Etiket arşivi: hırs

Kendini Anlamak

Hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun, ruhunda iz bırakan bir takım özlem ve beklentilerle doludur insan.

Yapmak isteyip yapamadığı, söylemek isteyip söyleyemediği, bakmak isteyip bakamadığı o kadar şey vardır ki benliğini saran, zihnini meşgul eden, âdetâ içinde yıllarca barındırdığı sırlar yumağıyla ebedî yolculuğa uğurlanacak, ama hiç kimseler bilmeyecek, duymayacak, anlamayacak, derman olamayacak…

Sığınacak Rabbine bütün içtenliğiyle Yusuf peygamber gibi, iffetin nezih zirvesinde bayrak açacak tüm evrene ve seslenecek tüm haya yoksunu zavallılara, açacak en saf duygularla ellerini semâya ve duracak en yüce divana, gözünü dikecek tek bir hedefe ve istikamete ve bekleyecek BİR ve TEK olanın hükmünü… Bekleyişi ve sığınması öylesine umutlu olacak ki, gözünde ne muammâ hâli, ne umursanmaz dertleri, ne anlaşılmaz duyguları ve ne de ortaya koyamadığı yüreği elinde kalacak, sadece ve sadece ufka dikecek gözlerini, kendisini anlayacak BİR’i bekleyecek ve O’na yönelecek.

Kim bilir, belki de bu yönelişi de anlaşılmayacak birileri tarafından, ızdırap ve çilelerle dolu bir hayatın anlaşılmaz film senaryosu ukbaya kalacak ve âhiret yurdu sakinlerince ancak anlaşılabilecek!

Cennetü’n naîm ya da Cennetül firdevsi kazanmak adına teslim etse de cismini köle tüccarı (!) kervancılara, ruhunu teslim etmeyecek, abdi, kölesi kalacak Ma’bûd-u mutlakın son nefesine dek tüm zerreleriyle…

Kimi zaman olur ki, en yakınındakine bile açılamazken, en uzak görülenle teselli bulacak meşrû dairede, paylaşabilecek içindeki tüm benliğini, güç verecek, güç alacak, belki de yine anlaşılmayacak dünyaların insanı olarak kalacak, yaralarını sarmak için yeni yaraların açıldığının farkına varsa bile, çaresizliğin (oysa o çaresizlik, çarelerin dermanına ulaştıracak en güçlü vesile olmasına rağmen) çaresini arama yolunda heba ettiği özüne yeniden dönecek, acz, fakr, naks ve kusurla âlude ruhundaki boşlukların bir bir doldurulması gerektiğine inanacak en sonunda.

Evet, ruhlar ve gönüller!.. Ne esrarlı âlemlerin birer unsurudurlar ki, anlaşılmadıkları ve uyuşmadıkları birileri tarafından çarçabuk kenara konabilen, gözden çıkarılan varlığının, duygularının, beklentilerinin, algılarının ve topyekun maddî-mânevî mevcudiyetinin BİR ve TEK tarafından sahiplenmesiyle, merhamet ve şefkatle sevk ve idare edilmesiyle yeniden yörüngesinde mütevekkil bir duruşun ve gidişin ruh sükûnetine bürünmesi ve teslimiyle hayat bulmasına mesrur olacak.

İnsan denen bu esrarengiz varlığın sırlarını açmadan, ön yargılardan ve anlaşılmaz tutumlardan kaçmadan, hayatı hayat gibi, memâtı memât gibi yaşamadan, madde ötesine ulaşamadan, benliğinden sıyrılıp on sekiz bin âleme taşamadan, ruh ve gönül dünyasına yanaşamadan içindeki hasret hiç bitmeyecek!

Sizi anlamak istemeyenlerin veya anlamakta zorlananların ne hükmü var ki hayatınızı rahmetiyle kuşatanın yanında?

Sizi anlayanlar da yok değildir kuşkusuz. Bırakın takdir edilmeyi bir yana, varlığınızı hissetmeleri bile dünyaya bedel. Paylaştığınız doyumsuz sohbetlerin, lâhûtî nefeslerin, hoş kokulu atmosferin, dostluğun, kardeşliğin, kadirşinaslığın paha biçilmez anları, hayatınızın tek tesellisi olacak. Hayatı sarıp sarmalayan mutlu bir dünyanın aktörü olmak Allah’ın bir lutfu olsa gerek.

Peki ya biz? Anlayabildik mi bin bir çilenin sahiplerini? Hırs ve kıskançlık dünyasına kendini hapsetmiş olsa bile, bizden beklenti içinde olanları? Hiç sorguladık mı masumca duyguların, kırık gönüllerin meşrû isteklerin, sessiz dileklerin yakaran dilini?

Bencilliğe bencillikle mi karşılık verdik, yoksa engin gönüllere yakışan bir tavır mı sergiledik?

Belki de hiç düşünmedik, fedakârlığı tek taraflı olarak yapmamız gerektiğini… Bocaladık durduk sorgulanmış ve şartlanmış düşüncelerin kıskacında, ya da bunalıma girdik kabullenemediğimiz davranışların, tavırların, tutumların, söylemlerin hayal kırıcı tezgahında!..

Ne tam olarak anlaşılabildik sevdiklerimiz tarafından, ne de nüfuz edebildik onların ruh dünyalarına, çocuksu davranışlarına, anlaşılmaz görünen beklentilerine…

Hayat bizi öylesine sürükledi ki kumsalların ıslak zeminindeki farklı boyutlarına, haykıramadık sevgilerimizi bile, terennüm edemedik dostluğun büyülü rüyalarını, okuyamadık paylaşmanın doyumsuz romanını…

Öyle bir an gelecek ki, yol bitecek, yolculuk tükenecek. Sonsuzluk ülkesinde yaşamak üzere tehir ettiklerimizin hasretiyle ve beklentisiyle kudreti sonsuza dayanmaktan başka yol kalmayacak ki!..

Ya bir de, cennet yamaçlarındaki kurulu meclislerin sohbetleri olmasaydı? Bencilliğin, kıskançlığın, anlayışsızlığın, vurdumduymazlığın, egoizmin kıskacından arınmış, sadece ve sadece hoşnutluğun, anlayışın, güzelliğin, sonsuzluğun sınırsız olarak sergilendiği ve yaşanacağı cennet hayatının ve yeniden dirilişin sonsuzluk ülkesinde sonsuzluğa adanmış olanlarla buluşmak olmasaydı, halimiz nice olurdu?

İsmail AKSOY

Başarının 3 Temel motivasyonu; Merak, Heves, İstek

Başarının temelinde “heves” vardır. Heves, iç motivasyondur. Kaçtığında “tükenmişlik” başlar.

Günümüz çocuklarının eğitim başarısızlıklarının temelinde “öğrenme hevesinin kaçması” vardır.
Heves, merak duygusunun bir ürünüdür… Merak yoksa heves olmaz.

egitmenBir eğiticinin başarısı, öğrencisinde uyandırdığı merak kadardır.

Merak, mizaçtan mizaca değişir.

Bazı çocuklar, tabiattaki yaşama meraklıdır; bir kırkayaklı böcek gördüklerinde merak duygusu tetiklenir, onu incelemek ister… Bazıları, müziğe meraklıdır, ince tınılar arasında farklılığı hissettikçe heyecan duyar.

Matematik dersi anlatan bir eğitici, tabiata karşı meraklı öğrencisine, kırkayaklı böceğin ayaklarını birlikte sayarken sayı saymayı öğretebilir… Coğrafya hocası, müziğe meraklı öğrencisine, farklı kültüre ait müzik türlerini dünya haritası üzerinde tanıtırken, ülkelerin coğrafi konumlarını öğretebilir.

Her ne kadar merak, öğrenmenin temel motivasyonu olsa da “merakın hevese dönüşmesi” sevecen bir eğiticinin çocuğun “denemelerine izin vermesi” ile mümkündür. Zira çocuk, merak ettiği işi, kendisinin de yapabileceğine inanırsa, “heves” başlar.

Öğrencilerinin heveslerini kaçırmak istemeyen bir eğitici, “öğrenme çıtasını kısa aralıklı tutmalı”, büyük ve uzak hedefler vermemelidir. Çocuğun, her bir öğrenme basamağını “küçük adımlarla” ve “başarma hazzını” tada tada çıkmasına izin vermelidir.

Beklenti çıtası yükseltilmiş, öğrenme halkaları kopmuş, bir önceki öğrenmeleri tamamlamadan bir sonraki öğrenmelere geçmiş çocuklarda “heves” olmaz.

Heves, her ne kadar öğrenmede temel bir işlev görse de, geçici bir motivasyondur. Kalıcı öğrenme, hevesin, “istek”e dönüşmesi ile mümkündür.

İstek; heves edilen işin, “atık duygusal enerjisi” ile oluşan öğrenme gücüdür.

Yazmayı yeni öğrenen bir çocuğun yazma hevesi 2 sayfa ise, eğitici “istersen bir sayfa kadar yazabilirsin” diyerek ona “hevesinden daha az bir görev” verirse, 1 sayfa yazma işini tamamlayan çocuğun kalan enerjisi, onu 1 sayfa daha yazı yazmaya teşvik eder… İşte, çocuğun “kendi isteği” ile yazdığı bu 1 sayfa, onun “kendi başına yapabilmekten kaynaklanan güven duygusunu” oluşturur. Öğrenme motivasyonunun son halkası, yapabileceğine “inanma” ve güvendir.

Bir işi yapabileceğine inanmayan kişi, o işi yapmaya istekli olmaz.

Yaşama sevinci tükenmiş, mutsuz ve kendi ile barışık olmayan, öğrencisine “insan olmaktan kaynaklanan bir eşitlik” ilkesi ile yaklaşmayan, sınıf ortamını baskıcı bir ruh hâli ile hapishaneye çeviren eğiticiler, öğrencilerinde, öğrenmeye karşı ne merak ne de istek uyandırır. Böylesi eğiticilerin, çocuğu “dış motivasyonlarla” manipüle ederek eğitimi sürdürmek zorunda kaldıkları da bir gerçektir.

En masum dış motivasyon, çocukları birbiri ile yarıştırmak veya mükafata alıştırmaktır.

Merak duygusunu yitirmiş çocuklara “ödevini kim erken bitirirse ona çikolata vereceğim” denildiğinde, onların enerji dolu bir hâl ile yeniden canlandıklarını görürsünüz… Böylesi çocuklar, yeni şeyler öğrenmenin verdiği “dingin bir heves” ile değil, çikolata alabilme, öne geçme veya geride kalmama hırsı ile ödevlerine saldırırlar.

Hırs, dış motivasyondur, başarıyı artırsa da kişilik gelişiminin önündeki en büyük etkendir.
Narsist Kişilik Bozukluğu sürecinin temel enerji kaynağı hırstır.
Çocukta hırs arttıkça, başarısızlıklar karşısında psikolojik yıkım da o kadar artar.

Eğiticiler, kendilerine emanet edilen masum çocukları çikolata hırsı ile birbirleri ile yarıştırmak yerine, Allah’ın her insanın özünde yarattığı “merak, heves, istek” duygularını harekete geçirmeli ve kalıcı öğrenmeyi her çocuğun hakkı olarak kabul etmelidir…

Pedagog Dr. Adem Güneş

İsraftan Sakınmak

“Yiyin, için; fakat israf etmeyin”(A’raf  Sûresi, 7/31)

Her Müslümanın, yaşayışının Kur’an-ı Kerîm’in israfı yasaklayan A’raf Sûresinin 31. âyetine ve ilgili diğer âyetlerine ne derecede uygun olduğu hususunda çok dikkatli bir iç muhasebede bulunmasının, büyük lüzumu ve ihtiyacı vardır.

A’raf  Sûresi, 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsettikten sonra beyan edilmiş olması, elbette ki bu yasağın yalnız yemek ve içmekle ilgili olduğu şeklinde dar bir manâda anlaşılmasını gerektirmez. Belki yemek ve içmek, teneffüs etmekten sonra, insanların dünya hayatındaki en mühim maddî ihtiyaçları olduğundan, insana bilhassa bunlardan bahisle, bunlarla kısaca temsil edilen tüm ihtiyaçlarının karşılanmağa çalışılmasında da israfçılıkla haddi aşmaması emredilmiş olabilir.

Bununla beraber, bilhassa içinde yaşadığımız devirde, insanın yemek ve içmekle ilgili israfı, onun israfçılığında ekseriya mühim bir yer tutmaktadır. Günlük hayatımızda dikkat etsek, çevremizde bu israfçılığın çok misallerini görebiliriz. Bunun en başta gelen sebebi, Müslümanların kendileri için en başta gelen rehber olması gereken Peygamberimiz’in (s.a.s.) Sünnet-i Seniyyesini bazen terk ile, batılılaşmanın yanlış tesirlerinin altında kalmalarıdır.

Yediğimiz ekmek; Allah’ın Rezzak, Mün’im, Rahman gibi isimlerinin tecellîlerini de gösteren çok mühim bir nimettir. Dünyanın tüm ülkelerinde bu ayni şekilde kabul edilmese de, yüzyıllardır ülkemizde gıda maddelerinin başında ve büyük bir nimet olarak kabul edilmektedir. Halkımız içinde çok yaygın olan,  “ekmek” kelimesinin yer aldığı atasözlerimiz ve deyimlerimiz de bunu göstermektedir. Yemek yerken bir ekmek kırığını bile israf etmemek, yemeğin bereketinin belki de son lokmada olabileceğini söyleyen Peygamberimiz’in (s.a.s.) sünnetlerindendir. Buna rağmen son zamanlarda ülkemizde, değil bir ekmek kırığını bile israf etmemek, dehşet verici boyutta ekmek israfının olduğuna dair haberler medyamızda tekrarlanarak yer almaktadır.

Ülkemizdeki ekmek israfıyla ilgili haberlerin en son misallerinden biri, 17 Ocak 2013 tarihli bir günlük gazetede Anadolu Ajansı kaynaklı olarak manşet üstünden verilen bir haber başlığındaki “İsraf edilen ekmeklerle bir yılda 120 okul yapılabilir” yazısıyla dikkat çekilmeğe çalışılan olmuştu. Gazetenin iç sayfalarında devam eden bu haberde, Fırıncılar Federasyonu Başkanı’nın Türkiye’deki ekmek israfı ile ilgili verdiği rakamlar yer alıyordu ve bu haberde bildirilen Türkiye’de günde beş milyon adet 300 g.lık ekmeğin israf edilmesi, korkunç bir ekmek israfı rakamıydı.

Ekmek israfıyla alâkalı daha önceki gazetelerde ve dergilerde de çeşitli tarihlerde haber ve yazılar yayınlanmıştı. Bir derginin 6 Mayıs 2006 tarihli sayısında yer alan “Ekmek İsrafı” adlı dosya, tam yedi sayfaydı. Yakın bir tarihte, 29.3.2012 tarihli gazetelerde yer alan diğer bir haberde ise, TBMM ‘de kurulan ekmek israfının önlenmesiyle ilgili alt komisyonun çalışmalarından bahsediliyor ve sadece İstanbul’da 4-5 bin civarında ruhsatsız fırın bulunduğu, bu fırınlarda gramajı farklı ekmekler imal edilmesinin de ekmek israfına yol açtığı bildiriliyordu.

Ülkemizde, fakir mahallelerde dahi çöp varillerine atılmış olarak görülebilen bütün halindeki ekmekler, hakşinas insanlarda bu israftan dolayı bir dehşet hissi uyandırmaktadır. Bu şekildeki ekmek israfçılığının sebebi, nimeti verene karşı şükrü düşünmeyen bazı cahil ve gafillerin, ekmeği ancak günlük ve taze oldukları zaman yemeleri ve üzerinden sadece bir gün geçmiş olsa bile, satın aldıkları ekmeği yemeyip iade de edemeyecekleri için onu çöpe atmalarıdır. Halbuki, ekmek sadece günlük ihtiyaç miktarı kadar satın alınabilir; buna rağmen satın alındığı günde tüketilemezse, bayatlamasını geciktirmek için onu kağıtla sararak veya plastik poşet içinde buzdolabına konulabilir; daha sonra yenileceği zaman da basit bir işlemle ona tekrar ilk günkü nemi ve sıcaklığı verilebilir ve taze ekmek gibi yenilebilir.

Alındığı gün tüketilemeyen ekmekler, dilimlenip evlerin mutfaklarındaki fırınlarda veya fırında olmasa da sadece genişçe tepsilere dizilerek hava ile temasta bırakılıp kurutulabilir ve sonra peksimet gibi yenilebilir. Bundan başka, yemek kitaplarında ve gazete sayfalarında bayat ekmeklerden yapılabilecek çeşitli yemeklerin tarifleri de verilmektedir.

Allah (c.c.) insanları gönderdiği bu dünya hayatında, onları yemek ve içmeğe muhtaç kıldığından, onların zarurî rızkını da verir. Ancak, insanlara hayatı veren Allah (c.c.) olduğu halde insanlardan bazılarının Allah’ın (c.c.) müsaade etmediği şekilde diğer insanların hayatına kasdetmesi ve haksız yere onların hayatlarının sona ermesine sebeb olmaları gibi, Allah’ın (c.c.) taahhüt edip verdiği zarurî rızkın hak sahipleri eline ulaşmaması için de israfçılık, gasp ve hırsızlıkta bulunan bazı şerli insanlar vardır. Dünyada bazı bölgelerdeki açlık problemi, bununla da ilgili olabilir.

 Ekmekten başka yiyeceklerde yapılan israfın misallerini de günlük hayatta hem evlerde hem de topluluk halinde yemek yenilen diğer yerlerde yaygın olarak görmek mümkündür. Topluluk halinde yemek yerken, ortadaki tek kaptan yemek, Sünnet-i Seniyyeye uygundur. Ortadaki tek kaptan herkes yiyebileceği kadar yer; besmeleyle başlanmışsa, mü’minin artığının mü’mine şifa olacağı Hadis-i Şerif’te bildirilmiş olduğundan, ortadaki tek kaptaki yemek bitirilmemiş de olsa, başka mü’minler  Sünnet-i Seniyyeye tabi olduklarını düşünmekle onu döküp israf etmeden, ayrıca sevap alarak yiyebilirler.

Konya, Kayseri ve diğer bazı Anadolu şehirlerimizde, modern çağın İslâm âdabına uymayan bazı değişikliklerine tabi olunmayarak, halen de düğünler hem “velime” adı verilen düğün yemeği verilmek suretiyle Sünnet-i Seniyyeye uyularak yapılmakta ve hem de bu düğün yemekleri gene Sünnet-i Seniyyeye uygun olarak ortaya konulan tek kaplardan yenilmekte ve o yemekler daha sonra israf edilmemektedir.

Toplu olarak yenilen yemeklerde yemek servisi ayrı tabaklarla yapılan bazı yerlerde, bahsedilen Hadis-i Şerife göre, bilhassa maneviyat büyüğü olarak bildikleri mü’minlerin yemek artığını şifa niyetine yemek için âdeta birbirleriyle yarışan mü’minlere rastlanır. Fakat büyük ekseriyetle, devrimizin mü’minleri başka bir mü’minin tabağındaki yemek artığını, onun o yemeğe besmeleyle başlamış olduğunu bilseler de, yemek isteğini göstermezler. Bu durumu göz önüne alarak, topluluk halinde ayrı tabaklarda yemek yenilirken, eğer o yemeği yemek isteği yoksa, başlangıçta servis yapılan tabaktaki yemeği içine hiç çatal-kaşığını sokmadan geri göndermek; eğer tamamı değil de kısmen yenilecekse, gene yemeğe başlamadan onun bir kısmının geri alınmasını istemek veya sofradaki başka birisiyle tabağındaki yemeği paylaşmak, günümüzde ayrı tabaklarda yenilen yemeklerde yemek israfını önlemek için yapılabilecekler arasında olmaktadır.

Toplu yemek yenilen çeşitli yerlerde; lokantalarda, eğitim kurumlarında ve askerî tesislerde, yukarıda bahsedilen hususlara ekseriya uyulmaması sebebiyle büyük miktarlarda yemek artıkları meydana gelmektedir. Yakında bir hayvan besleme tesisi bulunduğu takdirde, yemek artıkları o tesise gönderilerek nadiren de olsa değerlendirilmekte; fakat her yerde hayvan besleme tesisleri bulunmadığından, yemek artıkları ekseriya değerlendirilmeden çöpe atılmakta ve israf edilmektedir.

Bazı ekonomi teorisyenlerinin, dünya nüfusunun artışıyla dünyadaki gıda kaynaklarının üretim kapasitelerini karşılaştırarak, dünyayı açlık tehlikesinin beklediğini söylemelerine rağmen, tüm dünyada bir günde yapılan yiyecek israfı yapılmamış olsa, tüm Afrika kıtası halkını doyurabilecek kadar olduğu da, bilimsel olarak tesbit edilmiştir.

İstanbul Üniversitesindeki öğrencilik yıllarımda bazen Bayezıt Kütüphanesine de giderdim. Kitap kataloglarına bakarken gördüğüm “Garp Âdab-ı Muaşereti” adlı ve cumhuriyetimizin ilk yıllarında yazılmış bir kitabın muhteviyatını da merak edip incelemiştim. O kitaptaki, Sünnet-i Seniyyeye uymayan çeşitli garp âdetlerinden (maalesef günümüzde de bazı Müslümanlar bunlara uyuyorlar) biri de yemeğin salçasını (sulu kısmını) yememek tavsiyesiydi. Başlangıçta yemeğini tabağına koydururken bir Müslüman, çeşitli sebeblerle, yemeğin sulu kısmının tabağına konulmamasını isteyebilir. Fakat, sulu kısmıyla birlikte yemeğin tabağına konulmasını önlemekle ilgili bir teşebbüste bulunmamışsa, tabağındaki yemeği sulu kısmıyla birlikte yemesi icap eder. Bunun aksi, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine muhalefet ve yemekte israfa sebebiyet vermek olur.   Rivayetlerde, Peygamberimiz’in (s.a.s.), tabağına konulan yemeği tamamen yediği ve tabağını sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiği bildirilmektedir. Şuurlu Müslümanlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu sünnetine de uymağa dikkat ve itina gösterirler. “Yemeği sünnetlemek” deyimi bu sebeble halk dilimizde yerleşmiştir. Maalesef toplu yemek yenilen yerlerde,  hattâ Ramazanlardaki iftar sofralarında bile,  Müslümanlar arasında bu sünnete de muhalefet edenlerin misallerine çok rastlanmaktadır. Bazıları, önlerine konulan yemekten birkaç çatal (veya kaşık) miktarı alıp yemek tabağını sulu kısmıyla da sulu olmayan kısmıyla da ileri itip, sanki tabiî bir davranışta bulunuyormuş gibi, nimete karşı israf ve nankörlük yapmaktadırlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin efsanevî avukatı Bekir Berk’in, bir defasında bir lokantada, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine ittiba etmiş olmak için yemeğini tamamen yedikten sonra, tabağını da sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiğini gören bir garson, bu yapılanın sanki “bulaşıkçılık” olduğunu îma manâsı da taşıyabilecek, biraz müstehzî bir eda ile;

“-Beyefendi, niçin tabağınızı temizlemek için zahmette bulunuyorsunuz; bizim bulaşıkçımız var.”

demesine karşılık, avukat Bekir Berk birden ciddileşip celalli bir eda ile garsona, lokantadaki diğer müşterilerinin de duyabileceği yüksek ve gür bir sesle;

“-Ben, Resulullah’ın (s.a.s.) bulaşıkçısıyım!.”

tokat gibi cevabını vermiş.

Biz de, onun bu davranışından ders alarak, kötü bir batı taklitçiliği ile hareket etmek yerine, Peygamberimiz’in (s.a.s.) yemek-içmek mevzuunda ve diğer mevzulardaki sünnetini- eğer mazur görülebileceğimiz bir manimiz yoksa– kendimiz için esas almalıyız.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, A’raf Sûresi’nin 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsedildikten sonra bildirilmiş ve israfın bu şekilde haram kılınmış olması, israfın yalnız yemek ve içmekte yapılmaması gerektiğini düşündürmemelidir. İsrafçılık, modern günlük hayatta çok yanlış bir alışkanlık halinde çok yaygın hale gelmiştir; insanların büyük çoğunluğu, içinde bulundukları israfçılık batağının farkında bile olmadan o batağın içinde yüzmeğe çalışmaktadırlar. Bunun ahretteki büyük hesap gününde görülecek zararından başka, fert ve toplum hayatındaki çeşitli zararları, dünya hayatında da görülmektedir.

Modern dünya insanının hayatının bir parçası haline gelmiş ve onunla hemhal olup ünsiyet ettiği israfçılığının tüm misalleri, kısa bir yazı hacmi içerisine sığmayacak kadar çoktur. Herkes kendisini bu mevzuda ciddî bir murakabeye tâbi tutarak,  israfçılık yaptığı mevzuları kendisi tesbit edebilir ve etmelidir.

Mesela: Yiyecek ve içecekten sonra temel ihtiyaçlarından biri olan giyecekler mevzuunda israfçılıkla hareket edip etmediğini de, insan kendi kendine sormalıdır. Allah (c.c.), verdiği nimetini kulunun üzerinde görmek ister; bu sebeble, Allah’ın (c.c.) nimetlerine çok mazhar olmuş bir kişinin insanlar arasında dilenci kılığında, hırpanî ve pejmürde kılık-kıyafetler içinde gezmesi, Müslümanların arasında da hoş görülemez. Fakat bunun yanında, maddî gelirini ve imkânlarını sarf etmek mevzuunda doğru bir sarf sırasına uyum göstermeden, üzerinde yabancı markalar bulunan giyim eşyalarına sadece o markaları için, emsallerinin 5-10 misline varan ücretler ödeyerek gösteriş yapmak da, açıkça israftır. Hem de o yabancı markalardaki isimlerin sahiplerinden bazılarının cinsî sapık bile oldukları o sektörün içinde bulunanlar tarafından söylenmektedir. O marka giyeceklere müşteri olacaklar, giyecek markasındaki gerçek şahıs isimleri sahiplerinin ahlakî kişiliklerini de biliyorlarsa, onu da göz önüne alarak o markalı giyeceklere özenti hislerini kontrol etmelidirler ve o markalı giyeceklerle gösteriş yapmaktan kaçınmalıdırlar. Buna dikkat ve riayet edilmediği takdirde, o yabancı markalı giyim eşyalarını gösteriş için çok yüksek ücretle satın almakta israfçılık ve saçıp savurma yapılmış olmanın  yanında, belki ayrıca bir manevî mesuliyet daha yüklenilmesi tehlikesi de vardır.

İslâm dininde israf, yukarıda verilen âyet mealinden de anlaşılacağı gibi kesin yasaktır ve haramdır. Allah (c.c.),  A’raf Sûresi 7/31. âyetinden başka En’âm sûresinin 6/141. âyeti ve İsrâ Sûresi 17/26-27. âyetlerinde israf etmekten ve israfçılıkta ileri giderek saçıp savurmaktan kesin olarak yasaklamakta ve böylelerinin “şeytanın kardeşleri” olduğunu, şeytanın ise Rabbine karşı çok nankör olduğunu, Furkân Sûresi 25/67. âyetinde de, mü’minlerin vasıflarından birinin  onların infak etmekte israf da cimrilik de yapmayacağı olduğunu bildirmektedir.

Yalnız, yukarıda bazı misallerini verdiğimiz, yemek-içmek ve giyinmek mevzularında değil; her mevzudaki israftan hem kendimiz sakınmalı ve hem de tesir sahamızdakilere israftan sakınmayı tavsiye etmeğe ve onlarda israftan kaçınmak ahlâkını yerleştirmeye çalışmalıyız. Çünkü israfçılık, geniş manâsıyla düşünülecek olursa, beşeriyetin en dehşetli hastalığıdır.

En büyük israf, en büyük sermayede yapılacak israf olabilir. İnsana verilen en büyük sermaye ise, onun ömür müddetidir. Ömrünü zararlı veya faydasız şeylerde israf eden, en büyük sermayesini israf ile ahretteki ebedî saadetini kaybetmekle, telafisi mümkün olmayan en büyük iflas tehlikesiyle karşı karşıya olacağını bilmelidir.

Bu mevzuyla alâkalı âyetler, hadisler ve onlardan süzülmüş manâları ihtiva eden dinî eserler, insanın ahretteki iflas haline düşmemesi gerektiğine önemle dikkat çekmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi de, Kur’an ve hadisten süzülmüş manâlar halinde,  Risale-i Nur Külliyâtının çeşitli yerlerinde israfsızlık mevzuunun önemine vurgu yapmaktadır. Lem’alar adlı eserinde Ondokuzuncu Lem’a olan “İktisatRisalesi”, “İsm-i Azam Risalesi” olarak da bahsedilen Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi ve Üçüncü Nüktesi, Yirmidördüncü Mektub Birinci Makam son paragrafı bu mevzuda verilebilecek misallerden bazılarıdır. Şualar adlı eserinde ise, “Beşinci Şuanın İkinci Makamı ve Meseleleri” başlığı altında âhirzamana ait müteşâbih (teşbihle, benzetme yoluyla ifade edilmiş) hadislerden bahsederken, ilk olarak “Birinci Mesele”de, hadiste âhirzamanda gelecek İslâm deccali olan Süfyan’ın elinin  delinecek olmasında kastedilen manânın, sefahet ve lehviyât için gayet israf ile elinde mal durmaması ve israfâta akması  olabileceğini söylemekte  ve “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli hırs ve tamâı uyandırarak, insanların o zaif  damarlarını tutup, kendine musahhar eder diye, bu hadis ihtar ediyor. ‘İsraf eden  ona esir olur, onun dâmına düşer’ diye haber verir” demektedir.

İsrafsızlığın önemini, lüzumunu iyi anlamağa çalışmak ve bu anlayışımızı hem kendi hayatımıza aksettirip hem de tesir sahamızdakilerle de paylaşarak, onları da israftan alıkoymağa çalışmak gayret ve faaliyetlerimiz içerisinde helal gıda arayışı içinde olmak da, dünya hayatımızda tüm şekilleriyle israftan sakınmağa çalışmamızın mühim hassasiyet ve uygulama alanlarından biridir ve dünya hayatımızın sonunda bizi bekleyen ebedî saadetimizin  kaybını önlemek için, dikkate alıp ona göre yaşamamamız gerekenler arasındadır.

Mustafa NUTKU

Kel, Kör ve Alatenli

BENÎ İSRAİL’DEN üç kişi vardı: biri alatenli, biri kel, biri de kör. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksatla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi.

Melek önce alatenliye geldi. Ve:

“En çok neyi seversin?” dedi.

Adam:

“Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren hâlin gitmesini!” dedi.

Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti; güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu.

Melek ona tekrar sordu:

“Hangi mala kavuşmayı seversin?”

“Deveye!” dedi, adam. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi.

Melek:

“Allah bunları sana mübarek kılsın!” deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.

“En ziyade istediğin şey nedir?” dedi.

Adam:

“Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu hâlin benden gitmesi!” dedi.

Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi.

Melek tekrar:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu.

Adam:

“Sığırı!” dedi ve hemen kendisine hamile bir inek verildi.

Melek:

“Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!” diye dua etti ve körün yanına gitti. Ona da:

“En çok neyi seversin?” diye sordu.

Adam:

“Allah’ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!” dedi.

Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti.

Melek ona da:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu. Adam:

“Koyun!” dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi.

Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu.

Sonra melek, alatenliye, onun eski hâli ve heyetine bürünmüş halde (alatenli bir adam kılığında) geldi ve:

“Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Tâ ki onunla yoluma devam edebileyim!” dedi.

Adam:

“(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!” dedi ve yardım talebini reddetti.

Melek de:

“Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi” dedi.

Ama adam:

“(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevârüs ettim!” diyerek onu tersledi.

Melek de:

“Eğer yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin!” dedi ve onu bırakarak kelin yanına geldi. Buna da onun eski hâlinde, (yani) kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti.

Melek buna da:

“Eğer yalancıysan Allah seni eski hâline çevirsin!” deyip, köre uğradı. Buna da onun eski hâli heyeti üzere (yani bir kör olarak) göründü.

Ona da:

“Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânım kalmadı. Bugün, evvel Allah, sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; tâ ki yolculuğuma devam edebileyim!” dedi.

Kör adam cevaben:

“Ben kör idim. Allah gözümü iade etti. Fakirdim, (mal verip) zengin etti” dedi. “İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!”

Melek de:

“Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı, ama diğer iki arkadaşına gadap edildi” (dedi ve gözden kayboldu).       

[Prof. İbrahim Canan’ın tercümesiyle sunduğumuz bu kıssa, Resûlullah’ın dilinden Ebu Hureyre’nin(r.a.) rivayeti olarak, Buhârî, Enbiya 50; Müslim, Zühd 10’da zikredilmektedir.]

08/12/2001

© 2012 karakalem.net, İsmail Örgen

 

Allah’ın sana ayırdığına razı ol, “insanların en zengini” olursun!

Nice insanlar vardır ki malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevî duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadır.

Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan”, ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Rivâyete göre Hz. Mûsâ, Allahü Teâlâ’dan:

– Hangi kulun daha zengindir? diye istifsarda bulundu. Allahu Teâlâ:

– Verdiğime en çok kanaat eden, buyurdu (Gazzâlî, İhyâ, 3/529).

Toplumda nice insanlar vardır ki, malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevi duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadırlar. Gözleri sürekli daha fazla maldadır. Hiç bitmeyen bir hırsla sürekli “mal” ve “daha fazla kazanma” peşinde koşarlar. Paylaşma, yardımlaşma, sadaka ve zekât gibi değerler onların semtine hiç uğramaz. Çoğu kez kendi kazandıklarından kendileri bile yeterince istifade edemezler. Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan” “paylaşmak için kavga edilen” ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Oysaki, insan için gerçek zenginlik ahiret zenginliğidir. Eğer yapılan işler ve kazanılan mal ahiret adına bir değer ifade ediyorsa kıymetlidir. Yoksa kazandığı mallar, kıyamete kadar insanın sırtında bir yük olarak kalır. Sefasını başkası çeker; sahibi ise sürekli bir ıstırap, sıkıntı ve azap çeker. Zira gözü ve kalbi aç olan kimse bütün dünyaya sahip olsa da, fakirlikten kurtulamayacaktır.

Diğer taraftan toplumda nice kıt kanaat geçinen ama “gözü tok” kimseler vardır. Bu kimselerin malları az da olsa, gönülleri zengin olduğu için, elde olanla yetinmeyi bilip şükrederler. Aslında gerçek zengin onlardır.

Hedefi ahiret olan ve Allah’ın rızasını her şeyden üstün tutan bir insan, dünyaya gereğinden fazla kıymet vermez. Servetinin hesabını bile bilmeyen nice zenginler bu dünyadan gelip geçmiştir. Hiçbirisi dünyada ebedi kalmamıştır. Peygamber Efendimiz bizleri ahiret yolcusu olmaya çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

Kimin arzusu ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakîr gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, kıyâmet 31)

Günümüzde dünyada oldukça fakir ülkelerin yanında çok geniş imkanlara sahip halkı zengin ve müreffeh devletler de vardır. Ne var ki zengin ülkelerin ekonomileri iyi olsa da, insanları mutlu değildir. Sahip oldukları onları mutlu etmemekte, sürekli yeni fanteziler peşinde koşmaktadırlar. Afrika’daki insanlar açlıktan ölürken, bu ülkelerde intihar edip hayatını sonlandıran insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Lükse, eğlenceye harcanan paralar ve yapılan israflarla bir ülke kendisi kadar ama fakir bir ülkeyi ihya edebilecek durumdadır.

Kanaat en büyük hazinedir

Bir insanın, Allah’ın kendisine takdir buyurduğu şeylere razı olması ancak kanaatle mümkündür. Kanaat, Müslümanlara verilmiş çok önemli bir huzur ve mutluluk formülüdür.

Günümüzde insanları mutsuz eden ve hırsa sevk eden faktörlerden biri, sürekli kendinden daha iyi konumdakilere bakmaları ve kendi durumlarını onlarla kıyas etmeleridir. Oysaki, kazanmanın ve zenginliğin insan açısından bir sınırı yoktur. Eğer bir insan bir hadiste ifade edildiği gibi bir vadi dolusu altını olsa bir ikincisini ister. Öyle ise bu yol, yani sürekli kendini daha iyi konumda olanlarla kıyaslama doğru değildir.

Özellikle her şeyden şikâyet eden ve sahip olduğu nimetlere karşı şükür vazifesi olduğunun şuurunda olmayan kimseler için, aslında şükür gerektiren ne çok şey olduğunu göstermesi bakımından, Peygamberimiz’in hayat tarzı bir ibret levhasıdır. Dünya kendisi hürmetine yaratılan Nebiler Sultanı’nın dünya karşısındaki duruşu, herkes için örnek alınması gereken bir husustur.

Yücel Erdoğan / Diyanet Haber