Etiket arşivi: bediüzzaman

Risale-i Nurlar Neden Müceddiddir?

Neden asrımızın müceddidi Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserleridir? Bunun dini müdafaa, Kur’ân-ı Kerim hakikatlerini ispat ve Sünnet-i Seniyyeyi ihya vazifelerinin yanında pek çok sebepleri vardır.

Her ne kadar Bediüzzaman “Müceddid” unvanını Risale-i Nurlara vermiş olsa da bu hizmet, şahsının gayreti, mücadelesi ve kalbini safi bir şekilde yüce Allah’a teveccüh ettirerek ilhama mazhar olacak hale getirmesi bakımından şahsının ve şahsiyetinin varlığını inkâr etmek elbette mümkün değildir. Bediüzzaman bir çekirdek olmuş, toprağa girip çürüdükten sonra şahsı “Risale-i Nur” şahs-ı manevisi olarak tezahür etmiştir. Ehl-i dalalete karşı “ölümüm başınıza bomba olup patlayacak” sözü böylece gerçekleşmiştir.

Birincisi, iman hizmetidir. İnsanın yaratılış amacı Allah’ın birliğine ve ahiret hayatına iman etmektir. Kurtuluşun sebebi ve saadet-i ebediyenin vesilesi imandır. İmansız amel ve ibadet makbul değildir. İmanda şüphe ve tereddüt imanı giderir. Bu asırda en büyük hastalık ve musibet imansızlık ve iman zafiyetidir. İman esaslarını izah ve ispat eden Bediüzzaman ve Risale-i Nurlardan başka eser ve Bediüzzaman’dan başka bir âlim bulunmamaktadır. Taklidî imanı tahkiki hale getirmek için Risale-i Nur’u okumak yeterlidir.

İkincisi, Kur’ân ve Sünneti Müdafaasıdır. Bu konuda Risale-i Nur’dan daha müessir başka eserleri bulmak zordur. İlk akla gelen kitaplar Risale-i Nur eserleridir. İslam ve peygamber düşmanlarının bütün hücumlarına cevap vermiştir. Sünnet-i Seniyye’nin önemi anlatılmış ve “her nevi bid’aların ilacının” sünnete sarılmak olduğu ispat edilmiştir.

Üçüncüsü, hitabı umumidir. Her tabaka insana hitap etmektedir. Gençler, hanımlar, ihtiyarlar, hastalar için risaleler yazılmıştır. İrşadı ve eğitimi insanların bütün tabakalarını kapsamaktadır.

Dördüncüsü, irşadı sosyal hayatın bütün tabakalarını kapsamaktadır. Ehl-i kitap, tarikatçılar, siyasiler, şia, ehl-i sünnet, materyalistler, vehhabiler, bid’atçılar, mezhepler ve mezhebsizler, milliyetçiler, müminler, münafıklar ve inkârcılar… Her birine hitap ederek onların meselelerini açığa çıkararak çareleri göstermiş ve her birini hak ve hakikate irşat etmiştir. Hiçbiri de Bediüzzaman’ın irşadına ve izahlarına cevap verecek ilmi seviyeyi yakalayamamış ve acizliklerini kabul ederek boyun eğmişlerdir.

Beşincisi, sosyal hayatta toplumun sıkıntılarının “Cehalet, zaruret ve ihtilaf” olduğunu teşhis etmiş, bunlara karşı Kur’ân-ı Kerimden çareler sunmuş ve siyasilere yol göstermiştir.

Altıncısı, Mü’minlerin arasındaki ihtilafların “İhlâs” eksikliği olduğunu teşhis etmiş ve çarelerini göstermiştir. Hizmetin başarısının sırrının ihlâs olduğunu izah ettiği gibi, Başarsızlığın sebeplerini de mü’minlerin ihlâstan uzaklaşma olduğunu izah ve ispat etmiştir.

Yedincisi, cihad kavramına çağın gereği olarak Kur’an ve Sünnete uygun Asr-ı Saadet bağlamında izahlar getirerek izah etmiştir. Cihadın amacının imanı kalplere ve gönüllere yerleştirmek olduğunu, bunun da bu zamanda iman hakikatlerini basın ve yayın yolu ile yaymak ve neşretmek olduğunu izah ederek “manevî cihad” kavramını öne çıkarmış ve bunun prensiplerini ortaya koymuştur.

Sekizincisi, Avrupa’nın ilerleme ve Müslümanların geri kalma sebeplerini teşhis etmiş, çarelerini göstermiştir. Bu konuda ulema, din adamları, siyasiler ve eğitimcilerin neler yapması gerektiğini en güzel şekilde göstermiştir. Mü’minlerin geri kalmalarının en büyük sebebinin ümitsizlik hastalığı olduğunu teşhis etmiş ve ehl-i imanın ümit vermiş ve hedefler göstermiştir.

Dokuzuncusu, siyasi kavramlara Kur’an Sünnet ve Asr-ı Saadetten açıklık getirmiştir. Bu bağlamda, demokrasi, cumhuriyet, meşrutiyet kavramlarının içlerini doldurmuş ve olması gerektiği şekliyle ortaya koymuştur. Hürriyet, muhalefet, siyasi partiler, seçim ve lâiklik gibi kavramları izah etmiştir ki bu şekilde izah eden bir başka din bilgini yoktur.

Bütün bu hususlar Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserlerinin müceddit olduğunu anlamak için yeterlidir.

M. Ali Kaya

www.sorularlarisale.com

Bir Sıkıntı Bin Hayır Kapısı Açar!

Sual: “Çok dertlerim var. Bazen altında ezilecek gibi oluyorum. Bana bir tesellî var mı? Bu sıkıntılarımın benim için hayır ciheti var mı?”

Dünyanın hiçbir derdi bizi yıldırmamalı. Çünkü biz mü’miniz; Allah’a inanıyoruz, güveniyoruz, itimad ediyoruz. Îmânımız bize öyle bir ümit ve ricâ kapısı açıyor ki, aslında yüz bin dünya derdi de gelse yine hafif kalır, yine çekilir cinsten olur.

Fakat biz şüphesiz, dertten ve belâdan Allah’a sığınıyoruz, sığınmalıyız. Çünkü Allah’a sığınmak bir ibâdettir.

Cenâb-ı Hak bütün canlıların, bütün hayvanâtın, bütün mahlûkatın, bütün kullarının yegâne umududur. Herkes, her derdinde, her kederinde, her ıztırabında yalnız Cenâb-ı Allah’a sığınır, yalnız Cenâb-ı Allah’tan ümit eder. Umutların tükendiği her noktada, Allah’ın rahmet ve umut kapısı hep açıktır. Emîn olmalıyız ki, Allah Kendisine ilticâ edenlere şefkatle ve merhametle yardım eder. Mü’min, bütün kapılar yüzüne kapansa da, yalnız Allah’tan ummaya devam eder, Allah’tan umudunu hiçbir zaman kesmez.

Şu âyetlerdeki ümit bize yetmez mi?

* “De ki: ‘Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin. Rabbine kullukta hiç şirk koşmasın.’” 1 “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? O halde Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.” 2

Acziyetini bilen bir kulun Allah’a tevekkül edeceğinden eşsiz bir tesellî bulacağını beyan eden Bedîüzzaman, Fâtihâ Sûresindeki “Nestaîn” 3 kelimesinin tevekkül mânâsını içerdiğini, bu mukaddes kelimenin dertli kullara tesellî verdiğini ve Allah’ın recâ ve ümit kapısını her an açık tuttuğunu kaydeder.4

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, celâlî ve cemâlî isimler vicdana tecellî edince ümit ve korku hâsıl olur.5 Allah’ın emrine muhatap olan insanlar, korku ve ümit ortasında bulunmalıdırlar. Takvâyı umarak Rabbine ibâdet etmesi gereken insan, ibâdetini hiçbir şekilde yeterli saymamalı, ibâdetine itimat etmemeli, dâimâ ibâdetinin artmasına çalışmalıdır.6 Ümidin kaynağı hiç şüphesiz îmandır. Îman, dünya ve âhireti, nimetlerle süslenmiş iki sofra olarak insanın önüne sürer. Îmân nimetini bize ihsan eden Rabbimiz, ümit bakımından bize elbette kâfidir, yeterlidir.7

Recânın ve umudun cemâlî bir tecellî olduğunu8 kaydeden Üstad Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakk’ın, tesellî isteyen kullarının dâima refîki, en yakın arkadaşı ve en sâdık dostu olduğunu, recâ ve umut makamı mâhiyetinde, şefkatini kullarından aslâ esirgemediğini9 beyan eder.

Üstad Hazretlerine göre, mü’min için hiçbir zaman umutsuzluk ve yeis söz konusu değildir.10 Ölüm bile mü’mini ye’se ve ümitsizliğe atamazken, mü’minin başka hangi sebeple ümitsizliğe düşmesi beklenebilir ki?

Zira ölüm yokluk ve umutsuzluk kapısı değildir.11 Mü’min için ölüm, mekân değiştirmekten ibârettir. Kabir ise, karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünyâ da bütün ihtişâmıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Dünya zindanından Cennet bahçelerine çıkmak, dünya hayatının rahatsız edici dağdağalarından rahat âlemine ve ruhların uçtuğu meydana geçmek ve mahlukâtın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Rahmân’ın huzuruna gitmek bin can ile arzû edilir bir seyahattir ve eşsiz bir saadettir.12

Cenâb-ı Hak ölüm esnasında bu can ve ten mülkünü bizden, bizim için muhafaza etmek üzere alacak, fakat sonra tekrar geri iâde edecek ve fiyat olarak da—inşâallah—Cenneti ihsan edecektir.13

O halde Allah’a dayanmalıyız, Allah’a sığınmalıyız, Allah’a duâ etmeliyiz. Dünyanın hangi sıkıntısı olursa olsun; bilmeliyiz ki, bir kapıyı kapayan Rabbimiz, bize sayısız kapı açmaya kâdirdir. Ve yine bilmeliyiz ki, sabrettiğimiz ve Allah’tan ümidimizi eksik etmediğimiz takdirde, her sıkıntının perde arkası mutlak hayırdır, mutlak sevaptır, Allah’ın rızâsıdır ve her sıkıntı aslında birer âhiret azığı teşkil etmektedir.

DUÂ

Ey Dâfi’ü Kerîm! Zorluklarımızı kolaylıklara, darlıklarımızı genişliklere, korkularımızı umutlara, dertlerimizi devâlara, musîbetlerimizi rahmetlere, hastalıklarımızı âfiyetlere, seyyiâtımızı hasenata tebdil eyle!

Aczimizi kudretine, zaafımızı kuvvetine, fakrımızı gınana şefaatçi kıl! Bizi emrettiğin gibi dosdoğru istikametten ayırma! Âmin!

Süleyman Kösmene

www.saidnursi.de

Dipnotlar:

1- Kehf Sûresi: 110. 2- Âl-i İmrân Sûresi: 159, 160. 3- Fâtiha Sûresi: 5. 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 32. 5- A.g.e., s. 66. 6- A.g.e., s. 154. 7- Şuâlar, s. 85. 8- İşârâtü’l-İ’câz, s. 66. 9- A.g.e., s. 32. 10- Sözler, s. 580. 11- Mektûbât, s. 13. 12- Sözler, s. 187. 13- A.g.e., s. 31.

 

Allah deyip girdiğinde hizmet ummanına dağlar erir…

Allah deyip girdiğinde hizmet ummanına dağlar erir, taşlar erir yol olurda koşarsın. İla-i Kelimetullahı maksat yaptığında ne kurşunlar saplanır sinene, ne tonlarca ağırlığında kendini bilmez insanların söylemiş olduğu sözler deler geçer kalbini.

Zaman zaman hüzün çöker gönlüne fakat hatırlarsın Üstadının sözünü ”Ümitvar olunuz” diyerek. Korkmadan, eğilmeden, bükülmeden, cesurca, mertçe dimdik ayakta durarak anlatırsın davanı ve attığın her adım inletir toprağı ”Allah Azze ve Celle” dedikçe.

Kimi zaman tesir eder sözlerin kalpleri yumuşatır, taş kalpleri bile eritir, gönül köprüleri kurdurur gönülden gönle. Kimi zaman ise gözlere perde inmiş görmüyor, kulakları sağır olmuş duymuyor, kalpleri mühürlenmiş almıyor. Fakat hep ümitvar olursun. Çünkü Cenab-ı Hakkın esması sana yol gösterir.

Kula kulluk etmez Yaradan’a sığınırsın. Kâinatı Yaradan’a. Coşar kalbin Allah (C.C) diye attıkça ve coşar yine gönlün Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa Aleyhissalatu Vesselamın sünnetini ihya ettikçe. Bir rehber ararsın bu zorlu yolda bir rehber. Bir kapı var uhreviyet namına çalınacak ve o kapıdan girdiğinde peygamberin gülü geliyor, mücedditler içinden bir müceddit geliyor, sağlam bir rehber ”Üstad Bediüzzaman” geliyor. İla-i Kelimetullah için ömrünü adamış bir dava adamı karşılar seni kapıda.

Dava İslam, kitap Kur’an, Kılıç Kur’an’ın kılıcı, çağın tefsiri ”Risale-i Nur”. Açıldıkça açılır gönlündeki ummanlar Risale-i Nur hakikatlerini okudukça; kapandıkça kapanır, adeta yok olur kin, nefret, enaniyet, gıybet ve riya kapıları.

Amaç Allah (C.C) Rızası, Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V), Rehberimiz Bediüzzaman, kıyamet geliyor etmeyin AMAN!

Yaradan’a emanet olun. Kâinatı Yaratana.

Zehra Gül

Kuantum Fiziği

Tahavvülat-ı zerrat, yani zerrenin değişimi veya diğer bir deyişle fizikteki atomun ve atom altı zerrelerin (partikül) hareketinin incelenmesidir veya bunun fizikteki karşılığına kuantum mekaniği de denir. Kuanta, Latince’de fani zerre demektir. Kuantum mekaniği de zerrelerin hareketlerini inceleyen ilim dalıdır.

Üstad Bediüzzaman, zerreden bahseden 30. sözün başında, Sebe suresinin üçüncü ayetini yorumlarken, üç tane keşfi zikretmiş oldu. Bunlar:

1- Atom altı ve atom-üstü parçacıklar

“Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık kitaptadır” ayetinden;

Zerre, bileşik kabul edilse, daha küçükleri moleküller olur. Molekül, zerre kabul edilse, daha küçük atomlar vardır. Zerre eğer atom kabul edilirse, ondan daha küçük partiküllerin var olduğunu ima etti. Zerre proton kabul edilse, ondan daha küçük kuarklar var. Zerreden daha küçük, atom-altı parçacıkların varlığını ayetin açık manası yorumladı.

2-Zerrelerin paket halinde bulunmaları

“Şu ayetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir.” ifadesiyle Üstad:

Zerrelerin bir sandukça (paket) içinde olduklarını ifade etti, mesela proton paketi içinde üç tane kuark alt zerresinin yer aldığı gibi. Nötronda da üç tane alt zerre, farklı kombinasyonda vardır. Işığın da paketler halinde demetlenerek yayıldığı belirtiliyor.

3-Zerrenin iki özelliği: dalga ve partikül (madde ve madde akımı)

Tahavvülatı zerrat, Nakkaş-ı ezelinin kalem-i kudreti, kitab-ı kainata yazdığı ayat-ı kevniyenin hengamındaki ihtizazatı (dalgalanması, Mevlevi gibi dönmesi, titreşimi) ve cevelanıdır.(Akması, madde olarak bir partikül özelliği göstermesidir. )” ifadesinden;

Kuantum teorisinin temeli olan Planks ve diğer ilim adamlarının ortaya koyduğu hem ışığın, hem de diğer maddelerin hareketlerinde iki özelliğinin olduğu ve bunların dalga (wave) ve zerre (particle) özelliği göstermelerinden Risale-i Nur tarafından keşfediliyor. Zerrenin ihtizazatı (zerrelerin dalga özelliğidir. ‘wave’). Akmaları ise, partikül yani madde akımı özelliklerini göstermeleridir. Misal olarak, elektron dalga özelliğinden, elektron mikroskopları yapılmış, elektronun maddi akımı özelliğinden de elektrik akımı ile ampüllerin yanması sağlanmıştır. Barajlardaki suyun, türbinlerde elektrik akımına çevrilerek şehirlere nakledilmesi elektronun madde akımı özelliğindendir.

4-Belirsizlik kanunu

Elektron 1897 yılında J.J.Thomson tarafından keşfedildi. Nötron ise, 1932 yılında keşfedildi. Kuantum teorisine göre, elektron çekirdeğe sınırlandırılamaz yeri tam belli değildir. Elektron , çekirdek etrafında ip gibi bir yörüngede değil, fakat belli bir uzayda ve bir bulut halinde bulunuyor.

Kuantum kimyasına göre, bir anda nerede olduğu bilinmemekle birlikte, bulunabileceği muhtemel yerlerden söz edilebilir deniyor. Bu yüzden, protonla birleşip birbirini yok edemez. Bunu böyle dizayn eden, bu hikmetleri sonsuz ilmiyle bilendir.

Zaten ayetin başlangıcında, gaybı ancak Allah (C.C.) bilir diyor. Sanki, elektronun bir andaki yeri belirsizdir. Bir bulut şeklinde bir yörüngededir. Bir ip şeklinde değildir. Bir andaki yeri belirsizdir. Muhtemelen, belli bir yerdedir. Ancak Allah(C.C ) bilebilir.

Mustafa Ertem   
www.saidnursi.de

Prof. Dr. Neşet Toku: “Bediüzzaman’ın Farkı…”

Prof. Dr. Neşet Toku:

“Bediüzzaman’ın farkı, mantıkî temellendirmeye dayalı Kur’an eksenli düşünmesidir”

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda imanî mevzuları açıkladıktan sonra “Artık küfrün beli kırılmıştır, bir daha ayağa kalkamaz” gibi kesin ve net ifadeler kullanıyor. Bunun sebebini sorduğumuz Prof. Dr. Neşet Toku, Bediüzzaman’ın bu kadar net ifadeler kullanmasının arkasındaki sebebin onun mantıkî temellendirmeye dayalı Kur’an eksenli düşünmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Zaman ihtiyarladıkça kendisi gençleşen Kur’an-ı Kerim’in imanî bir tefsiri olan Risale-i Nur üzerinde her geçen gün yeni çalışmalar yapılıyor, yeni eserler ortaya konuluyor. Risale-i Nur üzerine yapılmış kitap çalışmalarının en yenilerinden birisi olan ve Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Neşet Toku tarafından kaleme alınan “Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi” isimli kitap Nesil Yayınları arasında çıktı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hem Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemlerinde maruz kaldığı baskı ve hapislerin sadece siyasi bir olay olmadığını ifade eden Prof. Dr. Toku, bu konuda kitabında şunları belirtiyor:

“Bediüzzaman’ın siyasî baskılara ve hapislere maruz kalması, sadece onun siyasî tercihinden kaynaklanmamış, aynı zamanda bir medeniyet projesi olarak İslam’ı ve İslamî çerçevedeki rasyonaliteyi benimsemesinden ve bu noktadan hareketle de heves edilen Batı medeniyetinin temelini teşkil eden materyalist ve pozitivist felsefeye karşı başlatmış olduğu mücadeleden de kaynaklanmıştır.”

Kitabında felsefî düşüncenin teorik ve pratik çerçevedeki eleştirileri ve Bediüzzaman’ın Kur’an eksenli karşı cevaplarının irdelenmeye çalışıldığını kaydeden Prof. Dr. Toku ile mercek altına aldığımız “Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi” kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik…

İslam dünyasında 8. yüzyılda Gazali ile başlayan ve 20. yüzyılda Bediüzzaman’la devam eden bir felsefe eleştirisi var. Her şeyden önce şunu sormak istiyorum: Felsefe nedir hangi ihtiyaca binaen ortaya çıkmıştır?

Felsefe, MÖ 5. yüzyılda antik Yunan dünyasında ortaya çıkmış bir düşünce tarzı. Niye ortaya çıkmış? İnsanların yaşamış oldukları bir takım problemler var. Eşyayı, varlığı, hayatı açıklamaya, anlamlandırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken dayanılacak bir bilgiye ihtiyaç var.

Dinler tarihi açısından bakıldığında bilgi kaynağı olarak vahiy var. Vahiy, insanlara eşyayı ve olayları nasıl açıklayacakları konusunda bir şeyler anlatıyor. Ancak, vahyin gelmediği fetret devirleri de var. Fetret devirlerinde böyle bir bilgi eksikliği söz konusu. İşte muhtemeldir ki o bilgi eksikliği dönemlerinde insanlar eşyayı anlamlandırmaya çalışırken kendi akıllarını ölçü alarak makul çerçevede ve doğal zeminde açıklamalar yapmaya çalıştılar. Felsefe bu şekilde ortaya çıktı. Hayatı ve eşyayı rasyonel-reel eksende anlamlandırma faaliyetinin adına felsefe diyoruz.

Sizin kitabınızda felsefeci olarak belirttiğiniz Pisagor ve Öklit gibi bazı insanları biz matematikçi diye biliyoruz. Hatta bunların isimleriyle bilinen matematik teorileri bile var. Bir matematikçi felsefeyle niçin uğraşır?

Antik Yunan dünyasında “felsefe” dendiğinde akıl ve tecrübe temelli bütün bilgiler kastediliyordu. Matematik, fizik, astronomi vs. hepsi bu kategoriye dâhildi. Yunan düşüncesinden mülhem, İslam dünyasında da ilimler naklî ilimler-aklî ilimler diye iki çeşit olarak sınıflandırılmış. Aklî ilimlere aynı zamanda felsefî ilimler deniliyordu. 18. yüzyıla kadar durum böyleydi. 18. yüzyıldan sonra ise bilimler felsefeden bağımsız, müstakil birer alan olarak ayrıştı. Bu nedenle Pisagor ve Öklit gibi insanlara hem matematikçi hem de filozof deniyor.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da eleştirdiği felsefe 18. yüzyıldan sonra gelişen felsefe mi oluyor?

Esas itibariyle o ama sadece o değil. Niye sadece o değil? Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da cevap verdiği “Necisiniz, nereden geliyor, nereye gidiyorsunuz” soruları daha önce de söylediğim gibi, felsefenin de temel soruları. Bu sorular, klasik dönem diye nitelendirilen zamanlarda da var ve o zamanlarda da cevaplandırılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla, felsefenin mahiyet itibariyle her halükârda belli ölçülerde bir din dışılığı içerdiğini söylemek gerekiyor. Bediüzzaman’ın karşı çıktığı felsefe elbette ki birinci dereceden materyalist ve pozitivist felsefelerdir. Ama ilaveten felsefenin başlı başına bilgi kaynağı olma iddiasındaki akıl merkezli anlayışına da karşı çıkıyor.

Bediüzzaman’ın ilim tahsiline baktığımız zaman genelde medreselerde dinî eğitim aldığını görüyoruz. Ama siz kitabınızda Risale-i Nur’da çok ciddi felsefe eleştirileri olduğunu ortaya koyuyorsunuz. Bediüzzaman, felsefi doktrinleri eleştirecek, onların yanlışlığını ortaya koyacak kadar felsefi bilgiyi nereden öğrendi?

Klasik medrese eğitiminde bugünkü gibi bilimler birbirinden tamamen bağımsızmış gibi eğitim-öğretim yürütülmüyordu. Sistematik bir eğitim-öğretim vardı. Aklî ve naklî ilimler birlikte okutuluyordu. Bediüzzaman’ın her ne kadar uzun yılları kapsayan bir medrese eğitimi olmasa da kendi hayatında bunları okuduğu apaçık. Bunları tahsil etmiş, tahsil etmiş derken illa ki birilerinden öğrenmiş anlamında değil. Bediüzzaman’ın Van’da kaldığı döneme baktığımızda, vali konağına çekildiğini ve orda on yıl boyunca tamamen bu ilmî işlere kendisini verdiğini görüyoruz. Bediüzzaman orada kelam da okuyordu, coğrafya da okuyordu, matematik de okuyordu, mantık da okuyordu, fizik, kimya, biyoloji vs. de okuyordu. Tüm bu disiplinler o günün şartlarında ne kadar vardıysa hepsini okuyordu. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın felsefe bilmemesi diye bir şey söz konusu değil…

www.sorularlarisale.com