Etiket arşivi: bismillah

İnsaniyet ve İslamiyetteki Altın Oran

Bediüzzaman Said Nursi Mektubat, 22. Mektup–2. Vecihde; İrfan Medeniyetini ve Vicdan Uygarlığını doğuracak iklimi oluşturacak altın oranı vermektedir. Bu altın oran uygarlık tasarımının ölçülerini vermekle beraber bugün yaşadığımız ırk-din-devlet ilişkilerinin dengesizliğinden doğan toplumsal sorunları da çözecek anahtardır da aynı zamanda:

Matematik ve ebced hesaplamalarındaki derinliği, mantık ve yazılarındaki anlam ve önem sıralamaları dikkate alındığında Bediüzzaman’ın bu sıralamayı da rasgele, gelişigüzel, laf olsun diye yapmadığı anlaşılacaktır.

Bediüzzaman’a göre imandan gelen birlik inancı için kalplerin birliği,  inanç birliği için ise sosyal birliktelik gereklidir. Örnek olarak askeriyedeki bir taburu veren Bediüzzaman, taburdaki bir kişiyle aramızda bir dostluk bağı oluşacağını ve bir komutanın emri altında beraber bulunmamızdan ötürü de onu arkadaş gibi kabul edeceğimizi belirtir. Benzeşik durum aynı memlekette bulunmaktan ortaya çıkan kardeşçesine duygularda da gözükür. Oysa bu birlik, birliktelik ve kardeşliğin çok daha fazlası, imandan gelen nur ve şuur vasıtasıyla bizlere bildirilen ve gösterilen İlahi esmalarda vardır.

“Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir—bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir.” (1)

Kürt konusunda ortaya çıkan anlaşmazlıkları sadece din ile çözmeye çalışmak, bu çözümü adil ve vicdani bulmayanların bir inat ile Zerdüştlük gibi akımlara kapılmasına yol açacaktır ki; bunun vebalinden yanlış teşhis ve uygulamada bulunanlar da paylarını alacaklardır.

Ülkemizin nüfusunun yüzde 90 küsuratı değil de Kürtler de dâhil olmak üzere sadece yüzde 60’ı Müslüman olsaydı; yüzde 10 Şamanist, yüzde 10 Zerdüşt, yüzde 10 Hıristiyan ve yüzde 10 diğer inançlardan ve inançsızlardan oluşsaydı biz Kürt konusundaki sıkıntıyı neye göre çözecektik? Din savaşlarına mı girişecektik?

Kürt konusu insani boyutunun dini boyutundan daha fazla olduğu bir konudur ve Hz. Ali’nin “İnsanlar ya dinde kardeş, ya da yaratılışta eştir” sözünün, yaratılıştaki eşlik kısmına göre değerlendirilmesi gerekmektedir.

Allah’ın tüm yaratılanların Allah’ı olduğunu unutmadan, yaratılanı Yaratandan ötürü severek, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin ümmeti olarak bize yakışan da bu değil midir?

1) Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir—bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir. 

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

Mehmet Ali Erdem / Risale Haber

Fatiha’yı Oruçla Açarken…

Her istediğimize elimizi uzatabileceğimizden eminken, şeffaf ve yumuşak bir kılıç gibi iner; elimizi eşyadan keser oruç. Eşya ile aramızı açar. Eşya ile aramızda, karşılıklı razı olunmuş bir yabancılık inşa eder. Bu yabancılık, Yaradan’ın eşyayı bize tanıdık ve yakın edişinin hatırlatıcısı olur. Her kavuşmayı çocukça bir heyecanla bekler, her iftarda ter ü taze bir buluşma yaşarız. Denir ki bize: “Hiçbir şey için ‘Benimdir’ deme. De ki ‘Sadece yanımdadır.'” Ve denir ki yine: “Ne su senindir ne de suyu içen dudak… İkisi arasındaki yakınlık, O’nun izniyledir, O’nun hatırınadır, O’nun ismiyledir.” Açlığı ve susuzluğu her hissedişte, yeryüzünde müsaadeyle yaşamanın tadı yayılır damağımıza.

Mahrumiyetimizi hatırladıkça, dünyada misafir izzetiyle ve izniyle nefes almanın genişliği dolar göğsümüze. Böylece, sürekli devinen ve sözsüz de söylenen bir “Bismillah”a dönüşür oruç. Arzuladıklarımızın her zaman elimizin altında olduğu hissi, onlara dair hayretimizi azaltır, onların varlığı karşısındaki hayranlığımızı küllendirir. Oruç, eşyanın üzerindeki külleri kaldırır, varlığa olan körlüğümüzü açar. Nimetlerin üzerindeki alışkanlık perdesini yırtar. Diğer zamanlarda sebepler üzerinden fiyatlandırdığımız nimetler, yeni bir bedelle, bambaşka bir fiyatla karşımıza çıkar. “Su eşittir para” denkleminin tek yönlü geçerli olduğunu anlarız meselâ. Su para eder ama para su etmez. Parayla su içemeyeceğimizi ilk defa fark ederiz. Paramız geçersizleşir, suyun gönderilmişliği sahicileşir.

Hep yeni, hep yeniden tadarız suyu ve ekmeği… Yeni baştan tadarız varlığı… Karşılığını ödemekten aciz olduğumuz iyilikler gördüğümüzü öğreniriz. Hayretimiz artar. Teşekkür iştahımız yerine gelir. Minnettarlık duygumuz çoğalır. Hamdimiz artar. Böylece, sessiz bir “Elhamdülillah“ı içirir bize oruç. Arzu ettiklerimizi gerçekleştirmekte pek gecikmeyiz sair zamanlarda. Elimizin altında olana çabucak erişiriz. Canımızın çektiğini hemencecik alırız. Heveslendiğimizi kolaycacık yer içeriz. Arzu ve heveslerimizle yapışık hale geliriz böylece. Yapışık ikizler gibi, her şart altında, onların yanı sıra koşarken buluruz kendimizi. Varlığımızı heveslerimize kilitleriz. Arzularımızdan ayrı bir kişilik oluşturma mecalimizi hepten kaybetmiş olabiliriz. İçgüdülerimizin ucunda savrulmaya başlarız. Sahiciliğimizi yitiririz. Hevamızla aynılaşırız. Sığlaşırız. Orucun yaşattığı gönüllü yoksunluk, heva ve heveslerimiz ile “biz”in arasını ayırır. Kendimizi, ilk defa, kendimiz bildiğimiz arzularımıza “dur!”, “yapma!” derken buluruz. “Ben” ile “ben”imiz sandığımız arzularımız ayrışır, karşı köşelere geçer. Bu hâl, bize naif bir bakış kazandırır.

İlk defa, hırsla değil merhametle görürüz eşyayı. “Yiyecekmiş gibi” bakmayız nimete; duru ve sakin “var edilmişliğini”, taze ve kasıtlı “verilmişliğini” okumaya başlarız. Şehvetin sürükleyiciliğinden “ben”imizi sıyırır; şefkatin kucaklayıcı bakışını kuşanırız. Heva ve hevesin, arzu ve hırsın hoyratlığı, her şeyi bize “mecburmuş” gibi göstermesine karşı direnme fırsatı ediniriz. Her şeyi, “ikram”, “iltifat” ve “ihsan” şaşırtıcılığı içinde tatmaya başlarız. Anlarız ki, eşya bizim heveslerimize “mahkûm” değildir; aksine bize yönelmiş “merhamet”in göstergesidir. “Mecburiyet” algımız, “mahcubiyet”e dönüşür. Merhamet eden mecbur değildir çünkü. Kendisine kerem edilen, keremi hak etmiş değildir. İhsan, ihsan edenin kendi tercihidir; kimsenin zorlaması değildir. İftar vakti, bu ikram, ihsan ve iltifat edilmişlik duygusunu daha bir net hissederiz. Sofrada, eşya sanki yeniden filizlenir gibi olur. Varlık, taze kabuk bağlamış bir yara gibi pembeleşir. Her şey, “marul içi tazeliği”ne bürünür. Nefsimizle değil, nefesimizle muhatap oluruz varlığa. Bize merhamet edildiğini anlar, başkalarına da merhamet borçlu olduğumuzu fark ederiz. Şefkat gözeneklerimiz açılır. Benden bana, benden sana, benden ona, ondan bana, senden bana.. şefkat nehri yeniden akmaya başlar. Böylece, “O Rahmandır ve O Rahîmdir” sırrıyla yıkar bizi oruç. Sebepler susar oruçta. Çokluk bire iner. Çokça hazır olanlar tükenir.

Bolca el altında tutulanlar faydasızlaşır. Yalnızlaşırız. Eşyanın desteği koltuğumuzun altından çekilir. Tekilleşiriz. Bir gurbete düşmüşçesine, eşyanın uzağına atılırız… Kalabalığın ortasında, yapayalnız kalırız. Her şey var ama bize faydasız. Her şey burada ama bizden habersiz. Çokluğu susturup, Bir olanın emrine kulak kabartırız oruçla. Sebeplerin şımartmasını terk edip, sebepsiz Var Eden’in iznine ayarlarız kalbimizi. Eşyanın içinde kaybolmuşluğumuzu yırtarız. Kentin boğuculuğundan sıyrılırız. Dar zamanların duvarlarından dışarı atarız kendimizi. Silikleşmiş varlığımızı, her şeyi bir kenara itmenin ayrıcalığı ile yeniden biliriz, yeni baştan bileriz. Varlığın göğsünde taze bir heyecanla çarpan kalp gibi yeniden ölçüp biçeriz kendimizi. Her şeyin faydasızlaştığı, her şeyin sustuğu “din günü”nde, “hesap sorulacak adam” imtiyazı ile tek başına ayakta tutulmanın resmini tamamlarız. Böylece, “Din Günü’nün Sahibi”iyle tanış eder bizi oruç

Senai Demirci

Sırların birincisi

“Bismillahirrahmânirrahîm” yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur.” Sözler

O da Besmele’de yer alan, Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerinin hem mânâları, hem de diziliş sıralarıyla ortaya koydukları ince ve derin sır. Allah ismi, bütün İlâhî isimleri ve sıfatları içine almaktadır.

Rahmân, “bütün canlılara merhamet ederek onların rızıklarını veren ve her türlü ihtiyaçlarını gören,” mânâsına gelir.

Rahîm ise, “Allah’ın, mü’minleri lütfuyla cennete, kâfirleri, adliyle cehenneme koymasını” ifade eder.

“Yukarıdan nüzul ile” ifadesini, insana göre yukarı olan sema tabakaları ve topyekün varlık âlemi şeklinde anlamamız gerekir. Yani, Allah, “arşı ve kürsisiyle, âlem-i misali ve levh-i mahfuzuyla, semasıyla, arzıyla, cennet ve cehennemiyle” bütün âlemleri yaratmış, tanzim etmiştir ve bütün sıfat ve isimleriyle onlardaki tasarrufunu ve tecellisini devam ettirmektedir.

Allah ismi, bizi bütün âlemlerdeki isim ve sıfat tecellilerinde gezdirirken, Rahmân ismi, nazarımızı arza, yeryüzüne indirir. Rahîm ismi ise, yeryüzündeki canlılar içerisinde imtihana tâbi tutulan ve böylece cennet yahut cehenneme aday olan insan türüne dikkatimizi çeker. İşte, ‘nüzul’ kelimesi bu mânâları ders verir.

Besmelede ders verilen İlâhî tasarruf ve icraat sırası, bu tecellilerin düşünülmesinde değişiklik gösterir. Tefekkür en son isimden başlar ve ilk isme doğru ilerler. Yani, insan bu İlâhî icraatları ve onlardaki rahmet tecellilerini düşünürken, tefekkürüne önce kendi nefsinden başlayacak, Rahîm isminin kendi varlığındaki rahmet cilvelerine nazar edecektir. İnsan mahiyeti o şekilde takdir edilmiştir ki, ondaki istidat ve kabiliyetler ebedî bir âlemi meyve vermektedir.

Cennet ve cehennemin çekirdeği insan mahiyetidir. Teklifi kabul eden, emir ve yasaklara muhatap olan insan mahiyetidir. Organların birbiriyle ilgilerinden, ruhtaki hislerin ve duyguların yardımlaşmalarına kadar her şeyin Allah’ın rahmetiyle gerçekleştiğinin şuurunda olan, işte bu insan mahiyetidir. Kendini böylece değerlendiren insan, daha sonra tefekkürünü geniş dairelere yönlendirir. Çevresini kuşatan hayvanlar ve bitkiler âlemindeki İlâhî rahmet ve inayetlere nazar eder. Yer küresindeki bu fikrî seyahatini bitirmiş olarak semalara geçer; tâ âlem-i misâle, levh-i mahfuza, arşa kadar bütün varlık âlemindeki İlâhî terbiyeleri, icraatları düşünür. Böylece insanlık mahiyetini yerinde kullanmakla insanî arşa çıkmış, yani insanlığın en ileri derecelerine yükselmiş olur.

Böyle bir insandaki insanlık mahiyeti, bir cennet meyvesi verecek, aksi halde bu ulvî mahiyet, cehenneme tohum olacaktır. ‘İnsanî arş’ denilince, Allah Resulünün (asm.), “Namaz mü’minin miracıdır” hadis-i şerifini hatırlamak gerekiyor. İnsan, namaza başlarken önce, Allah’ın sonsuz kemâlinin beşer idrakinin çok ötelerinde olduğunu, tekbir ile dile getirir. Sonra “sübhaneke” diyerek, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder. Bu tesbihi hamd takip eder. Bu tekbir, tesbih ve hamd faslından sonra, besmele çeker ve Fatiha Suresini okumaya başlar. Bu surenin mânâsı onu şöyle bir fikrî seyahate çıkarır:

Önce Allah’ın bütün âlemlerin Rabbi olduğunu hayretle düşünür. Bu terbiyelerin tümünün insana bir ihsan olduğunu, bu terbiyeler sonunda ortaya çıkan bitkilerin ve hayvanların insan için büyük bir rahmet olduklarını hatırlar. Rahman isminin yeryüzündeki bu tecellilerine karşı kalbi şükür ve ibadet iştiyakıyla dolar. Sonra bu kâinatın insan meyvesi verdiğini ve insanın da ebedî âleme yolcu olduğunu düşünmekle, kalp ve ruhu Rahîm isminin tecellisine yönelir. Besmeledeki Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerini bu surenin başında da hatırlamış, zikretmiş olur. Rahîm isminden sonra hemen “Malikiyevmiddin” denmesi çok harikadır; insanın ahiret yolcusu olduğunu net bir şekilde ders verir. O yolculuğun cennetle neticelenmesi için insanın “ancak Allah’a ibadet etmesi,” O’nun bütün emir ve yasaklarına harfiyen uyması ve bu yolda karşısına çıkacak engeller için de yine “ancak O’ndan yardım dilemesi” gerektiğini hatırlar. Böylece sırat-ı müstakim ehlinin, yani hak yolun, istikamet yolunun yolcuları olan “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoluna girmek üzere Allah’tan yardım dilemiş olur. Ve O’nun hidayeti, O’nun ihsan ve keremi ile “mağdup ve dallin” zümrelerine dahil olmaktan kurtulur.

“Besmelenin Fatiha Suresinin özeti, Fatiha’nın da Kur’an’ın özeti olduğu” gerçeğinin birinci kısmına kısaca işaret etmiş olduk. Konumuzla ilgisi bakımından ikincisinden de bir parça söz edelim:

Kur’an’ın nazil olmasının sebepleri ve onda yer alan konular özet halinde ve çekirdek olarak Fatiha Suresinde yer almış bulunuyor. Şöyle ki: Kur’an bize öncelikle Allah’ı tanıttırır. Surenin başında geçen İlâhî isimler bunun içindir. Sonra ahiret âleminden haber verir. Malikiyevmiddin ayeti haşirle ilgili ayetlerin bir habercisidir. Allah’ın kulu ve ahiretin yolcusu olan insanoğlunun muhatap olduğu birtakım emir ve yasaklar vardır. Bütün emirler “iyyake na’budü” ifadesinde, sakınılacak bütün yasaklar da “iyyake nestain” de öz olarak yer alırlar. Kur’an, her türlü aşırılıktan uzak bir sırat-ı müstakim çizmiştir. Bu çizgiyi ders veren bütün ayetler “ihdinassıratel-müstakim” de bulunurlar. Bu hak yolun önderleri ve rehberleri olan peygamberlerin kıssaları da Kur’an’da yer alır. “En’amte aleyhim” de bu kıssalara işaret edilir. Bu yola uymayan “azgın” ve “sapık” insanlardan da Kur’an söz etmektedir. Bunlar, “mağdup ve dâllin” fırkalarıdır. Kur’an’daki temel maksatlar, Fatiha Suresinde böylece özetlenmiştir.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

BİSMİLLÂH her hayrın başıdır.

Madem herşey mânen “Bismillâh” der; Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyleyse, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.

SUAL: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?

ELCEVAP: Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.

Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillâh” şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikîyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm.