Etiket arşivi: Muhammed Numan Özel

Havz-ı Kevser Olmak

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

Fikr-i milliyet ile, milletin cevfinde havz-ı kevser gibi bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.[2]

Milliyetçilik fikri iki ağzı olan bir bıçak gibidir. Bu bir menbadan çıkan su 2 ark’a şubeye ayrılmaktadır. Bu arktan gelenlerin birisini menfi birini de müsbet bir cereyan kullanmaktadır.

Menfi olan geniş dairede menfi fikr-i milliyet olan ırkçılıktır. Dar dairede meşrebciliktir.

Bunun üzerinde biraz duracak olursak. Bu menfi olan şeyi devletler milletler mabeyninde meyvesi ırkçılıktır. Çekirdeği ise meşrebciliktir.

Bu meşrebcilik aslen geçiş kısmını da teşkil  edebilir. Mesela hamiyet çekirdek bundan çıkan filiz ve ağaçtan 2 ye inkısam eden dalından birisi menfi milliyet birisi müsbettir. Kök itibariyle aynıdır. Bir hamiyetten yani bir şeyi muhafaza etmekten neş’et eden bir gayrettir.

Müsbet olan kısmı malumdur ki: Din-i Mübin-i İslamı muhafaza etmektir. Buna denecek bir şey yoktur. Lakin bunu yanlış anlayan kimselere çok diyecek şey var.

Bulunulan islami hareketi islamiyetin tek mümessili veya hamisi veya bulunduğu yeri ayn-ı İslamiyet zanneden kimseler başkalarını tekfir, gıybet, zemm, butlan… vs şeyleri söylemektedir.

Asr-ı ahirin müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursi kendi telifatı olan Risalelere bile “Dava Değil, Dava İçinde Bürhandır. [3]” yani birisi nurcu olmakla Müslüman olmaz veya nurculuktan çıksa kafir, mürted olur dememiştir. Nurculuk islamiyeti anlama ve yaşama anlayışıdır.

Nurcu olmayan kimseler Müslüman değildir veya dinden çıkar gibi nasezâ sözler doğru değildir. Bunu başka islami anlayışlara da uyarlayalım. Mesela aynı sözleri gelenekten olan Nakşilik veya Kadirilik veya Rufailik.. söylese gene hata ederler.

Bu gelenek anlayışlarından birisi olan Nakşilik içerisinde olan bir grubu – yani meşrebi – dese ki: Nakşiliği sadece biz temsil ediyoruz gerisi dalalet üzerinde gibi bir tabir kullansa yanlış eder.

Bunu tüm mesleklere ve meşreplere tatbik edebiliriz. Mesela Nurcu olmak hasebiyle a meşrebi sadece nurcu biziz gerisi istikametsiz dese.. aynını b,c,d,e meşrebleri dese hamiyet-i milliyeye girilmiş olur.

Ortada bir hamiyet gayret var ama bu hamiyeti mesleğine revaç yerine meşrebine revaca sevk etse hata eder.

Eğer herkes kendi meşrebine revaç verse mesleğine dolaylı olarak asgari revaç vermiş olur.

Okulunda var olan b meşrebli kardeşiyle ittifak ve ittihad etmezse hem meslek kuvvet bulmaz hem de mesleken zararı yanında manen de kendisini yalnız hisseder.

Dese ki en güzel meşreb benimkidir. Bir problem olmaz. Amma tek güzel ve doğru olan meşreb benimki dese orada halt eder. Bunu kavlen sözle söylemese de meslektaşlarıyla bir olmaması fiili ve hal’i olarak bunu söylemektedir.

Bir meslekten veya meşrebden çıkıp ayrılmakla dalalete düşülmez. “Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.[4]” bu söz tüm meseleyi hülasaten halletmektedir.

Biri dese ki

– Benim abim, hocam, şeyhim, pirim, vakfım.. mehdidir müceddiddir.

Hidayetine vesile kimse o kimse için mehdi ve müceddid vasfına sahiptir.       Lakin asrın müceddidinden ders aldıktan sonra insanlar istediği meslekte ve meşrebde olmasında bir sıkıntı yoktur.

Bu müceddidiyet lafa değil icraata bakar. Yoksa taassubla kuru kuruya o sözleri sarfetmek cahilliktir. Mesela haşirden, nübüvvetten, miracdan, eneden.. ders okuyacak hangi meslekte olursa olsun Risale-i Nurdan bu hakikatleri okuyup anlayıp onunla ders okumalı bulunduğu yerde. Yoksa asrın anlayışına müceddidine tabi olunmazsa eski anlayışlarla izahta bulunursa hata edilir.

Fabrikasyon sisteme geçilmişken kısmi ferdi gayretle bir şey yapılmaya çalışmaya benzemektedir.

Herkes Risale-i Nur Okuyarak bulunduğu yerde müceddidiyet sistemiyle hareket etmelidir. Nitekim zaman ve zemin ortada hadisat şahittir ki Bediüzzaman müceddiddir. Lakin hadiste çalışan, akaidde, hafızlıkta çalışan kimse bu davanın bir ucundan tutup hizmet ettiği kesindir amma müceddide tabi olup aklında ki şühpe ve sualleri izale etmeden ketebe, keteba, ketebu demesi bir işe yaramıyor. Çünkü Arapça bilen gayr-i Müslümler hadsizdir. Demekki nasara, nasaru ile iş bitmiyor. Onlar ilim tahsil etmek içindir.

Ahirzamanda zaman kısıtlı ve değerlidir. Zamanın ihtiyacına göre teknolojiyi Allah ihsan eder. Risale-i Nur da ahirzamanın ihtiyacına cevap veren ve uzun zamanda tahsil edilecek ilimleri sinesine toplamış şefkatli bir anne gibidir. Ahirzamanın evledı bu annenin sinesine sığınıp harici tecavüzattan ve saldırılardan kendisini sakınmak zorundadır. Zor ve meşkuk olan yolu değil neticeye ulaştıran kısa yolu tercih etmek aklın şeni gereğidir.

Tabiri caizse İslamiyet bir havuzdur menbadır. Meslek ve meşrebler ise o menbadan hasıl olan minicik bahçelerdir. Menba olmazsa o bahçecikte olamaz.

Müsbet Fikr-i milliyet olan İslamiyet şemsiyesi altında toplanıp beraber hareket etmekle, milletin manevi hayatındaki boşlukları ve çukurları Rasulü Ekrem’in (A.S.V.) havz-ı kevser gibi tüm ümmet-i Muhammedi kucaklayan bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Ta ki Hamiyet-i İslamiye cari olsun.

 

Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile ilim ve irfanla kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var ki o çeşme ittihad-ı islamın ruhu olan hamiyettir. Şimdiye kadar sû’-i istimal ile Hamiyet-i milliye olarak menfi ve ifsad namına kullanıldı. Çöl gibi yerlere dağılıp bazı dilenci ve yanlış anlayışlara neşv ü nema verdi filizlendirdi.

 

Bu Hamiyet çeşmesine güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza ilim ve irfan ile ve ittihad ile su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.

 

Bizler elimizde mesleğimizde var olan hamiyet-i davamız olan Kur’an ve islam davasına sarfetmeliyiz ki muhabbet-i İslamiye tesis edilsin.

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Sadeleştirmeye Açılan Kapı!

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.[2]

Malumdur ki Risale-i Nur Ehl-i Sünnet itikad ve amelinin en ahir tecdid hareketidir. Bu tecdid hareketi geleneksel bir hareket değildir. Nitekim gelenek olarak tabir edilen tasavvuf hareketidir. Tasavvufa gelenek denilmesi ise sabit olan kaidelere ve eskiden beri silsile yoluyla günümüze gelmiş olmasıdır. Bu sebeple geleneksel bir hareket tecdid vazifesi yapamaz.

Mesela silsile yoluyla gelen asardan bir misal vermek gerekirse. Hüccet-ül islam İmam-ı Gazali (r.a.) kendisinde 900 sene boyunca gelen olanlara istikamet göstergesi olmuştur. Bu hadise 1. Cihan harbi zamanlarına dek sürmüştür ki zaten bu tarihten sonra madden ve manen ecnebi istilası Alem-i islama musallat olmuştur. Bu musallatiyet ise belki bir asırdır devam etmekte.

Bu bir asır boyunca sahte kahramanlar veya şahs-ı manevi teşekkül edemeyen geçici ışıkların olduğu malumdur.

“Evet milyonların, milyarların kalbinde asırlardan beri kanamakta olan o derin yarayı saracak yegâne müşfik el; İslâmdır. Her ne kadar ufuklarda zaman zaman bazı uydurma ışıklar görülüyorsa da.. müstakbel, bütün nur ve feyzini güneşlerden değil, bizzât Rabb-ül Âlemîn’den alan ezelî ve ebedî “Yıldız”ındır. O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.[3]” Bura mehazde de geçtiği gibi İslamiyet Dünyanın selahiyetine ve kurtuluşuna dair tek çaredir. Dünya insanlığını bu çareden uzak tutmak için var gücü ile islam düşmanları çalışmaktalar. Ya istikametli islamiyeti setretmek için yalancı uyduruk hareketleri nazara veriyorlar veya türetiyorlar.

Risale-i Nur Hareketi ise Dünyada kıtalarda okunmakta ve 62 lisana tercüme edilmesiyle islamın Ehl-i Sünnet vel Cemaat efker ve itikadını neşretmektedir. Dünya durdukça tecdid hareketi devam edecektir. Son müceddid ve müçtehid olan Bediüzzaman Said Nursi’nin asarı Risale-i Nur Külliyatı namındaki eserleri bu tecdid vazifesini ila yevm-ül kıyam devam ettirecektir inşallah. “O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.[4]” hakikatini dünyanın tüm dillerinde izah, isbat, şerh, tefsir, atıflarını yapacaktır. Risale-i Nur Hareketi bu vazifesiyle var olan şeyleri nakleden gelenekten ayrılıp tarz ve usul farkıyla muvaffak olmaktadır.

Nitekim gelenek var olanı nakletmiştir. Gelenekte iman ve akaid muhkem sağlam rasih olmalı ki o evrad u ezkardan istifade edilsin. Aksi taktirde istifade edilemeyecektir.

“Tarîkat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız Cennet’e giden pek çok, fakat imansız Cennet’e girecek yok. Onun için imana çalışmak zamanıdır.[5]” sözü ise yanlış anlaşılmaktadır. Şöyle bir misal vereyim. Trafik kazası olmuş yaralılar hastahaneye gelmiş. Doktor hemen kalbe ve beyne müdahale ediyor. Oradan birisi çıkıyor doktor kalbi beyni bırak bacak kırılmış ona müdahale edin dese doğru olur mu?

Veya pamuk Çukurovada yetişir o pamuk tohumunu alsan Yozgata eksen olur mu? Olur ama pamuk çıkmaz. Veya Akdeniz meyvesini Turunçgilleri getir Yozgata ek olur mu olur ama meyve vermez. Veya çay’ı al Çukurovaya götür olur mu? Olur ama meyve vermez… işte üstadımız da zaman tarikat zamanı değil demekle tarikata düşman olmuyor zaman ve zemin uygun olmadığı izah etmektedir.

Şimdi buna tarikat düşmanı demek çaya, pamuğa, turunça düşmansın demek gibi olmaktadır.

         “Risale-iNur, Kur’anın malıdır. Arşı ferşe bağlayan Kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar..[6]” Risale-i Nur Külliyatının tesiri kırmak için muhtelif desiseler istimal edilmiştir. Oyunlar oynanmıştır. Mesela önce Risaleleri izah ediyoruz diye içine istikametsiz şeyler koymak.. var olan apaçık meseleleri izah diye içinden çıkılmaz hale getirmek.. sadeleştirme diye içinde var olan nice manayı budayıp tek bir mana koymak.. tefsir ve izah ve şerh ve sadeleştirme diye içine kelime katmak yanlış olarak kelime koymak.. var olan kısımları çıkartmak veya ekiltmek.. gibi teşebbüslerle nurun kuvvetini kırmaya teşebbüs hareketidir.

            Her şeyin kıblesi vardır. Kıblesiz bir şey yoktur. İnsanın kıbleside istikamet ve sadakattır. Bir yere bağlanmak ve oraya gitmek gereklidir. Hedef sadakat süreç ise istikamettir. Risale-i Nur Külliyatının istikamet yolu Lahikalardan geçmektedir.

Sadeleştirme bir cinayettir. Buna şiddetle karşı çıktık, çıkacağız, çıkmak gereklidir.

            Lakin sadeleştirmede bizlerde suçluyuz! Nasıl mı? Ders okurken düz okumakla, izah etmemekle, oku oku anlarsın demekle, izahta bulunmamakla sadeleştirmeye kapı açılmıştır. Bu konuda taş gibi duranlar sadeleştirmeden mesüldürler. Bilsinler hatalarını anlasınlar.

ifrat gibi tefritde muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefritile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler.[7]”

Düz okumakta olanlar bu sebeple mesuldür. Çünkü “ifrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir.[8]” Risale-i Nur okuyupta izahta bulunmayan, kelime manalarını bile vermeyen kimseler asrın tefsiri olan Risale-i Nurun önünde perde gibi durmakla Risalelerin anlaşılmamasına sebep olmuştur ve olmaktadır.  Asrın tefsiri olunca umumi bir teveccüh var. Adam ne yapsın nurun mertebesine çıkamıyor o halde nuru kendi seviyesine indiriyor.

Sadeleştirmede suçlu olduğumuz yan budur. Dikkat, tefekkür, devamlı okumak, müzakere, münazara, müteala, atıf gibi şeyleri yapmamakla suçluyuz.

Bizler bunları liyakatiyle yapsa idik bu sadeleştirme ihanetine kapı açılmayabilirdi.

Derslerde 45-50 dk düz okuyup geçenlerin, izahta bulunmayanların ve içimize giren ulema-is su’un kulakları çınlasın gelsinler bu sözlerime haksızsın desinler!

Sadeleştirmenin önüne geçmek ise bu tadad edilen sayılan şeylere dikat etmekle olur. Yoksa kendisi herkes anlasın diye boş bırakmak koyunu kurda kaptırmak için koyunu boş bırakmaktan başka bir şey değildir!

Bahtiyar odur ki: Risale-i Nurdan istifadesi azami olup azami istifade ettirip yansıtıp sirayet ettirendir.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Haşiye – Dipnot:

[1] Muhakemat ( 62 )

[2] Muhakemat ( 73 )

[3] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 269 )

[4] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 269 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 224 )

[6] İşarat-ül İ’caz ( 229 )

[7] Muhakemat ( 22 )

[8] Muhakemat ( 22 )

Netice işi Belli Eder!

“Şu ağacın kesretli dal ve budakları, birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatını bir meyvede toplar. Bütün manasını bir çekirdekte derceder. Onunla Hâlık-ı Zülcelalinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir.[1]

 “Hem o küllî nazar ve umumî tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünki çekirdek, umum ağacın manasını, fihristesini taşıyor…. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid için bazı cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aşılanır.[2]

Her şey bir asıldan türemiştir kainatta. “bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. [3]kainatta hiçbir mahluk şuurlu olmak şartıyla tarladan çıkan fasulye gibi çıkmamıştır alem-i şehadet olan bu dünyaya. Muhakkak bu alemde bir başlangıç noktası var. Bir başlangıç noktası olduğuna göre elbette bir noktası da olacaktır.

Bazıların ileri sürdüğü türeyiş ve evrim gibi şeyler birer safsata olmaktan öte gitmemektedir. İlk yaratılan eşek halen eşektir, fil filfir. İnsanı maymundan türedi gibi şeyleri kendisine yakıştıran maymun siretlilere gülüp geçmekten başka bir şey gerekmemekte. Çünkü her şeyin bir Ademi var kaidesine göre ilk tavuk yaratıldı ondan yumurtalar oldu ve civcivler türedi. Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan meselesinin cevabı budur.

Şimdi elimizde bir yumurta olasa ama ne yumurtası olduğunu bilmesek ne yaparız bu yumurtayı bir şekilde civcivinin çıkmasını bekleriz. Ya bir tavuk altına koyarız ya da kuluçka makinasıyla bekleriz. Yumurtadan çıkan civcive göre ördek mi kaz mı tavuk mu civcivle anlarız.

Başka bir misal vereyim. Şimdi önümüzde bir ağaç var ama elma mı armutlu kiraz mı sonbahar ve kış mevsiminde anlamayız. Ancak bahar gelip meyve vermesiyle ağacın ne olduğunu anlarız.

Bu iki misali verdiğimin sebebi şudur ki: kim neye tabi olmuşsa onun meyvesine baksın. Birisi bir şeyi iddia ediyorsa o adamın ilk günleri ve gayesine yaklaştığı vakte bakıp kıyas etsin. “O adam ilk günlerde mütevazi, âlîcenab, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş’esiyle birçok büyüksanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş?[4]” mesela safi hizmet etmek gayesiyle zahirede yola çıksa ve bir süre yol alsa Allah’ta ona bir şeyler ve kesret verse, O şahıs bu kesretle yaptığı şey o’nun gayesini gösterir. Çekirdekteki var olan ağacı gösterir.

Mesela Risale-i Nur Dairesi içerisinde bir meşrebde hizmet etse. Bu niyetle yola çıksa. Lakin yolda ya ağabeyleri ya arkadaşlarını ya kardeşleri farklı yollarla bertaraf etmeye hizmet namına yeltense kalkışsa sözde hizmet hakikatte hezimet etse kendisince hizmet etse neye yarar.

Hizmette kendisine yardımcı olacakları elemek bertaraf etmek ise şuna benzemektedir: “Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz? [5]” bu tip hastalıklı olan kimseler çok yıkımlara sebep olmuştur, olmaktadır, olacaktır.

 Risale-i Nurun Meslek Düsturlarına yani Esasat-ı Nuriyeye sadalatla hareket eden biiznillah muvaffak olur. Lakin Esasat-ı Nuriye yerine Esasat-ı Nefsiyeye göre kafa-i şerifine göre hareket edenler muhakkak daire-i nuriyeden şahs-ı manevi tarafından atılacaktır.

Şahs-ı Manevi-i Nuriye canlıdır, hayattardır ve bizatihi faaliyettedir. Eğer hizmetin esasatına muhalifse şahs-ı manevi o ferde bir şeyler verecek ve daireden çıkaracaktır. Mesela Dershane-i Nuriyede müdebbir olarak kalıyorsa ve esasat-ı nefsiyeye göre hareket ediyorsa hizmete zarar vermesi sebebiyle şahs-ı manevi o ferde ya evlenmek, ya içtimai/sosyal hayata geçmek, ya ailevi bir problem.. vb sorunlarla o ferdi merkez-i hizmetten uzaklaştıracaktır. Herkes için geçerli değil tabi.

Hizmet ediyorum hizmeti muhafaza ediyorum diye, Dershane-i Nuriyede kalan talebeleri küçük hatalarını büyüte büyüte cerbeze ile muhtelif zamanda yaptığı kusurları da toplayıp bir anda olumuş kabul etmesiyle dershane-i nuriyeden o talebelerin çıkartılmasına fetva verenler elbet kendisi de benzer şekilde merkez-i hizmetten azledileceğine emaredir.

Birkaç nümune vermeye devam edeyim. Birgün bir talebe kardeşimiz ertesi güne yetişecek projesi var. İkindi namazı tesbihatına katılmayıp çizimine geçmiş. Oranın naehil müdebbiri peşinden koşmuş sebebini sormuş elinden kalemi alıp fırlatmış ve çeşitl münakaşa olmuş sözlü olarak. Ve o müdebbir o talebeye kendine kalacak yer ara akşama kadar deyip o talebeyi atmış…

Bu nevden bir çok misal var.

Sonra bu tip müdebbirler sözde hizmeti muhafaza ve müdafaa niyetiyle daire dışına attığı kimselere ilelebet nurculuğu düşman olmakta ve bunu da çevresine yayarak basiretsiz ve nasipsiz olan o müdebbirin kusurunu umumileştirmektedir. Her ikisi de yanlış yapmaktadır.

İşin garib bir yeri de şudur ki: dershane-i nuriyenin dışına atılan fertleri haksız göstermek için çeşitli kulplar takılmakta ve nasipsiz denilmektedir. Ama asıl nasipsiz olan o ağalık havasında olan müdebbirdir. Bir kimsenin daire dışına atılmasıyla yapacağı seyyiattan o müdebbir mes’uldür. Çünkü sebep olan o müdebbirdir.

Tabi o talebeyi daire dışına atan basiretsiz, cahil, ham, bağnaz, cahil müdebbir kendisini haklı göstermek için nice şeyler bulur.

Bu tip müdebbirler ve söz sahibi olanlara Benim aynamda yansıyan üstadım diyor ki: “Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.[6]” demek ki bu tip müdebbirler hakikatte müdebbir değildir. Ancak kendisine verilen makam-ı kazible şımarmış ve tokatı hak etmiş olan ve şahsi hakimiyet kurmak isteyen egoistler bencillerdir. Demek kibire bürünen her şeyi be bilirim havasında olan bu tip çocukça hareket eden kimseleri büyük tanımamak gerektir. Yaşı başı ne olursa olsun.

Bu tiplerin bir hususiyeti de küçük hamiyet milliyetçilik olan meşrebcilik anlayışına sahip olmasıdır. X cemaati mi at çöpe, y cemaatimi sil gitsin, z meşrebimi onlar daha dakka bir gol bir yenik başladılar …. Gibi düşüncelere sahip olan kimselerdir ki hizmet olacaksa sadece kendi kafa-i şerif ve esasat-ı nefsiyesine göre olacaktır. Yoksa yoktur hizmet.

Geçenlerde bir yerle görüştüm. Dediki burası 100 kişilik ama 36 kişi var. Geçen bir şey oldu 16-8 kişiyi tek celsede gönderdim dedi. Tüylerim tiken tiken oldu. Bir bana bu kalitedir dedi.

            “..meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır![7]kendisinde varsa şayet veya olmadığı halde varmış gibi göstemekle bunu var gibi gösterip, başkalarla var olan birlik noktalarını yok edip ihtilaf ve neticesi olan kin ve düşmanlık tohumu eken, kendi anlayışında olanlara muhabbet eden, artık sireten kurtlaşmış ve o kurdun koyun postuna girip öyle görünmesi ve herkesi aldatmaya çalışmasıdır.

Koyun postuna bürünerek avlanırlar. Din ile dünya elde etmek ister. Kendisini çookkk büyüklerden büyük görüp halt eder.

Veyl olsun Zi’b-i mütegannimlere (koyun postuna girmiş olan kurtlara)

Bu sahte şeyhler veya kendisini olmadığı gibi göstermeye çalışanlar ya bu sahtelarlıktan vazgeçmeli veya şefkat tokatı yemeye mahkum olacakları bilsinler.

Allah basiretimizi köreltmesin.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] Sözler ( 613 )

[2] Sözler ( 614 )

[3] Muhakemat ( 123 )

[4] Asa-yı Musa ( 256 )

[5] Sözler ( 381 )

[6] Münazarat ( 24 )

[7] Münazarat ( 78 )

Bandrol Meselesinin Güzelliği Nedir?

Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.[1]

Biz beşerin başarında tecelli etmeyen ve basiretimizin ülfet gibi şeylerle bağlanması sebebiyle güzelliği göremeyiz. Zaten kayıtlı olmamız ve mülk ve melekut arasında kalmamız ve işlerin arkasını göremememiz bunu iktiza ediyor.

Mülk ve Melekutu beraber yaşayan kimseler hadiselerin arka planını görerek buna göre hareket eder. Mesela gözümüzle çanak antane gelen uydu ışınlarını görememekteyiz göremeyiz de.

Kaianatta her hadise bir çok kimseye ya bir zindan ya bir ferahlık ya bir araftır.

Risale-i nur gözlüğü insana iman gözlüğü vermektedir. Bu göz imani eserlerle hasıl olur, gözlük ise lahikalarla..

Lahikalarla adım atmaya başlayan kimselere Lahikasızlar tarafından linç girişimi yapılmaktadır. Muhtelif tarzlarla bu linç girişimini yapmaktalar. El altından, alenen..

Lahikalarla adım atan kimseler adım attıktan sonra yürümek için lahikalara sarılıp yürümek ve koşmaktan başka çare yoktur. Şayet lahikalarla adım atmaya başlayan kimse kendisine yapılan manevi linç girişiminden kurtulması ve adım atmasının önüne geçilmesini istememekte ise lahikalarla adım atmaya devam edip koşmanın yolu var gücüyle, can-ı gönülle, dört elle sarılması gerekir. Yoksa Lahikasızlarca bacakları kırılacaktır.

Her cereyan eden hadisenin Kader, Kaza ve Atâ veçhesi vardır.

Malumunuzca; kader neticedir. Kaza hadiselerin meydana gelmesidir. Atâ ise insanın tercihleriyle kaza ve kaderi değiştirmesidir. “İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

 

            Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

 

Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat’iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler.

 

Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif:

 

            “Ya İlahî! Hasenatım senin atâ’ndandır. Seyyiatım da senin kaza’ndandır. Eğer atâ’n olmasa idi, helâk olurdum.” der.[2]

 

Hepimizin tercihleri yani “Atâlarımız” hadisenin yönünü değiştirir ve netice olan kaderi dahi deler geçer. Zaten kader yazılmış olan bir metin her şey de o metni harfiyyen oynayan tiyatro metni değildir. Her şey yazılmış biz sadece oynuyoruz diyenlerin düşüncesi yanlıştır ve ehl-i sünnetin kader itikadına zıttır.

Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün güzellik ve hayır ciheti vardır. Kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Bu nevden olan insana huzur ve saadet getirir ve kolay elde edilmektedir genellikle. Lakin her zaman herkese nasip olan bir şey bir ihsan değildir.

 

“Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.

 

Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.Risale-i Nur Talebeleri ve yakınlarında bulunanların alakadar olduğu bir meselemiz vardı ki 270 güne yakındır hiçbir neşriyat Risale Neşredememekte idi. Bu gerçekten nur talebelerince bir üzüntü bir gam bir gussa çektiren meseleydi. 1908lerden itibaren düşünülecek olursa 106 senedir Bediüzzaman Said Nursinin Asar-ı Nuriyesi bu topraklarda kıraat edilmekte ve müzakere ve müteala edilmektedir. Kalemden kağıda, kağıttan teksire, teksirden matbaaya, matbaadan elektronik ortamda neşredilmesi gibi neşir tarihçesi içerisinde bölümü var Nurların.

Bu bandrol sıkıntısının ortaya çıkmasının zahiri sebebi Ufuk Yayınlarının Lem’alar üzerinde sözde sadeleştirme hakikatte ise manaları katledip tahrip etmesi üzerine Varis-i Bediüzzaman Kültür Bakanlığına müracaatı üzerine bakanlık kimin neşretme hakkı var yok diye 270 gün kadar kimseye bandrol vermedi.

Bu sürede bazı neşriyatlarda bazı eserler kalmadı. Kitap talep ettiğim neşriyat Asa-yı Musa, Lem’alar, Tarihçe-i Hayat ve Mektubat eserlerinin baskı kalmadığını belirtti. Bunun üzerine çeşitli yerlerden bu kitapları temin edebildim.

Bu zahiri karanlık dönemin başlama sebebi budur. Bu çirkindir. 270 günlük sürede de kimsenin bandrol alamaması da bir zahiri çirkinliktir.

Neticesine gelecek olursak: “neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.” Bunca geçen günler, haftalar ve aylar neticesinde 270 gün kadar süre geçti. Amma nur talebeleri de kitaplarının basılmamasından bir elem aldı. Bazı kimseler bu sürede tekel ve inhisar tabirlerini ileri sürdüler, yazdılar, çizdiler, konuştular..

Dib’in Risale-i Nur’u basmak ve bastırmakta merci kılınmasının ardından neşriyatçılarla toplantılar gerçekleşti. Tabi bu sürede Nur Talebeleri ortak nüsha oluşturup dib’e sundular. Dib bu nüshayı esas kabul etti ve bunun tab’ını istedi. Kim bunu neşredecekse neşretsin bunun aynısını dedi.

İttihad-ı islamı sağlayacak olan zümre Nur Talebeleridir. Dünyanın çok yerinde okunması ve vakıf faaliyetlerinin bulunması ve ellerindeki eserlerin 60 dünya diline tercüme edilmesi bunun en zahir bir hüccetidir.

Nur talebelerinin muhakkikleri ortak nüsha ihtiyacını senelerdir istemekte idi. Lakin muhtelif esbab dairesinde bu tahakkuk etmedi. 270 günlük süreçte hasıl olan ortak nüsha bu ittihadı sağlayacak bir anahtar belki bir miftahtır.

Nur talebeleri bunu güzellikle yapamadılar amma sadeleştirme namı altındaki tahrifatla bir nevi Allah buna sevketi.

Sebep itibariyle şer ve çirkin… Sürecin uzun olması itibariyle şer ve çirkin… Lakin netice itibariyle Rahmet, Hüsün ve güzelliktir.

Zamanla belki vahdet-i neşriyat bile olabilir belli mi olur?

 

Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.[3]

 

Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rü’ya görür. Güzel rü’ya {1: Mevt, bir nevmdir.} gören, hayatından lezzet alır.[4]

Allah bize güzellikleri görebilmeyi nasip edip kin, garez, nefret, taassub ve ülfetten muhafaza etsin.

 

Selam ve dua ile  

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] Sözler ( 231 )

[2] Mesnevi-i Nuriye ( 206 )

[3] Mektubat ( 473 )

[4] Münazarat ( 36 )

Zamanla Yanlışlar Anlaşılır

Her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. [1]

Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. [2]

Beşer olarak hatasız olan Peygamber ve Müceddidlerden başka kimse yoktur. Peygamberler ismet sıfatı vardır. Bir de müceddidlere has olan bir nevi tecellisi var ismet sıfatının.

Bu sıfatın tecellisi Mülk ve Melekut’ün açılması o alemin görülmesidir. Zaten mülk ve melekutün bir şahsa açılmasıyla tüm hayatı sünnet-i seniyye üzerine idame eder devam ettirir. Bu hal ise ehass-ul havassa mahsustur. Bu hususiyetin daire-i ihatası rehber şahsiyetlerdir.

Mülk ve Melekut yani bir şeyin levh-i mahfuzunu gören kimse levh-i mahfuzda ahsen-ül ahsen olan tarzda yapar. Bir şey yapacağında bakar nasılsa en makulünü öyle yapar.

Biz amiyane olan insan için de bu şahsiyetlere ittiba etmek elzemdir. her asrın imamı vardır. O imama tabi olmak o asırda doğru yaşamak demektir. Doğru yaşamak demek Kur’an ve Sünnet-i senniye suyuyla iman çekirdeğini iska edip sulanmasıyla şeceret-ül imanın neşvünema bulup sümbüllenmesine sebep olur.

Zamanın ilerlemesiyle geçmişte insanın yaptığı hataları başkasında görmesiyle kendi hatalarını anlar. Gençliğinde doğru diye yaptığı veya cehaletle yaptığı şeyleri mürur-u zamanla başka kimselerde de görür. Adeta tarih tekerrürden ibarettir sözünü tastik ettirmekte.

İnsanlar birbirisinin aynasıdır.” Hadis-i Şerifi de bu hakikatin en cami bir ifadesidir. İnsanın fıtratında her şey olma istidadı var lakin kabiliyeti yoktur.

Zaman en iyi müfessirdir hakikatı ne güzel bir şeydir. Her zamanda bir hüküm bir usül var. O usül ise asrın imanına tabi olmaktır.

Zamanın anlayışına ayak uyduramayan kimse zamanın çarkları altında ezilmeye, öğütülmeye mahkumdur. Risale-i Nur ahirzamanın hizmet tarzı ve usülüdür. Bu usülün esası Sözler, Lem’alar, Mektubat ve Şualar olmak üzere 4 ana kitaptır. Lahikalar ise zaman göre hizmet edebilmenin esaslarının usülünü öğretmektedir. Tabiri caizse birisi namazda okunacakları bilmek Lahikalarda nasıl kılınacağını gibi olmakta. Lahikasız hareket eden kimse teoride var ama pratikte bir şeyi olmayan kimse gibidir.

Taassub veya cehaletle doğru bilip yapılan o kadar hata var ki herkes kendi hayatına bakıp temaşa etse bunu göreceği katidir.

Risale-i nur okurken o şevk ve bazı cehaletle yapılan o kadar hatalar yapılıyor ki mürur-u zamanla bunu insan nasibi varsa görmekte. Ama bu yanlışlarını başkalarında görerek anlamakta. Mesela meşrebcilik yaptığını ilerleyen zamanla yanlış olduğunu anlaması için başka birisinin meşrebcilik yapmasıyla mümkün olmakta.

Risale-i Nurun esaslarına ve düsturlarına muhalif hareket etmesini ise bu lakaydlık neticesi yaşananlarla görmektedir.

Bu hatasını bazen başka insanlarda görerek bazen de yaşayarak görmektedir. Adeta bir şekilde törpüleniyor insan. Lakin zaman ilerlemiş ve çok zaman kaybetmektedir. Bu ise o şahıs için bir hüsrandır.

Tecrübe sahibi olan kimselerden ehli ile istişareler ederek bizler de bu küllü zarardan kurtulabiliriz. Tecrübelerden istifade etmeliyiz.. yeri geliyor bir musibet bin nasihatten iyidir.

Hülasa: zamanla insan yanlışları anlamaktadır.

Yanlışı yanlış yapan Yer, zaman, zemine göre değişip hüküm almaktadır.

Allahım hatadan dönmeyi ve uzak durmayı nasip etsin. Hatada ısrar ettirmesin. Basiretimizi Açık tutsun.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] Muhakemat ( 22 )

[2] Münazarat ( 32 )