Etiket arşivi: ahmet ay

Bismillah nasıl her hayrın başı?

İyilik varoluşsal, kötülük ise eylemseldir.” Markar Esayan, İyi Şeyler’den…

Tezekkür, tefekkürü terketmişse, nihayeti ülfettir. Risale-i Nur’da bazı vecizeler var, tırnaklamayı/söylemeyi çok sevdiğimiz halde, hakikatinin peşinde koşmayı bırakmışız. Meraksızlık, bir nevi ölüm, hayretin ölümü. Merak, hayattan bir cüz, en az hareket etmek kadar emaresi. Gaflet hayretin intiharı. Bunlardan en öne çıkanı, kanaatimce: “Bismillah her hayrın başıdır…” cümlesi. Şiddet-i zuhur her zaman görmek sebebi olmuyor maalesef. Bazı zaman da, tam tersi, körlük sebebi. Gözlüklü gözle gözlük aramak gibi. Aczin iki ucu var: Birisi yapamamak’a bakıyor, diğeri ise kuşatamamak’a. Yapamasan da acizsin, yaparken kuşatamasan da.

“Bismillah her hayrın başıdır.” Acaba öyle midir? Bediüzzaman’ın hiçbir cümlesi yoktur ki, sınamaktan korkayım onu. Korkmam çünkü sınanmayı seven birisidir. Metinlerini benim için karşıkonulmaz kılan zaten sürekli sınanıyormuş gibi yazmasıdır onları. Burhan üstüne burhan, delil üstüne delil eklemesidir. Eğer, bir yerde delillendirmediğini görürsem, bunu o cümleye güvensizliğe hamletmem bu yüzden. Belki de tefekkürün kapısını açmış ve yolculuğun devamını ise takipçisine bırakmıştır? Öyle ya, her soruya bizzat kendisi cevap verse, yazdığı yine kitap olur; ama sormayı öğretenin yazdığı ancak ekoldür. Farkını soruyorsan: Birisi, kendinde bitmiş olan. Diğeri, kendiyle birlikte başlayan.

“Bismillah her hayrın başıdır.” Bu cümlenin birkaç sorusu var ortaya konması gereken. Doğru soruları bulduğunuzda doğru cevaplar da başlıyor ortaya çıkmaya. Birinci soru: Hayr nedir? Yalnız faydalı olan mı? İşe yarayan mı? Yetmiyor bu anlamlar ‘hayr’ı tartmaya. Neyse ki 13. Lem’a yetişiyor imdadımıza: Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir. Demek, hayrı tarif ederken vücudî olana, yani varoluşsal olana bakacağız. Parçaya değil bütüne daha çok. Hem bütüne, hem bütünlüğe (onun zamanı aşmış boyutuyla sonsuzluğa) hizmet edene. Vücudî, doğrudan varoluşu; imar ve tamir ise varoluşun bizim nazarımızda eksik gözüken yanlarının tamamlanmasını ifade ediyor sanki.

Bu arada şerre de bir yer bulalım: Şer, varoluşu kesintiye uğratan, eksik bırakan, yıkan, belki de sonlandıran. Şer, bu pencereden bakınca eylemsizlik değil, bir çeşit eylem. Ama varoluşa hizmet etmeyen eylem. Sonuçları, varolanın devamına ve bütünlüğüne hizmet etmiyor. Demek eylemler de ikiyi bölündü şimdi: Varoluşsal ve yıkımsal. Vücudî veya ademî. Peki insanın elinde var etme ve yok etme gücü var mı? Yok. Ama nazarında/kesbinde var kılmak veya yok kılmak?

Var. Bediüzzaman’ın “Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir” sözünü de anımsayalım burada. Yaratılan şer değil aslında. Bizim eksik bakışımız/bırakışımız şer. Şer bireysel bu yüzden. Hayır ise kapsamlı. Hayrı görmek bütüne bakmayı gerektiriyor daha çok. Şerri kazanan danesinde boğuluyor. Gözünü kapamakla yalnız kendine gece ediyor. Hayrı arıyorsan hep açını genişleteceksin. Daha geniş bakmak boğulmayı engeller. Gel, istersen Muhakemat’a götüreyim seni: Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.

Şimdi yeni suallerin peşine düşmeli: “Neden Allah’ın ismi, varlıksal olanın herşeyin başıdır?” Ama bunun cevabı malum. Vareden Oysa elbette varoluşsal herşey Onun ismine bağlı. Bu kolay oldu. Yeni bir sual soralım o zaman: “Neden başka bir isim değil de Allah ismi varoluşsal herşeyin başı?”

İşte bu soru içinde güzel bir ders var. Allah ismi, Esma terminolojisinde, aslında bütün isimlerin manalarını kendinde derceden, toplayan, kapsayan bir kuşatıcılığa sahip. Ondan gayrı hangi ismi zikretsen, evet yine Allah’ın ismidir ama, Allah ismi değildir. Çünkü onun kuşatıcılığına sahip değildir. Allah ismini zikrettiğin zaman bütün esmayı ve sıfatı, bütün kuşatıcılığı ve dengesiyle zikretmiş sayılırsın. Bakma, şimdilerde onu söylerken yalnız aklımıza Halık isminin manası geliyor. O bizim hatamız. Aslında Allah ism-i celili bütün esmanın başıdır ve hepsinin manasını kuşatır.

Hatırlıyor musun, yukarıda, şerrin cüz’î olduğunu öğrenmiştik? Hayrın ise geniş bakmakla kendini gösterdiğinden bahsetmiştik. Şimdi farklı bir şekilde bakmayı teklif ediyorum “Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar…” cümlesinden hareketle: Sakın bizim şer sandıklarımız, yahut kesb ile kendimize şer kıldıklarımız, işte böyle isimlerin tamamını kuşanamayışımızdan, tamamının denge halinden meselelere bakamayışımızdan olmasın? Mesela: Musibeti Allah’tan bilip de Allah’ı Hakîm bilmemek; Onun celalini en küçük hücremize kadar hissedip cemalini görememek, eksik nazarımızda, bizim için hayrolanı, bize şer kılmaz mı? Başka versiyonlarıyla da bu tehlike geçerli:

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var (…) elbette gerektir ki: Cenab-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile; bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse, zarar eder. Mesela, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir.[1]

Bu açıdan bakınca “Bismillah her hayrın başıdır…” çok kapsamlı bir hakikatin anahtarı gibi görünüyor. Şöyle: Varlıksal olan denge ister. Denge ise kuşatıcılık. Kuşatıcılık ise bütün esmayı bilmekle olur. Esma ise Allah ism-i celilinin içinde deruhte. Onun kuşatıcılığını yakalarsan hayatı hayırla yaşarsın. Varlık da sana hep hayır yüzünü gösterir. Bismillah, Allahın ismiyle başlamak herşeye, belki bu yüzden İslam nişanı. Buradan nişan alırsan hakikati ıskalamazsın. Hiçbir yerde, şen’de, isim’de, cilve’de, ünvan’da, rububiyet’te takılmazsın. “Alanı her yerde selametle gezdi!” cümlesi hakikatin olur. Bu arada: Ene Risalesi’nin ahirindeki üç yolu düşün. Neden en makbul olan yol, göğe yükseldiğinde, yani herşeyi kuşbakışı/kuşatıcı seyrettiğinde aldığın yol?

[1] İlginçtir, bu metnin devamında, Bediüzzaman’ın, okuruna tembih ettiği her Kur’anî cümle ‘Allah’ lafzını içeriyor.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Keşke toprak olsaydım!

Bu adama (Cuma’ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum.” Daniel Defoe, Robinson Crusoe‘dan…

İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de ‘müslüman kalmaya’ niyet etme, azmetme, kastetme.

Hidayette hiyerarşi yoktur. Kırkıncı müslüman Hz. Ömer (r.a.) aşere-i mübeşşerenin ikincisi olabilir. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış bir gizli şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur, biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, onun katkılarını ancak dikkatle farkedebilir. Kazandırdıklarını enfüsî tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an’ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayet-i kerimenin ifadesiyle; “Allah onların kötülüklerini (seyyiatlarını) iyiliklere (hasenatlara) çevirir.” Mühtedinin içinde yaşadığı kıyamet budur. Süreç boyunca, geçmişte müptelası olunan kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak ayaklara dolanır. Allah’ın inayeti yanlarında olmazsa işleri çetrefillidir.

Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam’ı, yaşadığım İslam’dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.

Katılır mısınız: Bilgi, akıldan şuura düştü mü, arkaplanda ‘öyle olması gereken’ şarkısı söylenmeye başladı mı, heyecanı azalıyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiğini ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis-i şerif, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia’nın “İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!”[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: “Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir.”

Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak nazarını kuşandıkça ve açlığını çektikçe bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. İmana ihtiyacımızda eşitiz. Açlığımızda kardeşiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: “Mü’minler ancak kardeştir.” Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavmin hidayete erenleri ‘nesillerin en hayırlısı’ olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine özlemle Asr-ı Saadet denmezdi.

Ashab-ı kiramın ümmet içindeki üstünlüğü kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor.Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz! buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, yalnız ‘takip edilebilirlikleri’ açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevi’sinin bir yerinde:

Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara.“[2]

Şimdi sen, Mevlana’nın penceresinden, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların feraset ve istikametle verdikleri tavsiyelerden/desteklerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle ‘beraber öğrenmek’ olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: ‘Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.’

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’

Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Asr-ı Saadet’e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin, bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti… Hatta o zaman Useyd b. Hudayr’ın (r.a.), bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: “Ey Ebu Bekir’in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir.”

Bir de zamanın varsa, Mevlana’nın dediği: “Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!” cümlesini, Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:

Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.

Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi,Hani meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah’ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. “Ben ateştenim, o topraktan…” diyordu. Allah, ondan bunu kabul etmedi, senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana’nın dediği gibi; “Tevazuda toprak gibi ol” ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Kur’an’ın haber verdiği akıbetten sakın: “Ya leyteni küntü turaba!/Keşke toprak olsaydım!”[4]

Ahmet Ay – hicbisey.com

[1] İmam Gazalî (r.a.), Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia’dan (r.anha) nakleder.

[2] Etkileşim Yayınları’ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca’nın derlediği, Mesnevi’den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.

[3] “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir…” cümlesiyle başlar.

[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: “Keşke toprak olsaydım!”

İzzet ne zaman gerek?

Aldığım en güzel üslûp derslerinden birisidir: Bediüzzaman’ın, 31 Mart Olayları ardından Divan-ı Harp’te yargılanırken “Sen de şeriat istemişsin?” sorusuna karşı verdiği cevap: Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil! Burada, dikkat ederseniz, talep ettiği şeyden bir adımcık geri atmaz Bediüzzaman. Kendisine gelebilecek zarardan ötürü korkmaz. Taviz vermez. Takiyye yapmaz. Fakat şunu da yapmaz: Davanın haklılığına, üslûptaki sorun nedeniyle halel getirmez. Dava ile üslûbu birbirinden ayırır. Davanın hak olduğunun altını çizmekle birlikte üslûptaki sorunların şeriattanmış gibi anlaşılmasına engel olur. Amacın meşruiyeti ile üslûbun meşruiyeti arasındaki mesafeyi vurgular.

Bu metin benim için çok önemlidir. Çünkü özellikle ‘özgürlük’ eksenli bütün tartışmalarda toplumun ‘talebin meşruiyeti’ ile ‘üslûbun yanlışına’ çekilmeye çalışıldığını gözlemlerim. O kadar çok örneği vardır ki bunun: Gezi olaylarında mesela ‘ağaç kesmenin kötülüğü’ gibi masum bir zemin üstünden ‘kaldırım taşı söküp polise fırlatma’ yanlışlığı yedirilmeye çalışılır halka. Veyahut bir eylem sırasında bir evladımızın kaza eseri ölmesi üzerinden devlete/meşru hükümete topyekun bir başkaldırmanın yolları dayatılır. Bazen de bu saldırı dışarıdan değil içeriden olur. Yolsuzluk başlığını büyük puntolarla kullanmaya başlamış bir grup, bunun yanlışlığı üzerinden, bin nümayişle kendi kopardığı anarşi ve fitnenin meşruiyetine yollar arar. Dedim ya size: Yöntem çoktur. Ama hepsinin istediği birdir: Amacın güzelliğine meftun edip araçlardaki sorunları görmezden gelmemizi sağlama. Bir nevi fikir ilizyonu.

Halbuki yine mürşidim bir yerde der:Gayrımeşru tarik, zıtt-ı maksuda gider. Doğruyu istemek yetmez tek başına her zaman. Doğruyu da ‘doğru bir şekilde’ istemek gerekir. Yoksa amacın tam tersi bir maksada götürür bizi. Bir masumun ölümü nedeniyle başlatılan eylemlerin başka masumların ölümüne sebep olması gibi. Karmaşa fasit bir dairedir. Sürekli kendi meyvelerini yiyerek beslenir, büyür; sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; başlarken hangi amaçla yola çıkıldığı bile unutulur.

Bu nedenle, ben, her zaman “Yoksa sen özgürlüğe taraftar değil misin? Yoksa sen masumun ölmesine seviniyor musun? Yoksa sen polis şiddetini haklı mı buluyorsun? Yoksa sen yolsuzluklara taraftar mısın? Yoksa sen devletin baskısını destekliyor musun? Yoksa sen de devletçi misin?” tarzı bütün baskılara aynı cümleyle direnirim: “Ben de özgürlük, ben de huzur, ben de temiz toplum, ben de mutluluk, ben de gelir eşitliği, ben de adalet isterim; ama ihtilalcilerin istediği gibi değil.” Birşeyi ıskalıyorsunuz: Sizinle beraber olmayışımız, sizin istediğiniz şeyleri istemiyor olduğumuzdan değil ‘sizin gibi istemeyişimizden’ kaynaklanıyor.

En yakın örneği Gezi’de yaşananlar. Mekansal talep bağlamındaki benzerliğinden ötürü söylüyorum: Bu ülkedeki dindar insanların Ayasofya’nın tekrar cami olmasından daha çok istediği birşey var mı? Müzeye çevrildiği günden beri yapılan, yazılan ve söylenen şeyler ortada. Fakat ne zaman siz dindarların böylesi bir mekansal talep için insanları taşladığını, polislerle çatıştığını veya molotoflu saldırılar yaptığını gördünüz? Ne zaman taleplerini topyekun milletin huzuruna tercih eder şeyler yaptılar?

Hal böyleyken, dindarlara üstperdeden racon öğretmek; devlet otoritesinin kölesiymiş, baskıdan hoşlanıyormuş, masum ölümlerine seviniyormuş, yolsuzluklara taraftarmış, iktidar yalakasıymış gibi ithamlarda bulunmak ne solun ne de bu sıralar kankalıklarını yapan diğer kesimlerin haddi değildir. Ve bunlarla musalaha diliyle de konuşulmaz. Argo tabir kullanacağım: Atarına atar, giderine gider yapılır. İzzetli olmak bir müslümana en çok böylesi zamanlarda yakışır. Alttan almaya gerek yok. Çünkü alttan alınacak bir hatamız yok. Kur’an bize bunu öğretiyor:Leküm diniküm veliyedin. Sizin dininiz size, bizimkisi bize. Siz bizim idealimiz değilsiniz. Üslûbunuz da meşru taleplerin iletilmesinde tek yol değil. Her şiddet eylemini tarafınızdan gördükten sonra durup durup “Ülkeyi kutuplaştırıyorlar!” diye söylenmeniz de sadece gülmemizi arttırıyor, başka birşeyi değil.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Tekrar da güzeldir

Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. 28. Söz’den.

Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli (bazı açılardan) tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor, ölüyor, diriliyor… Ama arılar ve çiçekler heyecanlarını asla yitirmiyorlar. Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız mü’minane heyecan. Ânı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil. Anlamlı bir bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu.

Yaşamak: Bekleyiş ve beklenen olma.

Mü’minlik: Emin olunma veya kendinden bekleneni yapma.

Eylemenin kısacık heyecanı dindiğinde beklemenin uzun ömürlü heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, teslim de, tefekkür de bu bekleyişteki lezzetten çıkıyor.

İnsan yaşlandıkça ağırlaşır. Hareket etme yeteneği azaldığı gibi buna arzusu da azalır. Hayat fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Beklediğinde derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Yolunuzu kaybetmenizi engeller. Aklınızı başınızda tutar. Demek: Hayat bir dikey veya yatay doğru değil dairedir.

Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir.

Hayatın özü bu şahitliktir. Sonra senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. İzlerken izlenirsin. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız şahidimizdir. Kırışıklarımız şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır. Yani şahidimizdir. Acısıyla-tatlısıyla yaşadık bu hayatı. Allah şahidimizdir.

Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlamaz mıyız? Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan. Derinlikli fikirlerden, sözlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması detaylarının farkedilmesini de sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün yavaşlar. Nesne yavaşlarsa detayı artar. (Artış salt eşyada değil farkediştedir.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıklaşır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması… Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması adeta yormaya/korkutmaya başlar. Derin sularla yüzleşmeyi bilmez kulaçlarımız. Belki biraz da bu yüzden, gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan bu denli detaylıyken gaflet dağıtır.

Tekrar döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler… Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani ‘hiç’ gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?

Tekrarın ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak vahyinde, başka yerlerde görsek eksiklik sayacağımız, tekrarlar (tekrarat-ı Kur’aniye) yapıyor. Tekrarın eksiklik olmadığını gösteriyor hem. Hem kainat yüzündeki tekrarların eksiklik olmadığını/olmayacağını hatırlatıyor. Mesela Bakara 28’de diyor: “Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz; öyleyken Allah’ı nasıl inkar edersiniz?” Veya diyor: Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız.

Ölüp ölüp dirilenler. Sizi ve sizden öncekileri… Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın. Benzerliklerin var. Senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor veya yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük ‘ol’un içinde bir ‘ol’sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: “Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!” Hem de diyor ki: “Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynısı değiliz.”

Tekrarlara dikkat et. Tekrar kibir kırıcıdır bence. Benzerlikler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. ‘Tekrar ölen tekrar dirilen’sin. Ve ‘tekrar ölen tekrar dirilenlerin’ bir ferdisin. Varlığı büyük bir tekrarın parçası olan nasıl döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi;İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa ardındaki ele ve eldeki niyete dikkat et. Kapına her gün çiçek bırakılması sevgilinin kalbinin güzelliğindendir. Ve de sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Fitneyi kimler kırar?

Tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki manevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz. 22. Mektup’tan.

Besim Tibuk, Cem Küçük’le söyleşilerinden oluşan “Finans Krizi mi, Mali Kriz mi?” isimli eserinde, 1929 buhranını değerlendirirken, kanaatimce tüm krizleri değerlendirirken hatırda kalması gereken şöyle bir tesbitte bulunuyor: Finans piyasalarında bu tip olaylarda önemli olan ‘finansman paniğini’ önlemektir. Çünkü finans bir yerde, beyinde güvenle oluşuyor…

Devamında ise şöyle bir örnekleme de bulunuyor: “Alan Greenspan 1987’de ABD Merkez Bankası Başkanı oldu. Başkanı olur olmaz borsada büyük bir çöküş başladı. Ne yaptı Greenspan? Bütün bankalara ‘Sizi istediğiniz kadar fonlayabilirim’ diye faks çekti. O faksı geçince, bankalar ertesi gün hisse senetlerini çökmekten kurtardı. Çökme durdu. Yavaş yavaş piyasa kendini toparlardı. Aklıselim hakim oldu.

Kriz anları yani bir yönüyle fitne zamanları. ‘Fitne’ kelimesi aslında, madencilerin, başka madenlerle karışık bir şekilde bulunan altını, ateş yoluyla onlardan ayırması işlemini karşılıyor. Fakat bizde daha çok ‘kargaşa’ kelimesinin karşılığı. Neyin, ne olduğunun anlaşılmadığı; kimin haklı, kimin haksız olduğunun karıştırıldığı zamanlar. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam buyuruyor: Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse; yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.“[1]

Bediüzzaman, 11. Lem’a’da bu hadisi, sünnet-i seniyyenin pusula fonksiyonunu vurgulayarak izah ediyor. Benim ayrıca, “Allahu’l-alem” kaydıyla hadisten anladığım şeyse şu: Fitne zamanı, insanların inandıkları hakikat uğruna ölmeyi/öldürmeyi de gözlerine daha kestirdikleri, yani bir nevi ‘çabuk sonuca gitmenin’ tatlı göründüğü bir dönem. Sanki hadis burada faziletin yanında şuna da vurgu yapıyor:Böylesi dostun-düşmanın karıştığı zamanlarında sonucu ölüm olan fiillere karışmaktansa sünnetin çizgisini yaşayarak muhafaza etmek ve etraftakilere de yön gösterici olmak daha kıymetlidir. Tabii bu benim yorumum. Fakat şehitlik kıyaslamasını ‘hikmetsiz’ yapmadığını düşünmek de Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan aldığım hikmet derslerine uygun gibi geliyor.

Ancak, nedendir bilinmez, fitne üzerine meşhur diğer bir hadisi de insanlar sadece ‘suya sabuna dokunmamak’ ekseninde yorumluyorlar. Tahmin ettiniz belki. Ama yine de alıntılayayım: Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.[2]

Gerek zikrettiğim sünnete ittiba ile ilgili hadisin, gerekse ‘hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışındakilerin hüsrana uğrayacağını’ bildiren Asr sûresinin kastettiğinin ‘eylemsizlik’ olmadığını düşünüyorum. Hatta Hz. Osman’ın (r.a.) evinin sarıldığı, güzel başının kana bulandığı fitne hengamında, Hz. Ali’nin (r.a.) ve diğer sahabilerin eylemsiz oturmadıklarını, bilakis kendi çocuklarını halifenin kapısına muhafız dikip can güvenliğini korumaya çalışacak kadar işin içinde ve eylemde kaldıklarını biliyorum.

Buna ilaveten Hucurat sûresinin 9. ayeti de bize müminler arasındaki gerilimleri ‘eylemsizlikle’ geçiştirmeyi öğütlemez:Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.

Hal böyle olunca, ben, yukarıdaki fitne zamanı hadisini de, başta Besim Tibuk’tan yaptığım alıntıda olduğu şekilde “Panik yapmayın!” tavsiyesi gibi anlıyorum. Hadisin her bir parçası, yürüyenin oturması, oturanın uzanması vs… salt ‘eylemsizliği’ değil; ‘paniksiz bir eylemliliğe’ karşılık geliyor bence. Nihayetinde hadis “Herkes yaptığı işi bıraksın, dursun!” demiyor. Sanki “Yavaşlayın!” veya “Kontrollü olun!” diyor bir tatlı teşbih ile. Üstelik, sünnete ittibaı tavsiye eden hadisle beraber düşünürsek, pozitif eylemlerin sürmesini tavsiye ediyor. Ki böyle olmasa, Hz. Ali (r.a.) gibi bir sahabinin fitne dönemlerinden hiçbirisini eylemsizlikle geçirmemesini açıklayamazdık.

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!”[3] ahlakında bir cesur Nebi’nin ‘haksızlığın büyümüş boyutlarda yaşandığı’ fitne zamanlardaki tavsiyesi “Susun, oturun!” olamaz. Hatta kişisel bir tesbitimi söyleyeyim: Ben, böylesi zamanlarda paniği öğütleyen ve karmaşa dalgası oluşturmaya çalışandan anlarım haksızın kim olduğunu. Ortalığı sakinleştirmeye çalışan, hakkı ve sabrı tavsiye eden, itidal isteyenler ise genelde haklı olanlardır. Eylemin üslûbu aynıyla fitnecinin tabiatından haber verir. Paniklemeyenler ve insanların paniklemesine engel olanlardır fitne-kıranlarımız. Panik ve endişe aşılayanlar değil.

Ahmet Ay – hicbisey.com

[1] İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.

[2] Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.

[3] Bu söz hadis diye genelde anlatılıyorsa da kelam-ı kibar diyenler de var. Buraya okurumun da kesinlik belirterek bakmamasını istirham ederim. Kaynak bulamadım.