıladılar. Çok şaşırmıştım, zira burası bir kültür merkezinden umulanın aksine inananlar ve İslamı araştıran insanlar için her türlü imkanın olduğu son derece manevi atmosfere sahip bir yerdi. Türk çayı içip yemek yedik ve derneğin faaliyetleri hakkında uzun uzun sohbet ettik.

Sonrasında Bediüzzaman Said Nursi ve başyapıtı olan Risale-i Nur ile tanıştırıldım. Bu tanıştırılma beni 1980’ler ve 1990’larda İslami çalışmalar esnasında,  Sri Lanka’da bulunan İslami E Cemaati tarafından bu büyük İslam Müceddidi hakkında anlatılanlara götürdü. Akabinde, hafta sonları yapılan Risale-i Nur sohbetlerine davet edildim.

Derneğe ikinci ziyaretimi, Risale-i Nur okuma amacıyla birkaç gün sonra yaptım. Bu benim  hayatımda bir dönüm noktasıydı. Zira o zamana dek meseleleri kopuk kopuk etüt etmiştim.

Risaleleri dostça bir sohbet ortamında mütalaaya başlamıştık. Şu an ben İslami yazım açısından bilhassa da son dönem İslam alimleri açısından yeni bir talebe sayılırım. Sadece 1984 yılında Sri Lanka İslami E Cemaatinin  İslami kitaplarını okuma faaliyetlerine iştirak etmiştim. Bu bende az da olsa İslami eserlere karşı bir aşinalık bırakmıştı. Bu tür mistik düşünceleri bir çok açıdan etüt etmiştim. Bu deneyim bana Risale-i Nur’ları karşılaştırmalı analiz açısından çok faydalar sağladı. Her ne zaman Risale-i Nur’ları okudumsa Bediüzzaman Said Nursi ile İmam Mevdudi ve diğer önde gelen İslami alimlerinin düşüncelerini birbiriyle karşılaştırdım.  

RİSALE-İ NUR’DA BENİ EN ÇOK ETKİLEYEN YÖNLER

Risale-i Nur’u kısaca; son derece dürüst, pervasız, cesur , alçakgönüllü ve kendini Allah’a adamış bir insan tarafından, modern insanın kafasında Kuran’ın içeriği hususunda oluşmuş şüpheleri güçlü kanıtlarla ortadan kaldıran bir eser olarak tanımlayabilirim.

Risale-i Nur okuduğum ilk anlarda bende hayret ve şaşkınlık duyguları belirdi. Kendimi çok çeşitli türde ve sayıda çiçeklerin bulunduğu bir bahçeye girmiş gibi hissettim ve neyi seçeceğim hususunda şaşkınlık yaşadım. Risale-i Nur’da okuduğum her konu son derece önemliydi. Bu şaşkınlık hangi kitabı öncelikle tercüme edeceğim hususunda dahi hasıl oldu.

1. DİNSEL DÜŞÜNCE DERİNLİĞİ : İslami konularda yüksek düzeyde bilgi birikimine sahip olduğumu iddia edemem. Ancak sahip olduğum az seviyedeki İslami bilgi düzeyine rağmen şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki Risale-i Nur, değindiği tüm dinsel konularda  bir derinliğe sahiptir. Tevhide, Allah’ın kudretine, Kuran’ın sırlarına, alemin ve beşerin yaradılış sırlarına dair birçok sorularıma cevabı son derece tatminkar bir şekilde Risale-i Nur’da cevap bulabildim. Dinsel düşünce derinliğindeki yabancılığım nedeniyle Üstadın açıkladığı meseleleri kavramakta başlangıçta çok zorluklar çektim. Bir meseleyi kavrayabilmek için tekrar ve tekrar okumak zorunda kaldım.

2. DİĞERLERİNDEN FARKLILIĞI : Benim düşüncelerimi oluşturan, İmam Maturidinin kitapları ve Seyyid Kutup gibi diğer alimlerin eserleri olmuştu. İslami konularda her neye sahip olmuşsam bu alimlerden edinmiştim. Risale-i Nur okumaya başladığımda fark ettim ki bu alimlerden edindiğim meseleler daha farklı ve geniş bir şekilde ele alınıyordu. Mesela Medresetüzzehra hususu. Bu husus, din ve fen ilimlerinin Tevhidi ispat etmesi amacıyla aynı anda öğretilmesini amaçlamaktadır. İmam Maturidi ve diğerleri bu hususu ilk olarak ele almışlardır.

3. SOYUT VE SOMUT YAKLAŞIMLARIN HARMANLANMASI: Risale-i Nur’da bulduğum mükemmel  yönlerden biri de soyut ve somutun harmanlanmasıdır. Soyut kavramları anlatırken sanki somut konuları anlatıyor gibi bir hasiyete maliktir. İnsanın dünya üzerindeki yaşama gayesine dair kafasında beliren çok sayıda sorunun cevabı bu eserlerde mevcuttur. Risale-i Nur’un entellektüel düzeyi o derece yüksektir ki okuyucu kendini ya bu düşünceleri kabul edecek ya da kaçıp gidecek bir ikilem halinde hisseder. Günümüz insanı için, ahiret günü Allah’ın huzuruna çıkıldığında, aklının Islamı kavrayamadığı hususunda en ufak bir özürü dahi belirtme fırsatı vermeyecek derecede açık ve seçik olarak dini mevzular bu eserlerde ispatlanmıştır.

4. İKİ AŞIRI UÇ ARASINDA : Laiklik ve ateizm, Allah’ın varlığı ve ahiret gününü reddetmeleri açısından iki aşırı uç ideolojilerdir. Ele aldıkları hususlar basittir ve gerçekçi olmaktan uzaktır.Öte yandan fen ve bilimdeki gelişmeleri insan hayatından uzak tutmak isteyen geleneksel İslami yaklaşımlar mevcuttur. Osmanlı sonrası kurulan ve dini devlet ve toplum hayatından uzak tutmayı amaçlayan laik devlet ideolojisiyle İslam arasında  bir kavga ortaya çıkmıştır.

İşte Bediüzzaman, İslamın tarih boyunca düşünsel ve pratik alanda karşı karşıya kaldığı bu en dehşetli dönemde vazife almıştır. Hassas müslümanları dinlerini koruyabilmek için devlete karşı silahlanmaya götürebilecek kadar bıçak sırtı bir dönemdi bu dönem. Bediüzzaman karizmatik ve en çok saygı gösterilen bir dini önder olarak, bu insanları çok kolay bir şekilde laik devlet düzenine karşı dinlerini koruma amaçlı olarak silahlandırabilirdi. Fakat o bu tür aşırı eğilimler yerine sabrı, hikmeti, direnmeyi ve Allah’a tevekkülü öğütledi. Eğer o böyle davranmasaydı belkide Risale-i Nur hareketi bugünkü geldiği düzeye gelemeyecekti. Onun bu dengeli yaklaşımı, bu hareketi bugünlere taşımıştır.

HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI

ÇEVİRİ –  Risale-i Nurları okumaya başlar başlamaz, bu eserlerin Tamil dilini konuşan müslümanlara ve dünyadaki tüm müslümanlara ulaşması gerektiği düşüncesi beni meşgul etmeye başladı. Öğretici ve basit düzeyde bir başlangıç olarak  3 eseri tercüme ettim:

1. HUTBE-İ ŞAMİYE: Ümmetin karşı karşıya kaldığı meseleleri aşabilmeleri için İslam alimlerine ve toplum önderlerine reçeteler ihtiva eden bir eserdir.

2. KÜÇÜK SÖZLER : Ebeveynler ve öğretmenler tarafından, öğrencilerin imanlarını ziyadeleştirmek maksadıyla kullanılabilecek bir eserdir.

3. UHUVVET RİSALESİ : Hizmet insanlarının, bireyler arasında çıkabilecek ihtilafları çözmede kullanabilecekleri reçeteleri ihtiva eden bir eserdir.

TÜRKİYE ZİYARETİM : Türk-Malezya Kültür Derneği 2010 yılı  yazında Türkiyedeki Risale-i Nur faaliyetlerini tanıma amaçlı bir tur düzenledi. Bu geziye Malezya, Türkiye, Sri Lanka, Suudi Arabistan,   Özbekistan, İran, Bangladeş ve Çin’den insanlar katıldı. Son derece faydalı bir geziydi ve Risale-i Nur faaliyetlerinin yapıldığı bir çok yeri görme fırsatımız oldu. Gezinin en etkileyici kısmı ise Risale-i Nur’un ilk yazılmaya başlandığı Barla ziyareti oldu ki Barla hakkında daha evvelden malumatım vardı.

Barla’ya ulaşabilmek için yerleşim yeri bulunmayan yaklaşık 50 km’lik bir dağ yolunu kat etmemiz gerekti. Barla’ya ulaştığımızda ise adeta şoka uğradım. Kendi kendime, bundan 70-80 sene önce bu sert yerleşim yerindeki şartlara  maddi getirisi olmayan bir amaç için sıradan bir insanın dayanamayacağını düşündüm.  Barla’nın Kuran’a hizmet etme amaçlı olarak Bediüzzaman için Allah tarafından seçilmiş bir yer olduğu sonucuna vardım.

17 farklı yerde son derece samimi bir topluluğun olduğu sohbetlere katılma imkanım oldu.  Ankara’dan yayın yapan Dost Tv’deki sohbet programlarına iştirak ettim. Emre, Cevdet(Malezya), Yakup, Recep ve daha birçok insan ciddi emek harcadılar.

SONRAKİ FAALİYETLER

1. Gezinin sonrasında, Türkiye’de 45 gün daha kalmaya karar verdim. Misafirperver ve samimi olan kardeşlerle birlikte bir ay Yozgat’ta, 15 gün Ankara’da olmak üzere toplam 45 gün kaldım. Bu ikametim esnasında Allah’ın inayetiyle 3 eseri tercümeye muvaffak oldum.

2. Sri Lanka’dan 2 üniversite öğrencisini Türkiye’ye eğitim görmek üzere getirttik ve şimdi bu iki öğrenci Ankara Üniversitesinde eğitim görüyorlar.

3. Tercüme ettiğim 3 kitap, merkezi İstanbul’da bulunan Ruba vakfı tarafından yayımlandı. Yayımlanan bu eserler  Sri Lanka’da  okurlarıyla buluştu. Bu eserleri Hindistan, Malezya ve diğer yerlerde dağıtmak için gerekli hazırlıklar devam etmektedir. Bu hususla ilgili Sri Lanka’dan çok yakında tarafımıza bilgi ulaştırılacaktır.

Muhammed Asım Alavi – Sri Lanka  

Editör Notu: Asım Alavi aynı zamanda Sri Lanka’da yayınlanan The Trend dergisinin editörlüğünü de yürütmektedir.



Yazının orjinali için tıklayın

www.NurNet.org

 

Cehennem varmış! Müjde!

Vücud hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fenâ et, fedâ et; tâ bekâ bulsun. Çünkü nefy-i nefiy ispattır. Yani; yok yok ise; o vardır; yani yok, yok olsa, var olur.” Bizleri yokluk karanlığından, zulmetinden, varlık nuruna çıkaran Rabbimize hamd olsun. Hem de öyle bir varlık ki, neticesi ebede uzanıyor hiçbir şeyi olmayan bizler, her şeye sahip şekilde varlık âlemine geliyoruz. Sadece varlık mı? Eğer öyle olsa, taş da olabilirdik, toprakta, çevremizde gördüğümüz herhangi bir şey. Ama bir de hayat vermiş. Üstelik Rabbimiz bizi it yapmamış, bit yapmamış, inek yapmamış, sinek yapmamış. Şuur vermiş insan yapmış, kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi! İnsanlar içinde ise, bizleri ateşe, taşa, ağaca tapanlardan yapmamış. Hz. Muhammed Mustafa (sav) ümmetinden eylemiş, Müslüman bir ailede daha bebek iken kulaklarımıza La ilahe illallah Muhammeden Resulullah sözlerini kulaklarımıza okutturmuş, bizi kendine kul kabul etmiş.

Ne kadar şükür etsek şu nimetlerin hakkını ödeyemeyiz. Diyor ki Üstadımız,”Biz ücretimizi peşin almışız.” ne güzel söylemiş. Böyle nimete, böyle rahmete, böyle şefkate nasıl mukabele edilebilir. İbadetlerimizle karşılığını vermemiz mümkün mü? İnsan bu hakikati akıl ve kalpte tartamaz hale gelince, Yunusvari söylemek geliyor içinden “Bana Seni Gerek Seni.

Yokluk deyince, Merhum Ali Uçar abinin bir Almanya hatırası geldi aklıma.

Ali Uçar abi Almanya’ya eğitim nedeniyle geldiğinde Alman bir aileye misafir olur.

Biraz sohbetten sonra, söz döner dolaşır ölüm, hayat meselelerine gelir.

Alman adam, yaşlarının ilerlemiş olduğunu, öldüklerinde toprakta çürüyeceklerini ve yok olacaklarını söyler.

Ali Uçar abi, şöyle cevap verir “Biz Allaha iman ediyoruz. Allah birdir ve inşallah imanlı vefat edersek Cennete gideceğiz. Yani Allah bizi öldükten sonra yeniden diriltecek, dünyada yaptıklarımızın hesabını soracak.

Peki der Alman adam, biz ne olacağız?

Ali Uçar abi şöyle cevap verir; “Siz toprakta yok olmayacaksınız. Sizi de diriltecek Allah. Siz Allah’a şirk koştuğunuz için, teslis inancınızdan dolayı cehenneme gideceksiniz. Orada Ateş içinde ceza çekeceksiniz.

Alman adam heyecanlanır birden, nasıl yani der. Biz yok olmayacak mıyız? Yani biz başka bir âlemde yaşayacağız? Hemen mutfaktaki kahve yapmakta olan hanımına seslenir. “Koş koş hanım müjde, biz öldükten sonra yok olmayacakmışız. Cehennem varmış! Müjde!”

Bakınız ne diyor Üstad (ki ben burayı okurken her zaman ilk defa okuyor gibi etkilenmişimdir) “Bir zaman (küçüklüğümde) hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmeyi mi istersin? Yoksa bâki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah!” çekti “Cehennem de olsa beka isterim.” dedi.

Cehennemin vücudu dahi rahmettir. Hatta cehennem dahi kâfirler için rahmettir. Çünkü o kâfir ya ademe gidip yok olacaktır veya cehennemde de olsa ebedî bir vücuda mazhar olacaktır. Vücut, hayr-ı mahz ve adem şerr-i mahz olduğu cihetle elbette cehennemde de olsa vücut rahmettir. Ayrıca, yaratılış, in’am, ikram, ihsan, şifa gibi sayılamayacak kadar çok olan bütün hayırlar rahmet eseridir.

Allah’ın Rahimiyeti ise ahirette tamamen mü’minlere yönelik olarak “Af ve cennet nimetleri” şeklinde kendisini tamamen gösterecektir.

Varlık ile bizi nurlandıran Rabbimizden, bekamızı da nurlandırmasını niyaz ederiz. Amin

Editörün Notu: Maalesef bu yazıyı yazanı bulamadık ama bu hatırayı daha önce defaatle Ali Uçar Ağabey’den “yukardaki şekilde” rivayet eden ağabeylerden dinlediğimiz için sitemizde yayınlamak istedik.

Sevgi Konferansı

İnsan, muhabbet ve sevgi…

Sevginin mahiyeti, anlamı ve kullanım yolları.

Ne için sevmek?

Ailemizi, arkadaşlarımızı ve insanları nasıl sevmek?

Doğru sevginin neticesinde neler elde edeceğiz?

Sevgimizi acaba doğru bir yöne mi sevkediyoruz?

ve daha fazla soruya cevap alabileceğiniz bu konferans özel bir okulda düzenlemiştir. Konferanstan Hakan Oflaz‘ın konuşmasını izleyeceksiniz.

Katılımcıları okulun talebe ve öğretmenleri tarafından oluşan bu konferansın diğer okullarda da bu kadar güzel bir şekilde tertip edilip düzenlenmesi temennisiyle gururla sitemizde yayınlıyoruz.

 

İkinci Hastalık “Hilekarlık;” Tedavisi “Dürüstlük” (Hutbe-i Şamiye)

Metinde "Kurtuluş doğruluktadır" yazıyor

Said Nursî’nin hutbesinde çağın ikinci hastalığı olarak bahsettiği husus, sosyal ve politik hayatta dürüstlük ve doğrulukta görülen eksikliktir. Doğruluk ve dürüstlük, İslam toplumunun temelini oluşturmalıdır. Oysa bunların yerine, bu toplumları zayıflatan ve güçsüz bırakan aksi hususlar bugün toplumda görülmektedir. Doğruluğun olmayışı, basitçe “yalan söylemek” olarak algılanmamalıdır. Zira yalan bunun da ötesinde pek çok şekle bürünmektedir. İkiyüzlülük, dürüst olmamanın bir şeklidir ve genelde söylenen şeyin aksine, özelde onun tam zıddını yapmaktır. Aldatma ve hilekarlık, gerçeklerle oynamaktır, gerçekleri tahrip eder ve yarı doğruları doğruymuş gibi yüceltir. Düzenbazlık, her ikisine de dost görünerekten tarafları birbiriyle karşı karşıya getirir. Bühtan ve iftira, dürüst olmamanın tahripkar bir şeklidir ve sadece başkalarına zarar vermemekte, aynı zamanda toplumdaki dayanışmayı da tahrip etmektedir. Dinî liderleri de, hilekarlık noktasında vermiş oldukları şahsî fetvalar dolayısıyla istisna addedemeyiz. Politikacılar, propaganda kampanyalarında, güç kazanmak ve kendi gayelerine ulaşmak adına bulundukları mevkileri kullanarak dürüst bir imaj çizmeye çalışmalarına rağmen, dürüstlükle bağdaşmayan davranışlar sergilemektedirler.

Doğru olmama illetine çare olarak Said Nursî, toplum hayatında dürüstlüğü ve şeffaflığı reçete olarak sunmaktadır. Müslüman topluluklar, doğruluk, dürüstlük ve sorumluluklarının gerektirdiği prensipleri kendilerine şiar edinmedikleri müddetçe günümüz dünyasında yalana ve bozulmalara karşı toplum hayatına geçerli alternatifler sunmaları mümkün değildir. Orijinal hutbenin Türkçe tercümesinde Said Nursî, bu prensibin hutbenin ilk irat edildiği zamanki şekliyle 1950’lerde de geçerli olduğuna işaret etmektedir: “Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim! Ve 40-50 sene sonra âlem-i İslam mescid-i kebirindeki 400 milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.

Prof. Dr. Thomas Michel

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version