Etiket arşivi: dua

İstikbaldeki Nur Talebelerine Dua Ediyorum

Son Şahitler’den Bayram Yüksel anlatıyor:

Bediüzzaman Said Nursi, gece erken kalkar, teheccüd namazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Ellerini dergâh-ı İlahiyeye açar, uzun uzun dua ederdi. Bu dua bir saat devam ederdi. O anda bizler giremezdik. Ancak dua bittikten sonra girebildik. Hatta “Benim bir dua vaktim var, o anda melaike de gelse kabul etmem” demişti. “Hem istikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum” derdi.

Son Şahitler

 

Dua, Kul’un Rabbine Bağlılığının En Güzel İfadesidir

“Deki; Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” (Furkan süresi/77 ayet)

“Dua  eden adam anlar ki, biri var; Onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder,fakrına medet eder.” (Mesnevi Nuriye)

Dua esnasında içimizden geçirdiğimiz,düşündüğümüz  her şeyi  Cenab-ı Allah mutlak sürette bilir; ancak  yerine ve zamana göre  yapılan dualar,  melekler  tarafından yüce makama arzedilen bir arzuhal gibi hisedilir. Onun için dua edilirken  cem’i ve muhtevası  geniş olan dualarla dua edilmelidir. Örneğin: ”Rabbena  atina f’iddünya haseneten ve f’il  ahireti haseneten” (Rabimiz! Bize dünyada da ahirette de  güzellik ver.)

Bediüzzaman diyor ki! Dualar üç kısımdır.

Birinci kısım, lisan ile yapılan kavli dualardır. Savt ve sedalı hayvanatın, meselâ, acıktıkları zaman kendi hususi lisanlarıyla çıkardıkları sedalar dahi kavli dualardandır.

İkinci kısım, nebatat, eşcarın bilhassa mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualardır.

Üçüncüsü, tehavvül tekemmül şe’ninde olan şeylerin lisan-ı istidat ile hissedilen istidadi dualarıdır. Evet, her şey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.(M.Nuriye, 372)

İstidat lisaniyle yapılan dualar: Bütün hububat ve tohumlar kabiliyet dilleriyle Fatır-ı Hakim’e dua ederler ki, bize gelişme ver. Arzumuzun aslı ve esası olan hakikatine çevir.

Zihayatların yaptığı dualar: Bütün hayat sahiplerinin iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan ihtiyaçlarını, ummadıkları yerden uygun zamanda onlara vermek için Halık-ı Rahim’de yapılan bir nevi duadır.

Zişuurların duası: Bu dua da iki kısımdır.

Birinci kısım: Eğer çaresizlik derecesinde ihtiyaç gelse veya ihtiyac-ı fitriyle alakadar ise veya safi, halis kalbin lisanıyla (kavli) olsa makbul olur.Velilerin himmetleri, imdatları, manevi fiilleriyle feyiz vermeleri de hali duadır.

İkinci kısım: “Meselâ çift sürmek fiili bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile açar.”(24. Mektup)

Bediüzzaman’a sormuşlar: “Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?”

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı (kabul sebepleri). Çünkü bazı şerait (şartlar)  dahilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimai (toplanma) nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.” (23.Mektup)

Mü’minler cemaatle kıldıkları namaz ve dualarında, kişi kendi ibadetinden kazandığından daha fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Cemaattekiler birbirlerine duacı ve şefaatçi olurlar.Cemaatla ibadet yapma imkanı olamayanlar elbette tek başınada ibadetini ifa eder, hele geceleri huşu içerisinde yapılan ibadetler veya yolculukta bir nehirin veya vadinin kenarına çekilmiş iki elini yukarıya uzatmış bir mü’minin ibadetini seyrederken, adeta cev-ı alem tüm sekeneleriyle duasına iştirak ederek tezahüratla, amin… amin…! Sadaları, hiss-i kablel vuku ile seyredilir.

“Mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvi, manevi teavün ve birbirine yardımlaşmakla, hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber, mahlukat içerisinde mükerrem  ünvanını almıştır.” (Mesnevi Nuriye 376).

Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevi temizlenmeli, salâvat-ı şerifeyi şefaatçi yapmalı, duanın sonunda yine salâvat getirmeli. iki salâvat arasında ki dua makbul olur. Gıyaben yapılan dualar, “Rabbena Atina f’iddünya haseneten ve f’il ahireti haseneten” (Rabbimiz! bize dünyada da ahirette de güzellik ver.) gibi cem’i, muhtevası geniş ve kapsamlı dualarla dua edilmelidir. Hem samimi, saygı ve gönül rahatlığı ile dua etmek, Namazın sonunda bilhassa sabah namazından sonra, mübarek ve temiz yerlerde, hususan mescitlerde, Cuma’da, üç aylarda, leyle-i Kadirde yapılan duaların kabul olması rahmet-i İlahiyeden kuvvetle ümit edilir. Bunun için dua, kulun ümit dalı ve Rabbine bağlılığının en güzel ifadesidir.

Zikrin tekrarı kalbi tenvir eder,duanın tekrarı bir takrirdir. (iyi ifade etmek, sağlamlaştırma) davet dahi, tekrarı nispetinde tesiri, te’kidi (kuvvetlendirme) vardır. Binaenaleyh, ayetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor; ve keza, o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.” (Mesnevi Nuriye)

“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla  her ne sual edilirse- velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” (Mesnevi Nuriye S.378)

Elhasıl: Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hikmet-i ilahiye her şeye değeri nispetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.”

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

 

Dua’nın Mahiyeti

Bediüzzaman der ki, dua bir sır-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını, esteğfirullahe (Allah mağfiret etsin) ve sübhanellahe (Allah her türlü kusur ve noksandan uzaktır) ile ilan etmektir. Dua bir ibadettir. Dualar ibadetin yapılması için birer vakittirler. Mesela, güneşin tutulması durumunda kılınan iki rekâtlık nafile namazı (küsuf namazı) veya yağmursuzluk, yağmur namazına birer vakittir.

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hâsıl olursa nur üstüne nur olur. “İcabet, duaya iktiran etmedi” yani istek yaptın, duanla beraber istek yerine gelmedi diyemezsin. “Henüz vakit inkıza (sonu gelme) etmemiş, duaya devam lazımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların başlangıcıdır. Neticesi değildir.

Her yapılan dualara Cenab-ı Allah’ın cevap vermesi, kabulün ta kendisi değildir. Duaya cevap verilir, cevapsız bırakılmaz. Talep edene yardım, ancak cevap verenin gayesine bağlıdır. Mesela, doktoru çağırdığın zaman  “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat bu yemeği veya bu ilacı bana ver” dediğin vakit, bazen verir, bazen hastalığına, mizacına uygun olmadığından vermez.

“Aziz kardeşlerim!

Bu defa motorlu kayık içinde Eğridir’den Barla’ya giderken denizin dehşeti, emsalsiz fırtınası Leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaş ile beraber şehit olmak, yedi ihtimalden altı ihtimal ile deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nur’la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risale-i Nurun gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş plânından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli haletimiz bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiği remziyle o rahmet-i İlâhîden gelen emr-i Rahmaniyi imtisalindeki iştiyak ile yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlâhîyi gayet heyecanla ve iştiyak ile acelelik ile getirmek için, bir şefkat tokadı nevinden Nur Talebeleri olan bizim başımızı tokat ile yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı.

Biz bu haleti zahiren hiddet, mânen şefkatkârâne okşamak nevinde gördük. Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kable’l-vuku ile hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden mütemadiyen Cevşen’i ve Şah-ı Nakşibend’in virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemal-i şevk ile o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinası bozulduğu ve yelkeni de rüzgâr onun aksiyle geldiği için, faide vermediğini ve denizin mevcleri de pek büyük; evvelâ kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için kemal-i sabır ve şükürle karşıladık ve sâlimen sahile çıktık. Elhamdülillâhi alâküllihâl dedik…” Emirdağ Lahikası

Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazen o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye musahhar ve muti olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar.” M.Nuriye S.124

Kabul olmamanın sebeplerinden biri de, duayı ibadet niyetiyle yapmayıp, istenilen şeyi maksud-ı bizzat edildiğinde aksülamel olur; o dua ibadetinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

 

Hz.Yunus Kıssasından Bize Mesajlar

Hz. Yunus (a.s) Risaletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, eşi ve benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a tapmalarını, ona kulluk etmelerini ilan etmeye başlamıştı.

Taptıkları putların onlara bir faydasının olamayacağını,  kendilerine fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan putları terk etmelerini, insanlara bildirdi. Kavmin inkârcıları onun aleyhine devam ettiler. Yunus ( a.s) insanların ilahi mesaja olan duyarsızlığına ve gördüğü haksız tepkilere öfkelenmiş, rahatsız olmaya başlamıştı; Aslında onun bu hali Peygamberlerin müşfik vasıflarından biridir. Onun derdi, kavminin Allah’a itibar etmeyerek, şirkte ısrar etmeleri bu durumun onları helake sürüklediğini gördüğü içindir.

Kavmin inkârcı tutumuna çok üzülen Yunus Peygamber (a.s) o sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah’tan bir emir olmaksızın öfkeyle kavmini terk ederek kaçmış, Kur’an’da Peygamberlerin müşfik vasıflarını şöyle beyan eder; “Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir! Onlardan dolayı kederlenme; Kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! “

Yunus (a.s) kavmini terk ettikten sonra olaylar şöyle gelişmiş: “Dolu bir gemiye kaçmıştı.” gemide olanlarla karşılıklı kur’a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.”Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.’’  ‘’Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” “Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.’’ (Saffat süresi,ayet,140-141-142-143-144-145)

Hz.Yunus (a.s) balığın karnında iken hiçbir maddi imkânı kalmadığını, kurtuluşun sadece Cenab-ı Allah’a ait olduğunu, O’ndan başka melce ve mencenin olmadığını, Allah’a sığınarak şu munacaatta bulunmuştur. ‘’Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin’’ (Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.)’’(Enbiya süresi,21/87)

Hz.Yunus (a.s)’ın Risaletle görevlendirildikten sonra kavmine İlahi emirlerin tebliğinde muvaffak olamaması, öfkeyle kavmini terk etmesi, gemiden denize atılması, bir balığın içine girmesi, Cenab-ı Allah’a munacaatı ve sahil-i selamete çıkması tamamen ilahi bir sır ve hakikattir. 

Cenab-ı Allah’ın sır ve hikmetlerinin ihatasında beşer acizdir.  Konuyu Kur’an,  sünnet ve müçtehitlerin tebliğ ve fehmine havale edelim. Hz.Yunus (a.s) kavmine karşı sabırla ve tahammül ile sabretmesi lazım iken,  kavmine kızarak öfkeyle kaçmasında da elbette İlahi bir hikmet vardır.

Hz.Yunus (a.s)’ın kıssa-i meşhuresinde bizim de alacağımız birçok ibretler vardır. Maddi cihetle bakıldığından, sosyal ve içtimai hayatımızda her aile reisinin veya her yöneticinin dikkatine celp edilmektedir.  Aile reisi ise ailesini, yönetici ise maiyetindeki halkını idare etmek, sıkıntılarını paylaşmak, can ve mallarını korumak ve adaletli davranmaktır. Yoksa sıkıntıya düştüğünde görevini bırakıp kaçmak bir nakıslıktır.

Bediüzzaman: Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır, bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazara verir. Dünyamızı denize, heva-i nefsimizi balığa, gecemizi de istikbalimize benzetmektedir. İstikbalimizi de, nazar-ı gafletle karattığımızı belirtmektedir.

Nazar-ı gaflet: Bir şeyin manasını anlamadan bakmak, görevi ve görev yerini terk etme, unutma anlamlarını da taşır. Gaflet asrımızın hastalıklarından biridir. Sahibini birçok dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Görevden uzaklaşma bizi gurur denizine atıyor, hava-i nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve Cenab-i Allah’a olan ubudiyetimize gaflet perdesini çekerek ebedi hayatımızı karartıyor.’’Bizim hutumuz Hazreti Yunus (a.s)’ın hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.’’ İşte Hz Yunus aleyhisselamdan zamanımıza yansıyan balık hadisesi en fazla yüz yıllık hayata bedel, ebedi bir hayatın kazanması hadisesidir.

Bediüzzaman, konuyu şöyle izah etmektedir: ’’Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselama iktidaen, umum esbaptan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibül’ül-Esbap olan Rabbimize iltica edip Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minnezzalimin demeliyiz”. Ve devamında da diyor ki: “Hazret-i Yunus aleyhisselam’a o munacaatın neticesinde hutu ona bir merküb, bir taht-el bahr ve denizi güzel bir sahra ve gece mehtablı bir  latif suret aldı.Biz dahi o münacatın sırıyla Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minezzalimin demeliyiz.

’Lailaheillaente cümlesiyle istikbalimize, Sübhaneke kelimesiyle dünyamıza, İnni küntu minezzalimin fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Ta ki nur-i iman ile ve Kur’an’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti ünsiyet ve tenezzühe inkılâp etsin’’(1.ci Lem’alar) 

lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke’’ (seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet var, “inni küntu minezzalimin” (gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum) ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bediüzzaman, yaptığımız kötülüklerden Cenab-i Allah’a sığınarak, Kur’an-ı Hakim’in sergisinde yapılan manevi bir gemi ile İslamiyetin içine girip selametle o denizin üstünde gezip ta sahil-i selamete çıkabileceğimizi, hayattaki sıkıntılar, vahşet ve dehşetlerin yerine nazar-ı ibretle tefekkürümüzü sevindirerek ruhumuzun nurlanacağını, o zaman nefsimizin esaretinden kurtulur, nefsimiz bir bineğimiz olup hayat-ı ebediyemizin kurtulmasına bir vasıtamız olacağını belirtmektedir.

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır. Hata ve kusurlarımızın affı için Cenab-ı Allah’a sığınmalı ve Hazreti Yunus (a.s)’ın munacaatında dediği gibi, bizde ‘’Lailahe illa ente suphaneke inni kuntü minnezzalimin’’ demeliyiz.                                     

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır                                            

8 Nisan 2011

www.NurNet.org

 

Hayat’ın İçinden : Kırkta Bir

Küçük bir balıkçı köyünde yaşayanlar, birçok balıkçı gibi, denizi çok iyi tanıyorlardı. Gökyüzüne şöyle bir göz attıklarında, havanın gün boyu nasıl olacağını, rüzgârın durumunu ve ne yönden eseceğini hemen çıkartırlardı. Bir fırtına tehlikesi söz konusuysa, tekneleri güvenli bir yere çektikten sonra, denizi üstten gören genişçe bir barınağa sığınırlardı. Çam kütüklerinden yapılmıştı burası. Mis gibi reçine koktuğu için, onlara deniz kokusunu aratmazdı.

Bu mekânda sohbet edip çay içerlerken, bir yandan da sahili gözlerlerdi. Çünkü köyün en yaşlı balıkçısı, sanki onlara meydan okur gibi, fırtına yaklaştığında sandalına atlayıp, açık denize doğru yönelirdi. Köy sakinleri, ihtiyarın bu işine pek akıl erdiremez, bu konuda birçok tahmin yürütürlerdi. Zira yaşlı balıkçı hiç kimseyle konuşmaz, sırlarını açmaya yanaşmazdı. Kimi köylüye göre, ihtiyarcık denizde ölmek istiyordu. Ama bu ihtimal kuvvetli sayılmazdı.

Yaşlı adam dindar biri olduğu için, kendisini bile bile tehlikeye atmazdı. Karlı dağlarla çevrilen koyun sonunda, büyük balıkçı gemileri dolaşırdı. Bereketli bir av bölgesiydi burası. Bu yüzden de köylüler, ihtiyarın oraya gittiğini söyler, fakat neler yaptığını bilemezlerdi. Yaşlı balıkçı, deniz patlayınca balık tutamazdı tabi ki. Dalgalar insan boyuna yükseldiğinde, ne sandal dururdu yerli yerinde, ne de ağları. Olta bile atamazdı o kargaşada. Teknesinin her tahtası ayrı ayrı gıcırdar, dip kısmı da bir karış suyla kaplanırdı. Dört bir yana savrulurdu fındık kabuğu gibi. Bu yüzden başı dönse de sabretmeye çalışır, sonunda halsiz düşerek geri dönerdi.

Zaten merak edilen konu buydu. Bir balıkçı eğer balık tutamıyorsa, bu konuda en ufak bir şansı bulunmuyorsa, üstelik de yaşı seksene dayanmışsa; fırtınalı bir denize yelken açması, intihardan başka bir şey değildi. Yaşlı adam, bir gün aniden hastalandı. Arkadaşları, onun kollarına girip evine götürdüler. Ve yıllar yılı merak ettikleri konuyu, bir kez daha kendisine sormayı denediler. İhtiyarın gözleri, penceresinin dışından görünen denizdeydi.

Üç beş balıkçı teknesi geri dönüyor, onları da aç karınlı martılar izliyordu. Yaşlı adam, gözlerini denizden ayırmadan: — Fırtına yaklaşırken, kıyıda beklemem mümkün değildi, dedi. ”Belki biri yardım bekliyordur” diyerek, defalarca denize açılmıştım. Yanında bulunanlar, ihtiyarın sözlerine anlam veremiyordu. Bir sahrada tek bir kumu aramak neyse, bu iş de ondan farklı sayılmazdı.

Yaşlı adam, yatağından güçlükle doğrularak: — Henüz gençken büyük bir gemide tayfaydım, dedi. Uykusuzluk ve yorgunluk belimizi bükmüştü. Deniz birden patladı ve sert bir rüzgâr beni güverteden kopartıp, yarı donmuş suların içine fırlattı. Balıkçılar, merakla dinliyordu. Denize düşen birini o dalgada kurtarmak, herkesin bildiği gibi adeta imkânsızdı. Eğer kışsa, zaten hiç kimse uğraşmazdı. Düşen kişi çok iyi yüzme bilse bile, birkaç dakika içinde donup giderdi.

Yaşlı adam, devam edip: — Beni kurtaran da bir ihtiyardı, dedi. Nerden çıktı, nasıl yetişti bilmiyorum. Kendi paltosuna sarıp ısıttı beni, bir babanın yavrusunu sarması gibi. İçerde bulunanlar, bu işin sırrını nihayet çözmüşlerdi. Hasta adam anlaşılan ona özenmiş, birini kurtarmak için boşuna beklemişti. Hem de yıllarca. Böyle bir şey hangi yönden bakılırsa bakılsın, son derece saçmaydı. Bu yüzden yaşlı adama itiraz edip: — İyi ama, dediler. Buna benzer bir olay, kırk yılda bir görülür, belki görülmez. — Bunu ben de biliyorum, dedi balıkçı.

Tam kırk yıldan bu yana, gece gündüz dua ettim o ihtiyara. Hâlâ da ediyorum. Kırkta bir ihtimal düşük sayılsa bile, ömür boyunca sürecek bir dua almak için, kırk fırtınaya katlanmak fazla bir şey değil ki!

Cüneyd Suavi – Zafer Dergisi