Etiket arşivi: hayat

Ölüm ve Ötesi

Ölüm, hayattan da öte bir hakikattir. İmanı teslimiyetten ibaret halkımızın çoğu onu tevekkülle karşılasa da, bilhassa ehl-i dünya ve bu teslimiyeti olmayanlar, inanmış bile olsalar, çok ciddî ölüm korkusu yaşarlar.

Fakat sürekli çalışma, meşguliyet, eğlence ve neşelenme gibi yollarla ölümü hatırlamamaya çalışırlar. Manevî eğitimde “râbıta-i mevt” bir esastır. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayın, çok anın.” buyururlar. Kur’ân-ı Kerim’in dörtte biri kadarı da Âhiret’le ilgili olduğu halde, ölüm ve Âhiret, inananları dâhil, günümüz insanının hiç gündeminde değil gibi. Oysa yazılanların, konuşulanların, gösterilenlerin belki büyük kısmı ölüm ve Âhiret’le ilgili olmalı. Çünkü dünya hayatı, tamamen Âhiret’e endekslidir ve Âhiret için yaşanır, Âhiret için yaşanmalıdır. Günümüz insanının buna, önceki çağlarda yaşayanlardan çok daha fazla ihtiyacı var. Var, çünkü dünyevîlik, bugün herkesi kapkaranlık cenderesine almış durumda; var, çünkü bugün öylesine suçlar, öylesine günahlar işleniyor ki, insanı bunlardan ancak şuurlu bir ölüm ve Âhiret endişesi alıkoyabilir. Bundandır ki, İkinci Dünya Savaşı’nda ne olup bitiyor hiç takip etmeyen Hz. Bediüzzaman (r.a.), kendisine sorulan “Bundan daha mühim bir hadise mi var ki, bu savaşı hiç takip etmiyorsun?” sorusuna şu cevabı verir: “Evet, herkesin başına bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet davasından daha ehemmiyetli bir dava, ebedî hayatı kazanmak veya kaybetmek davası, açılmış. Her insan, Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa tereddütsüz o tek davayı kazanmak için sarfetmeli.”

Bazıları kasten ve keyfî bir hüküm olarak inkâr etseler de, tamamen çürüyüp kokuşmamış hiçbir vicdan, Allah’ı ve Âhiret’i inkâr edemez. Fakat yine Hz. Bediüzzaman’ın enfes tesbitiyle, nefis, deve kuşu gibidir. Ölümle varlığının, her lezzetin “sonsuzca sona ereceği” aklına gelince “İhtimal Âhiret ve ebedî hayat var.” der, ümidini sürdürür. “Öyleyse gel, bu ebedî hayatı kazanmak için çalış!” denince, bu, işine gelmez ve “Âhiret, sorgu–sual, Cennet–Cehennem yok!” der. Kâinatın insan gibi şu veya bu derecede şuurlu, irade sahibi ve sorumlu varlıkların tasarruf sahası dışında kalan her yerinde Cenab-ı Allah’ın Adl isim-sıfatından gelen tam bir denge ve adalet hakimdir. Bu denge ve adaleti kendi tasarruf sahasında iradesiyle insan bozar. Evet, Cenab-ı Allah’ın mutlak adaleti ve insanın irade sahibi, sorumlu bir varlık olması, dünyada gördüğü mükâfat ve cezalar, buna karşılık görmediği çok daha büyük suçları ve iyilikleri, Âhiret’e şüphesiz bir delildir. Ayrıca, Âhiret’in olmaması demek, ölümle hiç yaşanmamışa dönen hayatın da, ölümle bitiveren, sürekli bitivereceği acısı veren lezzetlerin de, sevdiklerinden bir bir ayrılmakla sadece acıya dönüşen sevgi ve alâkaların da insan için boş, anlamsız, hattâ bir alay ve işkence olduğu manâsına gelir. Bu ise, bütün kâinatta güneş gibi apaçık görülen evrensel rahmete de, en küçük bir varlık ve hadiseye taktığı müşahede olunan sayısız fayda, gaye ve manâlarıyla hikmete de tamamen zıttır.

Ali Ünal / Zaman

Yazının devamı için tıklayınız>>>

21 Aralık 2012’ye bir gün kaldı..

Maya takvimine göre, 21 Aralık 2012’de dünyanın sonunun geleceği ve bu tarihte sadece İzmir’in Şirince ve Fransa’nın güneyindeki Bugarach köylerinde bulunanların zarar görmeyeceğine dair Maya inancı (?), bir müddetten beri dünya gündeminde çeşitli açılardan bahis konusu oluyor.

Bugün 20 Aralık 2012, yani bahis konusu tarihe bir gün var..

Geçen Cumartesi günü, bir vakfın burs verdiği üniversite öğrencileriyle yaptığı kış dönemi toplantısına davetliydim. Benden başka davetli çeşitli yaş ve akademik unvanlı öğretim üyeleri değişik mevzulardan bahseden konuşmalar yaptıktan sonra, öğrencilere de soruları olup olmadığı soruldu. Aslında, soruların konuşmalarla ilgili olması gerekirken, bir kız öğrenci yapılan konuşmalarda hiç bahsi geçmediği halde;

“-21 Aralık 2012’de kıyamet kopacak mı?” sorusunu sordu.

Ben, o toplantıda bu sorunun sorulmasına biraz hayret etmekle beraber, cevapsız da bırakmamak gerektiğini düşündüm. O toplantıda biraz evvel “israfsızlık” mevzuunda 40 dakika kadar devam eden bir konuşma yapmıştım. Bu soruya da, yaptığım konuşma çerçevesinde bir cevap vermeyi uygun gördüm:

“-Kıyamet; ‘Küçük Kıyamet’ ve ‘Büyük Kıyamet’ olmak üzere iki çeşittir. Küçük kıyamet; insanın ölümüdür. İnsan ölünce, onun küçük kıyameti kopmuş olur. Ecel vakti de belirsiz olduğu ve ölüm, yani insanın ‘Küçük Kıyamet’i her zaman gelebileceği, hergün yaklaşık üçyüzbin insan bu dünyadan küçük kıyametleri olan ölümle ayrıldığı için, öncelikle ve bilhassa onunla ilgilenmek, ona hazırlanmak ve en kıymetli sermayesi olan ömür müddetini israf ile ebedî ve telafisi mümkün olmayan bir iflas ve zarar haline girmemek lâzımdır”dedim.

falling lightsBir dergi yazımda da belirttiğim gibi; aslında hayat, içinde yaşadığımız andan ibarettir.

Geçmiş ve gelecek, elimizde değildir; biz, içinde bulunduğumuz anı doğru yaşamağa çalışmalıyız. Işıklı bir nokta hareket ettirilse, ışıklı bir çizgi gibi görünür; halbuki o, gerçekte ışıklı bir çizgi değil; ışıklı bir noktadır.

Hayat çizgimiz”, bu misaldeki “ışıklı çizgi”gibi, içinde yaşadığımız an da, bu misaldeki “ışıklı nokta” gibidir ve içinde yaşadığımız an, hayatımızın asıl gerçeğidir.

Hayat dediğimiz hâlât (haller),içinde bulunduğumuz andan ibarettir.”(BSN) vecizesi de, bu gerçeği ifade eder.

O halde yaşamak, aslında içinde bulunulan ânı yaşamaktır. Bunun ne derecede farkındayız ve bu farkında oluşumuzla bu gerçeğe ne derecede uygun ve doğru yaşıyoruz?

Bu konuda bir iç muhasebe ve nefis muhasebesi yapmamızın, bize büyük lüzumu ve faydası vardır.

***

Düz bir çizgi çizelim. Bu çizgi üzerindeki bir noktayı sağa doğru hareket ettirelim. Bu hareket eden nokta, çizginin sol ucundan hangi hızla uzaklaşırsa, çizginin sağ ucuna da aynı hızla yaklaşır.

Bu misale benzer şekilde, dünyada yaşarken, ömrümüz zaman çizgisi üzerinde hareket eden bir nokta gibi, bir başlangıçtan bir sona doğru gitmekte olduğumuzu düşünecek olursak, dünya hayatımızın sonuna doğru yaklaşma hızımız, bu hayatımızın başlangıcından uzaklaşma hızımız kadardır.

Diğer bir ifadeyle; geçmiş bizden ne kadar hızla uzaklaşıyorsa, gelecek bize o kadar hızla yaklaşıyor.

İnsanların büyük çoğunluğuna dünyadaki hayatlarında, “tevehhüm-ü ebediyet” denilen bir manevî zaaf hali refakat eder. Yani, insanlar kendilerini, “dünyada ebedî kalacakmış gibi” düşünmek ister.

Bazıları bunun da ötesinde, dünyada ebedî yaşamanın çarelerini araştırır.

Allah (c.c.), bu dünya hayatından sonraki âhiret hayatında insana ebedî hayat vereceği için, ebedî yaşamak isteğini de insanın içine koymuştur.

Bu istek, veriliş maksadına uygun olarak, âhiret hayatı için sarf edilmeli ve âhirette zaten kaçınılmaz olan “ebedî hayat”ın levazımatını -başta iman ve namaz olmak üzere- bu dünyada hazırlamaya, her şeyden daha fazla önem vermelidir.

***

Büyük Kıyamet”in vakti mevzuuna gelince; bir söz okunduğu veya dinlendiği zaman, onu kimin söylediğine, kime söylediğine, ne söylediğine ve hangi makamda söylediğine dikkat etmek gerektiğine dair mühim kaideyi göz önüne alarak o söz değerlendirilmelidir.

21 Aralık 2012’de Büyük Kıyamet’in kopacağını kim söylemiş? Maya’lar.. Kimdir bu Maya’lar, sözlerine ne derece itimat edilebilir, düşünülmesi gerekmez mi?

Müslüman olanların Maya’ların veya başkalarının değil; “-Allah (c.c.) ne diyor, onun Resulü (s.a.v.) ne diyor, Allah ve Resulünün dediklerini bize nakleden hakikî âlimler, Allah Resulünün ilim vârisleri ne diyor?” onu merak edip, ona itibar etmeleri gerekmez mi?

Kur’an-ı Kerîm’in 54. Sûresi Kamer Sûresi’dir. Buna “İktarabet Sûresi” (“İktarabet”in lügat manâsı “yaklaştı”) de denilir. Bu sûre, Mekke döneminde nazil olmuştur.

Bu sûrenin ilk âyeti, Peygamberimiz’in (s.a.s.) Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi olan ayın yarılması mucizesinden ve kıyametin vaktinin yaklaştığından sadece dört kelime ile, çok vecîz bir şekilde bahsetmektedir: “Yaklaştı saat, yarıldı ay.”

Bu âyetle Büyük Kıyametin vaktinin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi üzerine, sahabe-i kirâm Büyük Kıyamet’in vakti hakkında Peygamberimiz’e (s.a.v.) sorular sormuşlardır. O sorularla ilgili olarak, A’râf Suresi 187. âyet meali’nde şöyle denilmektedir: “Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: “Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!” O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.”

Lokman Sûresi’nin 34.(son) âyeti meali de şöyledir:

Şüphesiz Allah ki, kıyamet (vakti) hakkındaki bilgi ancak O’nun katındadır. Ve yağmuru (O) indirir. Rahimlerde olanı da , (O) bilir. Ve hiçkimse yarın (amel cihetiyle) ne kazanacağını bilemez. Hem hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz, Allah Alîm (sizin bilmediğiniz her şeyi bilen) dir, Habîr (her şeyden haberdar olan)dır

Hayrat Neşriyât, Kur’an- Kerîm ve Muhtasar Mealinde, âyetin mealini bu şekilde verdikten sonra, bilhassa bu asrın gelişmiş çeşitli fennî mâlumatıyla bu âyet mealiyle ilgili zihninde bazı sorular olabileceklere de , Risale-i Nur Külliyâtı Lem’alar adlı eserdeki 16. Lem’adan mühim bir iktibası da dipnot olarak vermiş. O iktibasın kaynağından bulunup okunmasında fayda vardır.

15 Asır önce nâzil olmuş bir âyetle Büyük Kıyamet’in vaktinin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi, dünyanın o zamana kadarki ömrüne nisbeten geriye kalmış olan ömrü itibarıyladır. O âyetin nazil olduğu sırada bugünkü fennî bilgilere göre, dünya 3,5 milyar yıl yaşındaydı. O tarihten 15 asır sonra kıyametin kopacağı düşünülse; dünyanın 3,5 milyar yıllık geçmiş ömrüne nisbeten, 15 asırlık yani 1500 yıllık kalan ömrünün kısalığı (1500/3500000000), kıyametin yaklaştığını bildiren âyetin hakikatini biraz daha iyi anlamayı kolaylaştırabilir.

Cebrail (a.s.)’in insan sûretine girip Peygamberimiz’e (s.a.v.) iman, İslâm, ihsanın ne olduğuna dair sorularına Peygamberimiz’in verdiği cevapların, ümmetinin bunları bilmesi için Allah (c.c.) tarafından bildirmesiyle olduğu söylenebilir; “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusunun cevabını veremeyişi de, çeşitli hikmetlerle Allah (c.c.) tarafından cevabının bildirilmemesiyledir.

O hikmetlerden biriyle ilgili olarak biz, her an “Küçük Kıyametimiz” olan ölümümüz gerçekleşecekmiş veya “Büyük Kıyamet” kopacakmış gibi, daima ona ve onun ardındakilere hazırlığımızı ihmal etmemeliyiz.

Bu hazırlığımızın gerçekte Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı istediklerine hakikî iman ve Salih amelle olabileceği hakikatiyle, İzmir’in Şirince veya Fransa’nın Bugarach kasabasına silah, fener, balta, ilaç, gıda maddeleri ile ahmakça sığınmak arasındaki çok büyük tezat ibretle tefekkür edilmeli ve bu ibretli tefekkürden alınan dersle gereği yapılmalıdır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Kaynak: www.NurNet.Org

İbretlik Bir Hayat Hikayesi

Hasan masasında oturmuş kitap okuyordu. Kitap okumayı çok seven ve  çok kitap okuyan birisiydi. Kitabın arasında bir şiire gözü ilişti. Şiiri okumaya başladı. Şiir çok duygusal ve etkileyici bir şiirdi.

Şiir şöyle başlıyordu:

Gitmişti makama arzuhal için

Bey dedi yutkundu eğdi başını

Bir azar yedi ki oldu o biçim

Şey dedi yutkundu eğdi başını

İlk kıt’ayı okur okumaz başka  dünyalara gitti. Birden çocukluk yıllarına gitti.Babasıyla birlikte köyden şehre okula kaydolmak için gittiğinde başından geçenler aklına geldi. Gözlerinden sicim sicim yaşlar dökülmeye başladı. İkinci kıtayı okumaya başladı.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı

Gözler çakmak çakmak benzi sapsarı

Bir konağa baktı alttan yukarı

Vay dedi yutkundu eğdi başını

………………………………………….

Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş

Sandım can evine döktüler ataş

Sordum memleketin nere gardaş

Köy dedi yutkundu eğdi başını

Kıtaları okudukça daha da duygulandı. Babasının nüfus memurun dan, Okul müdüründen yediği fırça ve hakaretleri birden gözlerinin önünden geçti.

Babası Hasan’ın nüfus cüzdanını çıkarmamıştı. Yani Hasan ilkokula kimliksiz kayıt olmuştu. Fakat ortaokul için kimlik şart idi. Hasan’ı okula kaydetmeye gittikleri zaman Okul müdürü Hasan’ın kimliksiz kaydı olmayacağını, şimdiye kadar neden kimlik çıkartmadıklarını, bu kadar cahillik ve sorumsuzluğun olmayacağını söyleyerek Hasan’ın babasını çok kötü bir şekilde azarlamıştı. Babada sessizce bu azarları içine atmıştı. Babasının Okul Müdüründen yediği azarlar bir kenara birde nüfus memurundan yediği azarlar Hasan’ın gönül dünyasında çok büyük yaralar açmıştı. Artık ne olursa olsun okuması gerektiğini düşünüyordu.

Babası okul okumamış olmasına rağmen çok aydın ve inançlı bir insandı. Bütün bu olanlardan sonra çocuğunun etkilendiğini düşünerek onu teselli etmeye çalışarak şunları söylüyordu:

-Oğlum okuyacaksın,

-Büyük adam olacaksın.

-fakat; insanlara iyi yaklaşacaksın.

-Her zaman Allah rızasını gözeteceksin.

-Görevi insanları ezmek için değil insanlara hizmet için düşüneceksin.

-Unutma ! İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.

Babasından dinlediği nasihatlerden sonra biraz daha rahatlamıştı. Fakat Hasan’ın yaşadıkları zihnine adeta kazınmış ve çok kötü bir yer edinmişti. Kendi kendine eğer okuyup büyük adam olursa herkese iyi davranacağını, kimseye kötü davranmayacağını, insanlara hakaret etmeyeceğini onlara değer vereceğini dair söz verdi.

Okumak onun için artık en büyük hedefti. Yıllar yılları kovaladı. Büyük zorluklarla da olsa köylü çocuğu Hasan okudu. Siyasal bilgileri bitirdi. Kaymakam olarak geri kalmış bir ilçeye atandı.

       Hasan şiirin diğer kıtalarını okudukça çocukluğunda babasıyla birlikte başından geçenleri ve şimdiki durumunu karşılaştırarak sevinç ve hüzünle karışık hüngür hüngür ağladı.

Artık hayallerini gerçekleştirmişti. Köylü çocuğu Hasan, Kaymakam Hasan olmuştu. Babasının nasihatlerini unutmadan kapısını ardına kadar halka açmıştı. Halkla bütünleşmiş. İlçe halkı ile birlikte çok güzel şeyler yapmıştı. İlçeye birçok güzel şeyler kazandırmıştı. İlçe halkı ona hep dualar ediyordu.

Bir gün İl merkezine giderken yolda kaza geçirdi. Kazada ağır yaralanmıştı. Hayatında yaşadığı olaylar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu. O anda babasını hatırladı ve ağzından şu sözler döküldü .’’Baba sana layık olmaya çalıştım,sana layık olmaya çalıştım’’deyip şehadet getirdikten sonra ruhunu rahmana teslim etti.

“Kısas”ta Hayat Vardır!

Ülkemizin gündemi çok çabuk değişiyor. Her gün değişik bir gündem maddesini tartışmaya başlıyoruz. Son zamanlarda başbakanımızın ortaya attığı idamın gerekliliği ile ilgili sarf edilen sözleri dikkatle dinliyorum. Çok farklı görüşler ortaya atılıyor. Özellikle televizyonlarda bu konuyu ele alan aydınların çoğu idama karşı tavır alıyor. Bu tavrına dayanak olarak batı toplumlarının çoğunda idamın olmadığını gösteriyorlar. Ben şahsen bu görüşlere katılmıyorum. Halkın da benim gibi düşündüğüne inanıyorum.

Bir vatandaş olarak bir çok insan gibi, medeniyet ile idam cezası arasında bağlantı kuran- sözüm ona- aydın kesimine katılmıyorum. Bana göre bir kişinin işlemiş olduğu cezanın ağırlığına göre idamı hak ediyorsa idam cezası ile cezalandırılması  gerekir. ABD’de ve Avrupa Birliğinde bazı ülkelerde suçun mahiyetine göre  idam cezaları uygulanmış ve şimdide uygulanmaktadır.

Yüce kitabımız Kuran-ı kerimde de bu idam cezasının yani kısas cezasının uygulanabileceğine dair açık ayetler  vardır.

Bu cezaların dayanağı olarak Kuran-ı Kerim de geçen bazı ayetler  şunlardır:

Bakara 178.ayeti :

‘’Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem dolu bir azap vardır. ‘’

Bakara 179.ayeti :

‘’Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.’’

Ayetlerde anlaşıldığı gibi Kısas, aynıyla karşılık vermek demektir. İslâm hukukunda ise, kasten ve haksız yere bir kimsenin canına kıyma ya da bedenine veya uzvuna zarar verme suçlarını işleyen kimselerin, verdikleri zararın aynıyla cezalandırılmaları demektir. Bu ayette kısas, “cana can” kuralını ifade etmektedir. Mâide suresinin 45. ayeti, kısasa tabi suçları topluca belirtmektedir. İlgili şahsın vazgeçmesi halinde kısas diyete dönüşür. Hıristiyanlıkta adam öldürenin affedilmesi, Yahudilikte ise, mutlaka kısasa tabi tutulması esastı. İslâm, diyet uygulaması ile orta yolu getirmiş oldu.

Kısasta hayat olduğuna dair bir çok örnek verebiliriz. Uzağa gitmeye gerek yok.Özellikle çevremizde yaşanan kan davalarının devam etmesi buna en iyi örnektir. Yakın zamanda Mardin ilinde Bilge köyünde kan davası nedeniyle bir katliam yaşandı. Eğer bir kişi birisini öldürdüğünde  öldüren kişiye hapis cezası değil de kısas cezası uygulansa kan davasının sürmesi engellenirdi.

Kısasın uygulanmasına gelince ise öldürülen kişinin yakınlarına iki tercih hakkı sunulur:

1.Tercih: Ölenin ailesinin isteği doğrultusunda eğer maktulun ailesi kısas isterse katile devlet eliyle kısas yani idam cezası uygulanarak kan davasının sürmesi engellenir.Bir nevi maktulün öcü devlet eliyle alınmış olur.

2.Tercih: Öldüren kişinin, ölen kişinin ailesine diyet ödemesi.Bu yöntem de yöremizde genelde aşiretler arasında uygulanmaktadır.Fakat devlet eliyle olmadığı için çoğu zaman gereği tam olarak yerine getirilememektedir.Öldürülen kişi  güçlü bir aileye veya aşirete mensup ise çoğunlukla ölenin ailesi hem diyetini alıyor hem de daha sonra öcünü alıyor.Böylece kan davası devam ediyor.

Vermiş olduğum örnekte olduğu gibi eğer bu kan davalarında kısas uygulansa dava başlamadan biterdi. Çünkü devlet ya kısas yolu ile  yada diyet yolu ile maktulun hakkını katilden alırdı. Kan davası da sürmezdi.Kan davası ile gelecekte olabilecek ölümlerin yolu kesilir ve bu insanların hayatlarının devamı sağlanırdı.Böylece” kısasta hayat vardır.”ayetinin hükmü de yaşanmış olurdu.

Başka bir örnek vermek gerekirse yüz kızartıcı suçlarda kısas cezası uygulansa bu suçlar toplumda bu kadar fazla olmazdı.Yani birçok  küçük çocuğa tecavüz edip onları öldüren bir caniye idam cezasını uygulamazsanız ve  bu insan bozması canavarı hapiste besleyip daha sonra dışarı salarsanız.Sokaktaki çocukların hayatlarını tehlikeye atmış olursunuz.

 Sonuç olarak bazıları çeşitli nedenlerle idam cezasına karşı olabilir. Fakat buna karşı çıkarken kendi düşündüğü şeyleri sanki bütün toplum düşünüyor diye genel konuşmamalı. Çevrenizdeki insanlara sorsanız bu televizyonlarda idam cezasına karşı çıkan insanlar gibi düşünmediklerini görürsünüz. Sokakta herhangi bir insana idamın gerekliliği ile ilgili bir soru sorun. Size idamın geri gelmesi gerektiğini söyleyecektir.

Hasılı kelam bir baba bir anne olarak düşünelim.Kendimize soralım. Eğer birisi küçücük çocuğumuzu hunharca katlederse biz onu bağışlar mıyız? Yoksa bu caninin idamını mı isteriz? Bu soruya vicdanını dinleyerek verilecek  bir cevap idamın gereklimi ? yoksa gereksiz mi ? olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar.

Hamit Derman

www.NurNet.Org

Arafta Yaşamak!

Mutlu olamazlar, Arafta değil de gaflettedirler. Hepimiz gaflete düşer ya da Arafta kalabiliriz. Arafta kalanlar ya da bulunanlar üzülmeyebilirler, ama gaflette olanlar üzülebilirler.

Yaşadığımız çağın hastalığı olarak bilinen Arafta kalmak ya da bulunmak, cennet ya da cehennem aralığında yaşamak gibi tabir etsek yanılmış olmayız. Bu iki nokta arasındaki hayat çizgimizde bizim hangi aralıklarda ve nerede durduğumuzdur. Bu çizgi üzerindeki yerimizin hangi tarafa yakın olduğunun bilinmesidir. İman, Tevhid, teslim, tevekkül bir tarafta, ataistik yaşam-inançsızlık-körü körüne bağlanarak oluşan yaşam ise diğer tarafta. Toplum genelinde herkesin iman ettiği ve kendini Müslüman olarak tarif ettiği ortada dururken.

Hayat tarzımız ve yaşam şeklimizde dine bakış açımız bazen değişim gösterebilir. Kişiler Ateist olmamalarına rağmen yaşantısında ya da toplumda Ataistik bir tavır ve davranışlar manzumesi içinde olabilirler. Onları bu şekilde görmek çok doğalmış gibi lanse edilebilir. Buna gelişmişlik ya da çağdaşlık olarak yorum getirebilirler. Aslında düpedüz inançsızlık çizgisinde seyreden yaşantılarının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Batı medeniyetini her yönü ve işleyişi ile kendilerine uygun görüp bir başka medeniyetin tarzını ise hor görme alışkanlıklarını devam ettirirler. Yeri gelince öcü, yeri gelince gerici olarak bu yaşam tarzını benimseyenleri yaftalarlar.

Ateizmin getirdiği serbestiyeti farklı manalar yükleyerek, çağdaşlık ve yenidünya düzeni kelimelerinin arkasına sığınırlar. Diledikleri ölçüde pervasızca ve gayri ahlaki tüm şeytani oyunlarını ortaya koyarlar. Diğerleri ise onların gözünde yobaz ve gerici profilinde hapsolurlar.

Döngüsel hayatın içinde kendilerini hiçbir zaman Ateist olarak adlandırmazlar, fakat ALLAH (c.c) haşa yokmuş gibi tavır içinde yaşamlarını sürdürmekten de geri durmazlar. ’’Kadına hürriyet’’ bayrağı altında, kadına sahip olmanın provalarını yaparlar. Kadehlerini tokuştururken Blues dinlemeyi marifet sayarlar. Puro tüttürmek ise Havana’dan(Küba) daha dün geldim işaretidir. Birçok akla hayale gelmeyen olayları yaşamak için nefis ve akıl oyunlarını çağdaşlık fikri düşüncesi perdesi arkasına gizleyerek ya da saklayarak ortaya koymaya çalışırlar. Bir nevi akıl, kalp ve ruh üçlüsünü uyuştururlar. Kalplerindeki hisleri Ramazan’da ortaya çıkmaya çalışsa da, ne hikmetse ortaya çıkmadan kaybolurlar. Yani Araf da kalırlar ve yaşarlar. Cennet ya da cehennem arasında mutsuz bir şekilde ortada kalırlar. Mutlulukları zehirli bir bal hükmünde olan geçici hevesatları olmaktan öteye gitmez.

Ateist değilim Müslümanım deyip, Ataistik şekilde bir hayat döngüsü içinde yaşam standartlarını en tepeye çıkarmaya çalışırlar. Kimi zaman birilerinin sırtına kimi zaman ise başkalarının omuzuna basarak yükselirler. Ama hiçbir zaman bu kurgunun içinden çıkma gayreti içinde olmayı düşünmezler. Gaflette olduklarını inanmazlar.

Bediüzzaman eserlerinde bu durumu taklidi iman içinde olanlar olarak tarif eder. İmanın en ilkel ve en basit şeklidir aslında. Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu gibi gözükür. Ehl-i sünnet alimlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişinin imanını aklî ve dinî delillerle güçlendirmekle sorumludur. Arafta kalmak bu nedenle mümkün görünmemektedir.

Asıl olan tahkiki imanı elde etmek ve elde ettiği ölçüde yaşam döngüsünü buna göre sürüklemek ve yapabilmek olmalıdır. İmanı kuvvetli hale getirmek, bu zamanın birinci vazifesi olmalıdır ki, taklidi imandan tahkiki imana geçiş olsun. Ta ki Fen ve Felsefeden gelen inkâr hücumlarına karşı dimdik ayakta durabilmek ve dayanabilmek için. Taklidi ve zahiri bir imanla kalırsa, inkârcı fikirler karşısında imanını muhafaza etmekte zorlanabilir ve dalalet karşısında mukavemet edecek gücü de kendisinde bulamaz.

Tahkiki imandan bahsedersek, Allah’ın isim ve sıfatlarını, kâinattaki yansımalarını okuyarak, her şeyde ve her yerde Allah’ı görerek, varlığına ve birliğine iman ederek inanmak olmalıdır.

Bunu örneklersek, Cuma namazında okunan hutbenin sonundaki ayetin meali, manası sözlü olarak cemaate anlatılır. Adaletten, akrabaya bakmaktan, yardımdan, fuhşiyattan kaçınmaktan, kumardan, faizden, krediden yani haram kılınmış olanlardan çekinilmesi öğüt olarak ifade edilir. Yıllarca bu söylem her Cuma ifade edilmesine karşın, gaflet olarak niteleyebileceğimiz Arafta kalanları hiç mi hiç etkilemez.

Yasaklarla ve günahlarla iç içe geçmiş bir yaşam tarzını benimseyenler sadece namazda bir an düşünürler ya da ramazanda bu yaklaşım içine girerler. Namaz ve Ramazan biter bitmez ise yine aynı serencamda hayatlar devam eder gider.

İmanı elde etmek ve bunu yaşamınızın vazgeçilmez bir parçası haline getirmek kolay değil. Ama Arafta kalmayı devam eden bir yapımız olmaması için de dikkat etmeliyiz. Kısa ve ahireti kazanmak adına geldiğimiz şu dünya hayatı, bize ebedi hayatımızın kaybedilmesi meydanı olur ki bu da istenilmeyen bir durum olur. Ebedi hayatını kim kaybetmek ister ki?

Ebedi ve daim olan hayatı kazanmanın yolu yaşantısını Ateistik bir durumdan çıkarmak ya da gafletten uyanmak olmalıdır. Maalesef hepimiz şeytanın desiselerine uyup, zaman zaman gaflete düşebiliriz. Ama arafta kalmak için çaba sarf etmek ise farklı.

Allah hepimizi arafta değil, iman ettiği ölçüde, hakiki imanı yaşam döngüsüne sunduğu oranda yüksek bir ubudiyet içinde olmayı ve bu dünyayı Ahiret tarlası olarak görüp, gerekli hazırlığı yapan bir kul olmayı nasip etsin. Kalbin hayatı iman ile ölümü küfürledir. Sıhhati ibadet ve taat iledir. Hastalığı ise günahla meşgul olmak iledir. Ancak Allaha zikretmekle bundan kurtulunabilir.

08.11.2012

Aytekin COŞKUN

www.NurNet.Org