Etiket arşivi: Ahmet AKGÜNDÜZ

İdris-i Bitlisi ve Güneydoğu Meselesi

mardinÇaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultân Selim, kendisine Doğu Anadolu’nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî’ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti’ne ilhâkı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şi’îlerin Diyarbekir’i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultân Selim’e tarihçe müsellem olan tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti’ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir.

“Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’î mezhebini icra eyledik. İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik.

Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cârî olmuşdur.”

Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisî’nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail’in Diyarbekir’i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. XX. asrın İdris-i Bitlisî’si olan Bediüzzaman 1910’larda Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:

“Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlâd böyle olur… İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.”

Diyarbekir’in Safevî Devleti’nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti’ne itaatlerini temin eylemiştir.

İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti’ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî’ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı Devleti’ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti’ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti’ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.

Mektubun sonuna doğru, Anadolu’yu Şi’îleştirmek isteyen Şah İsmail’in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.

Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük’den itibâren Kuzey Irak ve Haleb’i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti’ne iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim:

1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25’den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısn-ı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey…. Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir.

2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi irâdeleriyle Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz’a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ’at mektubu çok manidardır:
“Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâmı tatbik ve adâleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz “.[1]

Ahmet Akgündüz / Osmanlı Araştırmaları Vakfı

Yavuz Sultan Selim ve Kürtler

Muhtelif fikir çevrelerinde Yavuz’un Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğru mudur? Elbetteki bu iddianın tam tersi doğrudur. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Şöyleki, Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehl-i sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514’de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır.

Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran’da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlem-i İslâm’ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul’da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şi’îlerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulı isyanını da önleyememişti. Anadolu’yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.

Nihâyet Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal’in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah’ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim’in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı. Anadolu’nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehl-i sünnet vel-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti’nin de Müslüman bir ülke olması; İslâm’ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır.
İşte bu hakikatı idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişah’a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti.

Osmanlı Devleti’nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu.

Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dâr’ül-İslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa’dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük azamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu’nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu.

Ahmet Akgündüz / Osmanlı Araştırmaları Vakfı

Said Nursi’yi Bir Dünyalı Gibi Sevmek İstiyorum

Barla Platformu başkanı Said Yüce bugün Risale Ajans’ı ziyaret etti. Kendisine Risale Ajans hakkında bilgiler verdikten sonra, son günlerde gündemde olan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün yapmış olduğu “Bediüzzaman’ın Hz. Peygamber’e kadar uzanan soyağacı, seyyid ve şerif olduğuna dair arşiv belgelerini” açıklamasından sonra ortaya çıkan tartışmaları nasıl değerlendirdiğini sorduk aldığımız cevabı bilginize sunuyoruz.

Said Yüce’nin Cevabı ; Evet sizinde ifade ettiğiniz gibi Ahmet Akgündüz hocanın Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin seyyid ve şerif olduğu ile ilgili belgeleri açıklamasının ardından malum tartışmalar çıktı. Destekleyenler, takdir edenler, karşı çıkanlar, uslubunu beğenmeyenler oldu. Ama şunun bilinmesi gerekir ki;

Risale-i Nur bugün, Sibirya’da Severemonsk’te, Şili’de Santiago’da, Afrika Congo Cumhuriyetinde, Varşova’da, Papua Yeni Gine’de, Bitlis Ahlat’ta , İzmir Kuşadasında, Hatay Reyhanlı’da, Samsun Vezirköprü’de, Golan tepelerinin eteklerinde, Erbil’de, Kafkas dağları bitişiğinde Dağıstan sınırında, İsveç Stockholm’da, Mekke-i Mükerremede, Medine-i Münevverede, Paris’te, Londra’da, New York’ta. Sidney’de, Toronto’da, Berlin’de, Pekin’de, Moskova’da,Tokyo’da, Kuala Lumpur’da, Yenice Müslim Köyünde, Ümraniye’de ve daha nice dünya köşelerinde okunuyor ve her gün yeni yerlere, yeni insanlara ulaşıyor.

Ve her dünya köşesinde her gün ve her an yeni bir Nur parlıyor. Bütün bu köşelerde Risale-i Nur’a kavuşanlar, okudukları Risale-i Nur Külliyatının üzerinde müellif olarak Bediüzzaman Said Nursi ismini görüyor ve onu, kendisine ulaştırdığı ebedi hayatını kazandıracak hakikatlerden dolayı kalbinde müstesna bir yere koyuyor.

Onu okuyup hayran olanlar ne milliyetinden, ne de doğduğu topraklardan dolayı değil, yazdıklarından dolayı onu seviyor. Ve hatta namaz tesbihatlarında günde beş defa ona dua ediyor.

Kendi dillerinde onun için Allah’tan güzel şeyler diliyorlar. Ama bütün bunları yaparlarken hiçbirisinin aklına onun milliyeti gelmiyor.
Aslında bu konuya girmeyecektim, madem sordunuz bu tartışmalara nasıl baktığımı ifade edeyim.

Sürüp giden tartışmaların, bu konuda çıkan haberlerin, yazıların özellikle “yorumlar” bölümünde seviyenin ne kadar düştüğünü, haber sitesi okuyucularının da haberin aslı ve içeriğinden çok üzerinde yapılan yorumlara yoğunlaştıklarını görmekteyim. Burada da kantarın topuzu pek çok kez kaçmakta ve zarar verir boyutlara gelmekte maalesef.

Siyasi konularda mümkün olabilen atışma ve tartışmaların böylesine ulvi ve hassas bir konuda oluşturacağı girdabı, bu konuda belge açıklayan, haber veya köşe yazısı yazanların iyi hesaplaması gerektiğini düşünüyorum.

İletişim de bir san’attır. Bir şey açıklamak yahut yazmak için kamuoyu önüne çıkanlar Risale-i Nur gibi Kur’ani bir cevheri ve onun aziz müellifini sığ ve basit tartışmaların malzemesi yapacak şeylerden ve usluptan kaçınmalı, söz söylerken ve kalem oynatırken azami titizlik göstermelidirler. Tarafları, hiçbir tarafta olmayanları, hatta bu konuda hiç bilgi sahibi olmayanları veya başka düşüncelerde olanları da hesaba katmak durumundadırlar.

Bir şey daha söylemek gerekirse…
Milliyeti, ırkı, cinsiyeti, hatta dini bile farklı nice Dünyalılar artık Bediüzzaman’ı seviyor ve her geçen gün daha da sevecek. Onun tarif ettiği Kur’an’a sarılacak, onun sevdirdiği Peygambere uyacak ve onun inşa ettiği iman kal’asına sığınacak insanlar, yerkürede bahar çiçeklerinin süslediği neşeli bayramları yaşayacak. Kim bilir, Üstad belki de Hüsnü ağabeyin o günleri göreceğini müjdelemişti.

Birçok dünyalı daha onu tanımadan eserlerini tanıdılar, yazdıklarını sevdiler. Eserlerinden ve vasıflarından dolayı onu da sevdiler. Bediüzzaman’ın başka vasıfları ve özelliklerinin öğrenilmesi de elbette ona olan sevgiyi pekiştirdi.

Ben de onu bir dünyalı gibi sevmek istiyorum. Çünkü o Alaska buzullarında yaşayanların da üstadı. Ve yazdıkları Eskimo çadırlarında da okunuyor ve seviliyor: bizim içine daldığımız tartışmalardan çok uzak bir şekilde…

02.01.2013
Risale Ajans

Said Nursi, Hz. Muhammed (ASM)’nin Öz Torunudur!

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı işbirliğiyle, İstanbul WOW Otel Center’da, Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram ve Mehmet Fırıncı’nın katıldığı basın toplantısında, 35 yıllık bir çalışmanın sonucunda ulaştıklarını belirttiği Bediüzzaman Said Nursi’nin ayrıntılı soy ağacını katılımcılarla paylaştı.

Akgündüz, zekat almaları yasak olan, ”ehl-i beyt”, ‘‘sadat”, ”evlad-ı resul’‘ gibi isimlerle anılan Hz. Muhammed’in, Hazreti Ali ve Fatıma’nın evliliğinden devam eden soyundan gelenlere, Osmanlı’nın büyük önem verdiğini hatırlattı.

Özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin, Peygamber soyundan gelen kişilerin işlerine bakması için, ”bakan” statüsünde ”nakib-ül eşraf” ismi verilen görevlinin tayin edildiğini açıkladı. Bu kişilerin ”seyit ve eşreflerin” askerlikten ve bazı vergilerden muaf tutulması için isimlerini kaydettiğini ifade eden Akgündüz, sözlerine şöyle devam etti:

”Bediüzzaman Hazretleri’nin mübarek neslini Osmanlı Arşivleri ve İstanbul Müftülüğü’nde bulunan Nikabet-ül Eşraf belgeleri arasında bulmaya çalıştık. Bitlis ve Hizan’daki nüfus ve tapu kayıtlarını tamamen inceledik. Ancak istediğimiz neticeye ulaşamadık. Daha sonra bir ara Bitlis’in de Musul’a bağlı kaldığını hesaba katarak ve de Osmanlı döneminde mevcut nakib-ül eşrafların aynen devam ettiğini öğrenerek himmetimizi Irak’a çevirdik. Kıymetli kardeşim Adnan Budak Bey’in de gayretleriyle Üstad’ın şeceresi ile belgeye aylar sonra Üstad’ın dedelerinin mezarlarının bulunduğu Sincar’a bağlı Hıyal köyü yakınlarında oturan tarih araştırmacısı Dr. Mahmud Said Bey vasıtasıyla ulaştık. Osmanlı arşiv belgeleri ve özellikle Tapu Tahrir kayıtlarıyla teyit edilen bu şecerenin yazılış tarihi 1935’lere varmaktadır. Yaptığımız araştırmalar sonucunda Bediüzzaman Said Nursi’nin baba tarafından Abdülkadir Geylani’nin torunu Hazreti Hasan’ın neslinden ve şerif olduğunu ortaya çıkardık. Diğer taraftan da annesi tarafından Hazreti Hüseyin neslinden seyyit olduğu ortaya çıkmıştır.

İddialarının tümünün belgeli olduğunu ifade eden Akgündüz, belgeli olmayan hiçbir konuya kitaplarında yer vermediğini ifade etti.

– ”Osmanlı terminolojisinde Bediüzzaman seyyit değil, şeriftir’‘ –

Said Nursi’nin neden seyyit olduğunu açıkça söylemediğine ilişkin soruyu Akgündüz, şöyle cevapladı:

Bediüzzaman şahsiyetini çürütmüş, iman ve Kur’an-ı Kerim hakikatlerini her zaman zirveye yükseltmiştir. ‘Ben bir kuru çubuk hükmündeyim, şahsıma yönelmeyin, benim tercümanı olduğum Kur’an’ın hakikatlerine yönelin’ dediğine ağabeyler şahittir. Bir nokta daha var: ‘Ben seyyit olduğumu bilmiyorum’ diyor. Doğrudur. Genel manada seyyit deyince Hasan ve Hüseyin’in torunlarına deniyor. Ama Osmanlı terminolojisinde Bediüzzaman seyyit değil, şeriftir. Çünkü anne tarafından gelen seyyitlik kabul edilmiyor. Abdülkadir Geylani de öyledir. Baba tarafından şeriftir, annesi seyyittir ama genel anlamda ‘seyit denilir mi?’ elbette ki denilir. Bir de çok önemli hadise, Bediüzzaman bunu kamuya açıklamamıştır. Çünkü kendisine bir kısım makamlar isnat edip, hükümet zaten mahkemeler başında, 30 sene sürgünden sürgüne gönderilmiş, bunu ortaya çıkarmamıştır. Ancak talebelerine de hakikati söylemekten asla geri durmamıştır. En önemli şahidimiz Hulusi Yahyagil Ağabeyimiz. Bu üstadın 1 numaralı talebesidir, ‘Kardeşim sen de ben de seyyitlerdeniz’ demiştir.”

-”Nursi, Kürt müydü?” –

Prof. Dr. Akgündüz, ”Said Nursi Kürt müydü? Bunu net olarak söyleyebilir misiniz?” şeklindeki soruyu ise şöyle cevapladı:

Bediüzzaman Hz. Muhammed’in özbeöz torunudur. Hem Hazreti Hasan’ın torunu olması hasebiyle şerif, hem Hazreti Hüseyin’in torunu olması münasebetiyle seyyittir. Kürtlük konusunu soruyorsanız şuan Siverek’te yaşayan ve özbeöz Kayı boyundan olan ‘Kara Keçilililer’ ne kadar Kürt ise, Bediüzzaman da o kadar Kürt’tür. Yani Bediüzzaman Kürtçe konuşulan bir köyde doğmuştur. O dili konuşarak büyümüştür. Normal olarak o dilin yayılması için teşviklerde bulunmuştur ama evlad-ı resul olmasına bu mani değildir.”

Said Nursi ile ilgili çalışmalarını sürdüreceğini ifade eden Akgündüz, bir gazetecinin ”Mehdiyet meselesinde ne dersiniz?” sorusuna ise ‘‘Onun için ayrı bir basın toplantısı gerekir” şeklinde cevap verdi.

-Said Nursi’nin talebeleri-

Basın toplantısının sonunda Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri de düşüncelerini paylaştı.

Abdullah Yeğin, Kur’an-ı Kerim’in ”İman edenler kardeştir” dediğini ifade ederek, ”Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık siyasilerin uydurmasıdır. Bu ırkçılığı uyandıran kimdir? Avrupa değil mi? Bizi müstemleke yapmaya çalışanlar değil mi? Bizi birbirimize düşman etmek istiyorlar. Bizler Allah’ın kuluyuz, Müslümanız. Irkçılığa kulak asmayız. Bunu akıl böyle ilan eder, iman böyle ilan eder” ifadelerini kullandı.

Hüsnü Bayram ise Akgündüz’ün yaptığı çalışmayı takdir ettiğini belirtti.

Mehmet Fırıncı ise ”Risale-i Nur zaten bize kim olduğunu anlatıyordu. Akgündüz Hocamız’ın bu çok meşakkatli çalışmayı ortaya koyması her türlü takdirin üzerindedir” dedi.

Kaynak: AA

Bediüzzaman Said Nursi’nin Şecereleri ;

Baba Tarafı Şeceresini (Soy Ağacını) indirmek için tıklayınız.

Anne Tarafı Şeceresini (Soy Ağacını) indirmek için tıklayınız.

Kaynak: Risalehaber

Rotterdam’da Tarihi Toplantı: “Avrupa Ateizmle Tek Başına Mücadele Edemez”

14-15 Eylül tarihlerinde Rotterdam İslam Üniversitesi Erdebil Konferans Salonunda yapılan toplantıya, 16 ülkeden temsilci, Türkiye Büyükelçisi başta olmak üzere, Suudi Arabistan, Malezya ve digger İslam Ülkeleri büyükleçiliklerinden temsilciler katıldı.

14 Eylül 2012 Cuma akşamı yapılan açılış resepsiyonunda üç önemli konuşma yapıldı. Hem EMU ve hem de Rotterdam İslam Üniversitesinin şeref başkanı olan Prof. Nevzat Yalçıntaş, bu toplantının Rotterdam İslam Üniversitesinin önemini ortaya koyduğunu ve artık Müslümanların burs fonları oluşturarak Avrupa’daki müslüman gençlerin eğitimine eğilmeleri gerektiğini özellikle belirtti. Yalçıntaş’ın Cumartesi günkü sunumu ise, Avrupa’daki bütün Müslümanlar için bir çalışma talimatnamesi mahiyetinde idi.

Açılış konuşmasında söz alan Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz de organizöterlere kalbî şükranlarını takdi eyledikten sonra şunları vurguladı:

“Maalesef İslam ve Müslümanlar, Avrupa’nın birinci derecede sıcak gündemini oluşturmaya devam etmektedir. Müslümanlara karşı olan ayrımcılık, kötü muamele ve aşağılamalar devam eylemektedir. Buna karşı Müslümanların ilim, ittifak ve gayret silahıyla mücadele etmeleri zaruridir. Müslümanları aşağılayan filme karşı gösterilen ve Amerikan büyükelçisinin ölümüyle sonuçlanan olay İslam hukukuna aykırıdır. Bu olayı kınadığımız kadar, bu filmi yapanları, bunun engellenmesine yaklaşmayan Amerika’yı ve Google şirketini şiddetle kınıyoruz. Bütün Müslüman devletleri Google grubuna karşı ticarî ambargoya davet ediyoruz.”

Katılımcılardan Utrecht Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Karel Steenbrick’in “hitamuhu misk” denilebilecek konuşmasıysa, Avrupa Üniversitelerinde İslami eğitimin tarihini özetledi. Konuşmasının son bölümününde aktardıkları ise salonu dolduranları heyecanlandırdı. Prof. Dr. Karel Steenbrick: “Bir dostum Bediüzzaman’ın Avrupa konusunda şu tavsiyede bulunduğunu rüyasında ondan dinlemiş” dedi ve hikmetli iki rüya ile tespitlerini bildirdi:

Birinci Rüya:Ben Neijmegen Katolik Üniversitesinde İslam ve Arapça eğitimini alırken Cizvit papazı olan hocam Prof. Jean Houben bana şunu anlattı: “Eğer bütün Hristiyanlar Thomas Aquinas’ın felsefesini ve ilahiyat anlayışını takip etseler ve Müslümanlar da İbn-i Rüşd’ü anlayabilseler, iki toplum da içiçe ve barış içinde birlikte yaşayabilirler.”

İkinci Rüya: “Bediüzzaman Said Nursi’yi Hollanda’ya gelmeden rüyasında gören ve şu anda aramızda bulunan bir şahsiyet, Bediüzzaman’ın Avrupa konusunda şu tavsiyede bulunduğunu rüyasında ondan dinlemiş: ‘Ateizme karşı Hristiyanlara yardım etmek icin Avrupa’ya gitmelisin. Zira Müslümanların yardımı olmadan Avrupalılar dinsizliğe karşı mücadele edemezler ve mağlup olurlar.’

Ben bu iki hükmetli rüyadan şu dersi alıyorum ki, Müslümanlar ve Hristiyanlar ancak bu tavsiyelere uyarak müşterek değerlerini koruyabilirler. Her ikisi de muhteşem mazilerine dönemeyebilirler; ancak modern ilimle desteklenen diyaloglar sayesinde ve Üniversitelerin de desteğiyle müşterek yaralarına ortak merhemler bulabilirler.”

15 Eylül 2012 Cumartesi günü ise, üçü temel tebliğ olmak üzere (Prof. Ahmet Akgündüz “Rotterdam İslam Üniversitesi: Geçmişi ve Geleceği”; Doç. Dr. Özcan Hıdır “Eğitim ve İslamofobya” ve Abdülhakim Anderson ise “Müslüman Gençlik İçin Eğitğimin Önemi”) ve altısı kısa tebliğ tarzında olan sunumlar yapıldı.

EMU Başkanı Ebubekir Reager’ın heyecanlı takdim konuşması ve Müslüman olduğunda ailesinden gördüğü sıkıntılar ve karşılaştığı problemler de katılımcıları herkesi duygulandırdı.