Etiket arşivi: bediüzzaman

Keramet Dersi

Bediüzzaman Said Nursi’yi Eskişehir hapishanesinde ziyaret eden stajyer avukat Kemal Taner anlatıyor:

“Hapishaneye yanına görüşmeye gitmiştim. Namazı yeni kılmış, tesbih çekiyordu. Elini öptükten sonra kendilerine dedim ki: ‘Efendim, size birçok keramet gösterir, diyorlar. Halbuki ben sizden herhangi bir harikal hal ve vezayit görmedim. Eğer böyle birşey gösteriyorsanız, bana da gösterin, meselâ şu elinizdeki tesbih kendi kendine yürüsün.

“Bediüzzaman tebessüm etti. Bana temsilî şu hikâyeyi anlattı:

“Bir adamın çok sevdiği, sevimli, sevgili bir tek oğlu varmış. Adam bu kıymetli yavrusuna, çok değerli bir hediye almak için, kuyumcu dükkânına götürmüş, Çok çeşitli elmas ve mücevherattan hangisini beğenir ve isterse oğluna alacakmış.

“Mücevherat dükkânında, kuyumcu adam, dükkânı süslemek için; tavana, çok çeşitli renklerde, kırmızı, yeşil, mavi, mor, pembe, sarı her renkte büyük balonlar asmış. Çocuk dükkâna girince mütemadiyen tavandaki balonlara bakarak, ‘Baba ben bu balonlardan isterim’ diye tutturmuş, başlamış ağlamaya. Adam, ‘Oğlum, ben sana çok pahalı ve kıymetli, elmas, mücevher alacağım’ diyormuş, Çocuk ise, ‘Ben balon isterim’ diye ağlayıp duruyormuş. Bu misali bana anlatan Bediüzzaman, sözlerine devamla:

“Ben Kur’ân’ın elmas ve mücevherat dükkânının bekçisiyim, dellalıyım. Ben baloncu değilim. Benim dükkânımda, benim pazarımda, Kur’ân’ın ebedi ve ölümsüz elmasları var. Ben bunlarla meşgulüm. Ben Kur’ân nurunu ilân ediyorum, balonculuk yapmıyorum’ dedi.

“Bediüzzaman’ın ne demek istediğini anlamıştım, yaptığım hareketten dolayı mahçup olmuştum.”

Necmeddin Şahiner – Son Şahitler

Şehrin Öte Yakasından Gelen Adam – Senai Demirci

 

ŞİMDİ BİR adam gelse şehre, uğrasa loş odalarına bir evin.
Bir çocuğun hayret bakışlarını indirse gözlerimize
Sönmeden ateşli hayretleri.
Yılmadan delici bakışları.
Bizi kendimize bin sürpriz diye tanıtsa.
Bebeğin çığlıkla başladığı başlamaların sırrını fısıldasa bize.
Dese ki:
“Dokunduğun her şey O’nun adına.
“Damağının suya değmesi, suyun damağına gelmesi O’nun rahmetiyle.
“Dudağının dudağına değmesi O’nun ismiyle…”
Halimiz bir inci sözün elçiliğinde “Bismillah” dese.
Başlamaların hepsine Allah adına bir devrim diye başlasak.
Bir dağda bir kardelenin çıkışını devrim bilsek.
Bir daldan bir yaprağın düşüşünü devrim görsek.
Bir dudağa bir hecenin tutunuşuna devrim desek.
Bir nefese bir sesin dolanışını devrim diye haykırsak.
Her şeyin her defasında hiçten yoktan sebepsiz başladığına tanık olsak.
Hep başlasak,hep başlasak…
Hep başlamalarda olduğumuzu bilsek.
Yeni baştan taşınsak “Bismillah”ın eşiğine.
Biz dahi başta ona başlasak…

Şimdi bir adam gelse şehre, yeniden baksa kutlu bakışlara susamış sokaklara.
Ölüler ağırlayan mezarlar.
Unutturduklarıyla utanan soğuk taşlar.
Ayaklar altında ezilmiş tohumlar.
Toz olmuş kemikler gibi ağaçlar…
Kuru dal uçlarına sürgün edilmiş ümitler…
Kara toprağa uzatılmış taze tenler.
Ayrılık uçurumlarına savrulup solmuş gül yüzlüler.
Yarım kalmış sevdalar.
Kırık dökük hecelerde saklı aşklar.
O adamın Sözler’iyle…
Bin diriliş türküsü oluverse, bir haşir sözüne dönüşüverse.
Dal uçlarında tomurcuklar gibi patlasa sonsuz özlemlerin.
Gelincikler gibi yüzü kanlansa paslı kederlerin.
Kan kırmızı mahcupluklar bulaşsa yüzüne ölü kızların.
Bir daha bir daha seyretsek İbrahim’in [as] kuşlarının yaprak yaprak geri dönüşünü.
Bir daha, bir daha dirilmeye bin bahar kadar emin olsak, İbrahim’ce mutmain olsa yaralı kalplerimiz.
Dal uçlarına çiçek çiçektebessüm asılıverse.
Baharı giyinen yeryüzü bir Duha ayetini seslendirse:
Rabbin seni terk etmedi, etmeyecek
Rabbin sana darılmadı, darılmayacak
Bundan sonra ne gelirse başına, bundan öncekilerden güzel olacak.

Şimdi bir adam gelse şehre, unutulmuş köşelerine uğrasa evlerin.
Mahzun ve asil bir kadın.
Anne.
Sınanmanın en zoru evladının ölümüyle.
Kan çanağı gözlerinden ateşli yaşlar düşürürken göğsüne.
Baldıran zehri çaresizliği yudumlarken kederler içinde.
Suskun duvarlardan, aldırışsız kahkahalardan, zoraki başsağlıklarından yüreği boş dönerken.
“vildanunmuhalledûn…” müjdesini fısıldasa adam.
Cennet saraylarından haber verse.
Bir teselli yağmuru iniverse ana yüreklerine…

Şimdi bir adam gelse şehre, tutsa ölüme yürüyen ihtiyarların elinden.
Gölgelerin gövdeleri aştığı ikindi hüzünlerinden parıltılı ümitler devşirse.
Yangın yeri ahir zaman akşamlarına sevinç pırıltıları düşürse.
Yakıp kavuran pişmanlıkların dudağına pınar suyu değdirse.
“Ah keşke…” lerle felç olmuş ümitleri yeniden yürütse.
Yüz üstü düşmüş özlemlere gülümsese.
Hayranlık umdukları gözlerden aşağılanmalar yaşlı kadınların yüreğine su serpse.
Cam kırığı sözler ağızlarda bekleşirken, sussan acıtır, konuşsan kanatır kederleri bir bir dile gelse.
“Halık-ı Rahîm” diye başlasa söze…
Hep Rahman hep Rahim Allah’ın adıyla…
Sonsuz rahmeti, bitimsiz merhameti ümit nehri gibi avuçlayıp serpse ihtiyarların yüreğine.
Rahmanî umutlar döşese kabre giden patika yollar üzerine

Şimdi bir adam gelse şehre, telaşlı koridorları adımlasa.
Teselli arayan çaresizler.
“Neden ben, neden ben!” diye hırçın sorular soran devasız gençler.
Nefesi daralmış, yüreği sıkışmış, güneşi unutmuş dertliler.
Huzuru her sabah yeniden kanayan, hüznü çıban gibi çoğalan.
Hastalar, hastalar, hastalar..
İlaçların kâr etmediği, yoğun bakımların göremediği, operasyonların onaramadığı yaraları varken hastaların.
Şehre bir adam gelse.
Bir tatlı kelam etse: “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, derman… Ömrün bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hastalık ömrünün dal uçlarına ebedi meyveler takıyor.”
Sonra hastalığın hüznü sarı güller gibi pencerelerden sarksa…
Sonra bitkin tebessümleri dertlilerin serin pınarlar gibi aksa…

Bir adam gelse şehre, bizi Kitab’la tanıştırsa…
Terk ettiğimiz, uzak köşelere bıraktığımız, susturduğumuz.
Tedavülden kalkmış para muamelesi yaptığımız, miadı dolmuş ilaç yerine koyduğumuz,
Unuttuğumuz Kitab’ı ateşli bir haber gibi sokuverse gündemimize.
Sözlerin en sıcağına dokundursa dilimizi.
Yüreğimizi yatırsa vahyin ırmağına.
Sesten serinliklere daldırsa yüreğimizi.
Güneş karşısında nazenin yaprakları İbrahim tenini seyredercesine seyrettirse.
Ateşler içinde serin ve selamette olmanın mucizesine tanık etse dal uçlarını.
Taş kadar katı, taştan da katı kalplere bir Musa asâsı dokundursa.
İpek gibi kök ve damarların dokunuşuyla katılığını terk eden taşlardan utandırsa katı kalplerimizi.
Bir aşk hikayesi okusa taşların yüzünden; taşların da kalbini gösterse kalbimize.
Dese ki, güya bir âşık gibi taşlar; o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Yüzümüz kızarsa, anlamak için geç kaldığımıza yansak “Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever” diye taşlara aşk yükleyen Peygamber sözünü.

Bir adam gelse şehre; bize bir Peygamber anlatsa…
Uzakta kalmış değil, şimdi burada aramızda bir peygamber.
Soğuk değil sıcak:
Taze peygamber nefhaları taşısa şehre.
Yunus’ça yakarışların denizine atsa kalbimizi hemen şimdi.
Eyyub’ca yaraların tenine taşısa yakarışlarımızı hemen şimdi.
İbrahim’ce kurtuluşların serinliğine fırlatsa yangınlarımızı hemen şimdi.
Musa ile Hızır’a yoldaş eylese itirazlarımızın hepsini hemen şimdi.
Yusuf’ça rüyaların müjdesine sarıverse terk edilmişliklerimizi.
İsa’ca bir merhametin yüreğinde eritse hoyratlıklarımızı hemen şimdi.

Gelse adam…
Gelse ve
Tutsa elimizden “asr-ı Saadet’e, ceziretülArab”a götürse bizi hemen.
Onu vazife başında görsek:
Görsek ki, O’nun bakışıyla matemler sustu, varlık şevke boğuldu.
Birbirine yabancı ve düşman görünen varlıklar O’nun nuruyla, dost ve kardeş oldu.
Suskun ve dilsiz taşlar pürneşe söz oldu.
Korkunç, dipsiz deniz gökler mavi tebessümlere durdu.
Yetimler gibi boynu bükük dağların yüzü güldü.
Sevildi, sevilir oldu, sevildiğini bilen oldu.
Yüzleri soluk, nefesi kesik hastalar gibi yıldızlar şiir olup iniverdi göğümüze.
Ve böyle böyle…
Böyle böyle…
Aramızda bilsek Allah’ın Elçisi’ni.
Aramızda…
Bir gül tebessümünce diri.
Bir yağmur damlasınca duru.
Reşha Reşha indirse Peygamberce bakışı şehre…
Can kulağımıza değdirse sözlerini…

Bir adam gelse şehre…
Öte yakasından şehrin..
Sarı çiçeklerle sohbet edecek kadar hisli…
Bir gülün soluşuna ağlayan.
Şefkatli.
Karıncalarla sofra arkadaşı.
Dağ başlarını, ağaç dallarını mekan tutmuş münzevi.
Üveyiklerin hatırını soran, sinek kanadı inceliğinden ders alan öğrenci.
Gelse şehrin bu yakasına…
Bir delikanlının tereddütlerini ağırlasa avuçlarında.
Bir genç kızın uçarı hayallerine eğilse bakışlarıyla.
Dese ki,
Ey kavmim “Uyun Elçilere…”
“Sizden ücret istemeyenlere…”
İlle bizden olacaksın demeden gerçeği anlatanlara..
Taşlanmayı göze alarak koşsa meydanlara…
Soğuk mapus duvarlarından sonsuz tefekkür göğünü kucaklayan meyvelerle çıkıp gelse…
Canına kastedenlere de ebedi canlar sunan tebessümüyle baksa gözlerimizin içine içine…
Şehrin öte yakasından bir adam gelse…

Şehrin öte yakasından gelen adam
Geldi çoktan.
Dudağında göklü sözlerin iksiriyle…
Yanında muhabbet kahramanlarının alın teriyle…
Yüreğinde Mevlana şiiriyle,
Aklında Geylanî hikmetiyle,
Şirazlı Sadi’nin Molla Cami’nin aşkıyla,
Meleklerin “bilmeyiz biz; Sen bilirsin” edebiyle…
Şehrimize bir adam geldi.
Şehrin öte yakasından…

Keşke kavmi bilseydi…

© 2010 karakalem.net, Senai Demirci 23/03/2011

Bediüzzaman Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan

Süleyman Hilmi Tunahan’ın yakın talebelerinden Mehmed Emre Hocaefendi anlatıyor:

“Sivrihisar’da vazifeye başladığım sırada ziyaretime gelen Emirdağ Müftüsü Mehmet Oral’a iade-i ziyarette bulunmak üzere Emirdağ’a gitmiştim. Bahsi geçen zat beni birkaç gün misafir etti.

“Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu ilçede bulunduğunu öğrenince Kur’an Kursu öğreticisi Hafız İbrahim ile birlikte Üstad’ı ziyarete gittik. Bu muhterem zatın ikamet ettiği ev, Kur’an Kursu’nun tam karşısındaydı. Sokak kapısından içeri girince elle yazılmış bir kağıdın kapısının arkasına raptedildiğini gördüm. Ve merak saikasıyla yaklaşıp okudum.

“Üstad’ın ifadesiyle kaleme alınmış bulunan yazıda şöyle deniyordu: “Ben yaşlı ve hasta bir Said’im. Beni ziyaret etmek isteyenler kitaplarımı okusunlar. Böylece daha çok istifade ederler.

“Üstad Hazretlerinin hizmetinde bulunan Zübeyir, bizi görünce aşağı indi ve maksadımızı öğrenince kapının arasındaki kağıdı gösterdi. Ben “O yazıyı siz gelmeden önce okudum. Buna rağmen ziyaret etmek istiyorum. Kabul etmezlerse geri gideriz.” dedim. Yukarıya gidip geldi ve Üstad’ın huzuruna kabul edileceğimizi haber verdi, sevindim.

“Odadan içeri girdiğimizde Üstad, oturmakta bulunduğu karyolanın üzerinde iki dizi üzerine gelerek boynuma sarıldı. Ben de elini öpüp oturdum. Said Nursi Hazretleri kendine mahsus şivesiyle;
“Müftü deyince yaşlı, ihtiyar bir kimse tasavvur ediyordum. Sen gençmişsin. Kimde okudun?” dedi. Ben: “Süleyman Efendi hazretlerinde” cevabını verdim. Bunun üzerine; Üstad, “Ben kendini görmemişem. Fakat manen tanırım. Ulema-i su İslam dininin şerefini ayak altına düşürdüler. Fakat o bunu minarenin şerefesi gibi yükseltti. Onu ve talebelerini okuduğum evradın sevabına ortak kılıyorum.” dedi.

“Pırıl pırıl parlayan gözleri, zekasındaki fevkaladeliği yansıtmaktaydı. Bakışlarındaki maveralara uzanan bir ruh hasleti müşahede olunuyordu. Kemalatını aynelyakin müşahede ederek yarım saat kadar huzurunda bulunduktan sonra duasını ve müsaadesini talep ederek ayrıldım.”
(Mehmed Emre-Hatıralarım.s:55-56-Erhan yay.)

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur şöyle bir hatıra nakletmektedir:

“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetli rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, Üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla “Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.
(Prof.Ahmed Akgündüz-Arşiv belgeleri ışığında Süleyman Hilmi Tunahan-Osav yay.)

Süleyman Hilmi Tunahan’ın bendelerinden Arif Hikmet Köklü Beyefendi 14.09.2001’de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır;

“Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı. Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman Efendi hazretlerine “Biz Said Nursi’yi nasıl bileceğiz?” diye sordum. “Bediüzzaman hazretleri Türkiye’de en sevdiğim zattır” dediler. Yanından bir zat çıkıyordu, onu kast ederek “Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş. Ayağa kalkarak: “Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum” dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik: “Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz.

…Yine Arif beyin nakline göre Süleyman efendi şöyle buyurmuş: “Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz. Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle…”

…Halen Hollanda’da bulunan Abdullah Tekin Hocaefendi de şöyle bir hatıra naklediyor: ‘Risale-i Nurları okumakla birlikte çeşitli hocaefendilerimizden dersler de alıyorduk. Hacı Süleyman efendiden de uzun zaman ders aldık. Merhum bizim Nurlarla irtibatımızı biliyordu. Bir gün yakın talebelerine; “Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleriyle aranızda zerre miktar bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim yakanızdadır… Abdullah evladımız iki yerden feyiz alıyor. Bediüzzaman hazretleri o vazife ile tavzif edilmiş, biz de bu vazife ile tavzif edilmişiz.” buyurdu.

Kaynak: cevaplar.org

Japonya’da Hakikatı Arayanlar

Son Japonya depremi bizlere Risâle-i Nûr’daki Japonlarla ilgili bahisleri derhatır ettirdi. Risâle-i Nûr eserlerinde Japonlarla ilgili mevzûlar vardır. Bunlardan biri Nokta Risâlesi’ndeki “Müstemî (dinleyen), müteharrî-i hakikat (hakikati araştıran) bir Japondur”1 ifâdesidir.

Bu Risâlede Bedîüzzamân Japonları dinleme makâmında, hakîkati araştıran olarak ta’rîf eder. Hakîkaten Japonlar bu sıfata lâyıktırlar. Hatta Bedîüzzamân “Kesb-i medeniyette Japonlara iktidâ bize lâzımdır.2 demekte ve hakîkatleri, doğruları ve gerçekleri araştırmada Japonlara uymamızı tavsiye etmektedir. Çünkü Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla berâber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhâfaza ettiler.”3 diyerek Japonların, medeniyetin güzelliklerini alırken kendi âdetlerini ve kültürlerini muhâfaza ettiklerini belirtir.

Yine Risâle-i Nûr satırları arasında görüyoruz ki, bir Japon Başkomutanı İstanbul ulemâsına bazı suâller soruyor ve bu suâllere Bedîüzzamân cevaplar veriyor ve bu cevaplar Beşinci Şuâ’nın te’lîfine mukaddeme oluyor. Şöyle ki; “Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemâsından dinî bazı suâller sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münâsebetle suâl ettiler.4

Hatta Muhâkemât’ta Japonlar’ın sordukları soruların ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. “Onlardan bir suâl: ‘Bizi, kendisine îmân etmeye çağırdığınız Allah’ın varlığına delâlet eden açık delil nedir? Mahlûkat neden yaratılmıştır? Yoktan mı? Maddeden mi? Yoksa onun zâtından mı? Ve diğer şüpheli sorular…’” gibi sorulan sorulara Bedîüzzamân, ilgili eserinde cevaplar vermiştir. Bu sorulardan da anlaşılıyor ki, Japonlar hakîkaten müteharrî-i hakîkat konumundadırlar. Bu sebepledir ki Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti aldılar ve terakkî ettiler. Dünyanın en ileri teknolojisine ve terakkîsine ulaştılar. Ancak noksan olan bir şeyler var ki, İlâhî ihtâr ile mânevî cihete sevk olunuyorlar. Muhâkemât’ta Allah’ın varlığına dair açık delilleri soruyorlar. Ancak ekser olarak, Allah’ın kâinattaki tevhid delillerine gerekli yönelmeyi yapamamış olacaklar ki İlâhî musîbetlerle, o cihete sevk olunuyorlar. Belki de, bu musîbetlerle Yüce Allah onlara aczlerini ve fakrlarını yakînen hissettirerek kalb ve rûhlarını ihtizâza getirip yüzlerini ve özlerini şu fânî dünyadan kendisine çevirmeyi irade etmektedir.

Japonlar teknoloji ve terakkîde dünya devletlerinin ilk sırasında yer alıyorlar. Ancak burada çok önemli ve tehlikeli bir durum olduğunu fark ediyoruz. On Dördüncü Söz’ün Hâtimesi’nde çok önemli ve ilginç bir açıklama dikkatimizi çekiyor. Şöyle ki: “Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler.”5 Burada geçen Allah’ın emri altında ve O’nun emrine âmâde olan zemin, beşerin sapıtmış, şirke bulaşmış, Cenâb-ı Hakk’ın dışında olanlardan yardım, medet umar hale gelmiş konumu ve teknolojik eserleri ile şükürsüz bir hâle düçâr olmuştur. Bu hâl o kadar ileri gitmiştir ki, yaptıkları eserler ile gurûra giriyor ve yapılan yolların, köprülerin en şiddetli depremlere bile dayanabileceği iddiâsında bulunabiliyorlar.

Kobe depremi öncesinde “Bu köprüleri ve üst geçitleri on iki şiddetinde deprem bile yıkamaz” iddiâ ve gururlarını Allah yerle bir ederek onlara ihtâr edip göstermişti. Hem “Zelzele gibi vâkı’alar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesâdüf oyuncağı değiller”6dir. Belki “küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i îmândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mânevîyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevtâlûd hâdisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gâyesiz, tesadüfî zannederek, bütün musîbetzedelerin elîm zâyi’âtını bedelsiz, hebâen mensûr gösterip müthiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle, ehl-i îmânın fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkâ etmektir ve küfrân-ı nimetten gelen günâhlara kefarettir.” 7

Belki de en önemli noktalardan bir tanesi şu olabilir: Artık yaşlı zeminimiz kıyamet öncesi, ölümün keşif kolları nev’înden ön ihtârlarla Allah’ın emri ile beşerin bütün bütün yoldan çıkmaması, maddî ve mânevî bir kıyametin arzın ecel-i fıtrîsinden evvel başına gelmemesi için son ikazlar yapılmaktadır. Yüce Allah, bütün insanlığa şöyle bir ders veriyor olmalıdır: Ey nev-i beşer, aklınızı başınıza alınız! Sizin enâniyetiniz ve gurûrunuz olan şirk-âlûd ve şükürsüz âsâr-ı beşeriyeniz sizi kurtaramaz. Siz onlara güvenmeyiniz ve onları güçlü görmeyiniz. Esâs güç ve kudret sahibi Benim. Sizin güçlü ve kuvvetli gördüğünüz ve çokça güvendiğiniz esbâb olan âsâr-ı beşeriyenizi silip süpürürüm. Benim kudretimin önünde onlar dayanamaz ve onları yıkar yok ederim.

Depremden sonra oluşan tsunami dalgalarının her yeri sürükleyip götürdüğü görüntülerini görünce, yüce Rabbimizin güç ve kudretinin sonsuzluğu gözler önüne serilmiş oluyor. Böylece musîbet nev-i beşere hakîkî bir nâsih ve uyarıcı vazîfesini yapmaya devam ediyor.

Japonlar soğukkanlı ve müteharrî-i hakîkat konumunda insanlardır. Dinlemeyi, öğrenmeyi, araştırmayı ve güzel şeyleri almayı severler. Öyleyse kâinatta en büyük hakîkat îmân olduğuna göre, Japonlar bu en büyük hakikate öncelikle Allah’a îmân cihetiyle kavuşmalıdır. Belki de fıtratlarındaki müteharrî-i hakîkat meylini bu yönde istimâl ettirmek için Rabbimiz onlara musîbet veriyor. Zira “hayat musîbetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder, vazîfe-i hayatiyeyi yapar.” 8 “Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtâr, birer îkazdır.” 9 “Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevî huzur vermektir.”10

Elhâsıl: “Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukûş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir sûrette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umûmiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazîfelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musîbetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mâhiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisânla değil, belki herbir âzânın lisânıyla bir ilticâ’, bir istimdâd vaziyetini verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kasîde-i manzûme-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazîfe-i fıtratını ifâ eder.” 11

Baki ÇİMİÇ / Yeni Asya

Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 384.
2- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
3- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
4- Şuâlar, 2005, s: 562.
5- Sözler, 2004, s: 227.
6- Sözler, 2004, s: 227.
7- Sözler, 2004, s: 227.
8- Lem’alar, 2005, s: 23.
9- Lem’alar, 2005, s: 27.
10- Lem’alar, 2005, s: 27.
11- Lem’alar, 2005, s: 30-31


Dünya TV’den Bediüzzaman’a özel program

Vefatının 51. Yıldönümü münasebeti ile Türkiye’nin ilk özel Kürtçe kanalı Dünya TV’de özel program hazırladı.

Bîranîna Bedîuzzeman (Bediüzzaman’ı Anlamak) adlı programın ilk bölümü bugün ekranlarda olacak. Program çerçevesinde Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ile Mirza Mehmet Demir, Bahattin Karataş, Mehmet Dinçer, Molla Zeki Bilgin, Prof. Dr. Ahmet Bedir, Prof Dr. Kadri Yıldırım, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Ceylan, Yrd. Doç.Dr. Zübeyir Akçe, Dr. Vehbi Şahinalp, Abdulkadir Menek ile röportajlar yapıldı.

Programda Bediüzzaman’ın “3 büyük düşmanımız var: Cehalet, Fakirlik (zaruret), ihtilaf” bunlara karşı sanat, marifet ve ittifak silahi ile mukabele edeceğiz” sözü ile ne anlatılmak istendiği üzerinde duruldu. Program çekimler çerçevesinde Bediüzzaman Hzaretlerinden günümüze ulaşan ona ait emanetlerde ekranlara gelecek. Programın ilk bölümü bugün saat 19:05’de ekrana gelecek. Program gelecek haftalarda ise Cuma günü saat 18:30’da yayınlanacak.

samanyoluhaber.com