Etiket arşivi: hz. Muhammed

Sa’d Bin Muaz (Radıyallahü Anh) Kimdir?

590 senesinde, Medine’de doğdu. Müslüman olmadan önce, Medine’deki Evs kabilesinin reisiydi.  Babası Muaz bin Numan, Annesi Kebşe binti Râfi’, hanım sahabelerdendir.  Künyesi Ebu Amr, lâkabı Seyyid-ül-Evs’dir.

çölde hurma ağacıMus’ab bin Umeyr Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa’d bin Muaz’ın teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürare’nin evinde yerleşmişti. Sa’d bin Muaz  Es’ad bin Zürare’nin evinde ne yaptıklarını öğrenmesi için Üseyd bin Hudayr’ı, gönderdi.

Üseyd bin Hudayr, Mus’ab bin Umeyr’in bulunduğu eve gitti.  Kur’an-ı Kerim okuyorlardı, Kur’ân-ı Kerim ayetlerini dinleyince, kendinden geçip, “Bu ne güzel şey!” dedi. Sonra da “bu dine girmek için ne yapmak lâzımdır?” dedi. Anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, kelime-i şehâdet söyleyerek Müslüman oldu.

 Doğruca Sa’d bin Muaz’ın yanına vardı. Sa’d bin Muaz O’nu görünce “Ne yaptın yâ Üseyd?” diye sordu. “Mus’ab bin Umeyr ile konuştum, onların bir fenalığını görmedim.” dedi.

Sa’d bin Muaz, Üseyd bin Hudayr’ın bu sözleri üzerine Es’ad bin Zürare’nin yanına kendisi gitti son derece huzur ve sükûn içerisinde oturup, sohbet ediyorlardı bir kenara oturarak onları dinlemeye başladı. Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Muaz’a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyet’in esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur’ân-ı Kerîmden bir miktar okudu. O okudukça Sa’d bin Muaz’ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur’ân-ı Kerîmin eşsiz belagatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp, “Siz bu dine girmek için ne yapıyorsunuz?” dedi. Mus’ab bin Umeyr hemen O’na kelime-i şehâdeti öğretti. O da, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlûh”diyerek müslüman oldu.

 Evine gidip öğrendiği gibi gusül abdesti aldı. Sonra da kavminin toplanmasını istedi “Ey Benî Abd-ül-Eşhel, siz beni nasıl tanırsınız?” dedi. Onlar da hep bir ağızdan, “Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz.” dediler. Sa’d bin Muaz, onların bu sözleri üzerine, “O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben Müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O’nun Resul’üne iman etmenizi istiyorum. Eğer iman etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim…” dedi.

Beni Abd-ül-Eşheloğulları, reisleri Sa’d bin Muaz’ın Müslüman olduğunu ve kendilerini de İslâm’a davet ettiğini duyar duymaz hep birlikte Müslüman oldular. O gün akşama kadar Medine semalarını kelime-i şehâdet ve tekbir sedalarıyla çınlattılar. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra bütün Medine halkı, Evs ve Hazrec kabileleri İslâmiyeti kabul edip, iman ettiler. Her ev İslâm nuruyla aydınlandı. Sa’d bin Muaz ve Üseyd bin Hudayr, kabilelerine ait bütün putları kırdılar. Bu durum sevgili Peygamberimize (s.a.v.) bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli müslümanlar sevince gark oldular. Bu sebeple O seneye (m. 621) sevinç yılı denildi.

Sa’d bin Muaz (r.a.), ikinci Akabe bîatında bulunup, Resûlullah’a (s.a.v.) bîat etti. Peygamberimiz (s.a.v.) Medine-i Münevvere’ye hicret edince Sa’d bin Muaz’ı (r.a.), Sa’d İbn-i Ebî Vakkas (r.a.) ile kardeş yaptı.

 Sa’d bin Muaz Bedir Savaşı’na katılarak, Bedir Eshâbından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı’ndan sonra Uhud Savaşı’na da katılan Sa’d bin Muaz (r.a.) gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kirâm arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr bin Sa’d şehîd oldu. Sa’d bin Muaz müşriklerle yapılan Hendek Savaşı’na da katıldı.Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isabet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa’d yaralı bir halde etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddi olduğunu anladı ve “Yâ Rabbi, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsan eyle. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa beni şehîdlik mertebesine yükselt.” diye dua etti.

Peygamberimiz (s.a.v.) mescide bir çadır kurdurarak Sa’d bin Muaz’ı oraya yatırttı. Benî Kureyza yahudileri Peygamberimizle (s.a.v.) anlaşma yaptıkları halde Hendek Savaşı’nın en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan vurmaya kalkmışlardı Bu sebeple Hendek Savaşı’ndan hemen sonra Benî Kureyza yahudileri muhasara altına alındı, kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa’d bin Muaz’ı hakem olarak istediler.  Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), Sa’d bin Muaz’ı (r.a.) yattığı çadırından getirtti.

O yahudilere “Ne hüküm verirsem râzı mısınız?” dedi. “Evet, razıyız.” dediler. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınlar ve çocuklar esir alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza’dan bazı erkekler ise Müslüman olup, kurtuldular.

 Sa’d bin Muaz bu hükmü verince Peygamberimiz (s.a.v.) “Onlar hakkında Allah’ın ve Resûl’ünün hükmüyle hükmettin.” buyurdu.  Hükmü verdikten sonra tekrar çadırına götürüldü. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) yanına gelip onu kucakladı ve “Allah’ım; Sa’d, senin rızan için senin yolunda cihad etti. Resûl’ünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle…” buyurarak duâ etti.

Sa’d bin Müaz’ın yakınları onu kaldığı çadırdan Abd’ül-Eşheloğullarının evine götürdüler. O gece durumu çok ağırlaşmıştı. Cebrail aleyhisselâm Peygamber efendimize (s.a.v.) gelip “Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) hemen Sa’d bin Muaz’ın halini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamberimiz (s.a.v.) yanında Eshâb-ı kirâm’dan bazıları olduğu halde süratle Sa’d bin Muaz’ın yanına gitti. Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kirâm “yorulduk Yâ Resûlallah” dediler. “Melekler Hanzala’nın cenazesinde bizden önce bulundukları gibi Sa’d’ın da cenazesinde bizden önce bulunacaklar biz önce yetişemeyeceğiz.” buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamberimiz (s.a.v.) Sa’d bin Muaz’ın yanına gelince Onu vefât etmiş olarak buldu. Başucuna durup; Sa’d bin Muaz’ın künyesini söyleyerek “Ey Ebû Amr sen reislerin en iyisi idin. Allah sana se’âdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va’d ettiğini verecektir.” buyurdu. Onun vefâtı Resûlullah (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâm’ı çok üzdü, gözyaşı döküp ağladılar. Peygamberimiz (s.a.v.) cenaze namazını kıldırdı, cenazesini taşıdı

Eshâb-ı kirâm, Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) cenazesini taşırken, “Yâ Resûlallah (s.a.v.) biz böyle kolay taşınan cenaze görmedik” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) “melekler indi onu taşıyorlar” buyurdu. Cenazesi giderken münafıklar da kötülemek için ne kadar da hafif dediklerinde, Peygamberimiz (s.a.v.) “Sa’d’ın cenazesine yetmişbin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık halde inmemişlerdi.” buyurdu.

 Ebû Said’il Hudrî dedesinin şöyle dediğini nakletmiştir: “Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) kabrini kazanlardan biri de bendim. Ona kabir kazmaya başlayınca biz kazdıkça etrafa kabirden misk kokusu yayıldı.” Şurahbil bin Hasene de şöyle demiştir “Sa’d bin Muaz defn edilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu.”

Cenazesi kabre indirilirken Peygamberimiz (s.a.v.) kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı ve mübârek sakalını eliyle tutup çok üzüldü. Hadîs-i şerîfte “Sa’d İbn-i Muaz’ın ölümünden dolayı arş titredi.” buyuruldu.  Ebû Bekir ve Hz.Ömer’de O’nun için ağladı Sa’d bin Muaz ancak beş sene kadar Resûlullah (s.a.v.) ile beraber bulunup, daima cihad etti.. 37 yaşında olduğu halde genç olarak şehit oldu ve rahmete kavuştu.

 Sa’d bin Muaz hazretleri; “Ben üç şeyde kuvvetli olduğum kadar, hiçbir şeyde kuvvetli olmadım. Birincisi namazdadır. Müslüman olduğumdan beri başladığım hiç bir namazda, bir an önce bitirsem diye hatırıma bir şey gelmedi. İkincisi; bir cenazeye yardıma çıktığımda cenaze defin edilinceye kadar, ölümden başka hatırımdan hiç bir şey geçmezdi. Üçüncüsü; Resûlullah’ın (s.a.v.) her buyurduğunu kabul ettim, bunda hiç tereddüt etmedim.”

Allah onlardan razı olsun!

İslâm dünyasında doğmuş öyle insanlar vardır ki, Müslüman olmuş ancak iki adım dahi ilerleyememişlerdir. Bu insanları görünce Sa’d b. Muaz’ hazretlerini dahi iyi anlıyoruz.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1- Hadis ansiklopedisi,

2-resulullah.org,

3- sadbinmuaz.com,

Ammar Bin Yasir (r.a.) Kimdir?

Ammar(ra) 570 yılında doğmuştur. İslam’dan önce de Hazreti Muhammed(sav)’in arkadaşıydı. Çocukluk ve gençlik yıllarını Mekke sokaklarında birlikte geçirmişlerdir Hatice el-Kübra ile evlenmesine vesile olanlardandır.

Babası Yasir (ra)’dır , aslen Yemenlidir; kaybolan bir kardeşini aramak üzere diğer üç kardeşi ile birlikte Mekke’ye gelmiş. Kaybolmuş olan kardeşlerini bulamayınca birlikte geldiği kardeşleri Yemen’e dönmüş, Yasir ise Ebu Huzeyfe el-Mahzumî’nin himayesine girerek Mekke’de kalmış. Ebu Huzeyfe onu Sümeyye isimli cariyesi ile evlendirmiş. Ammar bu evlilikten dünyaya gelmiş ve sahibi tarafından azad edilmiştir.

Ammar b. Yasir, İslâm’la şereflenen ilk kırk kişiden, Müslümanlığını ilan eden ilk yedi kişiden biridir.

Babası Yasir ve annesi Sümeyye(ra), evlatlarının İslâm’ı kabulünden hemen sonra Müslüman olmuşlardır

Ammar bin Yasir’in annesi ve babası, Hazreti Muhammed(sav)’in akrabaları ve yakın dostları dışında İslam’ı kabul eden ilk kişilerdi.

Sırf imanlarından dolayı akla gelmedik işkencelere maruz kalırlar. Efendimiz(sav) onların yanından geçerken, “Ey Yasir ailesi! Sabredin, yeriniz cennettir.” buyururdu.

Mekke müşrikleri onlara işkence yapıp öldürmüşlerdir. Böylece Ammar(ra)’ın annesi ve babası, İslam’ın ilk şehitleridir.

Annesini ve babasını gözlerinin önünde ve işkenceler altında kaybeden Ammar(ra) müşriklerin işkenceleri altında inliyordu. Yapılan eziyetlere artık dayanamayacağını anladığı bir anda, müşriklerin teklifini kabul ederek, “Muhammed’den hoşlanmadığı; müşriklerin ilâh olarak kabul ettikleri Lat ile Uzza’nın iyiliği” konusunda bazı sözler söylemek zorunda kalır Ammar (R.A.)bütün bu olanları Peygamberimiz (sav)’e anlatıp “Perişan oldum ya Rasulallah!” deyince Efendimiz sorar:

Kalbini nasıl buldun?” Ammar cevap verir:

İman ile dopdolu.” Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyururlar:

Eğer bir daha seni yakalarlarsa aynı şekilde davran!”

İşte bu olay üzerine Allahu Tealâ şu ayeti indirmiştir:

İmana eriştikten sonra Allah’ı inkâr eden kimseye gelince: Kalbi imanla dolu olduğu halde zorla inkâr etmiş kimse değil de kalbini bile-isteye inkâra açmış olanların üzerine Allah katından bir hışım çökecek ve onların payına çok büyük bir azap düşecektir.” (Nahl/106)

Ammar b. Yasir(ra) uzun boylu, kara yağız, elâ gözlü ve geniş omuzlu bir kişi idi.

Ammar b. Yasir (ra), Bedir’de, Hendek’te, Rıdvan biatında ve Rasulullah(sav)’ın bulunduğu bütün savaşlarda O’nun ile birlikteydi.

İrtidad savaşları esnasında, Ammar(ra), yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime’nin lideri olduğu Yamama Kabilesi güçlerine karşı savaşmış bu savaşta bir kulağını kaybetmiştir.

Hicret esnasında inşa edilen ilk mescidin inşaatında bulundu. Ömrünü, Allah’a ve Rasulü’ne karşı sadakat ve hassasiyetle nakış nakış dokudu. Efendimiz (sav) onun bu özelliğine şu ifadelerle işaret buyurur: “Aranızda ne kadar daha kalacağımı bilemiyorum. (Ebu Bekr ile Ömer’i işaret ederek) benden sonra onlara uyun. Ammar’ın hidayeti gibi hidayet bulun; İbn-i Mesud’un söylediklerini tasdik edin!”

Bir başka zaman da “Ammar, her ne zaman iki iş arasında muhayyer bırakılmış ise, hep en doğru olanını seçmiştir.” buyurdu. Bir tartışma sonrasında Allah Rasulü, Ammar’ı şöyle savundu: “Kim Ammar’a düşmanlık ederse, Allah da ona düşmanlık eder. Kim Ammar’a buğz ederse Allah da ona buğz eder.”

Hz. Ömer (R.A.), Ammar’ı Kûfe’ye vali tayin etti ve Kûfe’lilere şöyle bir mektup yazdı: “Ammar’ı size emir, Abdullah b. Mesud’u vezir ve muallim olarak gönderdim. Onlar Muhammed ashabının seçkinlerindendir; onlara uyun!”.

Sıffin Savaşı’nda 657 yılında Muaviye güçleri tarafından şehit edilmiştir.

Teni yere serildiğinde 93 yaşında idi. Hz.Peygamber (sav) hayatta iken: “Sana müjdeler olsun ya Ammar! Seni azgın bir topluluk öldürecektir.” buyurduğu için, Ammar b. Yasir’in şehit düşmesi birçok kişinin uyanmasına vesile olmuştur. Huzeyme ibnu Sabit(ra) cemel savaşında Hz Ammar(ra)’la birlikte Hazreti Ali(ra)’nin safına katılmış fakat hangi taraf haklı olduğu hususunda mütereddid olduğu için kılıç çekmemiştir Sıffın’ada katılmış yine kılıç çekmemiştir, ancak Ammar (ra) şehid edilince kılıcını çekip savaşmış, bu davranışının sebebini ben kulaklarımla (aleyhissalatı vesselamın)Ammar(ra)’a “seni asi bir grup öldürecek” dediğini işittim diyerek açıklamıştır. Ammar (ra) öldürülünce artık hakikat bana zahir oldu der ilerler ve ölünceye kadar savaşır.

Ammar b. Yasir (ra), Hz. Ali (ra) Efendimiz’in kıldırdığı cenaze namazından sonra şehit olduğu yerde elbisesiyle yıkamadan defnedildi.

Allah bizleri Hazreti Muhammed (sav) efendimizin “İliklerine kadar iman ile dolu olan adam!” buyurduğu Ammar bin Yasir(ra)’in şefaatine nail eylesin. Amin..

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

KAYNAKLAR

Hadis Ansiklopedisi

Hz. Muhammed Müzesi açıldı

Es-Selam Aleyke Eyyuha-n Nabi (Sana selam olsun ey peygamber) isimli dev bir projenin parçası olarak açılan müzenin amacı Peygamber efendimizi hayatının tüm aşamalarıyla birlikte anlatmak, o dönemde başta Mekke ve Medine olmak üzere Arap Yarımadasını tüm yönleriyle aktarmak.

Projenin başında bulunan Şeyh Nasır Al Zahrani tarafından tanıtılan müze peygamber efendimiz zamanından izler taşıyor.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed dönemini insanlara anlatmak için kurulmuş müzede o döneme ait bin 500′den fazla eşya yer alıyor.

Ziyaretçilerin dönemin savaşlarından ev hayatına kadar birçok alanda bilgilendirildiği müzenin en dikkat çekici yanı ise yaklaşık bin 400 yıl öncesine ait bilgilerin son teknoloji ile sunulması…

Bilim adamları tarafından inşa edilmiş en son teknoloji ile donatılan müzenin duvarlarındaki dev ekranlarda farklı bir tur imkanı da sunuluyor.

TurkArabNews.com

En “AKILLI” İnsan Kim? Siz Ne Kadar Akıllısınız?

Bu konuda, herkes farklı görüşler söyleyebilir. Kimine göre kış gelmeden, yola çıkmadan, sınav gelip çatmadan, deprem, yangın veya sel olmadan tedbirini alan kimse akıllı insandır. Kimine göre de evlenmeden önce iyi araştırarak en doğru kararı veren, iş ortaklığından önce çok istişare eden veya gelecek on yılın bile plan-programını yapabilen insan, çok akıllıdır.

Bu kriterlerin hepsi, sadece akıllı olmanın belirtileri ve işaretleridir. Ancak, bir de birbirine zıt veya farklı görüşte olup farklı işler yapanlardan her birisi dahi, kendisinin en akıllı davrandığını zannediyor ve kendi konumunu savunuyorlar. Ötekilerini ise hâkir görebiliyorlar. Üstelik de böyle kimseler, toplumun çok büyük çoğunluğunu teşkil ediyor.

– Birkaç örnek arz edeyim: Hayatı, sadece dünya hayatından ibaret olduğunu sananlar, başkaları gibi boşu boşuna namaz kılmadıkları için, ramazanda boşu boşuna aç durmadıkları için ve bunlara benzer diğer sorumluluklara inanmadıkları için kendilerini daha akıllı sanıyorlar. Üstelik de diğerlerini hâkir görüp, sözde saflıklarını ileri sürüp, onları kınıyorlar.

Bir başka kesim de; “basit bir iğnenin veya bir çivinin bile kendi kendine olamayacağı” bilinciyle, her şeyin bir yaratıcısı olduğuna, şu koca kâinatın insan için donatıldığına, yüz binlerce bitkilerin, hayvanların, hattâ tabiat kanunlarının da bir sistem içinde insana hizmet ettirildiğine inanıyorlar. Küçük bir atölye veya laboratuarın bile bir gaye için kurulduğu bilindiği gibi, şu koca kâinatın da gayesiz ve başıboş olamayacağına tam inanıyorlar.

Bu doğru tespitlerinin ardından ise yine farklı kulvarlarda arayış içine girerek, çok farklı tanrı inançlarıyla, ona karşı şükrâne olarak bir şeyler yapılması gerektiğine de inanıyorlar.

Ancak, bunların da her biri, farklı kulvarlarda oldukları halde, kendisinin en doğrusunu bulduğuna inanıyor.

Bizzat Japonya’da gözlemlediğim Budist’ler ve Shinto’lar veya Hindistan’daki yüzlerce çeşit dini inançların mensupları dahi, her biri kendi inançlarının doğruluğuna inanıp, kendilerinin daha akıllı olduklarını zannediyorlar. Kendileriyle birebir görüşmelerimizde, bunları yakinen görebiliyoruz.

Hatta dağdaki teröristler bile, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmasalar, o kadar zahmete katlanmazlar herhalde. Kendilerine anlatılanlara inandırıldığı gibi hareket ettikleri ve evham ürünü dahi olsa, bir gaye uğruna çalıştıkları için, onlar da kendilerini akıllı sanıyor. Hattâ kendileri gibi düşünmeyenlerle, ölesiye mücadele ediyorlar.

– Peki, görüşler bu kadar çok, birbirilerine zıd ve muhtelif olduğuna göre, en doğru hareket tarzımızı, yanılmadan nasıl bulacağız?

– Kendimizin de bir yanılgı içinde olup-olmadığımızı, yani akıllı davrandığımızı nasıl anlayacağız? İşte bütün mesele bu!…

Çok önemli bir soru ve sorun, fakat cevabı da çok basit ve kolay aslında.

Ancak, Şeytan-ı Aleyhillâ’ne, insanları bu doğruluktan saptırmak için, bütün âvaneleriyle birlikte seferber oldukları için, yanılanların yüzdesi, tahminlerden çok-çok yüksek oluyor. Çünkü şeytanî tuzaklar insanlara, gerçeklerden çok daha lezzetli ve câzip gösteriliyor.

– Bu çok önemli soru ve sorunun bir nevi cevabı şöyle:

Her şeyin; gerçek mi sahte mi olduğunu açığa çıkaran birim değerler var. Her hesabın doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir “sağlama”sı var.

Meselâ: Altının, sahte veya gerçek olduğunu gösteren, hatta kaç ayar olduğunu bile ortaya çıkaran mihenk taşı, bu konuda hiçbir tereddüt bırakmıyor.

Paraların sahte veya gerçek olduğunu gösteren cihazlar var.

Bir inşaatın, binanın, köprünün veya herhangi bir tesisin çürük veya mükemmel olduğunu ortaya çıkaran teknikler, cihazlar ve hesaplar var.

Her şeyin sahte veya gerçek, doğru veya yanlış, çürük veya sağlam, hatalı veya mükemmel olduğuna dair cihazlar, hesaplar veya kriterler olur da, insanların görüşlerinin ve davranışlarının isabetli veya yanlış olduğunu gösteren kriterler olmaz mı hiç?…

***

İşte aynen bu örneklerde olduğu gibi, insanların da Hz. Adem (A.S.)’dan bu yana, şeytanın aldatıcı tuzaklarına düşmemeleri için, niçin yaratıldıklarını, bu dünyaya niçin gönderildiklerini en doğru biçimde bilmeleri için, Yüce Yaratıcı her dönemde, en ideal KRİTERLER göndermiş.

İnsanlık çoğalıp medenileşmeye başladıktan sonra da, kıyamete kadar yetecek donanımda, en mükemmel kanunlar, örnekler ve prensipler manzumesi, hattâ (navigasyon hükmünde) mukaddes bir yol haritası olan Kur’ân-ı Kerimi göndermiş.

Anlamakta zorlanmayalım, ihtilâfa düşmeyelim ve bocalamayalım diye, insanlığın en doğru sözlüsü olduğu, düşmanlarınca dahi itiraf edilen Hz. Muhammed’i (SAV) de rehber ve kılavuz olarak görevlendirilmiş. Medeniyetlerin, kıtaların ve Asırların başkalaşması nedeniyle, gelişen çağlarda da insanların bu mesajları doğru almalarını sağlayacak, ilmen de donanımlı olarak “Kutup İmamları, mezheb imamları, müctehidler ve Bediüzzamanlar” tayin etmiştir.

– İşte bizlere sağlıklı bir şekilde ulaştırılan bu KRİTERLERE, en güzel bir şekilde uyan ve “sırat-ı müstekıym” mihengine en yakın olan kişilerin, görüşleri en doğru olup ve yanılmayan akıllı kişiler olduğu, çok net bir şekilde ortadadır. Aksi halde, herkes kendi görüşünü doğru bilerek, yanılmaya devam edecektir.

Tâ ki, bu sınav bitip, kendisini sorgulanma âleminde buluncaya kadar!…

Tâ ki, ardında bıraktığı sadece 70-80 yıllık dünya sınavıyla, trilyonlarca yıllık (hattâ sınırsız, sonsuz, ebedî bir) cennet hayatını kaybettiğini anlayıncaya kadar!

Kim bilir, belki de ebedî bir Cehennemi hak ettiğini, görerek anlayıncaya kadar!…

Pek tabiidir ki o zaman, iş işten geçmiş olacak…

– İşte, ilgili Hadis-i Şerif: Kişiye sekerât halinde (yani ölüm sarhoşluğu ile can çekişirken), hak ettiği menziller (Cennet veya Cehennem) gösterilecektir.

İşte ilgili âyetler:

Mü’minûn Suresi, 99-100. Ayetler: Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” Hayır, hayır! Bu onun söylediği artık mânasız bir sözdür… (Prof. Dr. Suat Yıldırım meali.)

– En’am Suresi, 27. Âyet: Onlar (Cehennem) ateşinin karşısında durdurulduğunda, “Ah n’olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!” dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!…

Bakara S. 277. Âyet: İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler…

..İşte mutlaka karşılaşacağımız iki farklı âkıbet!…

– Bu gerçekler ışığında en akıllı insan, bu olacakları, şu sınav yerindeyken idrak ederek, lâyık-ı vechiyle âhiretini kazanmaya çok çalışan insandır.

Bir başka ifadeyle: İbadetlerini, dünya işlerinin arasına sıkıştırmaya çalışan değil, olmazsa-olmaz ibadetlerinden artan zamanda, dünya levazımatını kazanan kimse, en akıllı insandır. Çünkü insan; “Ancak ve ancak, Allaha kulluk ve İbadet için yaratıldı.” (Zâriyât Suresi, 56. Âyet.) .. Gerisi teferruât… Vesselâm.

A. Raif Öztürk

Hz. Peygamber (a.s.m) tavsiyeli 5000 yıllık tedavi: Hacamat

Bir tedavi yöntemi düşünün ki hem Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m) tarafından tavsiye edilip uygulanmış olsun, hem insanlığın bilinen en eski yöntemlerinden biri olsun, hem de hâlâ uygulanabiliyor olsun… Sanırım tüm bunlar, modern ismiyle “kupa terapisi”, geleneksel ismiyle “hacamat” tedavisinin önemini anlatmak için yeterlidir. Aslında hacamat yaptırmış ve bunun iyileştirici etkilerini görmüş birisi olarak bu yazıyı kaleme almak benim için büyük bir zevk. Çünkü faydasını gördüğünüz bir şeyi başkalarına anlatmak ve tavsiye etmek çok daha kolay ve samimi…

Her ne kadar bu tedavi yöntemini uygulamış ve faydalarını görmüş olsam da yine de bir uzmanın görüşlerine başvurmak en iyisi… Bu maksatla kapısını çaldığımız alternatif tedaviler uzmanı Dr. Muammer Yıldız hacamatla ilgili detaylı bilgiler verdi.

Dr. Yıldız’ın verdiği bilgilere göre hacamat her ne kadar 5 bin yıllık bir geçmişe sahip olsa da Müslümanlar açısından asıl önemi Hz. Muhammed (a.s.m.) tarafından hem tavsiye edilmiş olmasından hem de bizzat O’nun (a.s.m.) hacamat yaptırmış olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla hacamat Tıbb-ı Nebevi’de önemli bir yere sahip…

Efendimiz (a.s.m) bir hadis-i şerifinde, “Miraç’tan inerken hangi melek cemaatine rastlasam, ‘Ey Muhammed! Ümmetine hacamat olmalarını emret’ dediler” buyuruyor.

Efendimizin (a.s.m) hadis-i şeriflerinde hacamat önemli bir yere bir sahip. Öyle ki, hacamatın nasıl yaptırılacağı, ne zaman yaptırılacağı konusunda bilgiler veriliyor: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırmanın faydalarını ifade etmiştir.

Peygamberimiz (a.s.m), “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız! Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hakim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarında meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Hacamatla ilgili hadisler bunlarla sınırlı değil. “Damardan veya deriden kan aldırmak, tedavi olduğunuz şeylerin en faydalılarındandır” (Bağdadî, s. 45; Ebu Nuaym vr. 35 b), “Üç şeyde şifa vardır: Bal şerbeti içmekte, kan aldırmakta ve kızgın bir aletle dağlama yaptırmakta. Fakat ben dağlama yaptırmayı sevmem” (Buharî, Tıp 7/12; İbn-i Mace, Tıp 3491; Müsned 1/246.) hadis-i şerifleri bunlar arasındadır.

Dr. Muammer Yıldız, burada bir hatırlatma yaparak dağlamanın daha sonra Efendimiz tarafından yasaklandığını söylüyor. Dr. Yıldız, yine Peygamber Efendimizin (a.s.m) hacamatın kıyamete kadar devam edecek bir tedavi yöntemi olduğunu ifade ettiğini belirtiyor.

Efendimiz (a.s.m) sadece hacamatı ümmetine tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda kendisi de hacamat yaptırmıştır.

Geçmişten günümüze hacamat

Peki, Tıbb-ı Nebevi haricinde hacamat uygulamaları nasıl?

Dr. Muammer Yıldız’ın bu konuda verdiği bilgiler şöyle: Hacamatın tarihi M.Ö. 3 bin yıl öncesine dayanıyor ve günümüze gelinceye kadar 5 bin yıldır uygulanıyor. Tedaviyle ilgili ilk yazılı kaynak ise alternatif tıbbın babası sayılan ve Çin İmparatorluğu’nun kurucusu olarak bilinen Sarı İmparator’un kitabı. Hacamat tedavisini ilk dönemlerde Çinlilerin yanısıra Japonya, Kore, Hindistan, İran ve Arap toplumları da uygular. Batılı kültürler ise Mısır’dan eski Yunan medeniyetine ve Romalılara uzanan çizgide Ortaçağ’da keşfeter hacamatı. 18. ve 19. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Batı dünyasında oldukça yaygınlaşır. 20. yüzyıl başlarında etkisini kaybeden hacamat, günümüzde yeniden keşfedilmekte ve tedavide kullanımı hızla yaygınlaşmaktadır.

Nasıl faydalıdır?

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın sağlık üzerine yaptığı etkiyi şöyle anlatıyor: İnsanda iki tür damar vardır. Bunlardan birincisi ana damarlardır ki kan tüm vücudu bu damarlar sayesinde dolaşarak devir daim eder. Bu damarlardaki kan hareketli ve akışkandır.

Bir de vücudun her noktasına ulaşan ve ana damarlardan ayrılan kılcal damarlar vardır. Kılcal damarlardaki kanlar durağandır, devir daim etmez. Yani 30 yaşındaki bir insanın kılcal damarlardakindeki kan 30 yıldır oradadır.

Bir bardak içine konan su, bir hafta beklediğinde nasıl bozulursa kılcal damarlar içindeki kan da yılların vermiş olduğı birikimlerle (toksinler, zararlı maddeler) artık bozulmaya ve kan özelliğini kaybetmeye başlar.

İşte hacamatla kılcal damarlarda yıllardır biriken bu kirli kan alınarak yerine yeni ve taze kan gelmesi sağlanır.

Nasıl uygulanır?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgilere göre; hacamat, genel olarak sağlık amaçlı uygulanırken, yaptıran kişinin niyetine göre Peygamber Efendimizin bir sünneti de işlenmiş oluyor. Bunun için hacamata başlamadan önce, “Ya Rab, niyet ettim maddî-manevî rahatsızlıklardan kurtulmak için sünnet üzere hacamat yaptırmaya” diye niyet ediliyor.

Hacamat boyun ve bıngıldak hariç olmak üzere vücudun her kısmına uygulanabiliyor. Ancak 7C olarak bilinen vucudun yedi bölgesine yaptırılan ve “tarama hacamatı” olarak bilinen uygulama vücuttaki toksinlerin atılmasında ve kanın temizlenmesinde daha etkili oluyor. Bu bölgeler kılcal damar akışının zayıfladığı ve en çok kirli kanın biriktiği bölgeler.

7C bölgeleri ve uygulanan kupa sayıları şöyle:

Baş bölgesi: Bir kupa

Omuz bölgesi: Üç kupa

Sırt bölgesi: Üç kupa

Kasık bölgesi: Üç kupa

Bacakların üst bölgesi: Dört kupa

Bacakların alt bölgesi: Dört kupa

Ayak bilekleri: Dört kupa

Tarama hacamatı her bir bölge için tek seans olmak üzere yedi seansta tamamlanıyor. Seanslar arasında 2-3 gün geçmesi daha faydalı. Arka arkaya seans uygulamak kişiyi güçsüz düşürebilir.

Hacamat yapılacak bölgeye önce içinde ateş yakılan kupa kapatılarak bir nevi uyuşması sağlanıyor. Daha sonra kupa çıkarılarak uyuşan bölgede bulunan deri steril bir aletle hafifçe deliniyor. Sonra tekrar kupa kapatılarak açılan deliklerden kirli kanın akması sağlanıyor. İki kez uygulanan delme işleminden sonra son bir kez daha delik açılmadan kupa kapatılıyor. İşlemin sonunda kupa kapatılan bölge bandajlanıyor. Bu kişinin günlük yaşamını sürdürmesine engel bir işlem değil. Hacamatın hemen akabinde gündelik işlere dönülebiliyor.

Peki, hacamatı kimler yaptıramaz?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgiye göre hacamatı; diyaliz, metastas kanser, hemofili hastaları, faktör hastaları (kanama problemi olan hastalar), ileri derecede kansızlar, yeni ameliyat olanlar, PLT (tronbosit) düşüklüğü olanlar ve adetli kadınlar yaptıramaz. Hacamatın yapılacağı cilt üzerinde de problem olmamalı. Hacamat; ben, vitiligo, sedef, egzama, yara olan bölgelere de uygulanmaz.

Ne zaman uygulanır?

Hacamat uygulaması belli kurallar içerisinde yapılıyor. Ne zaman yapılacağı hicrî takvime göre ayarlanıyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu konuda şöyle buyurur: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

İbn-i Sina, el-Kanun fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) isimli meşhur eserinde bu hadislerle ilgili olarak şu şekilde görüş belirtmektedir: “Hicrî ayların başında kan aldırmak tavsiye edilmez. Çünkü vücuttaki sıvı maddeler ayın ilk günlerinde fevkalade çok ve hareketli değildir. Bugünlerde sıvı maddelerin seviyesi düşüktür. Dolunay günlerinde ise ayın çekim gücünün artması sebebiyle vücuttaki sıvı maddeler hem çoğalmış hem de hareketlenmiştir. Bu sebeple bu günlerde alınan kan kişiye zarar vermez.

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır…” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırırken aç karınla olmamızı uyarmıştır. Peygamberimiz “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız. Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hâkim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarda meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Bazı bilim adamlarına göre ayın çekim kuvveti sadece med-cezir (gel-git) hadisesiyle sulara değil, aynı zamanda insanlara, hayvanlara, meyvelere, ağaçlara topraklara, hatta madenlere dahi tesir etmektedir. Dr. Muammer Yıldız, burada aktardığı bir anekdotla ilginç bir detaya dikkat çekiyor: “Bursa’da bulunan Hüdavendigar Camii’de bulunan ağaçlar 700 yıldır çürümeden günümüze ulaşmıştır. Çünkü bu ağaçlar hicrî takvime göre ayın ikinci yarısında kesilmiştir ve bu sırada ağaçlarda hiç kurt bulunmamaktadır.

Yeniden insan vücuduna dönecek olursak, ayın ilk yarısında vücutta kan miktarı artmaktadır. Bu dönemde insanlar, kendilerini güçlü ve sağlıklı hissederler. İkin­ci yarısında ise kan miktarı azalır. Bu dönemde ise zayıflık hisseden insanların ağrıları artar. Daha geç iyileşirler. Kan dolaşımları ve bağışıklık sistemleri zayıflamıştır.

Ayın ilk yarısında (dolunay halinde) hararetle, rutubetin artmasından dolayı, damarlardaki kan çoğalır. Ayrıca dolaşımdaki kanın hızında artma meydana gelir. “Yapılan araştırmalara göre bu dönemde, ayın 11-21. günlerinde işlenen suçlarda ve cinayetlerde belir­gin artış olduğu tespit edilmiştir. Bu günlerde ayın cazibesi vücuttaki kanın hareketlenmesini ve vücudun dinç olmasını sağladığından kişiyi suç işlemeye müsait hale getirir.” (Acaibü’l-Mahlukat, s. 12-13; Marifetname, Dördüncü Bölüm, s. 98-99)

Hacamatın faydaları

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın bir çok faydası bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıralıyor:

Kılcal damarlardaki tıkanıklığı açar. Kan ve dokulardaki gaz ve toksinlerin atılmasını sağlar. Uygulanan bölgeye bağlı damarlardaki kan akımını canlandırır, besin oksijen dokulara rahat ulaşımı sağlar. Çünkü hastalıkların yaklaşık yüzde 70’i organlara düzenli kan ulaşamamasından kaynaklanır.

Kaslardaki sertliği ve ödemi çözer. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, vücuda direnç kazandırır. Dalak/karaciğer ve sinirsel/psikolojik hastalıkların iyileşmesine yardımcı olur.

Kaygı bozuklukluğu (anksiyete), depresyon ve korkulara karşı etkilidir.

Tansiyonu dengeler.

Büyü ve sihire karşı etkilidir.

Ağrılı çıbanlar, kistlerde ve tümörlerde faydalıdır. Yaralanma ve incinmede etkilidir. Vücuttaki enerji ve key (canlılık) yollarındaki akımı düzeltir.

Hareket, konuşma ve hafızanın düzelmesi için beyni canlandırır. Vücuttaki refleks noktalarını uyararak beynin dikkatini hasta organa çekmek ve vücuttaki diğer organların gerekeni yapması için emir vermesini sağlar.

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın faydalarının bunlarla sınırlı olmadığını, hacamatın kıyamete kadar sürecek bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyen Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizim için mutlak ölçü olduğunu söylüyor.

Uygulama alanları

Kanser, felç, fibromiyalji, gut, fibrosit (doku romatizması), doğum lekeleri, karpal tünel sendromu, akne, sivilce, osteoporoz, sırt/bel ağrısı, prostat, cinsel fonksiyon bozuklukları, kronik yorgunluk, gerginlik, migren, zona, hıçkırık, kronik astım, bronşit, zatürre, kurdeşen (ürtikerya), müzmin kabızlık, depresyon, akut yüz felci, yüz spazmı, lezyonlar, üst solunum yolu enfeksiyonu, öksürük, kuduz, burun kanaması, deri iltihabı, nezle, damar iltihabı, insomnia (uykusuzluk), hipertansiyon, egzama, epilepsi, obezite, kireçlenme, zehirlenme…

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi