Etiket arşivi: evlilik

Aile İçi Etkileşim

Bu gün aile içerisindeki etkileşimi konuşacağız. Bir aile yapısının, iki kişi tarafından nasıl organize olduğunu konuşmaya çalışacağız.

Bir zamanlar bekârdık ve hayalimizde bir evlilik vardı. Hayalimizde bir ev hayatı, bir eş ve çocuk modeli vardı. Evlenmeden önceki bu plan ve program, evlendikten sonrasıyla çok defa bir uyum içerisinde olmayabiliyor. Çünkü siz artık tek kişi değilsiniz. Yanınızda eşiniz var ve bir ortak yaşamı uyum içerisinde sürdürmek durumundasınız. Eşinizle birlikte bazı şeyleri planlamak zorundasınız.

Önceden kararlarınızı kendiniz veriyordunuz ama şimdi kendi yaşamınıza ait olan kararları dahi siz kendiniz veremiyorsunuz. Neden? Çünkü sizin duygularınız, anneliğiniz, babalığınız üstünden ihtiyacı olan birileri daha var yanınızda. O da eş ve çocuklar.

Böyle olunca insan ikiye bölünüyor. Bir kendi yapmak istedikleri ve fakat öbür taraftan, eşiyle bir uyum süreci içerisinde ortaklaşa yapacağı şeyler.

aile-cocukEvlilik dediğimiz şey, zaten kişinin uyum becerisidir. Kendisini ezdirmek değil. Kendisini, bir boyun eğmişlik içerisinde mecburiyetle eşine itaate mecbur bırakma değil… Hayır, uyum sağlayabilme becerisi. Eşini duyabilme, eşiyle ortak bir yaşamı sürdürebilme becerisidir.

Ve maalesef günümüzde çocukların yetiştiriliş tarzı ve günümüzde yetiştirilen çocukların bir süre sonra kendisinin anne baba olacağı tarzı eşi duymaya, çocuğu duymaya ve ortak bir yaşam sürdürebilmeye engel oluyor çok defa. Böyle bakıldığı zaman aslında herkes bir bireysel yaşam içerisinde var olma ihtiyacı hissediyor sanki.

Eşle uyum sağlanmadığı zaman herkes kendi yoluna gider. Kadın kendi için evinde bir alan oluşturur. İşiyle gücüyle vs ile meşgul olur. Erkek, dışarda kendisinin oluşturduğu bir alan içerisinde işiyle gücüyle arkadaşlarıyla meşgul olur… Ev akşamları buluşulan bir mekâna dönüşür. Akşamları da, zaten çok defa birbiriyle derin bir muhabbete girilmediği için televizyon karşısında vakit geçirilir. Birisi orda sızar kalır, diğeri öbür tarafta sızar kalır. Çocuklar ise kendi başına bir yerlerde ha bire büyür dururlar.

Evlilik uyum sağlayabilme ruhuna sahip olmaktır.

Evlilik uyum sağlayabilme becerisine sahip olabilmek, evlilik eşi duyabilmek sanatıdır.

Bir aile içinde kendi başına yaşayan kişi evli kişi değildir, eşine acı çektiren kişidir. Evde sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için evi dizayn etmeye çalışan kişi erkek ya da kadın olsun, fark etmez.

Evin temizliğiyle, tertibiyle, düzeniyle uğraşırken…

“Kaç kere söyledim! Ayaklarınızı basmayın şuraya!”

“Kaç kere söyledim! Şunu aldığınız yere geri koyun!”

İyi de mübarek bu evde sadece sen yaşamıyorsun ki… Ne bağırıp duruyorsun! Dar mı etmeye çalışıyorsun ailene! Evet, doğru, evin içerisinde tertip ve düzen olsun, her şey yerli yerinde olsun daha güzel olur. Ama sen şu anda şu davranışınla evi yaşanmaz hale getiriyorsun.

“Ben sana kaç kere söyledim! Çöpü buraya atacaksın!”

“Yine kaşıkları buraya koymuşsunuz! Tabi arkanızda bir hizmetçi var!”

gibi söylemler yakışıksız söylemlerdir. Evin içerisini yaşanmaz hale getiren söylemlerdir. Böyle söyleyen bir kadının, annenin, hanım efendinin yanındaki kişiler genellikle rahatsızdır. Dönün sorun şu anda… sorun… “Evet rahatsızız” cevabını veriyorlar mı acaba? Yok, eğer vermiyorlar ve senin bu bağırtı çağırtın ve bizi bu evin içerisindeki daraltmandan çok da memnunuz diyorlarsa, o zaman şöyle de bir şey düşünebilirsiniz: ‘Acaba sizden o kadar ürkmüşler ki size gerçeği söyleyemiyorlar mı acaba?’ diye de düşünebilirsiniz.

Veya… bir beyefendinin, evin içerisinde sadece kendisi yaşıyormuş gibi…

“Dışarıda para pul kazanıyorum! “

“Akşama kadar yoruluyorum! “

“Bir de geliyorum bu çocuklarla ben hala uğraşıyorum! “

“Ya gidin bir üzerimden! Şöyle bir nefes almak istiyorum! “

“Televizyonumu, maçımı seyretmek istiyorum! “

“Güzelce duşumu almak istiyorum! “

“Elbisemi sağa sola saçmak istiyorum! “

“Nerede çayım! Hala hazır değil mi?! “

“Şeker atmadın mı hala çayıma?! “

“Ne var ki yanına bir tane de şeker koysan, çerezini de koysan!

Nesin ki sen? Nesin? Nesin ki evi yaşanmaz bir vaziyete getiriyorsun? Evin içerisinde bak bir başka ruh var. Gözüne gözünü dikmiş ve senden his bekleyen bir hanımefendi var.

Bak, sana akşama kadar olan olayları anlatmak için çırpınan etrafında çocukların var.

Nedir ki bu senin donmuş, sadece yaşamı kendisi yaşar gibi, haz odaklı evine bakar bu halin ne ki?

Evlilik uyum sağlayabilme becerisidir. Evlilik eşi duyumsayabilme becerisidir.

Evlilik beyefendi olma becerisidir.

!!!Evlilik eşine hanımefendi nezaketiyle hitap edebilme becerisidir. Evlilik eşine beyefendi olarak hitap edebilme becerisidir.

Evlilik bir şenlenme mekânıdır. Günümüzün çocukları korkuyor! Anne bağıracak diye korkuyorlar. Ne kadar ayıp bir hal bir anne için.

Anne taa öbür uçtaki odadaki çocuğa bağırıyor. “Aliiii, çantanı nereye koydun! Veliii…” Bu çocuğu nasıl nezaket eğitimi içerisine alacaksın ki…

Nezaket önce sesle, ondan sonra duruşla, ondan sonra o sesin içerisine yüklediğin kelimelerin düzen içerisinde olmasıyla mümkündür.

Sen evin bir ucundan öbür ucuna eşine bağırıyorsun.

“Ya ben kötü bir şey söylemiyorum ki, sadece ismiyle hitap ediyorum.” Yapamazsın ki böyle. Bırak sen ayrı bir odadaki kişiye bağırarak seslenmeyi, arkandaki bir kişiye omzunun üzerinden dahi konuşmamalısın. Nezaket bunu gerektirir. Ya? Yüz yüze…

“Ee hocam on kere mi gideceğim!?” Evet, on kere gideceksin. Çünkü on kere gelebilmesi için çocuğun sana on kere gitmelisin.

Bir baba için utanç verici bir şey. Çocuk babasının sesinden korkuyor. Babası bağıracak diye korkuyor. Ve o kart sesiyle “Oğluumm!” diye sesleniyor ve çocuk içerde sıçrıyor.

Hay Allah! Allah sana hiç mi merhamet vermedi! Bu çocuğu sıçratıyorsun ya! Hiç mi merhamet vermedi!

Hâlbuki sen öyle bir sese sahip olmalısın ki sanki peygamber sesi işitmiş gibi çocuk, o sesin şefkatine koşmalı… “Babammm J” diye “Buyur babammm J” diye. Öyle bir şefkatli çıkması lazım ki sesinin “Babacığım J sen mi seslendin, bir ses duydum ki yavaş çıktı, acaba sen mi seslendin?” diye. “Baba bir şey mırıldandın, acaba bana mı seslendin” diye dudaklarını okuyacak bir çocuk olabilmesi için “Oğluuummm!” diye bağırtını bir kesmen lazım.

Ve böyle kaba saba, ve böylesi bir hanımefendiye hitap edilmez tarzda ve böylesi bir çocuğa hitap edilmez tarzda evin içerisinde yaşam kurguluyorsan yazık… bu aile senin ailen…

!!!Bir beyefendinin beyefendi olabilmesi, onun karşısındaki hanımefendinin hanımefendi olmasına bağlıdır.

Eğer hanımefendi “Evin içerisindeyim zaten” diyerek paspal bir vaziyette evin içerisinde dolaşıyorsa o evin içerisindeki erkek beyefendi olmaz. Sabah kalktığında kendine verdiğin değer ile güzelce giyinerek, eşiyle ilk dakikalarını karşılamıyorsa; o evin içerisindeki beyefendi gözündeki çapağıyla birlikte elini yüzünü yıkamadan, atleti pijaması bir taraftan sarkmış olarak evin içerisinde dolaşmaya başlar.

Erkeği beyefendi yapan onun karşısındaki hanımefendidir.

Hani bir çok kadın şikâyetçi oluyor. “E, başkalarına konuştuğun gibi bana niye konuşmuyorsun? Bak şu bayan telefon etti, nasıl da kırıttıra kırıttıra konuşuyorsun da bana böyle konuşmuyorsun! Bana kaba saba konuşuyorsun!” diye kaba saba konuşuluyor ya… Aslında o hanımefendi nezaket içerisine girecek olmuş olsa… Kendisini o nezaket içerisine alacak olmuş olsa… Aslında erkek onun karşısında utanacak bir vaziyette olmuş olsa… İşte o zaman bir de bakıyorsun ki erkek bir beyefendi nezaketinin içerisine girmeye başlamış.

Bir kadını da hanımefendi yapan yine erkeğin nezaketidir.

Erkeğin yine o kadına değerlice davranmasıdır.

Eğer bir erkek karısına aşağılayarak davranıyorsa….

Karnı acıktığı zaman evin içerisinde bağırıp çağırıyorsa…

Eğer bir erkek, eşine bir hanımefendi nezaketiyle davranmıyorsa, o kadından kadınlık beklemesin hiç. O kadın erkek olur. Ve bir kadın erkek olursa bu erkekle hiçbir erkek baş edemez.

Bak, kadın kartlaşmış karşında. Erkek gibi yürüyor evin içerisinde. Sana hitap edişine bir baksana. Sertleşmiş, sesi sertleşmiş. İki erkek yaşatıyorsun şu anda evin içerisinde.

O yüzden uyum sağlayabilmek, aynı zamanda kişinin nezaket içerisinde olmasıyla mümkündür. Bunu yapın… Bunu yapın… Ne var ki iki kişisiniz işte evin içerisinde… Kaçırmayın birbirinizi evin içerisinden.

Bak bağırtınla çağırtınla hırınla gürünle kaçırdın adamı evden.

Eve gelmek istemiyor.

Trafik sıkıştığı zaman memnun oluyor, başka yollardan dolaşıyor.

Bir ekmek al diyorsun gidiyor iki torba dolduruyor. Birçok alışveriş yapıp da fazla eşya alan kişilerle yapılan çalışmalarda biz görüyoruz ki aslında bir ekmek alıp gelecekken iki çanta doldurmuş, aslında markette vakit geçirmek için doldurmuş. Vakit geçirdiği şeylerle de eşine daha sevimli görünmek için eşinin bağırtısına, surat asıklığına engel olmak için doldurmuş.

Hayır… İnsan eşine cehennem hayatı yaşatır mı evin içerisinde hiç ve böylesi bir evin içerisinde de siz uyumlu huzurlu çocuk beklerseniz doğru bir beklenti olur mu!

Çocuğum dişini gıcırdatıyor, tırnağını yiyor, altını ıslatıyor…” Altını ıslatır tabi ki… siz birbirinize böyle yapıyorsunuz. O çocuğun evin içerisindeki yetişme zeminini saksısını bu vaziyete getiriyorsunuz. Kaya dibinde çiçekler yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Önce çocuğun dikileceği saksıyı zemin olarak toparlamamız lazım ki onun içerisinden gül çıksın

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

İnsanlar Kişiliklerini Koruyabildiği Kadar Evliliğini de Koruyabilir

Boşanmak üzere olan bir karı koca yanıma geldi.

Becerememişler evliliği. Ayrılmaya karar vermişler.

Orta yaşın üzerindeler. Kadın 39, erkek 42 yaşında. Üç tane de çocukları var. Büyük kızları lise son sınıf öğrencisi. Ve ailede yaşanan bu sorunlar nedeni ile kız iyice içine kapanmış.

Bana “Ayrıldığımızda çocuğumuz en az nasıl zarara uğrar?” diye danışmaya gelmişler.

Böylesi durumlarda içime ince bir sızı düşer.

Sordum: Ayrılmasanız olmaz mı? Bir aile danışmanına gitseydiniz, bir hakemden yardım alsaydınız.

Gitmişler, ama bir sonuç alamamışlar.

Sonuç alamama bir tarafa, aldıkları danışmanlık, ayrılık sürecini daha da hızlandırmış.

Kadın bu süreçte kendisinin nasıl da yıprandığını gözleri dolarak anlattı: “Hocam, yapmadığım fedakârlık kalmadı. Evliliğimi kaybetmemek için kişiliğimi kaybettim. Bana dediler ki eşini kendine bağlamak için onun ‘nefsine’ hitap et. Dekolte kıyafetler giy. Çek erkeğini kendine. Ben tesettüre azami riayet eden bir kadınken, evimin içinde çocuklarımın karşısında kendimi kötü hissetsem de olmadık kıyafetlerle kocamın karşısına çıktım. Ama nafile. Ben böyle giyindikçe, dönüp bana bakacağı yerde giydiğim kıyafetler nedeni ile onurumu kırıcı sözler söyledi. Çok düşündüm hocam, hiç uğraşmayın. Ayrılmaya kararlıyım ben.”

Çünkü bu kadın, ayrılmamak için kişiliğinden taviz vermesi için aile danışmanından tavsiyeler almış. Kendisini rahatsız hissetse de eşinin ‘nefsine hitap etmesi’ ve kendisini kocasına ‘sunmaya’ çalışarak çıkış yolu araması önerilmiş.

Ama evlilik böyle bir şey değil ki.

Önceki gün bir e-mail aldım.

Bir dindar hanım, şöyle soruyordu: “Hanım arkadaşlarımızla fikir alışverişinde bulunurken, bir sorunun içinden çıkamadık. Malum, hanımların beylerine süslenmesi tavsiye edilmiştir. Eşlerimize güzel görünmek için süslenirken, çocuklarımızın mahremiyet eğitimini zedelemiş olur muyuz? Özellikle ergenliğe girmiş olan çocuklarımızın karşısında eşlerimiz için giyeceğimiz kıyafetler, çocuklarımızın anneye bakışını nasıl etkiler?”

Bu sorudan ve yukarıdaki boşanma olayının “onur kırıcı” yanından anladım ki kadınlar bir yerde yanılıyor.

Galiba bir fısıltı gazetesi, kadınlara evliliklerini ayakta tutabilmeleri için eşlerinin nefsine hitap etmeleri tavsiyesinde bulunuluyor.

Bu, onur kırıcı bir davranıştır.

Ve evlilik böyle bir şey değildir.

Nefislere hitap edildiği kadar ayakta tutulacak bir oluşum değildir evlilik.

Eğer evliliklere bu gözle bakılırsa, insanların yaşlılık hâllerinde, düşkünlük ve sakatlanma hâllerinde o aileler yerle bir olur.

Evet, kadının süslenmesi tavsiye edilmektedir; ama bu süslenme, bir “kölenin” kendisini beğendirmek üzere “efendisine” sunması gibi bir şey de değildir. Bu konuda ailelere tavsiyede bulunanlar yanılmamalıdır.

Belki şöyle izah etmek gerekir…

Evet, zaten süslenmek, kadının fıtratının gereğidir. Süslendikçe fıtratının coşkusunu ve kadın olmanın heyecanını yaşar. Ancak kişinin kendi içindeki bu coşkulu hâli yaşayabilmesi için, bu süslenmiş hâlini görecek” ve bu süslenmiş hâline “beğenisini” ifade edecek biri olması gerekir ki içindeki kıpırtılara can gelsin. İşte bu, eştir. Bu açıdan bakıldığında kadının süslenmesi, kendisini eşine ‘sunması’ değil, aksine ‘kendisine beğeni ile bakan eşi vasıtası ile duygularını coşku içinde tutmasıdır.’

Ayrıca, bir kadının kendisini süslemesi, illa “açık giyinmek” demek de değildir.

Maalesef günümüzde popüler kültürün tesiri ile en mütedeyyin insanlarda bile süslenmek demek, dekolte kıyafet giymek olarak algılanıyor.

Hâlbuki süslenmek, kişinin ruhuna uygun giyinmesidir. Kendisi ile çelişmeden, kendini rahat hissetmesi demektir.

Ve en “süslü” kişi de kendisi gibi olabilen kişidir.

Burada aile danışmanlarına büyük iş düşüyor.

Aileyi koruyayım ve eşleri birbirlerine yakınlaştırayım derken, eşlerin kişiliklerini kaybettirecek tavsiyelerde bulunmak, ayrılış sürecini yavaşlatmaz, daha da hızlandırır.

Unutmamalı ki insanlar, evliliklerini, kişiliklerini koruyabildiği kadar koruyabilir.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Evlenmeden Önce Mutlaka Okuyun

Genç nesillerin düşmana ihtiyacı yok; onlar kendi kuyularını elleriyle kazıyorlar. Birçoğunun belki hiçbir geleceği olmayacak; bugünkü çizgilerini aynen devam ettirdikleri takdirde, nesilleri, kendileriyle beraber sona erecek.
Gençlerimiz evlenemiyorlar — eş yokluğundan değil, alternatif çokluğundan. Tüketim çağının getirdiği “maksimize etme” alışkanlığıyla, tıpkı bir kazağın en iyisini en ucuza alabilmek için birkaç düzine mağaza dolaşır gibi, hayallerindeki eşi bulabilmek için de yaptıkları görüşme ve elemelerden elleri boş dönüyorlar. Adaylardan kiminin yaşı, kiminin kaşı, kiminin boyu, kiminin soyu aranan özellikleri tutmadığı için, ellerindeki sayılı yılları sayısız aramalarda harcamaya devam ediyorlar. Sonuç:
Her iki tarafta da birbirini arayan, fakat bir türlü buluşamayan eş adayları.
Veya bir tarafta hayat arkadaşını bekleyenler, diğer tarafta da mümkün olan en karlı alışverişi yapmak için pazar araştırması yapan tüketiciler.
Ve mutlu bir yuvanın kuruluşunda harcanmaya layık iken beyhude arayışlarla heba olan hayatın en güzel yılları.
**
Son yıllar, eş seçiminde aranan özelliklere bir de “elektrik” şartını ekledi. Eş adayları evliliği beyaz eşya türünden bir alet olarak gördüklerinden midir, bilinmez, ama artık trafolarda aranacak şeyi birbirlerinde arıyorlar; çoğu zaman da görüşmeler, öyle uzun boylu kaş-göz, boy-pos değerlendirmelerine girişmeden, kısa ve net bir ifadeyle sona eriyor: “Elektrik alamadım.”
Belki de bu, karşı tarafa “Senin şu tarafını beğenmedim” demekten biraz daha haysiyet kurtarıcı bir formül sayılabilir; ama yine de bir arızanın işaretini vermiyor mu? Pek muhtemeldir ki, elektrik alamayan gencin devrelerindeki bir arıza, akımın iletilmesini engellemiş; yahut alınan elektrik, uyaran çokluğu ve aşırı yüklenme yüzünden duyarsızlaşan bünyelerde bir tesir uyandırmamış olsun.
Ne olursa olsun, söz konusu geçici bir beraberlik değil, sonsuza kadar sürmesi beklenen bir aile olduğuna göre, bu işi anlık voltaj ölçümleriyle belirlemeye kalkmak kadar yanlış bir yöntem düşünülemez. Ömürler gençlik hülyaları içinde geçecek değildir; zaman içinde hayatın inişleri ve düşüşleri de yaşanacak, hastalık ve ölümler, sıkıntı ve darlıklar başa gelecek, bu arada ilk günün voltajı çoktan düşmüş olacaktır. Anne veya babanız bakıma muhtaç hale geldiğinde, vaktiyle servi boyuna veya ela gözüne bakarak alıp eskittiğiniz dilberden nasıl bir davranış göreceksiniz?
***
Eğer bugünün gençleri — özellikle dindar gençler — yarının adı sanı unutulmuş, nesilleri kesilmiş yoklukları haline gelmek istemiyorlarsa, bir an önce Batı medeniyetinin kendilerine biçtiği “tüketici” rolünden sıyrılıp “mü’min” kimliğine kavuşmak zorundadırlar. Kadere inanmak da imanımızın bir rüknüdür; bunu unutmayın ve yaşanacak bir hayatın bütün ayrıntılarına hakim olmak gibi bir hevese kendinizi kaptırmayın. Böyle yaparsanız, hayatın en ağır yükünü omzunuzdan atmış olacaksınız, buna inanın.
Hiç mi araştırmayalım diyeceksiniz.
Araştırın. Fakat öyle uzun boylu araştırmayın. Gözünüz geçici değil, kalıcı özelliklerde olsun. En önemlisi, “Benim seçtiğim eş” olarak değil, “Allah’ın benim için yazdığı arkadaş” olarak bakın. O zaman, bilinmeyenler, tıpkı sürpriz bir armağan paketi gibi, bu seçimi sizin için daha da hoş hale getirecektir. Bu tavsiyelerimiz, ebediyete talip olanlar ve huzurlu ve mutlu bir yuva kurmak isteyenler içindir.
Başına bela alıp da hayatını zehir etmek isteyenler ise daha iyisini arayadursunlar. Eğer bir yanlışlık yapıp da evlenecek olsalar bile, ömürleri boyunca “daha iyilerini”görmeye ve yapmış oldukları seçim için hayıflanmaya devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de evliliği şu şekilde tarif eder ;

“Evet insan, bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn, aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.” 

İnternette tıklanma rekoru kıran bu resmin gördüğü ilgi, hepimizin içinde yatan bir özlemi yansıtıyor. Batı medeniyeti kendi değerlerini bizim zerrelerimize kadar işlemek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, varlığımızın ta derinlerindeki birşeyler, bize, asıl özenilecek değerlerin orada değil, bizim olduğumuz yerde bulunduğunu fısıldamaya devam ediyor. Ve o fısıltı, fırsat bulduğu anda, dünyanın bütün gürültülerini bastırarak kendisini bize dinletiyor.
***
Resim, iki güzelliği bir arada önümüze seriyor. Bunlardan birisi, yaşlılığın güzelliğidir. O da, Yer ve Gökler Rabbinin bahar mevsiminde dağları ve ovaları boyamakta kullandığı gelincik ve sarı çiçeklerden meydana gelen bir fon üzerinde sunulmuştur.
Yaşlılık, Batı’nın batıl ölçüleri içinde, güzellik kavramıyla en son barışabilecek bir hadisedir. Çünkü onların gözünde değer ifade eden güzellikler ancak maddi güzelliklerdir; o da zaman içinde pek çabuk tükeniverir. Gençlik geçer, sağlık elden gider, güzellik yerini günahların çirkin izlerine terk eder. Fakat Batı medeniyeti yaşlıları bütünüyle gözden çıkarmak da istemez; çünkü onlar da cepleri boşaltılacak bir kesim olarak ortada durmakta, hatta ömür ortalamasının artmasıyla birlikte sayıları da artmaktadır. Onun için, tüketim toplumunun mühendisleri, yaşlılara birşey pazarlayacakları zaman, önce onları “genç olduklarına” ikna ederler, sonra da onların genç gibi yaşamak için muhtaç oldukları şeyleri kendilerine satarlar.
Bizim dünyamız ise hep güzelliklerle doludur. Burada sadece güzellikler yer değiştirir, o kadar: gece ile gündüzün ve mevsimlerin güzellikleri gibi. Gençlik de giderken yerini yaşlılığın güzelliklerine bırakır. Bu yüzdendir ki, onların yaşlıları çirkinleşirken, bizde yaşlananlar daha başka güzelliklere bürünürler. Simasını yılların secdeleriyle nurlandırmış ak sakallı bir dedenin yahut beyaz yemenili bir ninenin mübarek yüzünden daha fazla seyredilmeye layık hangi şey vardır bu dünyada?
***
Resmin ikinci güzelliği, bir muhabbet tablosu halinde karşımızda beliriyor. Fakat bu arzi, beşeri, maddi bir sevgi değil, başka alemlerden kokular taşıyan İlahi bir muhabbettir. Onun da adresini ayet-i kerimeden alıyoruz:
“Hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratması ve aranıza muhabbet ve merhamet vermesi Onun ayetlerindendir.” (Rum, 30:21.)
O muhabbet semadan anne ile babanın arasına iner, fakat orada kalmaz. Çocukların her biri ile anne ve baba arasında ayrı ayrı bağlar halinde çoğalır. Derken kardeşler arasında, derken her bir evlat ile teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, dedeler, nineler arasında ayrı ayrı sevgi bağları olur. Bu rahmet ve muhabbet deryasında her bir fert, kendisini sayısız sevgi haleleriyle kuşatılmış bulur.
Liste böylece uzayıp giderken, hiçbir muhabbet, bir diğerinin kefesinden birşeyi noksanlaştırmaz. O muhabbetlerin hepsi de semavi ve nurani bir kaynaktan beslendikleri için, bölünmekle eksilmez, bilakis paylaşıldıkça artarlar. Yaşlanan ve yıpranan bedenlerin de böyle bir muhabbete zararı dokunamaz; yarım asır sonra o muhabbeti, daha da renklenmiş ve zenginleşmiş olarak, bir gelincik demeti halinde elden ele, gözden göze alınıp verilirken seyredebilirsiniz.
***
Bir gelincikte bütün gelincikleri, bir baharda bütün baharları birden gören gözler, bir dede ile ninenin muhabbet alışverişinde de kainatın bütün muhabbetlerini birden seyredebilirler. Zerreler aleminde parçacıkları, göklerde yıldızları birbirine bağlayan şey, o semavi hakikatin cemadat diline tercümesinden başka nedir ki? Bunlardan birine elektrik, diğerine çekim gücü adını veren bilim, bir tabloyu bize anlatmış olmaz, sadece tablonun bezinden, boyasından, tahtasından bahsetmiş olur, o kadar.
Ebedi hayat arkadaşları arasındaki muhabbet alışverişini bir “elektrik” hadisesi olarak görenlerin de cemadat lisanından zişuur lisanına yükselmedikçe bu hakikati anlamaları pek güçtür.

Ümit Şimşek

Risale Ajans

Zeka, Akıl ve Mutluluk Bağlantısı

Doktor genç kız, doktor nişanlısından ayrılma sebebini şöyle anlattı: “Beni doktor olduğum için tercih etti; fakat benden beklentisi hem mesleğimi yapıp hem de bir ev hanımı gibi olmamdı. Bana hiç bir zaman evimize bir yardımcı almayacağımızı çünkü annesinin bugüne kadar evlerine hiç yardımcı almadığını bütün işi annesinin yaptığını kendisinin de eve yardımcı alırsa bunun annesini inciteceğini söylemiş. Annesi her sabah kapıda oğlunun ayakkabılarını çevirir ve onu dua ile uğurlarmış, eşinden de böyle hizmet beklermiş.”

Genç kız da bütün bu beklentileri karşılayamayacağını anlayınca ayrılmış.

Doktor beyin hanımı da kendi ile aynı mesleği yapacak fakat akşam eve gelince o yorgunum diye ayağını uzatıp yatacak karısı da; yemek, bulaşık, çamaşır, ütü, temizlik gibi evin bütün ihtiyaçlarını yapacak ve ayrıca bütün akşam onun etrafında pervane olacak.

Şimdi bu doktor bey, tıp fakültesini başarılı bir şekilde bitirdiğine göre zekasından bir şüphemiz yok fakat belli ki aklı yeterince gelişmemiş. Ev hanımı annenle, akşama kadar dışarıda çalışan bir kadını nasıl kıyaslayabilirsin! İnsan hiç düşünmez mi bu kadın robot mu, akşama kadar dışarıda çalışacak fakat evde de bir ev hanımı gibi her şeye yetişip hiç bir işi aksatmayacak. Git fabrikaya robot siparişi ver! Ev işlerinde düzen istiyorsan bir ev hanımı ile evlen. İnsan bu kadar aklını kullanabilmeli.

Çalışan hanım istiyorsan da ihtiyaç olduğunda yardımcı tutacaksın, yardım edeceksin ve aksayan işleri görmezden geleceksin. Nasıl onun kazancı evin geçimine destek oluyorsa sen de onun işlerine destek olacaksın.

Maalesef ki çok zeki insanlar çok da akıllı olmayabiliyorlar. Akıl düşünme kabiliyetidir. Çocukken düşünme yeteneği geliştirilmeyen kişiler, aklını yeterince kullanmayı öğrenemiyorlar. Doğruyu ve yanlışı ayırt etmek, insanları ve olayları değerlendirip analiz etmek ve ona göre davranabilmek ancak akıl ile mümkündür.

Mesela; akıllı insan kıyas yapmaz.  Her durumu kendi gerçekliği içinde değerlendirir. Baştaki misalden hareketle, çalışan hanımı, ev hanımı ile kıyaslamak yanlış; fakat çalışan hanımla kıyaslamak da yanlış. Hem çalışıp hem de bir ev hanımı gibi her işini yapan hanımlar da var. Onlara bakıp “benim hanım da yapsın” demek çok mantıksız. Zira herkesin taşıyabileceği yük farklıdır. Bekarken ev işi yapmaya alışmış bir hanım, bütün işlerin rahatça üstesinden gelebilecekken, sadece ders çalışmış ya da ailesinin maddi imkanı iyi olduğu için evlerine sürekli yardımcı almaya alışmış birinin ev işlerinde zorlanmamasını beklemek ahmaklık olur.

Yüksek zeka, kişinin mutluluğunun önünde en büyük engel olabiliyor. Kişi zekayı ve başarıyı kendinden bilirse, Allah’ın ikramı olduğunu gözden kaçırırsa kibre düşer. Kibir ise aklın önünde en büyük engeldir. Kişi kibirlendiğinde doğru düşünme yeteneğini kaybeder.

Muhammed İbni Hüseyin: “Az ya da çok insanın kalbine kibir girdiğinde o miktar da aklından noksanlaşır.” demiş.
Kibir, kişiyi bencilleştirir; bencillik de zalimleştirir. Kendini çok değerli gören, başkalarını değersiz görmeye başlar, bu da adalet terazisini bozar.

Hz. Peygamber: “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler gürûhuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” buyuruyor. Rabbim korusun.

Maalesef günümüz eğitim sistemi zekayı putlaştırıyor. Okulda başarı tamamen not odaklı. Ne kadar bilirsen, ne kadar çok test çözersen, ne kadar başkalarını geride bırakırsan o kadar başarılı sayılıyorsun. Çocukların gençlerin düşünme yetenekleri hiç geliştirilmiyor.  Okul başarısı düşük olan kendini aptal sanıyor; çünkü öyle zannettiriliyor. Oysa öğrencinin zihin başarısı düşük olabilir; fakat merhametli, insanlığı yüksek, akıllı biri olabilir.

Zekaya tapan bir sistemde, kibri köpürtülen ve bireysellik gazı ile benliği putlaştırılan insanların evlilik gibi bencillikten arınarak yürütülebilecek bir sistemi başarı ile götürmelerini beklemek zaten safdillik olur.

Ki dini eğitimler bile, maalesef sadece zihin odaklı ve ezber üzerine. Aklı geliştirme üzerine bir eğitim yok, bilgi yükü var. Bir Kur’an Kursu hocası hanım ile kocası, boşanma aşamasında bana danışmışlardı. Kocanın dini eğitimi yoktu, sadece ibadetlerini yapacak kadar dini bilgi sahibi idi. Erkek aralarındaki problemi şöyle özetlemişti: “Beni cahilsin diye hor görüyor, kendi ilim sahibi olduğunu söylüyor da şeytan da ilim sahibi idi fakat ona bir faydası olmamıştı.” Erkek karısından daha az bilgi sahibi olmasına rağmen, aklını karısından daha iyi kullanıyordu. Ayrıca adam onu ilim sahibiyim diye kandırmamıştı. Her ne olursa olsun evlilik öncesi kabul ettiğin şeyi, sonradan başa kakmak çok ayıp zaten.

Evlilikte mutluluk için, yüksek zekaya değil (normal hayatını sürdürecek kadar zeka yeterlidir)  akla ihtiyaç vardır. Kendi hatalarını görmek, eşini tanımak, onun istek ve beklentilerini göz önünde tutmak, değer verdiğini göstermek, yaşanan tatsızlıklar üzerine düşünüp analiz yapıp kim neye çok sinirlendi bunun sebebini bulup aynı hataları yenilememek, hataları telefi etmeye çalışmak, eşini mutlu edecek şeyleri düşünüp yapmak…

Evlilik hayatında zeka ve tahsil eşe bir övünç sebebi olmamalı. Bir hanım “Eşim bana sürekli “Ben Boğaziçi Üniversitesini bitirdim’ deyip hava atmaya çalışıyor, bu beni çok sinirlendiriyor.” demişti. Kocasının hangi üniversiteyi bitirdiği değil, ne kadar iyi koca olduğu önemli kadın için.

Karı-kocanın zeka, bilgi ya da tahsil yarıştırması evlilik hayatını ciddi olarak zedeliyor. Evlilik bir yarışa, birbirini susturma ve kazanma savaşına dönüyor. Bilgi arttıkça geçinmek zorlaşıyor. Bakıyorsan yüksek tahsil yapmamış olanlar, birbiri ile daha iyi geçiniyor.

Tahsil yükseldikçe kibri yükseltmemek için tevazu elbisesini giymek lazım. Sonuçta bize verilen her şey emanet. Nice zeki insanların sonu akıl hastanesinde bitiyor. Emanet ile övünmek, hava atmak aptallıktan başka bir şey değildir. Şeytan da çok zeki ve bilgili idi fakat çok büyük aptallık etti. Zeki ve aptal olmak hem Allah’ın rahmetini kaybetmeye sebep olur, hem de sevdiklerimizi kaybetmeye sebep olur. 

Sema Maraşlı / Vahdet Gazetesi

Eş eşin terapistidir

Belki ülkemiz için yeni olabilir ama pedagojinin en önemli konularından biri olan anne-çocuk “bağlanması” ve “ayrılması”, Batılı akademisyenler için hayati önem taşıyor. Zira erken çocukluk döneminde anne ile çocuk arasında kurulan bu bağın kalitesi çocuğun gelecek yaşamında oldukça belirgin bir rol oynuyor.

Bu konudaki önemli çalışmalardan birini Prof. Dr. David M. Fergusson yaptı. Yeni Zelanda’da 1265 çocuğun, doğdukları günden itibaren, tam 30 yıl boyunca duygusal gelişimleri gözlem altında tutuldu.

Dünya pedagoji literatürüne çok önemli bir katkı sağlayan bu çalışmada, “erken çocukluk döneminde” anne-çocuk arasındaki bağlanmanın çocuğun gelecek yaşamında oluşturduğu etki, hayret verici bir belirginlik ile ortaya konuldu.

Buna göre bebeklik döneminde annesi ile “güvenli bağ” kuramamış çocukların temel ortak özelliği, “kaygılı” olmaları. Endişeli benlik yapısına sahip çocuklarda ise ilerleyen yaş dönemlerinde farklı farklı davranış bozuklukları gözlemleniyor.  Örneğin bu çocuklar 7 ile 9 yaş arasında ya içe kapanık bir ruh hâli sergiliyor, sosyal davranışlarında bir gerileme gözlemleniyor ya da agresif bir ruh yapısına sahip oluyorlar…

Daha net ifade ile söyleyecek olursak, erken çocukluk döneminde anne ile doyasıya bağ kuramamış çocuklar ya yaşadıkları bu hayal kırıklığı ile etrafa karşı yıkıcı ve saldırgan oluyorlar veya içe kapanık bir ruh hâli ile yaşamlarının geri kalan kısmını asosyal olarak sürdürüyorlar…

“Çocuk böylesi bir ruha büründü ise her şey bitmiş mi oluyor?” sorusu hemen sorulabilir ama insan ruhuna ait sistem mükemmel bir şekilde işlediği için yapılan hata ve eksikliklerin giderilmesi de her dönemde mümkün oluyor.

Yine aynı araştırmada, çocukluk döneminde annesi ile güvenli bağ kuramamış çocuklara “ergenlik döneminde” pozitif bir aile ortamı sunulduğu takdirde davranışlarındaki bu negatiflik yeniden olumluya dönebiliyor…

Bütün bu çalışmaları veri olarak aldığımızda, ülkemizdeki anne-çocuk bağlanmasının ne durumda olduğunu araştırmanın, ülkemiz çocuklarının psikolojisini anlamak için oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz…

Bu nedenle 800 anne ile bir anket gerçekleştirdik. Ankete katılan annelere iki temel soru sorduk. Birincisi, kendi gözlemlerine dayanarak çocukları ile “güvenli bağ” kurup kuramadıkları idi. Diğeri ise çocuklarında hangi davranış bozukluklarını gözlemledikleriydi.

Anketin değerlendirilmesi devam ediyor; ancak ilk sonuçlara baktığımızda oldukça önemli bir bilgiyi içeriyor.

O bilgi de ankete katılan 800 kişinin sadece 159’unun kendi çocukluk döneminde annesi ile “güvenli bağ” kurduğunu söylemesiydi. Bir başka deyişle annelerin yüzde 81’i kendi çocukluk dönemlerinde anneleri ile doyasıya bir anne-çocuk ilişkisi kuramadıklarını ifade ediyorlardı…

Annesi ile doyasıya anne-çocuk bağı kuramamış çocuklar, bugün kendileri annelik yapıyor… Bu, oldukça üzücü bir durum…

Zira çocukluk döneminde kendisinde güven ve emniyet duygusu oluşmamış bir anne, kendi çocuğuna veya eşine ne kadar güvenebilir ve ne kadar kaygısızca annelik yapabilir ki? Evet bu zor; ama imkânsız da değil…

Eş eşe yardımcı olabilir ve eşler birbirlerinden “mükemmel olmayı beklemezlerse” çocukluk döneminde ne yaşanırsa yaşansın evlilik süreci bu olumsuzlukları olumluya çevirebilecek bir özellik taşıyor… Eşler birbirlerine çocukluk dönemlerinde yaşadıkları gerçekleri de görecek şekilde iletişimde bulunurlarsa birbirlerinin “terapisti” gibi oluyorlar. Ne ilaç, ne psikolog… Eş eşe yetiyor…

Ve o zaman yıllar süren olumsuz hayat, evlilik içinde “yeni bir yaşama” dönüşebiliyor… Aksi takdirde annelerin çocukları ile hırçın ve sinirli, eşlerin de huzursuz ve kavgalı olması kaçınılmazdır…

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi