Etiket arşivi: edirne

Mimarlık Sanatının Doruğu “Koca Sinan”

Mimar Sinan’ı elbette en iyi anlatacak olan onun şu günümüze kadar ulaşan eşsiz eserleridir şüphesiz. Biz de merhum Ziya Paşa’nın dediği gibi; “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” diyoruz ve yazımıza başlıyoruz.

Sinan’ın bütün eserleri adeta bir sanat harikası… Ama bu eserler arasında bir eser var ki Mimar Sinan ‘375 sanat ve marifet üzerine yapılmıştır’ dediği Selimiye Camisi’dir. Aynı zamanda “Şehzadebaşı çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Selimiye ise ustalık eserimdir.” der ve ekler “Süleymaniye’de yakalayamadığım sesin akustik sistemini Selimiye’de yakaladım.” Bu konuya aşağıda değineceğiz.

Dünyanın yedi harikası oylamaya sunulduğu zaman nedense hep Ayasofya’dan bahsedilir ülkemizin sınırları içerisinde. Mimar Sinan’ın “Ustalık eserim” dediği Selimiye Camisi oylamaya bile dâhil edilmez. Seçimler biter ve yedi harika açıklandıktan birkaç gün sonra bazı gazetelerde “Yedi harikadan biri Edirne Selimiye Camii olması lazımdı” yazılarına rastlarız çoğu zaman. Bu da gösteriyor ki sadece yazarlarımız kendi imkânları ile tanımış bu harikulade eseri, hala vatandaşlarımıza tanıtamamışız.

Aslında Ayasofya’nın da hakkını yememek lazım. Çünkü Mimar Sinan’ı ateşleyen, bu eser için söylenen sözler olmuştur şüphesiz. “Ben Mimar Sinan” isimli yazısında Turgut Özakman şu ifadeleri kullanır:

“Tarih diyor ki: Doğu Roma İmparatoru Justinyanos, Ayasofya kilisesinin, eski İsrail Kralı Süleyman’ın Kudüs’te yaptırdığı ünlü tapınaktan daha büyük olmasını istemiş. Rivayet edilir ki bina bitince İmparator Justinyanos, kubbenin altında durmuş ve şöyle bağırmış: “Ey Süleyman! Seni yendim!

Mimar Sinan’ın zamanında ve öncesinde söylenen bazı sözlerse Sinan’ın dilinden şöyle yansır: Avrupa’nın mimar geçinenleri “Ayasofya kubbesi gibi büyük bir kubbe İslam Âleminde yapılmamıştır. Müslümanlara karşı galebemiz vardır” derlerdi. Yanlış görüşlerince o kadar büyük bir kubbeyi durdurmak son derece zordur. “Benzerini yapmak mümkün olsa yaparlardı” dedikleri bu zavallının yüreğinde bir ukde olup kalmıştı.

İşte bu sözler Sinan’ın içindeki kıvılcımı ateşler, yine kendi ifadesiyle “Ayasofya kubbesinden altı zira daha yüksek ve çevresini dört zira daha geniş” olan kubbeli eseri Selimiye Camisi’ni yapar.

Cami yapıldıktan sonra ne yaptıran 2. Selim ne de Mimar Sinan cami içerisinde “Ey Justinyanos! Seni yendim!” diye bağırmamışlardır. Ve yine latif bir hatıradır ki 2. Selim Mimar Sinan’ı Ayasofya’nın tadilatı için görevlendirir. Sinan önce kubbede tadilat yapar ve daha sonra Ayasofya’ya minare yaptırır ve der ki “Ayasofya elbette ki çok ihtiyarlamıştı, yaptırdığım minareler ile kollarının arasına iki baston koymuş oldum, böylelikle Ayasofya da kıyamete kadar baki kalacaktır.

Bir Japon mimarı Edirne’ye geldiği zaman Selimiye Camisi’nde kubbenin altına uzanır, bunu gören görevliler Japon’un yanına gelir ve “Ne için burada uzanıyorsunuz” diye sorar. Japon ‘Kubbenin düşmesini bekliyorum’ der. Görevliler, yüzyıllardır kubbenin bu şekilde durduğunu anlattıkları zaman Japon mimar çok şaşıracaktır.

Caminin sanatını anlamak için mimar olmaya gerek yok. İsterseniz avam gözüyle camiye biraz bakalım. İstanbul istikametinden Edirne’ye girdiğimiz zaman Edirne semalarında iki minarenin yükseldiği görünür. Selimiye ise dört minarelidir. İki minare görünmesinin sebebi ise minarelerdeki simetridir. Dayezade Mustafa Efendi, Risale-i Selimiye‘sinde bu durumu “Seferlerde farzlar kısaltılır, bu da Cenab-ı Hakkın insanlara sunmuş olduğu kolaylıktır. Farzları dört değil iki kılabilirsiniz” diyerek bu dört minarenin iki görünmesinin hikmetini anlatır. Dört minare Edirne’nin çevresinden iki ve üç olarak simetrik bir şekilde görüldüğü ortaya çıkar, sanki bir kare çizilmiş dört köşesine aynı boyutta dört minare.

Şimdi caminin tam karşısındayız. Selimiye adeta maketten yapılmış büyük bir mimariyi andırıyor. İnsanın aklı almıyor böyle bir mimari sanat olabilir mi diye? Hatta Selimiye’yi gören bir kısım insanlar “Bu eser bir insan yapısı değildir, gökten inme bir mabettir” demişlerdir. Caminin bazı kapılarında zincirlerin olduğunu görürüz. Başını eğmeden geçemezsin o zincirlerden. Bu zincirlere bazıları “Enaniyet Zinciri” der. Eskiden padişahlar bile bu zincirlerden başını eğip geçerlermiş. Bu zincirler huzur makamına girişteki ilk adım olarak ifade edilir ayrıca padişahım sen büyüksün ama unutma ki senden büyük Allah var sözünün sembolik hali olmuştur. Bazı zamanlar bu sözleri padişah camiye girerken kenara dizilmiş küçük talebelerden işitirlerdi “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var.”

Şimdi içerdeyiz. İlk dikkatimizi çeken camideki ses sistemi oluyor. Küçük çocuklar sesten memnun kalmışlar ki içeride annelerin sinirlenmesine inat, bir köşeden bir köşeye bağıra çağıra koşuşturuyorlar. Sinan’ın “Sesin netliğini Selimiye’de yakaladım” dediği akustik harika. Süleymaniye Camisi inşa edilirken Sinan’ın mihrapta nargile içtiği söylentisi yayılır. Bu söylenti, Kanuni’ye kadar varır. Kanuni, söylentiyi duyunca pek ihtimal vermez. Sinan gibi muhterem bir insanın camimin inşaatı sırasında mihrapta nargile içmesi hürmetsizliktir, o bu hürmetsizliği yapmaz der, fakat buna rağmen bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten de mihrapta nargile tokurdatıyor.

Mimarbaşı ne yapıyorsun burada?” der Kanuni.

Sultanım, görüyorsunuz ya, nargilemi tokurdatıyorum” diye cevap verir Sinan.

Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın?” diye Kanuni sinirli bir şekilde sorar.

Sultanım dikkat edin, nargilemde tömbeki, tütün yoktur. Sadece suyun kaynamasından meydana gelen sesin camii içerisindeki sesin dağılımını kontrol ediyorum. Bu sayede hoca mihrapta namaz kıldırırken sesi camii içerisinde her bir yandan rahatlıkla duyulabilecek.” der Sinan. Süleymaniye’de başladığı bu akustik sistemi Selimiye Camisi’nde tam manasıyla ve daha az küp kullanarak elde etmiştir. Yerden yükselen ses aşağıya doğru sekiz kat daha artarak iniyor. Ama ne yazık ki tadilatlar Sinan’ın ses sistemini hırpalamaya yetmiş artmış bile. Ama hala akustik sistem kendini hissettirmekte.

Kışın gittiyseniz caminin içi ve yerlerin soğuk olduğunu göreceksiniz. Hâlbuki Sinan camiyi yaptığı zaman yanına inşa ettiği hamamın sularını caminin altından borular vasıtasıyla geçirip camiyi ısıtıyordu. E cami kadar ömrü yokmuş hamamın, Balkan Savaşları, Dünya Savaşları derken hamam sizlere ömür. Şu sıralar hamamı tadil ediyorlar, ama eski sistem geri gelir mi, meçhul. Unutmadan bu borular ile caminin depreme karşı tedbiri de alınmış oluyor. Mihrabın yanında bulunan iki silindir ile caminin dengede olup olmadığını yani depremden sonra yerinden oynayıp oynamadığını tahmin edebilmek için yerleştirilmiş bir sistemde mevcut. Bu arada silindirler dönmüyor şimdi. Korkmayın cami yerinden oynamadı. Bizim meraklı milletimizin silindirle oynamasına dayanamayan görevlilerimiz silindirin arkasını harçla kapamışlar. Hem merakta etmeyin “Kıyamet kopsa bile cami çökmeyecek” diyor Sinan. Rivayetlere göre Selimiye kare gibi yana yatıp yıkılacak, şayia manasındaki rivayetlerden bu.

Tek parçadan olan 25 basamaklı şahane bir minber karşımıza çıkar. 2. Selim, Sinan’dan minberin altın yapmasını ister. Sinan ise “Padişahım! Bu devirde altının alıcısı çoktur. Bir bıçak tedarik edip az zamanda bu minberi harap eder çalarlar. Ben öyle bir minber yapayım ki altından kıymetli olsun.” der.

Caminin arka iki minaresinde üç değişik yol vardır. Birinci yol bir ve üçüncü şerefeye, ikinci yol iki ve üçüncü şerefeye, üçüncü yol direkt üçüncü şerefeye gider ve gidenler birbirlerini görmeden üçüncü şerefede buluşurlar. Bu sistemi Sinan yine Edirne’de bulunan Üç Şerefeli Camisi’nin minaresinden örnek almış. Ama o minareye göre daha narin bir yapıyla ve ince bir kavisle iki minare göklere yükselir.

Minareler ilk yapıldığı zaman bir çocuk minarelerden birinin eğik olduğunu söyler. Mimar Sinan’ın kulağına eğik sözü gelince çocuğu çağırtır. Çocuğa hangi minarenin eğik olduğunu sorar ve daha sonra o minareyi iple bağlattırır. Ustalara minareyi çekin diye bağırırken bir yandan da çocuğa sorar “Evlat, minare düzeldi mi?” Çocuk bir noktadan sonra “Evet, düzeldi” der ve bu hadise de burada kapanır. Sinan’a “Niçin böyle yaptın, iple minare mi düzelir” diye sordukları zaman “Yalan da olsa insanların aklında şüphe bırakmamak lazım, şüphenin küçüğü büyüğü olmaz.” der.

Bazen küçücük evimizin, küçücük odalarında bile örümcekler ağlarından şikâyetçi oluruz. Selimiye gibi büyük bir mekânda da örümcek ağlarının olması normal karşılanacaktır elbette. Ama oda ne! Cami görevlileri çok titiz, cami içerisinde hiç örümceğin ağı yok. Şaka şaka bu kadar büyük bir yerde örümcek ağı olsa tamam olabilir ama temizlemesi en büyük işkence olurdu. İşte Sinan’ın dehası burada ortaya çıkıyor. Süleymaniye Camisi’nde asılı olan devekuşu yumurtalarını çıkarırlar. Sonra bir de bakarlar ki camide örümcek ağları ortaya çıkmaya başlar. Mesele anlaşılmıştır örümcek ağ yapmasını engelleyen devekuşu yumurtasıdır. Selimiye de ise Sinan devekuşu yumurtası asmamış ama yumurtayı harcın içerisine karıştırmıştır. Bu sayede örümceklerin önü kesilmiştir. Yüzyıllarca önce yapılan bu sistem neden evlerimizde de yapılmıyor ki? Ev hanımlarımızın birazcık işini azaltmış olurduk.

Selimiye, 2. Selim tarafından yaptırılır ama 2. Selim camisinin açılışı için yola çıktığı zaman Çorlu’da hakkın rahmetine kavuşur. Caminin içerisinde bulunan ve meşhur ters lalenin bulunduğu müezzin mahfilinin yapımı ise caminin inşaatından yaklaşık yüz sene sonra 3. Selim tarafından yapılır. Niye mi bunu anlatıyorum diye merak edenleriniz olabilir. Çünkü camiye gelen birçok insan 375 sanat harikasından birisine bile bakmadan Selimiye ve Sinan’la hiçbir alakası olmayan tamamen uydurma bir kabartma olarak yapılmış ters bir lale motifine bakıp gidiyorlar. Son yüzyılımıza kadar lale hakkında bir yazı bile kitaplarımızda bulunmazken Selimiye’deki sanatın ve Mimar Sinan’ın önüne geçirmeye çalıştıkları bu hurafe inanç yüzünden “Ters Lale yere geldiği zaman kıyamet kopacakmış!” gibi uydurmalarla tam bir sanat katliamı yapılmaktadır. Üzerine basarak tekrar etmek istiyorum. Selimiye’nin yapımında yüz yıl sonra yapılmış bir müezzin mahfilindeki ters lale ve son yüzyılımıza kadar geçen zaman dilimi içerisinde bahsedilmeyen bir lale. Yapılan bu mahfil yüzünden cami içi estetiğin zarar gördüğünü söyler Selimiye Camisi eski müezzini Nadi hoca. Söylediklerinde de haksız değildir bence.

Gel zaman, git zaman, Edirne defalarca elden düşer, Yunanlar, Bulgarlar, Ruslar Edirne’yi birkaç defa işgal ederler. Hatta Ruslar Selimiye’deki çinilerin bir kısmını söküp memleketlerine götürürler ya da kaba tabiriyle çalarlar. Hepsinin gözü Edirne üzerindedir. Ama “Selimiye gibi bir eser varken bizler nasıl hak dava edip de Edirne bizimdir, bizim elimizde kalacak, sınırlarımızın içine dâhil olacak” derler ve Selimiye sayesinde Edirne ülkemiz sınırları içerisindeki yerini muhafaza eder.

Sadece gözümüzün ucuyla seyrettiğimiz manzaradan bunlar çıktı. İşte Sinan işte Selimiye. Arif olana tek işaret yeter, devamı size ödev olsun.

Son sözü Sinan’a bırakalım, bakalım ne diyor; “Selimiye sırlardan bir sırdır, onu ancak arif olan anlar.

Kaynak: turunç kültür-sanat dergisi (4. Sayısı Sayfa:21/22)

Cuma Sohbetleri

Doç.Dr. Şadi Eren hocamızın, Risale-i Nur’un çekirdeği hatta Bediüzzamanın tabiriyle herbir “i’lem” bir risalenin şifresi, muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmündeki Mesnevi-i Nuriye’nin Mukaddimesini izah ediyor.

Bediüzzaman Said Nursi Beş noktadan oluşan Mukaddimeyi  sadece Mesnevi-i Nuriye için değil adeta risale-i nurlardaki bütün kitaplar için bir mukaddime yazmıştır.

RİSALE-İ NUR’UN BİR NEVİ ARABÎ MESNEVÎ-İ ŞERİF’İ HÜKMÜNDE OLAN BU MECMUANIN MUKADDEMESİ BEŞ NOKTA’DIR.

BİRİNCİ NOKTA: Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü, aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralıydı, tedavi lâzımdı.

Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et” demiş. Yani, “Yalnız bir üstadın arkasından git” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

“Üstad-ı hakikî Kur’ân’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl‑i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ  وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ  hakikatine mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risale-i Nur’uyla göstermiş.

Bu Sohbet, her hafta pazar akşamı Edirne‘de yapılan sohbetlerden sadece birisidir.

Çorlu Okuma Programının Ardından

Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/310) buyurmuş Peygamber Efendimizi (a.s.m).

İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah’a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.” Konferans’ta Zübeyir Gündüzalp Ağabey ifade eder.

Bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah (Allah’ı bilmek) ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptelâ olur. Diye buyurmuş Üstadımız 20. Mektupta. Ve ayrıca Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir.” “İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.” Gibi ifadelerle hem İnsan’ın yaratılış amacını hem de öğrenmesi gereken ilk ilmin Marifetullah ilmi yani Allah’ı bilmek ve tanımak ilmi olduğunu belirtmiştir.

İşte bu noktalar içindir ki 2-3 günlüğüne de olsa Cenab-ı Hakkı daha iyi tanımak ve bilmek, Kur’an’ı daha iyi anlayabilmek, Resul’ünün sünnetine daha bir iştiyakla sarılabilmek için zikrettiğimiz manaları bize en güzel bir şekilde ifade eden ve istifademize sunan Risale-i Nurları okuduk ve daha iyi anlayabilmek ve anlamadığımız yerleri sorabilmek ve hayatımıza birazcık disiplin getirebilmek için 2-3 günlük yoğunlaştırılmış, sabah namazından önce teheccüd namazıyla başlayıp akabinde Kur’an-ı Kerim ya da Cevşen gibi duaları okuduk ve akabinde Sabah Namazını cemaatle beraber tertemiz bir aleme açılarak dünyayı kesben değil kalben terk ederek namaza durduk. Şahsi ve sosyal hayatımıza Kur’an’ın hakikatlerini nasıl daha iyi yerleştirip düstur haline getirebiliriz gibi ince ve ulvi manaları düşündük, fıkhi ve günlük meselelerden kafamıza takılan suallere cevaplar aradık ve bu alanda uzman hocalarımıza danıştık. Ayrıca şevke medar nurani hadiselerden bahsedildi. Yaratılış amacımızı bir nebzede olsa daha iyi anlamak ve bunları sadece Allah’ın rızasını kazanmaktan başka herhangi bir amaç için yapmamak ve bu sayede aramızdaki kardeşliği, uhuvveti pekiştirmek niyetiyle programı sonlandırdık.

Bu soğuk mart ayında Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ il merkezlerinden ve ilçelerden esnafların, memurların ve azda olsa öğrencilerin katılımıyla gerçekleşen programa ayrıca İstanbul’dan Doç. Dr. Şadi Eren hocamız ve Abdülvahid Mutkan Ağabeyimizin katıldığı ve Şadi Hocamızın Hutbe-i Şamiye’den yapmış olduğu dersler ve Fıkhi sorulara verdiği cevaplarla program sonlanmış oldu. Ayrıca programın akabinde Pazar günü akşamı Edirne’de yapılan akşam dersine iştirak edildi. Hutbe-i Şamiye ve Edirne dersleri zamanla sitemize eklenecektir. Fıkhi meselelerdeki soru-cevap bölümü ise facebook (www.facebook.com/nurnet.org) sayfamıza eklenecektir.

Mutad olarak 2 ayda bir yapılan bu programların bir diğerinde yani 2 ay sonra buluşmak ümidiyle programdan ayrıldık. Cenab-ı Hak kabule karin eylesin inşallah ve bu gibi programları çoğaltsın.

NurNet.Org Ekibi

Edirne’de Hanımlar Mevlid Gecesini İbadetle Geçirdi

Dün mevlid kandili ile birlikte hanımlar hizmetimize -daha önce evlerde devam eden- yeni yerimizde başlandı. 35-40’a yakın  hanım biraraya gelip Cevşen mecmuasını bitirip, Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur okudular.

Bu okunan dersler ve yapılan programlar, hanımların tanışarak hem Kur’an-ı Kerim okumasına hem de manasını açıklayan Risale-i Nur eserlerini okuyarak mütalaa etmelerine vesile oluyor.

Hanımların şefkat kahramanları olduğunu ifade eden Bediüzzaman, kendilerini muhafaza ve yaratılışlarının gayelerini belirtme hususunda onlara yön gösterme amacıyla aşağıdaki tavsiyelerde bulunmuştur ;

Bu sene inzivâda iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde, bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvâlar işittim. “Eyvah!” dedim. “İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?” dedim. Sebebini aradım.

Bildim ki, nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahete sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, biçare nisâ taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki, bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan mânevî evlâtlarıma katiyen beyan ediyorum ki:

Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de, bozulmaktan kurtulmasının çare-i yegânesi,daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur.

Mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir.Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar.

Edirne Nur Talebeleri


www.NurNet.org

Medrese-i Yusufiyeden (Hapishaneden) Gelen Mektuplar 1

Daha önce duyurularda bildirdiğimiz üzere Hapishaneden gelen mektupları yayınlamaya başladık. RNK Neşriyata gelen mektuplardan birisi.

Selamun Aleyküm Kıymetli Serdar Arkadaşım. Rabbimizin Rahmeti, Bereketi, Nurları, Nimetleri ile Selamı Sizin ve Cümle Neşriyat ailesinin üzerine olsun İnşallah.

30 Mayıs tarihli mektubunuza şimdi yanıt yazma olanağı buldum. 2 Haziran itibariyle ilk ameliyatımı oldum. Şimdi tedavi amacı ile kapalı cezaevine geçici bir süre için getirildim.

Hamdolsun Hastalar Risalesini okuduktan sonra daha iyi oldum. Taşıdığım arkadaşla yaren oldum.

Elhamdülillah böyle bir musibeti yüce Rabbim bana nasip etmiş, ne kadar şükretsem azdır. Yeter ki Mevla kalplerimize hastalık vermesin.

Neşriyatta durumlar nasıl? Rabbim her daim yar ve yardımcınız olsun.

Mektubunuzu yoğun bakımdan çıktıktan sonra aldım. Varlığınız beşeri gücüme güç kattı. Cenab-ı yaradan sizlerden razı olsun.

Burada yaşantımızla örnek olmaya gayret gösteriyorum. Bana yollamış olduğunuz Hastalar Risalesi adlı büyük eseri hastanede hastalıkları ile ah eden benden daha çok ihtiyacı olduğuna inandığım bir kardeşe verdim. 3 gün aynı odayı paylaştım. Hastalar Risalesi ile kendi özünü buldu. Bu süre içerisinde kendisine elif-be’yi öğrettim. Orada kaldığımız süre içerisinde bizlerde bulunan hastalıkla şükür etmeyi öğrendim. Buna vesile olduğunuz için Rabbim hepinizden razı olsun. Sizler için dua etmekteyim. Sayenizde bir yaren daha kazandım. Bana, gittiği cezaevinden mektup yolladı. Orada onun konumunda olan bir arkadaşa rastlamış, onunda nasiplenmesi için risaleyi o arkadaşına hediye etmiş. Bana arkadaşındaki değişimleri uzun uzun yazmış. Böyle bir hayra vesile oldunuz. Rabbim hayrınızı kabul eylesin.

Ben sigara kullanmıyorum, cezaevinde sabit bir gelirle hayatımı idame ettiriyorum. Nesil yayınları aydan aya koli gönderiyor. Bende dağıtıyorum. Kimi camii vakfı seccade, tespih, takke yolluyor bende onları dağıtıp hizmet etmeye çalışıyorum. Çoğu yerden Kur’an talep ettim ama gelmedi. Serdar arkadaş her ay 50 lira arttırabilirim. Bunu neşriyata yollamak istiyorum. Allah yolunda yürüyen bir kardeşime faydalı olmak istiyorum. Yardımımı ulaştırabileceğim bir yer varsa bana bildirebilir misin? Uzun süredir cezaevindeyim. Kulun verdiği biter elbet rabbim bizleri yolunda yürüyenlerden eylesin. Mektuplarıma yanıt yazma özelliği gösterdiğinizden ötürü sizlere minnettarım.

Rabbim her işinizde yar ve yardımcınız olsun. Sizlerden razı olsun. Neşriyatta selamlarımı iletirsiniz. Hepiniz Allah’a emanet olunuz.

Sevgi ve Dua ile…

Kardeşiniz H.E.Ş.

(E-Tipi Kapalı Cezaevi…)

Bu mektup H.E.Ş.’nin 3. Mektubu olup 28.06.2010 tarihinde yazılmıştır.

Mektupların devamı gelecektir…

www.nurnet.org