Etiket arşivi: mehmet çetin

Nefis, Akıl ve Vicdanımla Muhasebe

Çok zamandır sesli/sessiz dillendirmeye çalıştığım bu muhasebem, nefis-akıl-vicdan arasında geçerken iradem de klavyeye dokunarak size iletilmesine vesile oldu.

Kırk yılı aşan Risale-i Nur Külliyatının mütalâasında anladığım ile anlatılmak istenilenin muhasebesi hep terlediğim, sıkıldığım ve cevap veremediğim hesaplaşmadır. Üstadımın söyledikleri uyguladıklarımla ne kadar örtüşüyor?

Tabiat gezilerinde gördüğüm bir çiçeğin üzerinde tecelli eden o muhteşem Esma-i İlâhi’yi davranışlarımda ne kadar tezahür ettirebiliyorum ki muhteşem tezahürün adını bile kullanamıyorum burada! Kaldı ki o çiçek üzerinde tecelli eden esma sayısız iken hâla üç beş isimden ötesini anmaya ve anlamaya geçemiyorum. Bu taraftan da satırlara bile yazdırılan “kırk yıldır Külliyatı okuyorum” diye ilânım da var ama işte mütalâam ortada.

BedizzamanUhuvvet ve ihlâs düsturlarını neredeyse ezbere yakın anlatırken uygulamada bu satırda bile ihlâsı kaçırdığımı fark ettiniz mi? Ümitsizlik vermek için anlatmıyorum bunları, zira muhatabım siz değilsiniz ki! Doğrudan muhatap nefsim olduğu için ona ümidi nasıl verebilirim sorarım şimdi size? Nefsin temize çıkarılmaması lazım, esasından hareketle kardeşler arasında kendimi ne kadar kusurlu gördüm, iftiharda kendimi ne kadar geri çektim, bilemiyorum! Hizmette önde ücrette geride olma prensibi tozlanmaya çoktan başladı.

Üstadın, ele geçen ekonomik imkânların Nurların intişarına kullanılması tavsiyesini bir emir olarak nasıl anladım veya uyguladım acaba? Sattığı koyunların parasını Haşir Risalesinin bastırılmasına sarf eden rahmetli Tahirî ağabey bugün bana ne demek istedi? Dükkândaki sermayenin biraz daha fazlalaşmasını beklerken, arabamın modelini yükseltirken, evin eşyasını değiştirir, ev ve yazlığı en iyi yerde ararken kırk yıldır İktisat Risalesindekilerle beraber Üstadın “azami kanaat, azami fedakârlık,…” diye devam eden azamîlerin ruhsatını mı tercih ettim acaba?

Risale-i Nur’a talebeliğin ilk beş şartı olan; sünnete tabi olmak, farzları yerine getirmek, kebâiri terk etmek ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmak esaslarından son ikisini atlamamaya ne kadar muvaffak olabildim?

Uhuvvet Risalesinin sonundaki gıybet bahsini okurken gıybet ve dedikodularımla haramdan sakınmada sınıfta kaldığımı üzülerek gördüm.

Yapmaya çalıştığım ibadetlerime güvenen ucbumla, haramdan sakındıracak kadar Allah’tan korkmamın yeterli olmadığını nefsime bir türlü anlatamadım. Sonra da kalkıp âleme nizam vermeme ne demeli?

Yok, yok! Bu böyle gitmemeli! Bu gaflet nereye kadar sürmeli idi? Bu muhasebem çareye yönlendirmelidir. Nefsimin aciz ve sürekli kusurlu olduğunu bilmeliyim. Evvelâ nefsimi günahlardan arındırmalıyım ki kurtuluşa ereyim. Harama hassasiyetimi etkin kılmalıyım. Her şeyin fâni olacağını unutmazken kendimin, nefsimin de bir gün fâni olacağını aklımdan çıkartmamalıyım. Ama Rabbim haydır, bakidir hem birdir. Dolayısıyla benim zannettiğim bütün kemalât O’ndan birer ihsandır. Kemalim, kemalsizlikte, kudretim aczde, zenginliğim fakirliğimde saklıdır.

Mehmet Çetin

Asrın İmamını Tanımamak

Bazı hatıraların kayda değer hususlarından dolayı zaman ve zemini uygun oldukça hatırlanması faydalı olmaktadır. Zaman ve zeminini size bırakarak faydalı olacağını ümit ettiğimiz bir hatırayı paylaşmak istedik.

Namaz tesbihatının ardından mescidin karşısındaki işyerimden dışarı çıkan cemaati seyrediyorum. Uzun sakallı yaşlı bir amcaya etrafındakilerin hürmeti dikkatimi çekti. Baktım, rahmetli babam da aralarında. Kimdi bu amca? İçimden “Gelseler de bir ikindi çayı ikrâm etsem ve sohbet etsek.”geçti. O günlerde Yenice Köy’de “Baba” diye tanınan zatın oğlu çok anlatılıyordu.

Anlaşılan babam davet etmiş ki doğruca dükkâna geldiler. Çayların dağıtılmasını fırsat bilerek babama doğru eğilip usulca kim olduğunu sorduğumda, “Yenice Köydeki…” lâfını yarı kestim. Hemen:

Hocam, ziyaretinize gelmeyi arzu ediyordum ama burada nasip eden Rabbime hamdolsun. Size açmak istediğim bir derdim var, dedim.

Hoca merakla,

-Buyur evladım, dedi.

-Hasanoğlan Öğretmen Okulunda yatsı namazını koğuşta kılarken rahatsız olan birisi,Her şeyi Allah yaratıyor, diyorsunuz. Peki, Allah’ı kim yarattı?”dedi. Bu arkadaşa ne cevap vermemiz lazım?, dedim. Tövbe estağfurullah çektikten sonra,

Lem yelid ve lem yuled, dedi Hoca.

Hocam, dediğinizi bu gençlere nasıl anlatacağız? Arapçası yok, en kötüsü imanı yok.

-Ama evladım, Allah’ın ayetinde böyle yazıyor.

-Eyvallah Hocam, ama zamanın gençlerine bunları nasıl anlatacağız? Bunların dilinden bir şeyler anlatmak lâzım. Hem size bir şey daha sormak istiyorum.

-Buyur, deyince devam ettim:

Kur’an-ı Kerim’in her asırda tefsirini yapacak bir müfessirin geleceği söyleniyor. Bu asrın insanı olarak bize de gelmesi lazım. Biliyor musunuz böyle bir müfessiri, dedim. Yardımcı olabilir misiniz?

Hayır, evladım deyince uzatmadan,

Ben Risale-i Nur Külliyatı’nı ve Bediüzzaman Said Nursi’yi biliyorum, deyince

Evladım, sen zaten kaynağını bulmuşsun, beni niye yoruyorsun, dedi.

Allah rahmet eylesin, etrafındaki Müslümanlara faydası çok olan Hocamızla geçen bu hatıra benim nazarımda çok ibretlidir. Zamanın imamını tanımamanın ne kadar büyük eksiklik olduğunu yaşayarak anladım.

Mehmet Çetin

20.10.2015 Bostanlı İzmir

Dördüncü Mesele’deki Dâvâ

Risale-i Nur tahlillerinde telif sebebi ve hadisesi önemli olurken zaman, zemin ve makama da dikkat etmek gerekir.

Her bir kelime ve kavramı muazzam itina ile kullanan Bediüzzaman, o günün güncelindeki kelime, konu, kamuoyu ve meşguliyetlerden de uzak kalmamıştır. Bahsettiği imanî meseleleri ders verirken muhatabın anlayacağı dilden, kullandığı kelimeden yani hayatın içinden misaller getirir, kelime ve kavramlar kullanır. Bunların da her türlü mana ve makamına dikkat eder. İşte “dâvâ” kelimesi de bunlardan bir tanesidir.

Denizli Hapsinin bir hatırası olan Meyve Risalesi’ndeki Dördüncü Mesele’de geçen “dâvâ” ifadesi çok rikkatli çağrışımlar yaptırır, her okuyuşumda.

Denizli Mahkeme ve Hapishane dönemi, Eskişehir mahkeme safhasından daha farklılık arz eder. Bu defa ülke genelinden toplarlar Nur talebelerini. Sapı ehl-i iman olan bir baltanın şikâyeti ile harekete geçen ikbal hırslı savcının girişimlerindeki zamanlama çok mânidardır. Her ikisinin de “dâvâ”sı farklı idi. Kastamonu’dan Barla’ya varıncaya kadar nerede bir Nur Talebesi varsa hepsini toplayarak azılı katillerin olduğu soğuk ve büyük koğuşlarda iç içe dâvâları sıraladılar.

Güz mevsiminin son zamanları ki yaklaşan kış, Anadolu’da çok çetin geçer. Anlaşılan, Denizli Hapishanesinin koğuşlarındaki Nur Talebelerinin bu kış aylarında imtihanları da çok zor geçecek. Tarlada kalan mahsullerin ambara, yayladaki hayvanların ahıra alınmasına fırsat bile verilmedi.          

Gariban insanların sıkıntısı içeride de devam eder. Mahkemede beraat ettirecek bir dâvâ vekili lazımdı onlara. Dışarıdaki iş, evdeki eş kendilerini beklerken Üstad ise dâvâyı uzatıyor, müdafaa hakkını sonuna kadar kullanmak istiyor ki dâvâ duyulsun. Mahkemede İman kalesi Ayet-ül Kübra’yı dâvâsına bir delil olarak savunan Bediüzzaman, hemen tahliye istemeyip meşgul oldukları dâvânın ülke gündemini işgal ederek yer almasını istemekte. Böylece Ülke, bütünüyle Risale-i Nur’dan haberdar olacaktı. Dâvâ umumi olarak yankı bulacaktı. Dâvâ vekili Risale-i Nur’a dikkat çekilecekti.

Kur’an hattını okuyamayan gençlerin Osmanlıca yazılı olan Risaleleri okuyamaması Üstadın ayrı dertli bir dâvâsı idi, mânâ âleminde. Nihayet Latin harfle basımı ruhsatını alır almaz Talebelerine yazılması talimatını verir. Ancak Kur’an hattına sadakatle devam etmek isteyen ağabeyler ile Üstadın talimatına uymak isteyen ağabeyleri de ayrı bir dâvâ beklemekte idi. Burada Risale-i Nur’un umuma ulaşması dâvâsı ehemmiyet kazandığından ilk olarak Ayet-ül Kübra’nın yeni harfle basımı yapılır ve gençler dâvâ ile tanışır. Onlar da bu vesile ile anlar ki kabre imanla girme dâvâsı gerçekten çok önemli imiş. Bir an önce tahliye olmayı bekleyen içerideki büyükleri için de dâvâ çok önemli idi. Hem dışarıdakilerin ve hem de içeridekilerin dâvâsında beraat ettirecek kuvvetli bir vekil gerekli idi.

Evet, fevkalâde sıkıntıda olan hapishanedeki Nur Talebelerini savunacak bir dâvâ vekili lazımdır. Kabre imanla girip girememe imtihanı karşısında da çok kuvvetli bir dâvâ vekili lazımdır. Üstada sadakatle her talimatını harfiyen ve itinayla yerine getirene de istikametli bir dâvâ vekili gereklidir.

İşte Üstad bu eserinde dâvâ kelimesini vekil kavramını öyle yerinde ve zamanında kullanmış ki herkese ilaç olmuş. Hem o zamandaki Talebelerine ve hem de istikbaldekilerine.

Mehmet Çetin

Dil Hâkim mi, Hadim mi?

Bediüzzaman Hazretleri kuvve-i zaika diye ifade ettiği dilin ideal anlamda kullanılmasına fevkalâde ehemmiyetle dikkat çeker.

Dil, İlahi rahmet olan gıdaların tadılmasında müfettişlik vazifesiyle beraber; kelimelerin tanzim ve ifadesi vazifesinde kalbe, ruha, akla ve şuura tam bir tercüman ve santral olmaktadır. Bazen bir kısım manaların ifadesinde aciz kaldığı veya sükûtuyla ifade ettiği, konuşmadan konuştuğu halleri ki çok müstesna ifade şeklidir. Bu son ifade şekli çok yüksek zevatın ahvali olduğu gibi birbirini seven iki kişinin de dili kullanmadan göz ve kalp dili ile haberleştiği bir keyfiyettir.

Biz bu mütalâamızda Üstadın üst düzey anlamdaki hem kullanım alanlarına ve hem de sorumluluklarına dikkat çekmek isteriz. Kaldı ki Altıncı Söz’de “Ey dil, iyi tat!” diye sorumluğa ikaz eder.

Dil, hem ikrarı ve hem de inkârı dışa vuran uzvumuzdur. Bu noktadan imanın kemâle yükselmesi dilin kontrol altına alınarak kullanılması ile mümkün iken küfrün tedennisi de dilin hâkimiyetine girerek olmaktadır.

Gıdalar dil ile tadılır, mideye gönderilerek sindirilmesi ile vücudun besin ve enerji ihtiyacı karşılanır. Dilin imtihanı işin başında başlıyor. Allah’ın rahmet eserleri olan gıdalardan dil ile helâl olanları tadılmalıdır. Bu işlem iktisatla yapılmalıdır. Helâl gıdanın iktisatla alımı doğrudan kalbin, aklın ve ruhun istikametini büyük ölçüde sağlamaktadır.

İşte Bediüzzaman Hazretleri bu noktada: “kuvve-i zaika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var.” ifadesiyle manevî şükrün olabileceğini söyleyerek bu hakikatlere işaret etmektedir.

Haram ve iktisatsız alınan gıdanın kalbin ve ruhun kemaline faydası beklenilmez. “ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir.”, ifadesiyle gafletten kurtulmayan, ruhen terakki etmeyenin dili ön plana alarak adeta dilin zevk ve hatırı için harama helâle dikkat etmeyip israf ederek yiyen ve içenleri anlatır. Bunlar akıl, kalp ve ruhlarının sağlığını ve istikametini bozdukları için manevi şükür noktasına erişemezler. Fakat hakikî şükür ve kalp ehli olan hakikat ehli insanların dili, İlahî rahmetin mutfağındaki sayısız gıdalarına hem nâzır ve hem de müfettiş hükmündedir. Dildeki gıdaların sayısınca tad alma özellikleriyle o nimetlerin çeşitlerini besmeleyle tadıp ve tartarak değerlendirir âdeta manevî şükre çevirip mideye ve bedene haber eder. Bu bağlamdaki dil sadece maddî cesede bakmıyor. Kalbe, ruha, akla dahi baktığı için midenin üzerinde hükmü var, makamı vardır. Onların huzur ve istikametine hadimdir.

Burada dikkat edilecek özel nokta ise şudur: İsraf etmemek şartıyla ve sırf şükür vazifesini yerine getirmek ve İlâhi nimet çeşitlerini hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir.

Bediüzzaman’ın bu izahlarının ardındaki son cümlesi dikkat çekerek ayrı bir araştırmaya davet eder: “Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir.”

Mehmet Çetin

mehmetcetin.de

Dersli Hatıra..

Tevazu ve mahviyeti gereği isminden bahsedilmesini istemeyen değerli Hocamız ile Beyşehir’de görüştük. Bütün ömrünü Kur’an’ın okunması hizmetine adayan çok değerli bir Hoca Efendiye talebelik ile vesile olduğu Kur’an Kurslarının hizmeti ve idaresi istikametinde sürdürmektedir. Takvalı, meşgul olduğu hizmet ile çok ilgili, İslamî ilimlerde kendini yetiştirmekle kalmayıp hâlâ okumaya âşık muhterem bir insan.

İslâm’da Kuyumculuk kitabımız vesilesi ile görüşmüştük. Sohbetimizden hatıra kalması niyetiyle tespitlerin ikisini nakletmek istedik.

Sultan Alâeddin Keykubat idaresi altındaki beldelerden olan Alanya yaylası köylerinden birinden geçerken su kaynağında bakraçlarını dolduran kadınları görür. Birinden su ister. Kadın suyu verirken üzerine yanındaki çam ağacının sızan balından bir miktar koyar. Sultan balın farkına vararak yanlışlıkla konulmuş olacağını düşünerek balı dışarı atar ve içer. İkinci sefer istediğinde aynı balın konulmuş olduğunu görünce sebebini sorar. Kadın, at sırtında terli olacağından dolayı soğuk olan kaynak suyunu içtiğinde hastalanmaması için çam ballı suyu ağzında süzerek ısıtıp yavaş içmesini sağlamak niyetiyle yaptığını anlatır. Bu izahtan çok memnun olan kadına “Dile benden ne dilersen”,der.  Kadın ise;“Sağlığınızı istemekle beraber adamlarımız çalışmaya gidiyorlar. Biz de burada bez dokuyoruz. Ancak bezden alınan vergi belimizi büküyor.”der. Bunun üzerine Sultan fermanı şöyle yazdırır:

Çamlarınız kurumasın.

Güzeliniz farımasın.

Suyunuz ısınmasın.

Bezden vergi alınmasın.

Diğer tespitimiz şöyle: Hz. Ömer’in (ra) musîbete bakış açısı son derece isabetli ve ibretlidir. Üç noktadan musîbeti bir nimet olarak gördüğü nakledilir. Gelen musîbetin dine değil de kişiye gelmesini bir nimet olarak görür. İkincisi olarak musibet gafleti dağıtıcı, doğru yola ulaştırıcı bir uyarıdır, bu noktadan da bir nimettir. Üçüncüsü ise öncesinden yapılan günahların affedilmesine birer sebeptir, keffaretüzzünuptur.

Akıllı insan, Allah’ın emrettiği istikamette yaşayarak bütünüyle hayatını ibadetle geçirir. Bu bakış açısından bakıldığında hayatın, sadece yaşanılan an olarak bilinip değerlendirilmesi daha isabetli olur. Böylece insan sabır kuvvetini geçmiş ve geleceğe dağıtmaz sadece bulunduğu ana kullanırsa her çeşit musibete hem tahammül eder ve hem de derin sırlara vakıf olur.

Kıymetli Hocamıza sağlıklı, uzun ve hayırlı ömürler dilerken vesile olduğu hizmetlerinden dolayı tebrik ediyoruz.

Mehmet Çetin

www.MehmetCetin.de