Etiket arşivi: iman

Neden ‘fasıklar’ sapar?

Allahu’l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah’ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü’minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: “Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez…” buyruğunun bir yanı “Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!” manasını fehmimize taşırken, diğer yanı “Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!” manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ tenzih ediyor, hem de eserlerini ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü’minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah’ın zatına ve ‘kâfirin bozuk değerler yapısına’ bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah’ın yaratışına ve ‘sanatındaki üstünlüğe’ nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, ‘kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir’ veya ‘onlara kıymet verir’ olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse ‘eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.’

Yani, birisinde Kur’an’ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur’an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler…” buyurulurken ise mü’minin sahip olması gereken ‘teslimî uyanıklığa’ bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah’a iman etmiş olmakla mü’min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü’minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe’nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur’anî ifadesiyle) “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!” diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah’a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah’ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü’min denir. Mü’min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü’min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü’min der ki: “Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz.” Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan “Allah böyle misal vermekle ne murat eder?” cümlesi, bir arayışı değil, “Bu şey değersizdir!” önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi “Bu da nereden çıktı şimdi?” gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab’a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman’la Ebubekir Sifil Hoca’nın münazarasında ‘sinek kanadı hadisini’ bir türlü kabullenemeyen Taslaman’ın “Sinek pistir!” cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah’ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin ‘varlığına’ dair değil ama ‘içeriğine’ dair böylesi bir sorgulamayı mü’min de yaşar. Fakat mü’minin zemini farklıdır. Mü’min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. “Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?” der gibidir bu soruş. Mü’min ise “Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?” diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin ‘varlığından’ emin ancak ‘keyfiyetine’ meraklıdır.

Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır…” buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman’ın 2. Lem’asına ve orada geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var…” cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman’ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da ‘günahlara müptelalık’tır. Fasığın imanı varsa da Allah’ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe “Keşke bu iş günah olmasa!” demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da ‘sapmak’ için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi:Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.” İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat’a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

Ahmet AY – risalehaber.com

Adaletsiz takvâ mümkün müdür?

Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.

Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.

Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde, tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)

Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.

Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.

Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkar karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.

Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.

Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.

Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.

Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)

Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.

Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.

O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…

Metin KARABAŞOĞLU – Risale Haber

Kimlerden uzak duralım?

Şehvetlerinin peşine düşenler, sizin de büsbütün yoldan çıkmanızı ister.
Nisâ Sûresi, 4:27

Bir öncekiİ âyet-i kerime, Allah’ın bize yakıştırdığı ve bizi iletmek istediği yolu bildiriyordu:

Bizden öncekilerin yolu. Kendilerine Allah’ın nimetler bağışladığı bahtiyar kulların yolu.

Bu âyetin şu cümlesi ise, yolumuz üzerindeki bir tehlikeden söz ediyor. Bizi yoldan çıkarmak, hem de büsbütün çıkarmak isteyenlere dikkat çekiyor. Ayrıca bu düşmanın eşkâlini de tarif ediyor:

Şehvetlerinin peşine düşenler. Nefsanî arzularının ardına takılan ve bu arzuları tatminden başka bir hayat amacı taşımayan kimseler.

Daha başka bir âyet-i kerime, bu kimseleri, “heveslerini tanrı edinenler” olarak tanımlamaktadır.[1] Bu âyette de, onların yolu Allah’ın murad ettiği istikamet ile tezat teşkil edecek bir şekilde dikkate sunulduğuna göre, buna, insanları hak dinden alıkoymak için düzülmüş bir bâtıl din olarak bakmak doğru olacaktır. Bu bâtıl dinde şehvetler tapınma merciini teşkil etmekte, nefsin emrettiği herşey tıpkı bir tanrı buyruğu gibi yerine getirilmektedir.

Tabii, bu bâtıl dini yayma ve insanlar üzerinde egemen kılma gayretlerini de yabana atmamak icap eder. Furkan Sûresinin âyeti, şehvetperestliğe bir bâtıl din olarak atıfta bulunurken, Nisâ Sûresinin âyeti, onların aldatmalarına karşı iman ehlini uyanık bulunmaya çağırmaktadır.

Hem şehvetlerinin peşine düşen, hem de kendi sapıklığıyla yetinmeyip başkalarını da yoldan çıkarmaya çalışan bir anlayış, bugünkü Batı uygarlığının temelinde yatan şeyin ta kendisidir. Dünya hayatını en kutsal bir mevkie çıkaran anlayış bundan başkası değildir. Hayatı bu fani dünyadan, insanı da nefisten ibaret sayan bu uygarlık, etkisi altına aldığı kitlelere yegâne hayat amacı olarak nefsanî arzuların tatminini göstermiş, onları şehvetlerinin peşine düşürerek yoldan çıkarmıştır.

Bu uygarlığın propaganda araçları olan medyanın neyi savunup neye karşı çıktığına dikkat edilecek olursa, sürekli bir şekilde insanları yoldan çıkarma çabası içinde bulundukları ve hiç kırılmayan bir çizgi halinde bu yolu izledikleri apaçık ortaya çıkar. O kadar ki, bir yerde bir ahlâksızlığa karşı bir önlem alınacak yahut bir sınırlama getirilecek olduğunda, bunların, en temel insan hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi karşısında bile göstermedikleri bir tepki ile ortalığı savaş alanına çevirdikleri çok görülmüştür.

Ne yazık ki, bu çabaların sonucu, toplumların ahlâk değerlerinde sürekli bir aşınma olarak ortaya çıkmaktadır. Bundan yirmi, otuz, elli veya yüz sene önce akıllardan bile geçmeyen hangi davranış ve telâkkilerin bugün olağan hale geldiğini, hattâ standart teşkil ettiğini hatırlamak, bu aşınmanın istikrarlı bir seyir izlediğini göstermeye yeter. Evet, şehvetlerinin peşine düşenler, sadece kendi sapkınlıklarıyla yetinmiyor, insanlığın da bütün bütün yoldan çıkmasını istiyorlar.

Buna karşılık, hiç şüphesiz, iman ve hidayet ehlinden de beklenecek çabalar vardır.

Herşeyden önce onlardan beklenecek şey, kendilerini kimin nereye çağırdığını bilmek, dostunu ve düşmanını ayırt etmektir.

Fakat onlara da bu kadarı yetmez.

İnsanları yoldan çıkarmaya çalışanların çabalarından geri kalmayacak bilinçli ve sürekli bir çaba da onların omuzlarına yüklenmiş bir görevdir. Çünkü bizzat kötülükten uzak durmak ve iyilik yapmak kadar, toplumda kötülüğü önlemek ve iyiliği yaymak da İslâm dininin ihmal edilmesi caiz olmayan bir esasıdır.

— ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Furkan Sûresi, 25:43. Bk. Âyetler ve İbretler: 4, 14. Bölüm.

Yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın

Çok mu fazla şey istiyoruz birbirimizden? İnsan insana bu yüzden mi yük geliyor? Fazla değil bence. Fakat önceliklerimiz karışmış. İnsan insanın gözünde gizemini yitirmiş. Aşkla ve hayretle arada bir uyansa da sonra tekrar ülfete bağlanıyor. Ölüyor. Beşiktaş’ın kazanması yanında yeğenimizin maç kazanmasının bir ehemmiyeti yok. Bilmem hangi lokantada yenen meşhur kuru fasulyenin sıradışılığı karşısında evdeki kuru fasulye çaresiz.

Her ne ki, sıradanlaşıyor, artık öncelik sırasından çıkarılıp ‘önemsenmez’ listesine alınıyor. İnsan garanti gördüğü şeyi önemsemez. Parçası saydığı şeyi ayrıca bir dikkatle kollamaz. Birşeyin ‘hep öyle olduğunu’ ve ‘ister istemez öyle olacağını’ düşünüyorsa dua etmeyi bırakır onun için. Peki iman duayı nasıl tetikler? İman, bir yönüyle, hayattaki hiçbirşeyin Allah öyle dilemedikçe ‘ister istemez öyle olmayacağının’ farkında olmaya yaslanır. Bunda yaşanacak şuur açıklığının arttırılması eylemidir iman. Talimidir namaz, oruç ve diğer ibadetler. İradî farkındalıklarla (farkına varmaya zorlamalarla/hatırlatmalarla) uyanıklığın refleks haline getirilmesidir. Fakat bu şuurdan uzaklaşıp deterministleştikçe, yani herşeyi sebep ve sonuç ekseninde ele aldıkça, imanın şu güzelliği kendini gizler ve dua dilimizi terk eder. “Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Hem meselâ, sair umur-u lâzımeye muhalif olarak, yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünkü vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicap olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im, Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.

Bu, insan adına kendi fıtratından bir uzaklaşmadır. Bakara sûresindeki ifadesiyle katılaşmadır. Kalplerin katılaşmasıdır. Katıyı, sıvıdan ‘aldırmazlığı’ ile de ayırabilirsin. Sıvı, içine atılan taşa, hatta en küçük bir dokunuşa veya bir yerden bir yere taşınışa tepki verir. Bir şekil alır. Yüzünüze heyecanlı bir damla sıçratır veya dalgalanır. Sürekli genişleyen bir tebessüm eder. “Bana dokunduğunu hissettim!” der. Ama katı… Katı, ona kıyasla çevresine kibirle bakar. Daha az etkilenmek daha güçlü olmaktır sanır. Halbuki insanın hilkatindeki bir üstünlükten bahsedeceksek, bu üstünlük ‘hissetmezlik’te veya ‘değişmezlik’te değil, alınganlıktadır. İnsanın da dörtte üçü sıvıdır. Tıpkı dünya gibi…

(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.

Sevilmeyen ve sevmeyen insanların tabiatlarının sertleştiğini düşünüyorum. Çünkü sevmek de sevilmek de daha kolay etkilenir olmayı/yumuşamayı içinde barındırıyor. Birisinin kalbine girmesine, ona ihtiyaç duyarak, izin veriyorsun ve o artık içerideki domino taşlarını istediği gibi devirebiliyor. Büyük yetki!

“Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın…” derler ya, bunda bir hakikat var. Aslında her aşkta bu sır var. Tendeki katılığın terkidir âşık olmak. Belki bu yüzden, etkilenmemeyi güçlülük sayanlar için korkulacak birşeydir. Ve bu yüzden bir erkek kadın kalbindeki gücü anlayamaz. ‘Şefkat kahramanlığı’ nedir bilemez. Kadın onun için hep kendisine kıyasla aciz bir canlıdır. Çok fazla alınır. Çok fazla endişelenir. Çok fazla umursar. Çok fazla düşünür. Çok fazla dahil olur. Çok fazla vehmeder. Çok fazla… Bu ‘aşağı’ olmanın delili mi peki? Fakrın penceresinden bakarsan, ağaç taştan, insan ağaçtan daha zayıftır. Çünkü ihtiyaçları daha çoktur. Ama aynı zamanda daha da kıymetlidir.

Duygularımız, hatta onun öncesinde ihtiyaçlarımız, bizim dünyaya dahil oluş biçimlerimiz. Muhtaçlığımız kadar bilme şeklimiz var. Arzumuz kadar hayalimiz. Duygularımız kadar etkilenişimiz. Allah ‘muhtaç ederek’ bize öğretiyor. İhtiyacı olmayanı terbiye edemezsin. Güneşin doğuşu kadar bize ‘garanti’ gelseydi yağmur onun için dua eder miydik? Dışımızdaki dünyayı renkleriyle ayırabiliyoruz. Yedi renk ve onların belli oranlarda karışmalarından oluşmuş ara renkler. Duygular da yine bu tarz bir işlev görüyor bizde. Kızıyoruz, seviyoruz, nefret ediyoruz, hoşlanıyoruz, neşeleniyoruz. Hepsi birer renk. Ve her bir varlık bu misalî âlemde bir renge bürünüyor. Bu renk ve duygu benzerliğinden dolayı belki de kederi-siyaha, hüznü-sarıya, masumiyeti-beyaza benzetiyoruz.

Erkeklerde ‘duygularını belli etmeme’ bir ölçüye kadar mazur görülür. Daha çok içerde yaşamayı severler hâdiseleri. Taşırmak istemezler. Taştığında zayıfladığı zannına kapılır. Daha evvel hiçbir evladının başını okşamadığını söyleyen bir sahabiye Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaptığı uyarıda da bu vardır sanki: “Allah senin kalbine merhamet koymamışsa ben ne yapabilirim?” Bir çocuk başını okşamakla olsun, duygularını belli etmenin zaaf olduğunu düşünen erkek, namazda veya duada Allah’a kendini nasıl açık edecektir? Kula teşekkür etmeyen Allah’a nasıl şükredecektir? Nasıl Rabbine içini dökecektir, böylesine talimsiz. Yine belki bu yüzden annemin dilini dilimden daha dualı bulurum. Ben ondan daha çok Allah’a dair okuma yapmışken (ki onun okuma yazması da yoktur) o benden daha çok Allah’a düşkündür. Çünkü o paylaşabilir. Ben erkeğim. Benim duvarlarım var. Ben hâlâ korkuyorum.

Hatırlayalım. Eşler arasındaki gerilimlerin en büyük nedenlerinden birisidir: Kadın gün boyunca yaşadıklarını veya düşündüklerini anlatır da anlatır. Bir sonuca varabilmek için değil, sırf paylaşmış olmak için, anlatır. Bu erkek için tamamen yabancı bir düşünme biçimi. Birşey sırf ‘paylaşmış olmak için’ nasıl anlatılır? Bir sonuca götürmeyecekse, bir yere varılmayacaksa, daha doğrusu zâhiren görülen/elde edilen bir kârı yoksa, bir eylemin erkek için anlamı nedir? Yoktur. Veya çok azdır. Paylaşmak araçtır erkek için. Kadın için amacın ta kendisi. Bu yüzden erkek sıradanlaştırdığı veya parçası saydığı kadının anlattıklarını daha az önemser. (Nitekim evlendikten sonra erkeğin değiştiğini söyleyenler de aslında bunun şokunu yaşayanlardır.) Önemsememek hem karizmatik hem kırıcıdır. Dost alınır. Düşman şaşırır. Kimi dinlediğinle ortaya çıkıyor biraz da kimde dinlendiğin. En iyisi, yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın. Hayret etmeyi bırakma ki duyacakların bitmesin.

Ahmet AY – risalehaber.com

İmanlı ile imansızın kar ve zararları

İmanlının kârı ile imansız kimsenin zararını aşağıda anlatmaya çalışacağız.

İmansızlar inanmayabilirler. Ama kesin olarak, insan sonsuz bir hayata namzettir. Ölümden sonraki hayatta, İmanla ameli birleştirenin yeri, sonsuz bir cennet olduğu gibi, imansızın ve inanıp da amel ile Müslümanlığını ispat etmeyen, ibadetlere yanaşmayanın da yeri, ebedi bir hayatta cehennem azabını çekmektir. Örnek vererek bunun ispatına çalışacağız:

Ağırlık kilo ile uzunluğu metre ile sıvı maddeler litre ile deniz yüzeyini mil ile uzayda ki boşluk ise ışık yılı ile ölçülür. Güneşin ışığı bize 8 dakikada gelir. Dünyamızın güneşten uzaklığı ise: 148.000.000 KM’dir.

Şimdi 8 dakikalık mesafe bu kadar olursa, onun saati, günü, ayı, acaba ışık yılı kaç kilometre olur. Yani bir ışık yılının mesafesi rakam ile tarifi mümkün değildir! Fezada milyarlarca galaksi mevcuttur.

Şimdi! Bütün bu feza boşluğunu buğday taneleri ile doldursak, bu buğday tanelerinden bir tavuk her gün değil, senede bir tane alsa Bu buğdaylar mı biter, yoksa ebedi hayat mı biter?!!! Evet, kardeşler çok fazla uzar, fakat gün gelir buğday taneleri biter, ama ebedi hayat hiç bir zaman bitmez. Yani insanlar için hazırlanan cennet hayatı de, Allah korusun cehennem hayatı de hiçbir zaman bitmez.

Evet, toprağı şehit kanıyla yoğrulan bu memlekette yaşayıp, Allaha ve ahret gününe inanmayanlar bulunuyor ve bir kısmı İbadete hiç yanaşmayıp Müslüman geçinen benim erkek ve hanımların hallerine çok acıyorum. Onlara acıdığım için, 75 yaşında olduğum bu yaşta belki onlardan hangisinin kurtulmasına sebep olurum diye, onlara ara sıra e-mail ve slaytlar gönderiyorum. Gönderdiklerimden biri çok mühim olan bu yazımdır:

Allah’ın rahmet ve lütfu ile cennete girebilenler iki kazanç temin ederle ki:

1- Cehennem gibi şiddetli bir azaptan kurtulabilirler. Ki cehennemin en hafif azabı, ayağın altına bir kor ateş konulur, şiddetinden beynin lok lok diye ses çıkararak kaynar.

2- Allah’ın lütfu ile onlara ihsan edilen cennet hayatıdır ki: Faydasının derecesini ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, orada lezzetlerin çeşitleri ile lezzetlenip mutlu bir vaziyette olacaklar. Orada yokluk yok, hastalık yok, huri kızları ve hizmetkârlar çok. Uzakta bir meyveli ağaç görsen onun meyvesini yemeye arzu ettiğin zaman meyve ağacı sana meyveyi getirir, buyurun der. Sen meyveyi dalından koparır koparmaz, hemen onun yerine başka meyve olur, senin bu meyveler biterse ondan mahrum kalırım endişeni kafandan silmek için Allahın Rahmeti orada öyle tecelli eder. Oradaki hareket ise “ruh hiffetinde ve kuvvetinde hayal sur’atında” olacaktır.

Cehennemlikler de iki büyük zarar görmüş olurlar, zararlarının şiddet dereceleri tarif edilmez:

1- Cennet gibi mutluluğunun tarifi mümkün olmayan bir zenginliği kaybederler.

2- Cehennem gibi acısının sonu olmayan bir azabı hak etmiş olurlar.

Şimdi bu zararları hak eden imansızlar, ve imanını ibadeti ile ispat etmeyen erkek ve hanım kardeşlerim. Yukarıda saydığım acıları erkekler kendileri düşünsünler.

Ben Laik devletlerin fazla istismarına uğrayan hanımlarla konuşacağım: Ah benim hanım kardeşlerim kökü batıda olan Laik sistem sizleri çok kötü kullanıyor, sizleri ticaret ve reklam malı yapmış! Benim kız kardeşim! Bu azabı nazara almadan, Namazını kılmaz, arkadaşları gülmesin diye vücudunu ve başını örtemez. Hay gidi ahret hayatını veresiye gören akıllı geçinen akılsızlar. Hiç kimse sizden 10 lira yerine 100 lira alamıyor demek aptal değilsiniz, demek kafanız çalışıyor. Kafanız çalıştığı halde nasıl kıyafetinizle Bulgar gavurunun hanımına benzemeye tenezzül ediyorsunuz. Deneyin bakalım bir Bulgar gavurun hanımına İslam tesettürünü giydirebilir misiniz? Asla. Sizin açık saçıklığınızın günahı şahsi günah değil, 1 k.m lik yolda kaç erkek size şehvet nazari ile baktı ise günah kazandılar. Hepsinin günahı kadar siz günah kazandınız. Çünkü sebep sizsiniz.

Aman kardeşlerim! Ne olur bir an önce yaptıklarınıza pişman olup Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışın. Yoksa inanın ki ahret pişmanlığı çok acıdır. Sizi çok seven, bazen halinize ağlayan kardeşiniz.

Abdülkadir Haktanır