Etiket arşivi: ilim

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı?

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı? Çocuklar, yalanla aldatılabilir mi? Kur’an’ın ilk emri ‘Oku‘dan mesaj yüklü misaller neler? Ahmed Şahin Hoca yazdı.

Işık Yayınları, “Kur’an’ın İlk Emri Oku!” kitabını, okuyucusunun istifadesine sunmuş.

Gürol Akci’nin hazırladığı 224 sayfalık kitapta Asr-ı Saadet’ten ibretlik örnekler de sıralanmış, mesaj yüklü misaller de sunulmuştur. İlgi duyarak okuduğum bu misallerin bazılarını kısaltarak sizinle paylaşmak istedim. Benim gibi sizin de etkilenerek okuyacağınızı sandığım örneklerin eksiksiz asıllarını ise kitaptan incelemek gerekmektedir.

***

Önce ilim, sonra zikir ve dua…

Hz. Adem’i meleklerden üstün kılan fark ilimdir. İlmin üstünlüğünü şu örnek olay da açıkça ifade etmektedir. Abdullah bin Amr anlatıyor:

Resulüllah (sas) Efendimiz, bir gün mescide girdiğinde iki yanda iki grup insan gördü. Bir grubu ilimle meşgul oluyor bir grubu da dua ve zikirle iştigal ediyordu. Buyurdu ki:

Bu iki grubun ikisi de hayır üzeredirler. Ancak onlardan birisi diğerinden daha hayırlı bir meşguliyet içindedir. Çünkü onlar ilimle meşgul oluyorlar, hem kendileri öğreniyor hem de başkalarına öğretiyorlar. Diğerleri de zikir ve dua ile meşguller. Zikir ve dua da ilimle birlikte olursa aynı değerde olur.

Bundan sonra kendisi de ilimle meşgul olanların içine girip oturarak buyurdu ki:

Ben de ilimle meşgul olan bir muallim-öğretmen olarak gönderildim. Bir saat ilimle meşgul olmak, uzun zaman nafile ibadetle meşgul olmaktan hayırlıdır…

İlmin de faydalısı faydasızı olduğuna işaret eden Efendimiz (sas), duasında şöyle niyazda bulunuyordu:

Allah’ım! Faydasız ilimden, ürperme hissinden mahrum kalpten, doymak bilmeyen nefisten, kabule layık olmayan duadan Sana sığınırım!

***

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı?

Bir adam mescide gelerek Allah Resulü’nden (sas) cihada gitmek için izin istedi.

Efendimiz (sas), adama sordu: Hizmetine muhtaç annen baban var mı hayatta?

Adamın, evet var, demesi üzerine buyurdu ki:

Öyle ise senin cihadın, yardıma muhtaç anne-babana hizmette bulunman, onların kalplerini gönüllerini kazanıp dualarını almandır!..

***

Çocuklar, yalanla aldatılabilir mi?

Abdullah bin Amir, çocukluk günlerinden kalma bir hatırasını şöyle anlatıyor:

Resulüllah (sas) Efendimiz, bir gün bize gelmişti. Ben de çocuktum, oynamak için dışarıya çıkıyordum. Annem beni yanına çağırarak, ‘Gel bak sana ne vereceğim!’ dedi. Bunun üzerine Resulüllah (sas), ‘Çocuğa ne verecektin?‘ diye sordu. Annem de, ‘Hurma verecektim‘ deyince şöyle hatırlatmada bulundu: “Eğer söz verdiğin şeyi çocuğa vermeyecek olsaydın, onu yalanla aldatmış olma günahına girmiş olurdun. Sana bir yalan günahı yazılırdı. Dikkat edin, çocuklarınızı yalanla aldatmaya alışmayın.

Yalan söyleme konusunda Efendimiz’in ikazları çok şiddetliydi. Buyurdu ki:

Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Biz de, ‘Ver ya Resulellah‘ dedik. Bunun üzerine buyurdu ki:

İlk en büyük günah Allah’a şirk koşmak, sonra anne-babaya itaatsizlikte bulunmak, sonra da yalan söylemek, yalancı şahitlik etmek. Bu son günahı söylerken iki dizi üzerine gelip tekrarlayarak buyurdu ki: Yalan söylemekten sakının, yalan söylemekten sakının!.. Bu sözünü o kadar çok tekrarladı ki, artık susmayacak sandık!..

***

Deniz suyu ile abdest alınır mı?

Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:

Beni Müdliç kabilesinden gelen bir adam şöyle sordu:

Biz bazen gemide uzun yolculuk yapıyoruz. Bu sırada yanımızdaki su ancak içmemize yetiyor. Bu durumda deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?

Allah Resulü buyurdu ki: “Alabilirsiniz. Denizin suyu temiz, içinde yeni ölen balığı da helaldir.”

****

Kadınların mescidde özel vaaz günü isteği…

Ebu Said el Hudri anlatıyor:

Kadınlar, erkeklerden ayrı olarak bize bir gün tayin etseniz de biz de o gün gelip sorularımızı sorsak, bilmemiz gerekenleri öğrensek, dediler.

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.s), hanımlar için özel bir gün tespit etti. O günde mescidde toplanarak istedikleri soruları sorup ihtiyaçlarını öğrenme imkânına kavuştular, bilgilerini çoğalttılar.

İnsan ve İlim

Kâinattaki varlıkların her biri kendisinin bir ilimle, bir irade ve şuur tarafından tanzim ve teşkil edildiğini göstermektedir. Eşyadaki bu ilmin varlığının keşif edilmesi ancak akıl gözüyle olabilmektedir. Tıpkı eşyanın görülmesi için ışığın gerekli olduğu gibi. Eşyanın bu kadar sanatlı ve hikmetli yaratılması ancak sonsuz bir ilimle mümkündür.

Etrafımıza dikkatle baktığımız zaman görürüz ki, her şey ilimle yapılmıştır. Atom altı parçacıklardan galaksilere kadar her şeyde yaygın bir ilim vardır ve bu ilimleri keşfetmekle uğraşan “parçacık fiziği”nden “astronomi”ye kadar sayısız bilim dallarının varlığı, yüksek ve derin bir ilmin varlığıyla mümkündür. Varlıkların her birinin tam bir nizam ve intizam içinde en hassas ölçülerle yapılmış olmaları, bir ilmi gösterir. Çünkü intizam ile, ölçü ile, tartı ile iş görmek, kuvvetli bir ilim ile olur.

Varlıkların meydana gelmesindeki harika kolaylık mükemmel bir ilme işaret eder. Çünkü bir işin kolayca yapılması, ilim ve irfan ile olur.

Meselâ bir kişi tavukların yediği ot, hububat, vs gibi şeylerden bir yumurta yapmayı keşfetse, herhalde kendisi takdir ve hayranlıkla anılır ve günlerce iftiharla ilmin ulaştığı yüksek seviyeden ve insan aklının harikalığından bahsedilirdi – bunu yapmak için kocaman ve pahalı bir fabrika kurmak gerekse bile. Ama nedense akıl ve ilim konusunda hiç bir iddiası olmayan tavukların, sanat ve ilim harikası olan yumurtayı küçücük vücutlarında ışıksız bir ortamda, hem de el değmeden ve de hijyen olarak yapıyor olmaları, nedense kimsenin dikkatini çekmiyor. Çünkü o kadar kolay yapılıyor ki, âdeta aniden hiç yoktan var oluveriyor.

Hele belli sıcaklıkta tutulan yumurtanın karanlık kabuk içinde hiç el değmeden cisimleşmiş bir sanat ve ilim şaheseri olan bir civcive dönüvermesi, yine akılları aciz bırakan derin bir ilme işaret eder. Keza toprağa ekilen bir çekirdeğin, sonsuz bir kolaylık içinde, bir ağaç olması ve toprak ham maddesinden yapraklar dokunup meyveler yapılması – meselâ nar tanelerinin hiç de hijyen olmayan şartlarda, inci taneleri gibi pak ve temiz olarak tam bir nizam içinde yerlerine dizilmeleri ve beyaz tüllerle ayrılmış kümelerin biyolojik olarak parçalanabilen bir malzemeyle ambalajlanıp dallarda teşhir edilmeleri – hayalinden bile aciz olduğumuz sonsuz bir ilim, irade, ve kudretin varlığı konusunda şüphe bırakmaz.

Prof. Dr. Yunus Çengel

Peygamberler, Dönemin Darwinistleri İle Fikri Cihad Etmiş, Kan Dökmemişlerdir

Cihad, Allah’ın dinini tebliğ etmektir ve en büyük farz ibadettir. Tarih boyunca tüm elçi ve peygamberler, bulundukları kavme Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmış, onları azaba karşı uyarmışlardır. Hiç bir peygamber cihatında asla kan dökmemiş, zorlama ve baskı uygulamamış, fikri olarak mücadele etmiştir. Yalnızca Hz. Muhammed (sav) müşriklere karşı savaşmak zorunda kalmış ve 23 yıllık peygamberlik dönemi boyunca yalnızca 2 ay savaşmıştır. Yaptığı savaşlar da taarruza yönelik değil, savunmaya yönelik olmuştur.

Hz. Nuh (as)’dan Hz. Muhammed (sav)’e kadar bütün elçi ve peygamberlerin ortak özelliği, dönemlerinin Darwinist, materyalist zihniyetleri ile mücadele etmiş olmalarıdır. Bu mücadelelerinde kan dökmemiş, akılcı taktiklerle vicdanları harekete geçiren fikri mücadele vermişlerdir. Yine Allah’ın emri ile tarihin en azılı kafiri olan Firavun gibi azgınlara dahi yumuşak ve güzel sözle tebliğ yapmış ve kimseye şiddet ve baskı uygulamamışlardır.

“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor.”
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 43-44)

Örneğin Hz. İbrahim putperest bir kavimde yaşıyordu ve kavmi, tıpkı günümüz Darwinistleri gibi Allah’ı bırakıp uydurma yalanlara tapıyorlardı. (Hz. İbrahim) Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizler neye tapıyorsunuz? Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah’tan başka ilahlar istiyorsunuz? (Saffat Suresi, 85-86) Hz. İbrahim inkarcı topluluğu kendinden uzaklaştırdıktan sonra kavminin tapmakta olduğu putların yanına giderek ”…yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye. (Enbiya Suresi, 58)

Hz. İbrahim’in, putların sadece birini sağlam bırakmış olmasının da önemli bir hikmeti vardı. Putlara bunu yapanın Hz. İbrahim olduğunu anlayan kavmi ondan intikam almak için onu arayıp buldular ve ilahlarına bunu neden yaptığını sordular. Hz. İbrahim ise “Hayır” dedi. “Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.” (Enbiya Suresi, 63) Müşrikler, Hz. İbrahimin bu akılcı tebliği üzerine  putların konuşmaya güç yetiremeyeceğini ister istemez düşündüler ve anladılar. O güne kadar bu taş parçalarının hiçbir gücü olamayacağını anlatan Hz. İbrahim’e inanmayan bu insanlar, onun bu hikmetli planı ile bu gerçeği kavradılar. Ancak Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler... (Neml Suresi14)

Tüm peygamberler tıpkı Hz. İbrahim gibi akılcı taktiklerle, dönemlerinin darwinist zihniyetlerine karşı fikri mücadele vermiş ve asla şiddete ve zorlamaya başvurmamışlardır. Hz. Nuh da 950 yıl kavmine tebliğ yapmış, ancak bu süreçte asla kan dökülmemiştir. Hz. Hud, Ad kavmine, Hz. Salih Semud kavmine tebliğ yapmış, düşmanca tavırlarla karşılaştıkları halde  kan dökmemişlerdir. Hz. Musa Firavun gibi bir zorbaya yumuşak ve güzel sözle Allah’ın dinini tebliğ etmiş, Firavun’un baskılarına rağmen onunla savaşmamış, kan dökmemiştir.

Tıpkı şu anki evrimcilerin iddia ettikleri gibi Firavun da canlılığın Nil’in çamurlu sularında başladığını iddia etmekteydi. Hz. Musa, dönemin darwinistleri ile mücadelede Allah’ın yardımı ile galip gelmişti. Firavun’un büyücülerinin ilüzyonlarına karşı asasını attığında asa, büyücülerin ilüzyonlarının hepsini yutan bir yılana dönüşmüştü. Tıpkı günümüz evrimcilerinin sahte çizimler ve makaleleri ara fosil gibi göstermeye çalışması ve 350 milyon Yaratılışı ispat eden fosilin tüm sahtekarlıkları yutması gibi…

Hz. Süleyman da, güneşe tapan Sebe kavmini uyarırken kararlı ve akılcı yöntemler kullanmıştır. Materyalist zihniyetteki insanların etkilendiği zenginlik, ihtişam ve gücünü Allah yolunda kullanmış ve tebliğinde asla kan dökmemiştir.

Hz. Muhammed (sav), neredeyse tamamen bozulmuş ve yozlaşmış bir kavme gönderilmiştir. O devirde insanlar ahlaki değerlere önem vermiyor, şeytanın etkisi altında olduklarından her türlü günahı işleyebiliyorlardı. İnsanlar Allah’a  iman etmiyor, putlara tapıyorlardı. Tıpkı günümüzdeki evrimcilerin tesadüf putunu ilah edinmeleri gibi. Dönemin azgın müşrikleri, peygamberimize ve müminlere tuzaklar kurmuş ve saldırıda bulunmuşlardır. Hz. Muhammed ve yanındaki müminler de Allah’ın izni ve emri ile müşriklere karşı kendilerini savunma amaçlı savaşmak durumunda kalmışlardır.

…Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)

Kuran’da tüm peygamber kıssalarında bildirilen tebliğ yöntemi akılcı taktikler, iman hakikatlerinin anlatımı ve materyalist felsefelerle mücadele üzerine kurulmuştur. Tüm elçi ve peygamberler fikri cihad etmiş ve silah kuşanıp kan dökmemişlerdir. Bu kıssalardan elbette hepimizin alması gereken hisseler vardır. Öncelikle darwinizmle mücadeleyi önemsiz görmeden, peygamberlerin sünnetine uyarak bu sahte teoriyi akılcı taktiklerle yok etmemiz gerekir. Çünkü şu an yaşayan müminlerin mücadele konusu, dönemin putu olan ‘Evrim Teorisi”dir.

Müslüman kardeşlerimizin yaşadıkları zulmün sebebi darwinist-materyalist felsefeler ve yobaz zihniyetlerdir. Bu zulüm ancak fikri mücadele ile son bulur. Bunun için silah kuşanmak yerine bilim ve bilgi ile kuşanıp fikri cihad etmek gerekir. Zira 100 milyon kişiyi öldürseniz de, geride aynı zihniyette milyonlarca insan olduğu unutulmamalıdır. Kafaların içindeki fikirler değişmedikçe o kafaları koparmak çözüm değildir.

Dünya üzerinde yaşanan zulmün temelini oluşturan bu felsefe ve akımlara karşı tek silahımız ilmimiz olsun.  İslam’ın ışıl ışıl, sade, sanata ve bilime önem veren, adaletli, hoşgörülü, akılcı ve herkesi kavrayan bir din olduğunu tüm dünyaya tebliğ edelim.

Zaman, İttihad-ı İslam zamanıdır.

Zaman, İslam’ın dünyaya hakim olma zamanıdır.

Zaman, fırsat varken ecirleri toplama zamanıdır.

İslam dünyaya zaten hakim olacaktır.

Önemli olan, bu şerefli görevin bir ucundan tutmak, Allah’ın ipine sarılıp Kuran’la mücadele vermektir. Buna bizim ihtiyacımız vardır.

İbrahim Akın

www.NurNet.org

İlmin ve Alimin Değeri

Yüce Rabbimiz buyuruyor: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[1] Yani Allah katında alimler önemli ve değerlidir.

Neden? Âlimleri değerli kılan nedir? Bu sorunun cevabını da yine Yüce Rabbimiz vermektedir:

-“Çünkü kulları içinde Allah’tan (gereğince) korkan, (Allah’ı layıkıyla seven, sayan) ancak ve ancak âlimlerdir.”[2]

Bunun içindir ki Sevgili Peygamberimiz: “Sizin Allah’ı en iyi bileniniz benim, dolayısıyla Allah’tan en çok korkanınız da yine benim!”[3] buyurmuşlardır.

Ebu Hanife’ye isnad edilen şazz bir kıraatte, Allah lafzı merfu okunur ve mana şöyle olur: “Allah (cc), sadece âlim kullarına saygı duyar, yani değer verir.

Bu izahlarda insanları hakir görmek değil, herkesi ilme ve âlim olmaya teşvik etmek hedeflenmiştir.

ÂLİMLER PEYGAMBERLERİN VARİSLERİDİR.

Ebû’d-Derdâ da (r.a) diyor ki: Ben Allah’ın Peygamberinden işittim; buyurdular ki:

Her kim bir yola girer ve onda ilim isterse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, yaptıklarından hoşlandıkları için, kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah’tan yardım ve bağış dilerler. İlim sahibinin Âbid’ten (ibadet edenden) üstünlüğü, ay’ın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Âlimler, Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir.“[4]

Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir.[5]

Âlimim diyen, bildikleriyle yetinen cahil kalır. Cahilim diyen, bildikleriyle yetinmeyen ve ilim yolunda koşan da âlim olur.

Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuşlar ki:

İlim hazinedir. Anahtarı ise soru sormaktır. Öyleyse Allah size merhamet etsin sorun. İlimde üç kimse mükâfatlandırılacaktır. Söyleyen, dinleyen, tutan.”[6]

“Malikî mezhebinin dışında kalan her üç mezheb köpeği “necisü’l-ayn=tam necis” kabul eder. Yani köpek bütünüyle necistir, pistir, derler. Dolayısıyla evlerde bulunması doğru değildir. Ancak köpek kelb-i muallem olursa yani kendisine av avlama öğretilmiş ve koyunları bekleme eğitimi verilmişse böyle bir köpeğin ağzına alıp getirdiği av yenir. Sürtünüp dolaştığı yerler temiz kabul edilir ve evde bulunması sakıncalı olmaz.

İmam Fahruddin Razî bu hususu şöyle yorumlar: “Bir köpek bile ilimden sadece av avlama işini öğrenir ve necisülayn olmaktan çıkarsa, hatta bir evin aile fertlerinden biri haline gelirse, ilim öğrenen insanın nasıl zirvelere ulaşacağını varın siz kıyas edin.”[7]

İlmin azalması ve kalkması kıyametin alametlerinden sayılmıştır. Şöyle ki: “İlmin kalkması, cehaletin her yerde görülmesi, zinanın yaygın hale gelmesi, içkinin içilmesi… kıyametin alametlerindendir.”[8] Bu dehşetli ortamlardan kurtulmak için ilme ve âlimlere şiddetle ihtiyaç vardır.

HER ON SEKİZ KİLOMETREDE BİR ÂLİM

Mescid-i Haram’da insanlara vaaz veren bir âlimden dinlemiştim. Diyordu ki: “Her on sekiz kilometrede bir âlim bulundurmak şeairdendir. Yani olmazsa olmazlardandır. Bu âlimleri bulundurmak, kollamak, korumak Müslümanların boynunun borcudur.

Hadis-i şerifte: “İnsanlara iyiliği ve güzel yolu öğreten âlim ölünce göğün kuşları, yerin hayvanları ve denizlerin balıkları ağlar.”[9] buyurulmuş.

Aleyhissalatu vesselam yine buyurmuşlar ki: “Allah’ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun. Senin halifelerin kim ey Allah’ın Rasûlü? Demişler. Buyurmuş ki benim sünnetimi ihya eden, yolumu ve ahlakımı Allah’ın kullarına öğreten âlimlerdir.”[10]

İslam’ı ihya etmek için İlim peşinde olan her kime ölüm gelirse, cennette onunla peygamberler arasında sadece bir derece kalır. (Peygamberlik makamına bu kadar yaklaşmış olur.)”[11]

Bir İslam âlimi, bin tane ibadet eden abidden şeytana daha büyük sıkıntı verir.”[12] Onun için şeytanın en nefret ettiği kimseler âlimlerdir. Çünkü onları kolay kolay tuzağa düşüremez. Kötü emellerine âlet edemez.

İLMİNÜSTÜNLÜĞÜ

Şeyh Sadi Şirazî’nin Bostan ve Gülistan’ında şöyle bir kıssa vardır:

Âriflerden biri, tekkede arkadaşlarıyla yaptığı sohbeti ve arkadaşlığı bırakarak medreseye geldi. Dedim: “İlim adamıyla kendisini dîne veren insan arasında ne fark vardır ki ibâdetle meşgul olanları bırakıp ilimle meşgul olanların arasına katıldın?” Dedi ki: “İbâdetle meşgul olanlar ‘Gemisini kurtaran kaptandır’ diyenler gibi dalgalar arasından kilimini kurtarmaya çalışır kendisini düşünür. Bu berikiler yani kendisini ilme verenler ise denize düşüp boğulmak üzere olanları kurtaranlardır.”

Aslında tekkeyi ve medreseyi birbirinden ayırmamak lazımdır. Tekkede medrese, Medresede de tekke olmalıdır. Yani tekke ilimsiz, medrese takvasız olmaz. Olmamalı. İlim yapıyorum diye beş vakit namaz terk edilmez. İbadet edeceğim diye de ilim ihmal edilmez.

ULÜ’L-EMR

Yüce Rabbimiz, âlimlerin yerini ayette üçüncü sırada gösteriyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’a itaat edin, Rasûlüne itaat edin, bir de sizden olan ulu’l-emre itaat edin.”[13] Razi, ayette geçen ululemrden maksadın, en doğru görüşe göre âlimler olduğunu söylemekte ve şu fetvayı vermektedir: Meliklerin (hükümdarların) âlimlere itaati vaciptir, ama âlimlerin yanlış icraatta bulunan meliklere itaati vacip değildir. [14] Çünkü âlim, ilmi; sultan dünyayı temsil ediyor. İlmin dünyadan üstün olduğu da inkâr edilmez bir hakikattir.

BİR ÂLİM İÇİN EN BÜYÜK AZAP

Ebu’l-Esved ed-Düelî demiş ki:

“Bir alime azap çektirmek istiyorsanız onu cahillere (kadirbilmezlere) arkadaş edin.”

İşte böyle kadirbilmezlerin arasına düşen alimlerden biri de Ruhu’l-Beyan tefsirinin sahibi İsmail Hakkı Bursevî’dir. (1137/1725)

Tefsirini 23 senede tamamlayan bu zat, halden anlamayanların, kadirbilmezlerin kötülemelerine, iftiralarına ve su-i zanlarına maruz kalmış, çok üzülmüş ve şu sözü söylemeye mecbur kalmıştır:

“Nasıl kurtulur o insanlar ki Allah onlara nasihat eden, ders yapan bir arkadaş vermişken; onlar onu kendilerine toslayan bir boynuz zannetmişler, ondan kurtulmanın gayreti içine girmişlerdir.”

HOCASININ ELİNİ ÖPMEK İSTEYİNCE

Muhyiddin Arabi ders aldığı hocasının elini öpmek istemiş. Hocası öptürmek istememiş. Muhyiddin israr edince, hocası:

-Evladım, bizim dinimizde el-etek öpmek yok, bilmiyor musun? Deyince Muhyiddin:

-Hocam sizin vazifeniz elinizi öptürmemek, benim vazifem de ne pahasına olursa olsun size saygı duymak ve elinizi öpmektir. Çünkü sizin benim üzerimdeki hakkınız ödenmez.” diyerek bir gerçeği ortaya koymuştur.

Üstad Bediüzzaman da: “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” demiştir. Demiştir ama böyle dediği için de milyonlarca insan tarafından beğenilmiş ve takip edilmiştir. Herkes kendisine yakışanı yapmıştır.

Mevlana Cami’nin hacca giden talebelerinden bazıları, hacdan sonra hocalarını ziyarete gelmişler:

-Efendi Hazretleri, demişler, hacca gitmeden önce sizin anlınızda bir nur görüyorduk, şimdi onu göremiyoruz. Yoksa bizden sonra size bir hal mi oldu? Mevlana Cami:

-Evet bir şey oldu ama evlat, bana değil, galiba size bir şeyler oldu. Siz, benden aldığınız ilim, irfan ve feyizle bir noktaya geldiniz. O aşk ve heyecanla hacca gittiniz. Gittiniz ama bununla beraber ucup hastalığına yakalandınız. Kendinize ve amelinize güvendiniz. Yani kendinizi hocanızdan daha büyük, daha doğru görmeye başladınız. Bu ucup ve gururunuzdan dolayı daha önce görmüş olduğunuz nuru artık göremez oldunuz.

Allah, heva ve hevesten, havalara girmekten, feyiz kaynağını, vel-i nimetini, her yanıldığında doğruları söyleyecek âlim vezirini unutmaktan ve unutulmaktan bizi korusun.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

[1] Zümer, 39/9

[2] Fatır, 35/28

[3] Bkz. Müslim, Sıyam, 79

[4] Buhari, İlm, 10; Ebû Davut, İlm, 1; Tirmizi, İlm,19; İbn Mace, Mukaddime,17.

[5] Seyûti, el Câmiu’s saiğr, nr 10026; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l- İlm, nr. 139.

[6] El-Maverdî, Ebu’l-Hasen, Edebü’d-Dünya ve’d-Din, 54

[7] Fahrurrazî, Tefsir’l-kebir, II, 193-194

[8] İbn Mace, Kitabü’l-Fiten, 25

[9] Fahrurrazî, Tefsirü’l-Kebir, II, 180

[10] Aynı yer

[11] Aynı yer

[12] Tirmizî, V, 48

[13] Nisa, 5/59

[14] Razî, I, 179

Bediüzzaman Padişaha Nasıl Boyun Eğmedi?

Saray’da bir tören düzenlenmişti. Dönemin padişahı Sultan Reşat’tı. Bu törene zamanın diğer âlimleriyle birlikte o da davet edilmişti. Bediüzzaman, bu davete, kendisine özel yerel kıyafetiyle katılmak istedi: Ayağında çizmesi, belinde kuşağı ve hançeri, başında da ucunu omuzlarına kadar sarkıttığı sarığı. Ona, hiç olmazsa bu tören süresince diğer âlimler gibi cübbe giymesini rica ettiler. Israrlar üzerine, bir cübbe giyerek Saray’a öyle gitti.

Şeyhülislâm, âlimler, bakanlar, yüksek rütbeli komutanlar ve üst düzey memurlar “saçak” öpeceklerdi. Padişahın oturduğu tahtın yan tarafından ipekten yapılmış bir kumaş sarkıtılmıştı. Saçak öpme merasimi başladığında, kimi bu saçağı, kimi padişahın eteğini öpüyor, kimi de baş eğip gerisin geri çekiliyordu.

Sıra Bediüzzaman’a gelmişti. Bediüzzaman yerinden çıktı, dik ve vakur adımlarla yürüyerek Padişahın önüne kadar geldi. Eli göğsünde “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi ve Sultan Reşat’ın önünden geçerek gitti.

Padişah şaşırmıştı. Bu eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Yanındaki paşaya sordu: “Kim bu adam paşa? Beni mahalle muhtarı mı sandı? Niçin böyle selâm etti?

Paşa eli önünde bağlı bir halde: “Efendim, bu zâtın lakabı Bediüzzaman, ismi Said’dir. Çok yüksek bir ilmi vardır. Çok da izzetlidir. Feleğe baş eğmeyen biridir.

Sultan Reşat kısa bir süre düşündü. Durumu kavramıştı. Zaten âlimlere büyük saygısı ve sevgisi olan biriydi. Böyle bir âlim ise onun daha çok ilgisini çekmiş, takdirini kazanmıştı. Herkesin duyabileceği bir şekilde şunları söyledi Sultan Reşat:

Ben şimdiye kadar ilmin izzetini koruyan pek az insan gördüm ve tanıdım. Gerçek âlim, işte böyle olmalıdır.

Bu olaydan sonra Bediüzzaman’la Sultan Reşat samimi iki dost oldular ve pek çok şey paylaştılar.

Ömer Faruk Paksu