Etiket arşivi: ders

NUR Terapiler & Halk Üniversiteleri…

Önemli kaynaklardan aldığım bilgilere göre; sadece İstanbul’umuzda en az 1500 ayrı yerde, camilerimizin dışında dînî sohbetler, imanî dersler ve diğer bir ifadeyle Nur terapiler yapılmaktadır. “İstanbul’umuza maşallah, darısı başka şehirlerimize” diye düşünenler için hemen arz edeyim. Diğer illerimiz İstanbul’dan pek de aşağı değiller, çok daha gelişmiş olanları da var. Meselâ Bursa’da 2500’ün, Diyarbakır’da 3000’in, Kayseri’de, 4000’in üzerinde ayrı yerlerde sohbet yerleri olduğu bildiriliyor.

Ülkemize gelip, bu konuda ciddi araştırmalar yapan yabancı bilim adamları, bu toplantılara ve sohbetlere “Halk Üniversiteleri” diyorlar. Çok-çok önemli olduğunu gördükleri içindir ki, bu tür sohbetleri onlar da, döndüklerinde kendi ülkelerinde de hemen başlatıyorlar…

  • · Haksız da değiller hani.

Bu tür sohbetlerin maddî ve mânevî o kadar çok faydaları var ki, “derya içindeki balığın, deryanın kıymetini bilmediği gibi,” bizler de önemini pek fark edemiyoruz. Bu önemli faydaları ve avantajları yazmaya kalksam, bir makale boyutuna sığmaz. Ben sadece bir kısmını özetlemeye çalışacağım, tâ ki bu güzellikler, iki yönlü avantajlar ve her yönüyle çok makbul olan bu ibadetleri herkes bilsin ve en ücra köşelerimize kadar yayılsın.

1. Komşuluk ve arkadaşlık muhabbetlerinin, artmasına ve pekişmesine vesile oluyor.

2. Dînî, ilmî, edebî, ahlâkî, ticarî, meslekî v.s. konularda da fikir teatisinde bulunulduğu için, sürekli kültür alışverişi yapılıyor.

3. Tek başına okunduğu zaman “es” geçilen veya pek anlaşılmayan konular, cemaat bereketiyle, karşılıklı yardımlaşma ve paylaşmalarla, çok daha iyi anlaşılıyor.

4. Herhangi bir derdimiz veya problemlerimiz de, “çay arası tanışma ve kaynaşma” sırasında paylaşılarak ve duâlaşılarak çözüme ulaştırılıyor.

5. O saatlerde (en iyi ifadeyle) monoton geçecek olan ömür sermayemiz, mutlak manada değerlendiriliyor. Eğer TV başında veya daha zararlı bir şekilde geçecek ise hem zarardan ve günahlardan kurtulmuş olunuyor, hem de mutlak avantaja geçiliyor.

6. Hastalıklı bir asrın, kaçınılmaz stres belası ve sıkıntıları mutlaka atılmış oluyor.

7. Sosyal paylaşımların da güzel bir zemini olması nedeniyle, okul, iş, ticaret, seyahat v.s. gibi, her konularda bilgi transferleri yapılıyor.

8. En önemlisi de; Allah c.c. için sevdiklerinizle, hasret giderilmiş olunuyor…

Bir de, mutlak mânâda kazanılan, mânevi avantajlara göz atalım:

1. Özellikle nur sohbetlerinde, konuların tamamı TEFEKKÜR içerikli olduğundan, “Tefekkür-ümmin sâ’ati, ibadeti min seneh..” Hadîs-i Şerifinin müjdesiyle, oradaki “bir saatlik tefekkür, bir yıllık nafile ibadetlerin sevabını” kazandırıyor.

2. Başka bir Hadîs-i Şerife göre de, bu tür meclisleri, melekler ordusu ziyaret ediyor, o evi tavaf ediyorlar ve orada bulunanlar hakkında hayırlı dualarla ve onlar hakkında istiğfarda bulunuyorlar.(Af edilmeleri için yalvarıyorlar.)

Konumuzla ilgili birkaç anekdot arz edeyim ki, çok daha iyi anlaşılsın.

Birincisi: Risale-i Nur eserleriyle müşerref olmuş olan, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii Emekli Baş imamı olan hocamızı, 1980’li yıllarda Üsküdar Nur derslerinde sürekli görüyordum. Camideki çok güzel hitabetini bildiğim için, buradaki sohbeti de onun yapmasını içtenlikle arzu ediyordum. Fakat o zât ise her hafta geliyor ve sadece dinleyip gidiyordu. “Hocam lütfen siz buyurun” tekliflerini de, nezaketle reddediyordu. Bir gün bir sohbette kendisine ısrarla, şöyle bir soru soruldu.

-Hocam, sizin bu konulardaki vukûfiyetinizi, tüm külliyatın tamamını defalarca okuduğunuzu ve burada anlatılanların neredeyse tamamını çok iyi bildiğinizi de biliyoruz. Pek ihtiyacınız olmadığı halde, niçin her derse geliyorsunuz?…

  • · Bu ciddi soru karşısında, o zâtın otoriter tavrıyla anlattıkları beni öyle sarstı ki, çeyrek asır geçmesine rağmen, taptaze olarak hafızamda çınlıyor.

Şöyle ki:

-Kardeşlerim, evet doğru söylüyorsunuz. Burada okuduğunuz konuları, ben ayrıca evde de okuyabilirim, fakat çok iyi bildiğim başka bir gerçek ve benim çok büyük bir avantajım var. Buraya onun için geliyorum. Burada, yani bu ilim meclisinde geçen zaman, Mahkeme-i Kübra’da kesinlikle sorgudan MUÂF tutulacak…

-Nasıl yani hocam?

-Şöyle ki: Mahkeme-i Kübra’da, hayatımızın her dakikasının hesabını, tek-tek ve saniye-saniye vereceğiz. Bu durum, âyet-i Kerîmelerle ve Hadis-i Şeriflerle sabittir, yani kesindir. Yarım günümüzün hesabını vermenin ıstırabından, iliklerimizin bile eridiğini göreceğiz. Böyle son derece sıkıntılı bir durumda hesap verirken, böyle bir ilim meclisinde bulunduğumuz, yani şurada (belki de uyuklayarak bile olsa) geçirdiğimiz zamanın hesabına sıra gelince, sorgu melekleri sorgulamayı durduracaklar. “Şu 2-3 saatinizin sualini sormamıza izin yok. Bu süre içinde siz, Cennet bahçesi gibi bir yerde istirahat ediniz” diyecekler. İşte arkadaşlar, o sürelere benim de çok-çok ihtiyacım olacak. Bunu çok iyi bildiğim için, sürekli bu sohbetlere katılıyorum…(Her helâlin hesabı, her haramın azâbı var!)

  • · Ne mutlu böyle mekânlardaki sohbetlere her gün katılanlara, özellikle böyle dershanelerde ve medreselerde sürekli kalanlara…

***

İkinci anekdot: Bir emekli baş komiser ağabeyimiz anlatıyor.

-Yıllar önceydi. Karşı apartmandaki komşumuzu, sürekli bizim evdeki sohbetlere çağırıyordum. Her seferinde, “şimdi müsait değilim, yorgunum, belki başka bir zaman” gibi sözlerle beni aylarca, beklide yıllarca hep reddetti. Bir gün evimizdeki ders sırasında, telaşlı bir şekilde bize, yani derse geldi. Gözleri korku ve dehşet içinde, rengi de sapsarıydı. Hepimiz çok şaşırdık. Sesi titriyor, kekeme gibi bir şeyler söylemeye çalışıyordu.

Neticede dersi kestik, telâşının sebebini sorduk, o da şöyle anlattı. (Ben düzelterek özetliyorum.)

-“Evimin balkonundan dışarıyı seyrediyordum. Sizin apartmanın, sizin katınızın çevresinde, o katı çevreleyen, yeşil ışıktan bir halka sürekli dönüyor. Gözlerimi ovuşturarak tekrar-tekrar baktım. Hâlâ dönüyor, gelin siz de bakın, görün!” diye yalvarıyordu. Birkaç arkadaşla birlikte gittik, baktık fakat biz bir şey göremedik. İşte o arkadaş, o günden beri sohbetlere ve bu eserleri okumaya öyle bir koyuldu ki, kendi evinde bile ders ve sohbet başlattı. Bizler bile şimdi ona gıpta ediyoruz…

Saygıdeğer dostlarım.

Bu anekdotu bana anlatan o komiser ağabeyimiz hayattadır ve her hafta kendisiyle görüşüyoruz. “Bu konuyu okurlarımla paylaşmak istiyorum” diye müsaade istediğimde ise “..hocam, bunlar gibi daha neler-neler var” dedi.

İnşallah onları da ilk fırsatta dinler, en önemlilerini sizlerle paylaşırım…

Raif Öztürk

Risale Ajans

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur!

Risalelerin manevî ders halkasına giren bir kişi, kısa bir süre sonra kâinattaki bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden, kainattaki tüm ilahi fiilleri teşhis edebiliyordu..

Risale-i Nur’ları ellerine geçiren insanlar, kısa bir süre sonra, hattâ bazan risalelerin ilk satırlarından itibaren, kâinatı bir kitap gibi okumaya başladıklarını hissediyorlardı. Bu, bir insan için yeniden doğuş demekti.

Çünkü, daha önce görülmeyen, görülse de önem verilmeyen varlıklar vardı şimdi âlemde. Kışıyla, baharıyla, yeriyle, göğüyle, canlısıyla, cansızıyla, gecesi ve gündüzüyle herşey ve her olay, Yer ve Gökler Rabbinden bir mektuptu ve doğrudan doğruya insanı muhatap alıyordu.

Telif edilen her risale, sanki bu mektupların şifrelerinden bir ikisini daha çözüyor ve insana onu açıkça okutuyordu. Böylece, bir yandan derslerin tekrarlanmasıyla, diğer yandan da yeni telif edilen risalelerin elden ele ulaşmasıyla, insanların önlerindeki kâinat kitabı okuma becerisi de artıyor ve bu beceri artışı, daha fazla okuma iştiyakını doğuruyordu.

Böylece, Nur Risalelerinin manevî ders halkasına giren bir kişiye, kısa bir süre sonra, kâinattaki tek bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden bir tanesini teşhis etmesi yetiyordu; o tek fiil, kâinattaki bütün İlâhî fiillerle omuz omuza verip, onu bütün İlâhî isimlerin Müsemmâsına götürebiliyordu.

Fakat bu bakış açısı ve bu beceri, iradeli bir bakışa ve sürekli temrinlerle bu bakış açısını diri tutmaya ihtiyaç gösteriyordu. Aksi takdirde, dünya hayatının uğraşları, özellikle geçim endişesi ve zamanımızın diğer meşgaleleri, insanın dikkatini hemen dağıtıverme istidadını taşıyordu.

Bediüzzaman’ın talebeleriyle yazışmalarında, onları bu tür oyalanmalara karşı zaman zaman uyardığı görülmektedir. Daha önce de temas edildiği gibi, yeni telif edilen bir risalenin ulaşmasından sonra, bu risale ile ilgili hissiyatı satırlara dökerek Üstada göndermek, onun yakın talebeleri arasında bir geleneğe dönüşmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, bu mektuplar, aynı zamanda, Bediüzzaman’a, talebelerinin kavrayışlarını ölçme ve gelişmelerini izleme imkânı da veriyordu.

Nitekim iki risaleye en yakın talebesi Hulûsi Beyden cevap gelmediğinde, Bediüzzaman, bu gecikmenin birtakım dünyevî meşgalelerden ileri geldiği sonucuna varmakta gecikmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Hulûsi Bey, o sıralarda bir harita işiyle meşgul olmaktadır; ancak bu maddî işin ayrıntıları, onun “pek keskin zekâsı” önünde geçici bir perde teşkil ederek, manevî âlemlerdeki incelikleri yakalayıp manevî zevkleri tatmasına engel olmuştur:

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata [ay, dünya ve gezegenlere] dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevap yazamadı.

Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike [hakikatlere] işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, o Mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.”

Zaman zaman, insanların dikkatini manevî konulardan çekecek ve son derece değerli ömür dakikalarını, saatlerini ve günlerini gelip geçici meselelerle ziyan etmesine yol açacak bahanelerin güç kazandığı olur. Üç Aylar gibi mübarek mevsimlerin geride kaldığı, yahut bir yandan engin bir tefekkür zemini teşkil ederken diğer yandan da insanın nazarını gaflete yöneltme istidadı taşıyan bahar ve yaz mevsimlerinin yaklaştığı dönemlerde, Bediüzzaman aşağıdakine benzer mektuplarla talebelerini uyarmaktan geri kalmamıştır.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgul olamıyor.

Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem Şuhûr-u Selâsenin [Üç Ayların] gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden [iman ilimlerinden] olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.”

Neş’eli kış dersleri, mütevazi evlerde sobaların etrafında halkalanmış mütevazı insanlar arasındaki sohbetlerin uzadıkça uzadığı ve tazelenen çaylarla iyice tatlandığı derslerdir. Bir iman bahsi açılır risalelerin birinden. Büyüleyici cümleler, risaleyi okuyan talebenin dilinden birbiri ardınca dökülür. Hayaller cennet gibi âlemlere kilitlenir. Bir muhabbet pınarı kaynamaya başlar. Duygular keskinleşir. Sohbet ısınır, insanlar ısınır, âlemler ısınır. Kalabalık, görünenin kaç misline çıkar sohbet boyunca, kimse bilmez. Ancak herkes bilir yahut hisseder ki, kendilerinden başka birileri de oradadır, yanı başlarında aynı ders ve aynı tefekkürdedir. Bir tek kanat seslerinin işitilmediği kalır, o kadar.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından [iman hakikatlerini dinlemekten] çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz [dinleyicileriniz] çoktur.

Allah’ın kitabını okumak ve öğrenmek için Allah’ın evlerinden birinde veya başka bir evde bir araya gelen hiçbir topluluk yoktur ki, melekler onları ziyaret ederek etrafında dönmesin. O topluluğa kalp huzuru iner, onları rahmet kaplar. Ve Allah, yüce katında bulunan meleklere onları hayırla anar.”

Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Görünen âlemlerle görünmeyen âlemlerin gündemleri birbirinden çok farklıdır. Birinde manşetlere çıkan haber, diğerinde hiç işitilmeyebilir. İman ilimlerinin açtığı kapıdan âlemlerin her ikisine birden bakanlar ise, kâinatın asıl gündemini yakalamakta gecikmezler.

Baharın yaklaştığı günlerden birinde karları tebessümüyle eriten bir kardelen, kozasından çıkmış bir kelebek, bu âlemdeki pek çok insanın dönüp de bakmayacağı, baksa da görmeyeceği, görse de o akşamki bir televizyon programının tek bir sahnesi kadar bir değer vermeyeceği işlerdendir.

Fakat nakış nakış İlâhî isimlerin dokunduğu hiçbir hadise, gözden kaçırılacak kadar önemsiz olamaz bu kâinatta. Ve bir Risale-i Nur talebesi bunu bilir. Onun keskinleşmiş duyuları, manevî âlemlerde haber teşkil edeni, manşetlere çıkanı, izleyici toplayanı kaçırmaz. Bir ibretli bakış, bir tefekkür, bir zikir, dünyanın kalabalığı arasında kaybolup gidecek bir küçük hadise değildir; bunu bilir Risale-i Nur talebesi. Her an, nice “sıradan” insanların zikir ve fikirleri rengârenk çiçekler halinde açar ve bu gezegenin manevî simasını bir bahar sahnesine çevirir. Açan çiçeklere onların müştakları doluşur. Görünen âlemlerin yasaları, bir başka biçimde, görünmeyen âlemlerde işler. Biri kelebekleri çağırır çiçeklerin, diğeri melekleri. İman ilimlerinin talebesi, dünya ve içindekilerden daha hayırlısını bulmuş, onlardan daha kalabalık bir dost topluluğu edinmiştir.

Rabbimiz Allah deyip dosdoğru bir yol izleyenlerin üzerine melekler inerler. “Korkmayın,” derler onlara. “Mahzun da olmayın. Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz.”

Dostlar, olup biteni kaçırmazlar. Her söz, her görüntü, her düşünce, her hayal tek tek kayda geçer. Ve bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbine sunulur. Nasıl bir ihtişam içinde, orası ancak o âlemlerden görülür. Ama söz Ona yükselir; bu görülmüş gibi bilinir. Çünkü öyle buyurmuştur Kur’ân’ı gönderen.

Görünen âlemin önemli haberleri, görünmeyen âlemlerde nasıl sıraya giremezse, o âlemlerin haberleri de bizim dünyamızda pek rağbet görmez. Ancak kâinatın hakikatinden haberdar olan, duyuları keskinleşmiş olanlar, dünya kalabalıklarının değil, Allah’ın katında değer taşıyan şeyin peşindedirler.

Dünya hayatının meşgaleleri bu duyuları ve düşünceleri köreltmek üzere her taraftan saldırı halinde olduğu için de, sürekli derslerini tekrarlayarak his ve heyecanlarını diri tutmaya, doymak bilmeyen meraklarını ve kendilerine manevî Cennet hazlarını yaşatan şevklerini arttırmaya çalışırlar.

Onların iman derslerine olan ihtiyaçları, işte bu yüzden içilen su veya alınan nefes gibidir:

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur.

Ümit ŞİMŞEK

Filistinli Bakanın Bediüzzaman Sevgisi

Filistin Gençlik ve Spor Bakanı Dr. Muhammed El-Medhun ile, İstanbul’da Aralık 2011 ayında, Ruba Vakfını temsilen katıldığımız Uluslararası bir Kongrede tanıştık. Yanına gidip selam verdikten sonra kendisine Arapça Risale-i Nuru uzattığımızda, içten bir gülümsemeyle bize sarıldı.  ”Sizleri ve hizmetlerinizi biliyorum,  sizleri ziyaret etmek istiyorum” dedi. Çok şaşırmıştık doğrusu! Yardımcısı ile gerekli koordineyi sağladık ve ertesi akşam buluşmak üzere ayrıldık.

Ertesi akşam Hamidiye Vakfı’nın Topkapı dershanesindeki Cumartesi dersine iştirak ettik. Dershanede toplanan yüzlerce genci karşısında gören bakan bayağı memnun oldu. Yaptığı konuşmada; Ortaokul yıllarında ödev olarak  bir İslam aliminin hayatını konu alan bir makale yazmalarının söylendiğini, kendisinin de Bediüzzaman Said Nursi’yi seçtiğini söyledi. Üstadın hayatının kendisini çok etkilediğini ekledi.

Filistin ve Türk halkının islam kardeşliğine vurgular yaparak, nur cemaatinin faaliyetlerinden son derece memnun olduğunu, bu kardeşliği daha da ilerilere taşımak için gayret göstereceğini belirtti.  Dersin bitiminde son derece samimi duygularla, tekrar görüşme dilekleriyle  birbirimizden ayrıldık.

Üstada ve nurlara gösterilen bu alaka hepimizi son derece memnun etti ve şevk verdi. Yapılacak çalışmalarla, ilerleyen zamanlarda İslam kardeşliğinin inkişafı hususunda hepimizde olumlu düşünceler hasıl oldu.

Ruba Vakfı Yurtdışı Hizmet Ekibi- Aralık 2011

www.NurNet.org

Risale-i Nur Ders Kitabı Olmalı

Dost ve düşmanın ittifak ettiği bir husus var: Risâle-i Nur Külliyatı, çağımız insanının aklına takılan bütün sorulara ‘ikna edici’ cevaplar sunar. Elbette bu büyük bir iddiadır, ama isbatı olmayan kuru bir iddiâ da değildir. Bu iddianın binlerce, hatta milyonlarca ‘delil’i vardır. Hatta ve hatta, bu deliller sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok ülkesinde, pek çok beldesinde vardır.

Böyle olmakla birlikte, güneşi söndürmek için üfleyenler de olur. ‘Üfleyenler’in de bir kısmı bilmediğinden, bir kısmı da bildiği halde ‘inadından’ yapabilir. İnsanların bilmedikleri şeye düşmanlık yapması normal karşılanabilir, ama bildikleri halde yanlışta ısrar edenler masum değil.

Bu girizgâhı şunun için yaptık: Geçenlerde bir gazete, “Dersimiz Said-i Nursî” başlığıyla çıktı. Onlara göre okullarda ve ders kitaplarında Said Nursî’den bahsetmek büyük kabahat. Neymiş, Millî Eğitim Bakanlığı mensubu bir uzman, bir sivil toplum kuruluşunun toplantısında yaptığı çalışmaları anlatırken, “Risâlelerin ders kitaplarına da girmesi gerektiğinin altını çizerken bunun yakında gerçekleşeceğini belirtiyor.” (İlgili haber için bkz: Birgün g., 2 Aralık 2011)

Eh, böyle bir haber manşet olunca, CHP durur mu? Bir milletvekili hemen harekete geçmiş ve Millî Eğitim Bakanının cevaplaması talebiyle sorular sormuş. Bu sorulardan biri şöyle: “‘Risâle-i Nur’ adlı metinlerin yakın zamanda ders kitaplarına gireceğinden söz etmektedir? Bakanlığın böyle bir çalışması bulunmakta mıdır?”

Tabiî ki MEB’in bu soruya ne cevap vereceğini bilmiyoruz, ama velev ki böyle bir çalışma olsun, ne zararı var? Çocuklarımızın ve gençlerimizin Risâle-i Nur’u ve onu telif eden İslâm âlimini tanımasının kime ne zarar verir? Olsa olsa, ‘ifsat komiteleri’nin tuzaklarına, planlarına ve propagandalarına zarar verir!

Beyler, efendiler ve paşalar! Yanlış olan Risâle-i Nur Külliyatı’nın öğrencilere tanıtılması, okutulması ya da ondan istifade ile ‘ders kitapları’ yazılması, ‘eğitim materyalleri’ hazırlanması değildir. Yanlış olan, bütün dünyanın ilgi ile takip ettiği ve takdir ettiği bir eseri görmezden gelmek, okumadan itham etmek ve karalamaya çalışmaktır. Risâle-i Nur eserleri neredeyse bir asırdır meydandadır. Onu telif eden âlim de, her türlü ithama karşı hayatını ortaya koyarak Risâle-i Nur’u savunmuştur. Hatta ve hatta, o eserlerden istifade eden talebeleri de Risâle-i Nur’a dört elle sarılmış ve sahip çıkmıştır.

Dünyanın pek çok ülkesinde de okunan ve istifade edilen, üzerinde uzmanların araştırmalar yaptığı bir eser külliyatını en baştan suçlu ilân etmek, ondan istifade etmeyi teklif edenleri karalamak yanlışın en büyüğüdür. Hem unutmayalım ki, Risâle-i Nur Eserleri, “Tek Parti” devrinde telif edilmeye başlanmış ve o günün şartlarında da mağlûp olmamıştır elhamdülillah.

Bu noktada Kanadalı gazeteci Fred A. Reed’in (kitap yayınlandıktan sonra Müslüman olmuştu) kaleme aldığı ve Bediüzzaman’ı anlattığı “Anadolu Kavşağı” adlı kitabındaki bir tesbitini hatırlamak lâzım. Reed şöyle demiş: “Bediüzzaman’ı incelemeye beni iten başka bir etken vardı. O da, onun üç hükümet ve üç siyasî rejimin değişmesine sahne olan siyasî ve askerî mücadele döneminde aktif bir katılımcı olarak uğradığı ‘yenilgi’ydi. (…) Ancak bu ‘yenilgi’, rasyonalist bir analizin kaçırdığı ilginç bir metodla, zafere dönüşür. Bu zafer, sufi bakış açısıyla ifade edersek; tevazunun kibire, hikmetin kuvvete, ihlâsın dalkavukluğa, imanın küfre ve aczin kudrete karşı bir zaferiydi.”

Risâle-i Nur’u ‘zehir’ gibi görenlere de Üstad Bediüzzaman’ın talebesi Zübeyir Gündüzalp’in diliyle seslenelim: “Savcı iddianamesinde diyor ki: ‘Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.’ Biz de buna mukabil deriz ki: ‘Eğer Risâle-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin.’” (Şuâlar, On Dördüncü Şuâ, s. 474)

Risâle-i Nur, Kur’ân’ı asrın idrakine sunan hakikatli bir tefsirdir. O halde huzur ve sükûn isteyenler bu kaynaktan istifade etmeli. Sadece MEB ve öğrenciler değil, hepimiz ve herkes…

Yeni Asya

Bir Öğrenci Neden İntihar Eder?

Teknoloji geliştikçe insanların ihtiyaçları da artıyor. İhtiyaç olmayanlar belli zaman sonra ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor. Bundan 10,15 yıl önce cep telefonu lüks olarak görülürken şimdi zaruri ihtiyaç olarak hayatımıza yerleşti. Birkaç sene önce İnternet çok az kişi tarafından kulanılırken günümüzde önemli bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor. Artık özel ve resmi bütün işlemler internet aracılığı ile yapılabiliyor.

Bu yoğun ve hızlı geçen zaman diliminde gençler de çok hızlı ve renkli bir hayat yaşamak istemektedir. Ailelerin beklentisi ise farklıdır. Aileler çocuklarından bazen kaldıramayacakları yükleri istemektedir. Çocuğu daha ilkokulun ilk yılarından itibaren yarış atı gibi görüp sınav maratonuna hazırlamaya başlarlar. Çocuk için artık ne var ne yok derstir sınavdır. Aileye göre dersi iyi olan çocuk iyi çocuktur.

Bu yanlış düşünceden dolayı çocuk, akranları gibi oynamak istediğinde bile aileler tarafından, dersine engel oluyor diye izin verilmez. Bu durumda çocuğun Eğitim Bilimcilere göre Bilişsel zekası(bilgi zekası) gelişirken Duyuşsal zekası (Duygu zekası) gelişememektedir. Zamanla duyuşsal zekanın gelişememesi gençlerde sorunlara neden olur. Hatta bazen intiharlara bile neden olur.

Aşağıda internet te geçenlerde gözüme bir gencin intihar mektubu ilişti. Mektubu okurken bahsettiğimiz nedenlerin ne kadar etkili olduğunu bir kez daha anladım.

Hayatının baharında  bir insan, neden intiharı düşünür? Başından geçen hangi olaylar, hangi duygular, hangi düşünceler onu hayattan bezdirir? Gencin bıraktığı İntihar mektubunda neden intihar ettiğinin sebepleri  satır aralarında var.

SEVGİLİ ANNECİĞİM VE BABACIĞIM;
Daha doğrusu anneciğim, hayatta seni hep incittim. Hiçbir zaman seni mutlu edemedim. Yine edemeyeceğim. Türkçe’den düşük not aldım. Ben sana söylemedim üzülürsün diye.

Ben seni hiç üzmek istemedim. Ben dünyanın en kötü çocuğuyum. Çünkü sen hiçbir zaman hiçbir şekilde mutlu olmadın. Bunun için çok üzgünüm. Anneciğim sen benim gibi bir çocuğu hak etmiyorsun. Hem ben artık hayatta kalmak da istemiyorum. Ben dünyanın en aptal çocuğuyum. Babamın paraları da boşa gidiyor. Çünkü ben hiçbir şey yapamıyorum.

Ayrıca benden hiçbir şey olmaz. Ne tiyatrocu ne de İngilizce öğretmeni. Okuldaki öğretmenlerim bile beni sevmiyor. Dershane öğretmenlerimin de benden şikâyetçi olduklarını biliyorum. Beni zaten bu hayat istemiyor, ben de istemiyorum.

Yani, anlayacağın, “Beni her iki taraf da istemiyor.” Ben de o abi gibi yapacağım. Günah olduğunu bile bile yapıcam. Ölüp bu hayattan ayrılmak istiyorum. Keşke doğmasaydım, size hiçbir faydam yok.”

Dikkatinizi çekmiştir, mektupta bahsedilen “ders başarısızlığı” normal şartlarda hiç de intiharı düşündürtecek önemde ve değerde bir konu değil esasında. Ancak ailenin çocuk üzerindeki derslerden yüksek not alma beklentisi çocuğu bunaltmıştır. Düşük not almayı büyük bir eksiklik olarak görmüştür. Derslerdeki başarıyı bir değer ölçüsü olarak görmüştür. Düşük not aldığında Öğretmenlerin bile onu sevmediğini zannediyor. Türkçe’den veya herhangi bir dersten zayıf not almak ile intihar fikri arasında o kadar uzun bir yol var ki. Ama yine mektupta görüleceği üzere, bu yol öğrencinin gönlünde döşenmiş ve seçenekler arasına intihar da alınıvermiş.

Biz Eğitimciler ve anne babalar olarak çocuklarımızın derslerden bağımsız olarak değerli olduklarını ve onları çok sevdiğimizi her zaman hissettirmeliyiz. Baba çocuğun eğitimi için harcadığı parayı çocuğa bir baskı aracı olarak kulanmamalı. Bir öğretmen öğrencilerin moralini bozacak, onları rencide edecek olumsuz kelimeler kulanmamalı. Kısacası bir ebeveyn olarak çocuklarımızı ve bir öğretmen olarak öğrencilerimizi sevdiğimizi onlara hissetirmeliyiz.

Hamit Derman

www.NurNet.org