Etiket arşivi: Mustafa Nutku

İsraftan Sakınmak

“Yiyin, için; fakat israf etmeyin”(A’raf  Sûresi, 7/31)

Her Müslümanın, yaşayışının Kur’an-ı Kerîm’in israfı yasaklayan A’raf Sûresinin 31. âyetine ve ilgili diğer âyetlerine ne derecede uygun olduğu hususunda çok dikkatli bir iç muhasebede bulunmasının, büyük lüzumu ve ihtiyacı vardır.

kırık kum saatiA’raf  Sûresi, 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsettikten sonra beyan edilmiş olması, elbette ki bu yasağın yalnız yemek ve içmekle ilgili olduğu şeklinde dar bir manâda anlaşılmasını gerektirmez. Belki yemek ve içmek, teneffüs etmekten sonra, insanların dünya hayatındaki en mühim maddî ihtiyaçları olduğundan, insana bilhassa bunlardan bahisle, bunlarla kısaca temsil edilen tüm ihtiyaçlarının karşılanmağa çalışılmasında da israfçılıkla haddi aşmaması emredilmiş olabilir.

Bununla beraber, bilhassa içinde yaşadığımız devirde, insanın yemek ve içmekle ilgili israfı, onun israfçılığında ekseriya mühim bir yer tutmaktadır. Günlük hayatımızda dikkat etsek, çevremizde bu israfçılığın çok misallerini görebiliriz. Bunun en başta gelen sebebi, Müslümanların kendileri için en başta gelen rehber olması gereken Peygamberimiz’in (s.a.s.) Sünnet-i Seniyyesini bazen terk ile, batılılaşmanın yanlış tesirlerinin altında kalmalarıdır.

Yediğimiz ekmek; Allah’ın Rezzak, Mün’im, Rahman gibi isimlerinin tecellîlerini de gösteren çok mühim bir nimettir. Dünyanın tüm ülkelerinde bu ayni şekilde kabul edilmese de, yüzyıllardır ülkemizde gıda maddelerinin başında ve büyük bir nimet olarak kabul edilmektedir. Halkımız içinde çok yaygın olan,  “ekmek” kelimesinin yer aldığı atasözlerimiz ve deyimlerimiz de bunu göstermektedir. Yemek yerken bir ekmek kırığını bile israf etmemek, yemeğin bereketinin belki de son lokmada olabileceğini söyleyen Peygamberimiz’in (s.a.s.) sünnetlerindendir. Buna rağmen son zamanlarda ülkemizde, değil bir ekmek kırığını bile israf etmemek, dehşet verici boyutta ekmek israfının olduğuna dair haberler medyamızda tekrarlanarak yer almaktadır.

Ülkemizdeki ekmek israfıyla ilgili haberlerin en son misallerinden biri, 17 Ocak 2013 tarihli bir günlük gazetede Anadolu Ajansı kaynaklı olarak manşet üstünden verilen bir haber başlığındaki “İsraf edilen ekmeklerle bir yılda 120 okul yapılabilir” yazısıyla dikkat çekilmeğe çalışılan olmuştu. Gazetenin iç sayfalarında devam eden bu haberde, Fırıncılar Federasyonu Başkanı’nın Türkiye’deki ekmek israfı ile ilgili verdiği rakamlar yer alıyordu ve bu haberde bildirilen Türkiye’de günde beş milyon adet 300 g.lık ekmeğin israf edilmesi, korkunç bir ekmek israfı rakamıydı.

Ekmek israfıyla alâkalı daha önceki gazetelerde ve dergilerde de çeşitli tarihlerde haber ve yazılar yayınlanmıştı. Bir derginin 6 Mayıs 2006 tarihli sayısında yer alan “Ekmek İsrafı” adlı dosya, tam yedi sayfaydı. Yakın bir tarihte, 29.3.2012 tarihli gazetelerde yer alan diğer bir haberde ise, TBMM ‘de kurulan ekmek israfının önlenmesiyle ilgili alt komisyonun çalışmalarından bahsediliyor ve sadece İstanbul’da 4-5 bin civarında ruhsatsız fırın bulunduğu, bu fırınlarda gramajı farklı ekmekler imal edilmesinin de ekmek israfına yol açtığı bildiriliyordu.

Ülkemizde, fakir mahallelerde dahi çöp varillerine atılmış olarak görülebilen bütün halindeki ekmekler, hakşinas insanlarda bu israftan dolayı bir dehşet hissi uyandırmaktadır. Bu şekildeki ekmek israfçılığının sebebi, nimeti verene karşı şükrü düşünmeyen bazı cahil ve gafillerin, ekmeği ancak günlük ve taze oldukları zaman yemeleri ve üzerinden sadece bir gün geçmiş olsa bile, satın aldıkları ekmeği yemeyip iade de edemeyecekleri için onu çöpe atmalarıdır. Halbuki, ekmek sadece günlük ihtiyaç miktarı kadar satın alınabilir; buna rağmen satın alındığı günde tüketilemezse, bayatlamasını geciktirmek için onu kağıtla sararak veya plastik poşet içinde buzdolabına konulabilir; daha sonra yenileceği zaman da basit bir işlemle ona tekrar ilk günkü nemi ve sıcaklığı verilebilir ve taze ekmek gibi yenilebilir.

Alındığı gün tüketilemeyen ekmekler, dilimlenip evlerin mutfaklarındaki fırınlarda veya fırında olmasa da sadece genişçe tepsilere dizilerek hava ile temasta bırakılıp kurutulabilir ve sonra peksimet gibi yenilebilir. Bundan başka, yemek kitaplarında ve gazete sayfalarında bayat ekmeklerden yapılabilecek çeşitli yemeklerin tarifleri de verilmektedir.

Allah (c.c.) insanları gönderdiği bu dünya hayatında, onları yemek ve içmeğe muhtaç kıldığından, onların zarurî rızkını da verir. Ancak, insanlara hayatı veren Allah (c.c.) olduğu halde insanlardan bazılarının Allah’ın (c.c.) müsaade etmediği şekilde diğer insanların hayatına kasdetmesi ve haksız yere onların hayatlarının sona ermesine sebeb olmaları gibi, Allah’ın (c.c.) taahhüt edip verdiği zarurî rızkın hak sahipleri eline ulaşmaması için de israfçılık, gasp ve hırsızlıkta bulunan bazı şerli insanlar vardır. Dünyada bazı bölgelerdeki açlık problemi, bununla da ilgili olabilir.

 Ekmekten başka yiyeceklerde yapılan israfın misallerini de günlük hayatta hem evlerde hem de topluluk halinde yemek yenilen diğer yerlerde yaygın olarak görmek mümkündür. Topluluk halinde yemek yerken, ortadaki tek kaptan yemek, Sünnet-i Seniyyeye uygundur. Ortadaki tek kaptan herkes yiyebileceği kadar yer; besmeleyle başlanmışsa, mü’minin artığının mü’mine şifa olacağı Hadis-i Şerif’te bildirilmiş olduğundan, ortadaki tek kaptaki yemek bitirilmemiş de olsa, başka mü’minler  Sünnet-i Seniyyeye tabi olduklarını düşünmekle onu döküp israf etmeden, ayrıca sevap alarak yiyebilirler.

Konya, Kayseri ve diğer bazı Anadolu şehirlerimizde, modern çağın İslâm âdabına uymayan bazı değişikliklerine tabi olunmayarak, halen de düğünler hem “velime” adı verilen düğün yemeği verilmek suretiyle Sünnet-i Seniyyeye uyularak yapılmakta ve hem de bu düğün yemekleri gene Sünnet-i Seniyyeye uygun olarak ortaya konulan tek kaplardan yenilmekte ve o yemekler daha sonra israf edilmemektedir.

Toplu olarak yenilen yemeklerde yemek servisi ayrı tabaklarla yapılan bazı yerlerde, bahsedilen Hadis-i Şerife göre, bilhassa maneviyat büyüğü olarak bildikleri mü’minlerin yemek artığını şifa niyetine yemek için âdeta birbirleriyle yarışan mü’minlere rastlanır. Fakat büyük ekseriyetle, devrimizin mü’minleri başka bir mü’minin tabağındaki yemek artığını, onun o yemeğe besmeleyle başlamış olduğunu bilseler de, yemek isteğini göstermezler. Bu durumu göz önüne alarak, topluluk halinde ayrı tabaklarda yemek yenilirken, eğer o yemeği yemek isteği yoksa, başlangıçta servis yapılan tabaktaki yemeği içine hiç çatal-kaşığını sokmadan geri göndermek; eğer tamamı değil de kısmen yenilecekse, gene yemeğe başlamadan onun bir kısmının geri alınmasını istemek veya sofradaki başka birisiyle tabağındaki yemeği paylaşmak, günümüzde ayrı tabaklarda yenilen yemeklerde yemek israfını önlemek için yapılabilecekler arasında olmaktadır.

Toplu yemek yenilen çeşitli yerlerde; lokantalarda, eğitim kurumlarında ve askerî tesislerde, yukarıda bahsedilen hususlara ekseriya uyulmaması sebebiyle büyük miktarlarda yemek artıkları meydana gelmektedir. Yakında bir hayvan besleme tesisi bulunduğu takdirde, yemek artıkları o tesise gönderilerek nadiren de olsa değerlendirilmekte; fakat her yerde hayvan besleme tesisleri bulunmadığından, yemek artıkları ekseriya değerlendirilmeden çöpe atılmakta ve israf edilmektedir.

Bazı ekonomi teorisyenlerinin, dünya nüfusunun artışıyla dünyadaki gıda kaynaklarının üretim kapasitelerini karşılaştırarak, dünyayı açlık tehlikesinin beklediğini söylemelerine rağmen, tüm dünyada bir günde yapılan yiyecek israfı yapılmamış olsa, tüm Afrika kıtası halkını doyurabilecek kadar olduğu da, bilimsel olarak tesbit edilmiştir.

İstanbul Üniversitesindeki öğrencilik yıllarımda bazen Bayezıt Kütüphanesine de giderdim. Kitap kataloglarına bakarken gördüğüm “Garp Âdab-ı Muaşereti” adlı ve cumhuriyetimizin ilk yıllarında yazılmış bir kitabın muhteviyatını da merak edip incelemiştim. O kitaptaki, Sünnet-i Seniyyeye uymayan çeşitli garp âdetlerinden (maalesef günümüzde de bazı Müslümanlar bunlara uyuyorlar) biri de yemeğin salçasını (sulu kısmını) yememek tavsiyesiydi. Başlangıçta yemeğini tabağına koydururken bir Müslüman, çeşitli sebeblerle, yemeğin sulu kısmının tabağına konulmamasını isteyebilir. Fakat, sulu kısmıyla birlikte yemeğin tabağına konulmasını önlemekle ilgili bir teşebbüste bulunmamışsa, tabağındaki yemeği sulu kısmıyla birlikte yemesi icap eder. Bunun aksi, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine muhalefet ve yemekte israfa sebebiyet vermek olur.   Rivayetlerde, Peygamberimiz’in (s.a.s.), tabağına konulan yemeği tamamen yediği ve tabağını sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiği bildirilmektedir. Şuurlu Müslümanlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu sünnetine de uymağa dikkat ve itina gösterirler. “Yemeği sünnetlemek” deyimi bu sebeble halk dilimizde yerleşmiştir. Maalesef toplu yemek yenilen yerlerde,  hattâ Ramazanlardaki iftar sofralarında bile,  Müslümanlar arasında bu sünnete de muhalefet edenlerin misallerine çok rastlanmaktadır. Bazıları, önlerine konulan yemekten birkaç çatal (veya kaşık) miktarı alıp yemek tabağını sulu kısmıyla da sulu olmayan kısmıyla da ileri itip, sanki tabiî bir davranışta bulunuyormuş gibi, nimete karşı israf ve nankörlük yapmaktadırlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin efsanevî avukatı Bekir Berk’in, bir defasında bir lokantada, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine ittiba etmiş olmak için yemeğini tamamen yedikten sonra, tabağını da sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiğini gören bir garson, bu yapılanın sanki “bulaşıkçılık” olduğunu îma manâsı da taşıyabilecek, biraz müstehzî bir eda ile;

“-Beyefendi, niçin tabağınızı temizlemek için zahmette bulunuyorsunuz; bizim bulaşıkçımız var.”

demesine karşılık, avukat Bekir Berk birden ciddileşip celalli bir eda ile garsona, lokantadaki diğer müşterilerinin de duyabileceği yüksek ve gür bir sesle;

“-Ben, Resulullah’ın (s.a.s.) bulaşıkçısıyım!.”

tokat gibi cevabını vermiş.

Biz de, onun bu davranışından ders alarak, kötü bir batı taklitçiliği ile hareket etmek yerine, Peygamberimiz’in (s.a.s.) yemek-içmek mevzuunda ve diğer mevzulardaki sünnetini- eğer mazur görülebileceğimiz bir manimiz yoksa– kendimiz için esas almalıyız.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, A’raf Sûresi’nin 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsedildikten sonra bildirilmiş ve israfın bu şekilde haram kılınmış olması, israfın yalnız yemek ve içmekte yapılmaması gerektiğini düşündürmemelidir. İsrafçılık, modern günlük hayatta çok yanlış bir alışkanlık halinde çok yaygın hale gelmiştir; insanların büyük çoğunluğu, içinde bulundukları israfçılık batağının farkında bile olmadan o batağın içinde yüzmeğe çalışmaktadırlar. Bunun ahretteki büyük hesap gününde görülecek zararından başka, fert ve toplum hayatındaki çeşitli zararları, dünya hayatında da görülmektedir.

Modern dünya insanının hayatının bir parçası haline gelmiş ve onunla hemhal olup ünsiyet ettiği israfçılığının tüm misalleri, kısa bir yazı hacmi içerisine sığmayacak kadar çoktur. Herkes kendisini bu mevzuda ciddî bir murakabeye tâbi tutarak,  israfçılık yaptığı mevzuları kendisi tesbit edebilir ve etmelidir.

Mesela: Yiyecek ve içecekten sonra temel ihtiyaçlarından biri olan giyecekler mevzuunda israfçılıkla hareket edip etmediğini de, insan kendi kendine sormalıdır. Allah (c.c.), verdiği nimetini kulunun üzerinde görmek ister; bu sebeble, Allah’ın (c.c.) nimetlerine çok mazhar olmuş bir kişinin insanlar arasında dilenci kılığında, hırpanî ve pejmürde kılık-kıyafetler içinde gezmesi, Müslümanların arasında da hoş görülemez. Fakat bunun yanında, maddî gelirini ve imkânlarını sarf etmek mevzuunda doğru bir sarf sırasına uyum göstermeden, üzerinde yabancı markalar bulunan giyim eşyalarına sadece o markaları için, emsallerinin 5-10 misline varan ücretler ödeyerek gösteriş yapmak da, açıkça israftır. Hem de o yabancı markalardaki isimlerin sahiplerinden bazılarının cinsî sapık bile oldukları o sektörün içinde bulunanlar tarafından söylenmektedir. O marka giyeceklere müşteri olacaklar, giyecek markasındaki gerçek şahıs isimleri sahiplerinin ahlakî kişiliklerini de biliyorlarsa, onu da göz önüne alarak o markalı giyeceklere özenti hislerini kontrol etmelidirler ve o markalı giyeceklerle gösteriş yapmaktan kaçınmalıdırlar. Buna dikkat ve riayet edilmediği takdirde, o yabancı markalı giyim eşyalarını gösteriş için çok yüksek ücretle satın almakta israfçılık ve saçıp savurma yapılmış olmanın  yanında, belki ayrıca bir manevî mesuliyet daha yüklenilmesi tehlikesi de vardır.

İslâm dininde israf, yukarıda verilen âyet mealinden de anlaşılacağı gibi kesin yasaktır ve haramdır. Allah (c.c.),  A’raf Sûresi 7/31. âyetinden başka En’âm sûresinin 6/141. âyeti ve İsrâ Sûresi 17/26-27. âyetlerinde israf etmekten ve israfçılıkta ileri giderek saçıp savurmaktan kesin olarak yasaklamakta ve böylelerinin “şeytanın kardeşleri” olduğunu, şeytanın ise Rabbine karşı çok nankör olduğunu, Furkân Sûresi 25/67. âyetinde de, mü’minlerin vasıflarından birinin  onların infak etmekte israf da cimrilik de yapmayacağı olduğunu bildirmektedir.

Yalnız, yukarıda bazı misallerini verdiğimiz, yemek-içmek ve giyinmek mevzularında değil; her mevzudaki israftan hem kendimiz sakınmalı ve hem de tesir sahamızdakilere israftan sakınmayı tavsiye etmeğe ve onlarda israftan kaçınmak ahlâkını yerleştirmeye çalışmalıyız. Çünkü israfçılık, geniş manâsıyla düşünülecek olursa, beşeriyetin en dehşetli hastalığıdır.

En büyük israf, en büyük sermayede yapılacak israf olabilir. İnsana verilen en büyük sermaye ise, onun ömür müddetidir. Ömrünü zararlı veya faydasız şeylerde israf eden, en büyük sermayesini israf ile ahretteki ebedî saadetini kaybetmekle, telafisi mümkün olmayan en büyük iflas tehlikesiyle karşı karşıya olacağını bilmelidir.

Bu mevzuyla alâkalı âyetler, hadisler ve onlardan süzülmüş manâları ihtiva eden dinî eserler, insanın ahretteki iflas haline düşmemesi gerektiğine önemle dikkat çekmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi de, Kur’an ve hadisten süzülmüş manâlar halinde,  Risale-i Nur Külliyâtının çeşitli yerlerinde israfsızlık mevzuunun önemine vurgu yapmaktadır. Lem’alar adlı eserinde Ondokuzuncu Lem’a olan “İktisatRisalesi”, “İsm-i Azam Risalesi” olarak da bahsedilen Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi ve Üçüncü Nüktesi, Yirmidördüncü Mektub Birinci Makam son paragrafı bu mevzuda verilebilecek misallerden bazılarıdır. Şualar adlı eserinde ise, “Beşinci Şuanın İkinci Makamı ve Meseleleri” başlığı altında âhirzamana ait müteşâbih (teşbihle, benzetme yoluyla ifade edilmiş) hadislerden bahsederken, ilk olarak “Birinci Mesele”de, hadiste âhirzamanda gelecek İslâm deccali olan Süfyan’ın elinin  delinecek olmasında kastedilen manânın, sefahet ve lehviyât için gayet israf ile elinde mal durmaması ve israfâta akması  olabileceğini söylemekte  ve “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli hırs ve tamâı uyandırarak, insanların o zaif  damarlarını tutup, kendine musahhar eder diye, bu hadis ihtar ediyor. ‘İsraf eden  ona esir olur, onun dâmına düşer’ diye haber verir” demektedir.

İsrafsızlığın önemini, lüzumunu iyi anlamağa çalışmak ve bu anlayışımızı hem kendi hayatımıza aksettirip hem de tesir sahamızdakilerle de paylaşarak, onları da israftan alıkoymağa çalışmak gayret ve faaliyetlerimiz içerisinde helal gıda arayışı içinde olmak da, dünya hayatımızda tüm şekilleriyle israftan sakınmağa çalışmamızın mühim hassasiyet ve uygulama alanlarından biridir ve dünya hayatımızın sonunda bizi bekleyen ebedî saadetimizin  kaybını önlemek için, dikkate alıp ona göre yaşamamamız gerekenler arasındadır.

Mustafa NUTKU

Alışveriş’ten Vazgeçmek!

Yıllar önce, İngiltere’de bulunduğum süre içerisinde, alınan bir malın belli bir müddet içerisinde hiç sebeb göstermeden iade edilebilmesi hakkı, o zamanlar Türkiye’de alışverişlerdeki durumla karşılaştırdığımda hayretimi mucip oluyordu.

O zamanlar Türkiye’de, bir malın bedeli ödendikten sonra o malın iadesinin kabul edilmemesi usulü çok az istisnaları ile çok yaygın olarak uygulanıyordu.

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Türkiye’de de gelişmiş batı ülkelerindeki gibi tüketici haklarından bahsedilmeğe başlandı; tüketici haklarıyla ilgili kanun, yönetmelik çıktı; gazetelerde tüketici sayfalarında tüketici hakları konusunda vatandaşa yardımcı olunmağa çalışıldı, her ilçede Tüketici Hakem Heyetleri ve ayrıca adliye teşkilatında Tüketici Mahkemeleri kuruldu, bunlara müracaat esasları belirlendi, e-devlet şifresiyle internet üzerinden ve hiçbir harç ödemeden bu hak arama yollarına müracaat imkanı ihdas edildi.

Fakat buna rağmen, maalesef Türkiye’de tüketici haklarının verilmesi henüz gelişmiş batı ülkelerinin seviyesine gelememiştir. Değil kullanılmış olabilecek bir eşyayı iade etmek, bir mağazanın, içine belli bir miktar para yüklenmiş özel bir alışveriş kartını iade edebilmek bile mümkün olamamaktadır.

Halbuki bu mevzuda, İslâm’ın iman nurundan mahrum, çeşitli günahların batağındaki batı ülkelerinden örnek almağa hiç ihtiyacımız da yoktur. Sadece şu hadis bile bu mevzuda bize çok şey ifade etmektedir:

Hz.Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.s.) buyurdu ki; “Bir kimse, bir Müslüman’ın sattığı veya aldığı bir şeyi kendisine iade etmesine razı olursa, Allah-ü Teâlâ onun hatalarını affeder.” (Ebû Dâvûd)

Bu hadiste dikkat edilirse, alıcının iadeye razı olduğu veya satıcının iadeye razı olduğu ayrı ayrı alışverişlerin her iki nevinde de, alışveriş tamamlanmış olduğu halde karşı tarafın talebi üzerine iadeye razı olanı Allah’ın affedeceğinden bahsedilmektedir.

Satıcının usulüne göre yapılan iadeye razı olması, Türkiye’de halen yukarıda bahsedildiği şekilde tüketici haklarıyla ilgili düzenlemelerle bir mecburiyet haline getirilmiştir.

Nakledilen hadiste, başka bir alışverişte ise, alıcının iadeye razı olmasından da bahsedilmekte ve satıcının talebi halinde alıcı satın almış olduğu malı iadeye razı olursa, Allah-ü Teâlâ’nın onu da affedeceği bildirilmektedir. Bu iade hali, ülkemizde önceki gibi mevzuatla düzenlenmemiştir; fakat bilhassa köylerdeki alışverişlerde daha çok rastlanmaktadır.

Meselâ: En’âm adı verilen koyun, keçi, inek,.. vd gibi canlı hayvanları köyleri dolaşarak satın alan ve adına “Celep” de denilen canlı hayvan alıcılarına hayvanlarını satan bir köylü daha sonra onları sattığına pişman olup, o canlı hayvan alıcısını başka bir köyde bularak sattığı hayvanlarının iadesini bazen isteyebilmektedir.

Böyle bir durumda, aslında alış veriş bitmiş olduğu halde, alıcı satıcının iade talebini kabul ederse, yukarıdaki hadiste onunla ilgili olarak da; “Allah-ü Teâlâ onun hatalarını affeder.”denilmektedir.

Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola..

(Risale-i Nur Külliyâtı Onbirinci Lem’a Beşinci Nükte)

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Evlilikle İlgili Bazı Gerçekler

Kadın, aile, evlilik, eş seçimi, boşanma, vb son zamanlarda üzerinde en fazla yazılan ve konuşulan mevzulardan bazılarıdır. Fakat bunların arasında meselenin özüne temas edene çok az rastlanmaktadır

Bekârlık yerine evliliği tercih edenlerin, şu hususları göz önünde bulundurmaları iyi olur:

Evlenmek, neslin devamı içindir. Bunun için iki ayrı cins arasında birbirlerine sevgi ve şefkat duymak hislerini koyduğunu Allah (c.c.) Rum Sûresi 21. âyette bildiriyor.

Risale-i Nur’da İşârâtü’l İ’câz adlı eserde de, Bakara sûresi 4. âyetinin tefsirinde “Saadet-i ebediye”den bahsedilirken, onun esaslarından biri olan nikah hakkında şöyle deniliyor:

Saadetin esaslarından nikah ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır ki; her iki taraf, sevgilerini aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezâizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam –velev zihnen olsun- ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti o tefekkürü paylaşsın.

Kalblerin en latifi, en şefiki kısm-ı sânî ile tâbir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmâm eden, sûrî ve zahirî arkadaşlığı samimîleştiren, kadının iffetiyle ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır.

Burada bahsedilen kadının “ahlâk-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olması” sıfatını büyük bir çoğunluk, çok dar bir manâsıyla düşünebilmekte ve problemin mühim bir kısmı bundan kaynaklanmaktadır. Aslında kadın için bildirilen bu sıfatlandırma, ahlâkın esasını İslâm dini olarak kabul edenler için, “kadının her hal ve davranışıyla İslâm çizgisi sınırları içerisinde olması” manâsında anlaşılmalıdır.

Bediüzzaman Cevap Veriyor” ve “Hanımlar Rehberi” eserlerinde yer alan bir mektubunda ise, Bediüzzaman Risale-i Nur talebelerine evlenmek mevzuundaki ölçülerinin ne olması gerektiğini şöyle bildirmektedir:

Eğer hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır. Hizmetine zarar vermez. Lillahilhamd bu neviden çok nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakikî ihlas cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risale-i Nur onlara der ki: ‘Haneniz bir küçük medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki, bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçi olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlad olsunlar.

Kâinatta en yüksek hakikatin ve insan için en fazla değer verilmesi gereken şeyin Allah’a (C.C.) ve onun inanmamızı istediklerine iman etmek olduğunu bilen ve kabul eden Müslümanlar, elbette evlenmek için eş seçimine karar verirken de yukarıdaki paragrafta yazılı olanları öncelikle esas almalı; ancak bundan sonra hem hissî ve hem de mantıkî sebeblerle kararlarını vermelidirler.

Herhangi bir malı alırken o malda bulunması gereken özellikleri araştırarak kararını veren insan, hayatının en mühim alımını yaparken onda bulunması gereken en mühim özellikleri araştırmadan kararını verirse, çok büyük bir tezat hali göstermiş olmaz mı?

Herhangi bir el âletini, makineyi veya bir motorlu taşıt vasıtasını alırken onun arızasız ve güven verici olması yönünden büyük bir titizlik gösteren ve “Ben onu daha sonra istediğim şekle sokarım” demeyen insan, kâinatın en mükemmel makinesi olan diğer bir insanı kendine hayat arkadaşı olarak seçerken “Ben onu daha sonra istediğim şekle sokarım” diyerek, bir titizlik göstermezse, bu onun için gene büyük bir tezat hali değil midir?

Peki, nikahta keramet yok mudur?

Özel şartları içerisinde ve dar manâda nikahta kerâmet vardır fakat kerametin her manâsında doğru olduğu söylenemez. Bu söze dikkatle ve ihtiyatla yaklaşılmalı; hangi manâda doğru kabul edilebileceği bilinmelidir.

Kerâmet; Türkçe’de daha çok, “Allah’ın (c.c.) velî kullarında görülen olağanüstü haller” manâsında anlaşılmakla beraber, asıl kelime manâsı; kerem, lütuf, ihsan, bağış, ikram, ağırlamaktır. Bazıları, evlenmenin diğer şartlarını haiz oldukları halde, evlilikte maişetlerini nasıl temin edebilecekleri mevzuunda aşırı vehim ve Allah’ın (c.c.) Rezzak ve Kerîm isimlerine ilticada ise zayıflık gösterdiklerinde, onların bu hallerini tashih için;

Evlenene Allah (c.c) yardımcı olur, ihsanını ve ikramını gösterir.” manâsında:

– Nikahta kerâmet vardır.” denilebilir.

Ayrıca, birbirlerine denklik şartını yerine getirerek ve muhabbetle evliliğe başlayanlarda, nikah onların aralarındaki muhabbeti arttırtabildiği için de, nikahta keramet olduğundan bahsedilebilir.

Nikahta kerâmet vardır.” sözüne yanlış mana verip evlenirken yanlış seçim yapmak yerine, başlangıçta evlilik için denklik araştırmasının iyi yapılması, evlenecekler için çok önemlidir ve ihmal edilmemelidir. Eş seçiminde denklik ise, en başta dinî yönden aranır. Dinî yönden tam dengiyle evlenememiş olanlarda da, eşlerden hangisi daha dindarsa, diğeri onun dindarlığını taklide çalışır. Hem bu konu, hem de ailevî problemlerle alâkalı en gerçekçi teşhis ve çözüm yolu, Risale-i Nur Külliyâtı Lem’alar adlı eserde Yirmidördüncü Lem’a İkinci Nükte’nin ilk kısmında, özetle şöyle bildirilmektedir:

Bu sene inzivada iken ve hayat-ı içtimâîyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. “Eyvah!” dedim. İnsanın hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi Cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimâîyesine ve dolayısıyla dîn-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçâre nisâ tâifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin te’sirli bir sûrette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.

Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan ma’nevî evlâtlarıma kat’iyyen beyân ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniyeden başka yoktur!.. Rusya’da o biçâre tâifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz. Risâle-i Nurun bir parçasında denilmiş ki: Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemâlinin en güzeli ve dâimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o biçâre ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyâde hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor.

Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata ma’rûz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

Hem Risâle-i Nûrun bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder; vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir sûrette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yâni; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.

İşte, Risâle-i Nûrun bu mealdeki cümlelerinin ma’nası budur ki: Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız dâire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.

…………………………..

Son cümlesine önemi sebebiyle tekrarla birkaç defa vurgu yapılmış olan bu iktibastan da sonra, ailevî meselelerde âraz tedavisi reçeteleri, palyatif tedbirler ve mecazî aşk edebiyatlarıyla konunun esasından saptırılmasına karşı, özetin de özeti olarak tekrar belki en doğrusu olarak şu söylenebilir:

Aileyi ayakta tutan, ana direk kadındır. Bu direğin sağlam olması icabeder; aksi halde aileler, bir çadırın ana direğinin veya bir binayı ayakta tutan kolonunun tahribiyle o çadır veya binanın çökmesi gibi çöker. Ailenin planını, projesini yapan Allah’ın bu mevzudaki âyet ve hadislerle bildirilmiş projesini inkârla veya beğenmemekle kendi dar anlayışlarıyla aile binalarında değişiklikler yapanlar, aile binalarının yıkılmasına sebeb olurlar. Bizi içten yıkmak isteyen şer güçler, suret-i haktan görünmeğe çalışarak, en az bir asırdır kadınlarımızı ifsad ederek cemiyetimizin temeli olan aile yapılarımızı bu şekilde ve bilhassa asrımızın çok gelişmiş iletişim teknolojilerini çok kötüye kullanarak bozmağa çalışıyorlar.

Bu gerçeği daha fazla geç kalmadan görebilmeli ve ona göre tedbirlerimizi alabilmeliyiz.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

İyi Bir Eş (Zevce) Nasıl Olunur?

Bediüzzaman’ın, Müslümanların aile hayatındaki bozulmalara karşı,  hanımlara “daire-i İslâmiye içindeki terbiye-i İslâmiye” tavsiyesini üç defa tekrarladığı Yirmidördüncü  Lem’a İkinci Nükte’deki ilk cümleleri şöyle başlamaktadır:

İKİNCİ NÜKTE: Bu sene inzivada iken ve hayat-ı içtimaîyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. “Eyvah!” dedim. İnsanın husûsan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi Cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimâîyesine ve dolayısıyla dîn-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçâre nisâ tâifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin te’sirli bir sûrette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan ma’nevî evlâtlarıma kat’iyyen beyân ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniyeden başka yoktur!..”

Dünyada  yaşayan her genç kız ve kadının hayalinde mesut olmak (başka bir deyişle mutlu olmak) vardır; bunun yollarını  araştırır, sebeblerine müracaat ederek dünyada saadete, mutluluğa kavuşmanın yollarını arar.

Risale-i Nur Külliyâtından Lem’alar adlı eserde ise,  Yirmidördüncü  Lem’a İkinci Nükte’den yukarıda iktibas edilmiş cümlelerin en sonuncusunda, kadınların yalnız muvakkat dünya saadetlerinin değil; uhrevî (ebedî âhiret) saadetlerinin de ve fıtratlarına (yaradılışlarına) Allah (c.c.) tarafından konulmuş ulvî seciyelerini (yüksek karakter özelliklerini) bozulmaktan kurtarmanın da, İslâmiyetteki dinî terbiyeden başka hiçbir çaresinin olmadığını söylemekte ve buna iki sayfalık metin içinde üç defa vurgulamada bulunup tekrarlayarak önemle dikkat çekmektedir.

Aile, cemiyetin temeli ve kadın da ailenin temeli olduğundan; kadın ve aile ile ilgili bu çok mühim tavsiyenin daha müşahhas ve günlük hayatta tatbikini kolaylaştırabilecek şekli acaba nasıl olabilir?

Bu sabah telefonla birisi beni aradı. Telefon ekranında ismi görünen tanıdık kişi, 2000 km uzaktaki bir şehirdendi.. Çok nazik bir şekilde konuşuyordu: “-Sizi rahatsız ettim mi?”, “-Acaba müsait misiniz?”,  “-Müsait değilseniz, sonra arayayım..”. Onun bu nazik sözlerine cevaben kısaca, müsait olduğumu söyleyince, o da aramasının sebebini açıkladı.

Gelinlik çağındaki öz kızının: “İyi bir zevce olmak istiyorum.. İyi bir zevce nasıl olunur?” sorusuna; çok safî bir şefkat, büyük bir samimiyet ve derin bir muhabbetle, cevap olarak bir hocaefendinin iyi bir zevcenin nasıl olunabileceğine dair yazdığı iki gerçek mektubu, sekiz yıl önce sahaflar çarşısından aldığım eski bir kitabın sayfalarında yayınlanmış olduğunu görerek, oradan iktibasla onaltı sayfalık bir broşür halinde ve okuyucusunun daha çok ilgisini çekmesi için itinalı bir kapak kompozisyonu ve mizanpajla pembe kağıda kırmızı mürekkeple broşür halinde bastırmıştım.

Nikah sahipleri tarafından nikah davetine gelenlere hediye edilmesi, buradaki çok önemli ve faydalı nasihatleri kızlarına ve yakınlarına bizzat kendileri veremeyecek olanlara yardımcı, tesirli ve faydalı bir yayın olarak kullanılması için bu broşürü yayınlamıştım. O tarihten sonra da, evlenme çağında kızı veya akrabası olan tanıdıklarıma, dostlarıma ve herhangi bir nikah daveti aldığımda da, ya bizzat elden veya e-posta ile bu broşür metnini nikah sahiplerine iletmeyi âdet haline getirmiştim.

Bir defasında, beni cep telefonumdan arayan, numarası bende kayıtlı olmayan bir erkek sesi, önünde pembe renkli bir broşür olduğunu, iç kapağındaki bilgilerden telefon numaramı öğrendiğini, beni İstanbul’un (en eski ve en büyük ilçelerinden biri olan) ….ilçesi Müftülüğü’nden  aradığını, ilçedeki din görevlilerinin dinî irşad hizmetlerinde istifade etmeleri için Müftülüğe bu broşürden 200 aded iletmemi istemişti. Ben de “Hayırda acele ediniz:” hadisi mucibince, bütün işlerimi bırakıp hemen yola çıkarak, mesai saati bitmek üzereyken, “İyi Bir Zevce Nasıl Olunur?” adlı broşürden 200 adedini ayni gün bizzat o Müftülüğe teslim etmiştim.

Bu sabah Türkiye’nin diğer ucundan bana telefon eden dostum da, bir karşılaşmamız esnasında, bu broşürün bir nüshasını bizzat hediye ettiklerimdendi.

O dostum, memleketine gidince, tüm aile efradı toplanarak verdiğim broşürdeki iki mektubu birlikte mütalaa etmişler ve en fazla da büyük anneleri olmak üzere, mektuptaki nasihatleri çok beğenmişler. Ev eşyası satan mağazaları olduğu için, müşterilerine hediye etmek maksadıyla, benden şimdiye kadar değişik zamanlarda çok miktarlarda taleplerde bulunmuşlardı. Bu defaki arayışlarında da o broşürün mevcudu ne kadar varsa tümünü göndermemi, mevcudu bitince de yeniden bastırıp kendilerine talep ettiklerinde göndermeğe devam etmem isteniliyordu. Telefonda beni arayanın bahsettiğine göre, aileleri yıkılmanın eşiğine gelmiş bazı hanımlar, bu broşürdeki tavsiyeleri yerine getirmekle aile saadetlerini elde ederek, kendilerine o broşürü hediye eden dostuma teşekkür ediyorlarmış.

Madem ki öyle, bir hocaefendinin kendi öz kızına yazdığı gerçek iki mektuptan iktibas olan bu broşür metnini burada, internet ortamında bir “e-broşür” olarak paylaşmakta da fayda olabilir:

 ( BİRİNCİ  MEKTUP )                                                                                          (5.4.1976)

      ……………………..

      Şimdi mevzua gelelim. Benden soruyorsun:“-İyi bir zevce olmak istiyorum, nasıl bir kadın olmalıyım? Neler yapmalı; neler yapmamalıyım?”diyorsun. Madem ki sordun, ben de cevap vermeğe çalışayım.

       Kızım, İslâmî prensiplere bağlılık ve sadakat göstermeden iyi bir insan olmaya da imkan yoktur, iyi bir zevc ve iyi bir zevce de.. Çünkü İslâm dini her hususta olduğu gibi, bu hususta da hakikî bir rehberdir. İslâm dininin iki mühim kaynağı olan Kur’an ve hadis, bu mevzuda da kıyamete kadar beşeriyete rehberlik ederler.

       Kadının en mühim iki vazifesi: 1 – Erkeğini mesut etmek;  2 – Çocuklarını iyi yetiştirmektir.

       Kadının bu iki vazifesi de mühim olmakla beraber, birincisi daha mühimdir. Kadın, erkeğine karşı vazifelerini yerine getirdikten sonra sıra çocuğuna gelir. Kadın, erkeğini hiçbir zaman ikinci sıraya düşürmemeli, çocuğuna karşı olan vazifelerine öncelik vererek,  erkeğine karşı olan vazifelerinde ihmal ve kusur göstermemelidir. Bu, yaradılış programına ters düştüğü için, normal bir erkek, karısının böyle davranışını kabullenemez. Kocasına karşı ve çocuklarına karşı bu vazifelerini ehemmiyet sırasına uyarak yapan; yani öncelikle erkeğini kendinden memnun etmeyi ihmal etmeden, sıhhatli, terbiyeli, imanlı, istikametli evlat yetiştirmeğe çalışan evli bir kadın, en mühim vazifelerinden ikisini yapmış olur.

      Evli bir kadının tabii ki, başka vazifeleri de vardır. Kocasına hayırlı ve meşru her işinde yardımcı ve destek olmak, onun akrabalarına da hürmette kusur etmemek, diğer vazifeleri arasındadır. Kadın, erkeğin en buhranlı günlerinde de kocasına yardımını ve desteğini devam ettirecek; ona yük olmamağa, sıkıntı vermemeğe; aksine, onun yükünü ve sıkıntısını hafifletmeğe çalışacaktır. Kocasının yapmak istediği hayırlı işlerde onun cesaret ve azmini kırmayacak; aksine onu cesaretlendirmeğe ve azmini pekiştirmeğe çalışacaktır. Kocasına güvenemediği hallerde bile, bunu asla açığa vurmayacak ve ona inanmış görünecektir.  Çünkü, kocasına karşı itimatsızlığını belli etmenin kadına hiçbir faydası yoktur. Kadın, hayatını birleştirdiği erkekle yollarını ayırmamağa çalışacaktır. Mümkün olduğu kadar onu anlamağa, onun ideallerini, alâkalarını, hislerini, zevklerini paylaşmağa ve ondan kopmamağa çalışacaktır. Böyle yapmadığı takdirde, onların hayat arkadaşlıklarındaki birliktelikleri gittikçe birbirlerinden uzaklaşma haline girer ve bu uzaklaşmaya karşı tedbirleri zamanında kadın almazsa, aralarındaki birliktelik, kopmağa kadar gidebilir. Bu husus, bilhassa ihtiyarlıkta kendini daha acı bir şekilde gösterir. İhtiyarlık yaşına gelinceye kadar, kocasını anlamağa, onunla müşterek hayatlarını paylaşmağa çalışmamış olan  evli bir kadın, ihtiyarlıkta yalnız kaldığını biraz da hayretle görür; işin fecaatını o zaman anlar ama, iş işten de geçmiş olur..

      Kadın, erkeğin sinirlendiği anlarda da çok dikkatli olmalıdır. Aksi halde, her sinirlenme anında erkek karısından biraz daha uzaklaşabilir ve aralarındaki beraberlik en sonunda bir kopma noktasına kadar gelebilir.

      Evli bir kadının dikkat etmesi icap eden diğer bir husus ta şudur: Bütün erkekler pasaklı kadınlardan nefret ederler; hatta en pasaklı, en pis erkekler için bile bu böyledir. O halde, kadın kocasına karşı daima temiz, tertipli ve çiçek gibi olmalıdır.

      Yaradılışı icabı erkek, kadının zekâsına, bilgisine, tecrübesine de ihtiyaç duyabilir. Hatta iki cihan serveri Peygamberimiz (s.a.s.) en büyük mürşid vasfında bir insan olduğu halde, vahiyle kendisine bildirilmemiş mevzularda ashabı ile istişare etmiş, bazen zevcelerinin fikrini aldığı da olmuştur. Zevcelerinden Hz.Hatice  validemizin ilk vahiy geldikten sonra ve Hz.Ümmü Seleme validemizin Hudeybiye Müsalahasında Peygamberimiz’e (s.a.s.) fikrî desteği, buna misal olarak verilebilir. Ancak, kadın kocasına herhangi bir mevzuda fikir ve tavsiyede bulunurken de ona hürmetin dışına çıkmamalı, ona itimatsızlık göstermemeli, ona nasihat vermek tavrına girmemeye dikkat etmelidir; çünkü erkekler zevcelerinden nasihat almaktan hiç hoşlanmazlar.

      Kadın, kocasını kendisinden memnun edebilmek ve  onun rızasını kazanabilmek için, bütün meşru isteklerini zamanında ve harfiyen yapmağa ve onu kızdıran şeyleri de yapmamağa çalışmalıdır. Ona inanmalı, güvenmeli, hayırlı ve faydalı işlerde ona şevk, enerji ve gayret kayna-ğı olabilmelidir. Bu şekilde hareket etmemesi sebebiyle, hem kendisi hem de kocası için evliliği, aslında küçük manevî bir cennet olabilecekken, manevî bir cehennem haline getiren kadınların sayısı hiç de az değildir.

      Birçok kadının, evlilikte mutluluğu elde edememesinin temelinde, kocalarına değer vermemeleri bulunmaktadır. Halbuki kocası, kadının hem cenneti ve hem de cehennemi olabilir. Onun meşru dairede rızasını alabilirse, bunun yanında Allah’a (c.c.) kulluk vazifelerini de yapıyorsa, kadın cenneti kazanabilmekte; kocasının meşru şekilde rızasını alamayan kadın ise, âhirette  kurtuluşu elde edememektedir. Bu sebeple kadın kocasına, hem ebedî cenneti kazanmasına, hem de cehennemde yanmasına vesile olabilecek bir kişi nazarıyla bakarak, icap eden ehemmiyeti vermelidir.

      Resulullah’ın (s.a.s.) bu mevzuda bize ne söylediğine dair birkaç hadisi hatırlayalım:

      1 – “Kadın ya malı, ya güzelliği, ya soyu, ya da dini için alınır. Siz dindar olanını tercih edin.”

      (Bu hadisteki “dindar” kelimesinin, güzel ahlâk, itaat  gibi erkeği mesut edebilecek tüm kadınlık vasıflarını da içine aldığını belirtmekte fayda vardır.)

      2 – “Kadın kocasının malını korumalı ve çocuğuna şefkat beslemelidir.”

      3- “Kadınlar kocalarına karşı küfran-ı nimette bulunmamalı ve ‘ Şimdiye kadar senden ne gördüm ki?’  dememelidir.”

      4 –“Kocasının isteği hilafına, onun yatağına girmeyen kadına melekler lanet ederler.”

      5 –“İyi kadın, kocasına karşı itaatli, çocuklarına karşı şefkatli olandır.”

      6 – “Kadının fenası, kötü huylu olanıdır.”

      Yukarıda bazılarından hatırlatmalarda bulunduğumuz hadislerle Peygamberimiz (s.a.s.), bize hayırlı bir kadının tarifini yapmaktadır. Peygamberimiz’in (s.a.s.) takdirle bahsettiği kadınlardan olmak isteyenler, bu hadislerdeki ölçülerle kendilerini ölçüp tartmalıdırlar.

      Saliha kadının özelliklerinden bahsettiği diğer bir hadis-i şeriflerinde ise, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle de-mektedir:

      “Saliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşru isteklerini yerine getirir ve onun gıyabında hem malını  hem de namusunu muhafaza eder.”

      Acaba gerçekten kaç kadın vardır ki, kocası onun yüzüne baktığında mesut ve bahtiyar olsun? Bütün kederlerini unutsun? Kendini sanki başka bir âlemdeymiş gibi görsün? Evet, evli her kadın elini vicdanına koymalı ve Peygamberimizin(SAV) ‘in “saliha kadın” tarifine ne kadar uyduğunu kendi kendisine sormalıdır.

      Sahabeden Ümmü Süleym validemizden bahseden bir hadis   de, “İyi Bir Zevce Nasıl Olunur?” sorusunun cevabı ile alâkalıdır.

      Buharî’deki bu hadis şöyledir:

 “Ebu Talha’nın ağır hasta olan oğlu, kendisi evde yok-ken ölmüştü. Ümmü Süleym, çocuğun öldüğünü görünce onu gasledip kefenledi. Ebu Talha gelince, ‘Oğlan nasıldır?’ diye sordu. Ümmü Süleym; ‘Çocuğun ıstırabı sakin-leşti, istirahat ettiğini zannediyorum.’ dedi. Ümmü Süleym ev halkına: ‘Sakın Ebu Talha’ya oğlunun öldüğü-nü söylemeyin, ta ki ben söyleyinceye kadar’ diyerek sıkı tenbihatta bulundu. Sonra kocasının yemeğini getirdi. Ebu Talha yemeğini yedi. Ümmü Süleym  o vakte kadar yapmadığı tuvaletini yapıp, süslenip zevcesine göründü. Beraberce yattılar. Sabah olunca, Ebu Talha gusledip evden çıkmak istediği sırada Ümmü Süleym, Ebu Talha’ya çocuğun öldüğünü bildirdi. Ebu Talha mescide gidip, Hz.Peygamber (s.a.s.) ile namaz kıldı. Sonra da o gece evinde olan bitenleri anlattı. Resûlullah (s.a.s.) de; ‘Cenab-ı  Hak bu gecenizi mübarek kılsın.’ buyurdu.”  

      İşte benim güzel kızım! Sen de kendini bir mihenge vur bakalım; Ümmü Süleym’in taşıdığı imanın, kocasına karşı muhabbetin hürmetin acaba ne kadarını gösterebilirsin? Ümmü Süleym, İslâm kadınına verilebilecek örneklerden  sadece bir tanesidir.

      Evet, İslâm kadınının hayatında, kocasının böyle bir yeri vardır. Kocası onun için, Allah’ın rızasını kazanıp ebedî âhiret saadetini elde edebilmesinin bir vesilesidir. İslâm kadınının kocasıyla evlilik hayatındaki bütün hal ve tavırlarının temelinde bu iman, bu şuur, bu şevk, bu gayret bulunur. İslâm kadını için kocasının emri, Allah’ın emridir; çünkü Allah ona, kocasına itaati emretmiştir. Kocasına itaati bu manâda anlayıp yaşamayana Allah, dünyada da âhirette de saadet nimetini tattırmaz. Bu iman, idrak ve yaşayış içindeki İslâm kadını, erkeğini katiyen üzmez, ona karşı “benlik davası” gütmez, her meselede kendi isteklerini kabul ettirmeğe çalışmaz, onu ikinci plana itmez. Erkeğinin isteklerini kendi isteklerine üstün tutarak yaşar. Çünkü Allah böyle emretmiştir; Allah’ın rızasını ve ebedî cennet saadetini kazanabilmesi buna bağlıdır. Fani dünyada, kocasının isteklerine karşı kendi isteklerini kabul ettirmek için direnmesinin, geçimsizlik, huysuzluk ve isyan hallerine girmesinin ona dünyada da âhirette de faydası olmadıktan başka, çok büyük zararı olabileceğini düşünür. Görenek belasıyla, kocasına fuzulî masraflar yüklemez, onun yükünü arttırmak yerine, hafifletmeğe çalışır. Kocasını mesut ve kendisinden razı edebilmek için, meşru dairede her şeyi yapar.

       Bu hususta onun rehberi: Kur’an’dır, hadislerdir, Kelâmullah’tır, hududullahtır; Allah ne demiş, kendisi için hangi ölçü ve sınırları koymuş ise, onu esas alarak yaşamasıdır.

( İKİNCİ   MEKTUP )                                                                                   (31.3.1979)

     …………………………..

      Yavrum! Şu ana kadar sana hep bir baba, bir ata olarak hitap ettim. Ama bu mektubumda bir kardeş, bir arkadaş, bir sırdaş ve aile dostu bir hekim gibi hitap edeceğim. Buna mecburum. Mektubumu bu üslupla yazmanın zorluğunu da idrak etmiyor değilim. Ama, 60 senelik hayat tecrübemden seni haberdar etmezsem, Allah indinde mesul olurum. Hem de sen, bu mektubumu babanın bir hatırası olarak da saklar, okudukça hem istifade eder ve hem de bana, ümit ederim ki, hak verirsin.

      Sevgili kızım! Yarın evlenecek, bir erkeğin zevcesi ve bir yuvanın annesi olacaksın. Bir erkekle hayatını birleştirmen, birkaç aylık, birkaç senelik hatta tüm dünya hayatından da ötede, ebedî âhiret hayatı da düşünülerek yapılması icap eden bir evlilik akdidir.

      O halde, bir evliliğin sağlam prensipler üzerine kurulması ve devam ettirilmesi icap eder. Pek, nedir o sağlam prensipler? Bir yuvayı huzur ve saadet içerisinde devam ettiren nedir? Yuvayı, ancak karşılıklı sevgi ve saygı ayakta tutabilir. Taraflar birbirlerine sevgi ve saygı besledikleri müddetçe, yuva yaşamakta devam eder. Karşılıklı sevgi ve saygı kalmadığı zaman, yuva da artık yıkılmış demektir; zahiren nikah akdi devam etse bile… Evlilikte her iki tarafın da bu hususta çok dikkatli ve çok itinalı davranması gerekir. Aksi halde, dünyada manevî bir cennet olması gereken aile hayatı, dünyada manevî bir cehenneme dönüşür, âhirette ne getireceği de ayrıca ciddiyetle düşünülmelidir.

      Allah, erkek ve dişi olarak iki cinsten yarattığı insanlara, yaradılışlarından bazı farklı hususiyetler de koymuş, bunlarla alâkalı vazife ve mükellefiyetler de yüklemiştir. Bu yaradılış hususiyetleriyle dünyada bulunan insanlar, evlendikleri zaman yaradılışlarının dışındaki rollere girmemeğe dikkat etmelidir. Evlilik,  insanları yaradılış hususiyetlerinin dışına çıkaran değil, o hususiyetlerine sımsıkı bağlı olarak yaşamalarını icap ettiren bir müessesedir. Yanlış bir feminizm anlayışının kurbanı olarak, evlilikte erkek kadınlaşmamalı, kadın da erkekleşmemelidir. Her ikisi de, yaradılışlarına ve kendileri için Yaradan tarafından çizilmiş hayat programlarına uygun olarak erkek, “hakikî erkek”, kadın ise “hakikî kadın” olmayı hedeflemelidir. Bunun hülâsası şudur: Aile içinde erkek âdil, kadın ise itaatli olacaktır. Erkeğin adaleti ve kadının itaati ile huzurlu bir aile yuvası devam eder ve hem dünyada hem de âhirette semerelerini verir.

      Evli bir kadının madem ki kocasına itaat mükellefiyeti olacaktır, evlenecek olan kızlar ve kadınlar bir erkeği kendilerine eş olarak kabul ederken, eş namzedi hakkında; “- Kendisine karşı, başta itaat olmak üzere, her türlü kadınlık vazifelerini yapabileceğim bir kişi mi?” sualinin cevabını vermeğe çalışmalı; bunun için araştırma yapmalı, yaptırmalı ve karar öncesi değerlendirmelerde bu ölçüye büyük ehemmiyet vermelidirler. Bunun aksine, sadece gelip geçici hislerinin esiri olmamalıdırlar; evlilikleri, başlangıçta bu sualin de cevabını kendi kendilerine vermeğe çalışacakları bir  “mantık evliliği” olmalıdır.

      Evli erkek, karısının hem kalbine hem de kafasına hâkim olabilmelidir. Bu da, bilgi, adalet, cesaret ve sevgi ile olur. Bilhassa bilgi itibariyle karısından üstün olmayan bir erkek, karısının kafasına da, kalbine de hâkim olamaz. Kadınlar âciz erkeklerle evlenirlerse onlara acırlar, fakat sevemezler. O halde, sevemeyecekleri ve hürmet edip ona her türlü kadınlık vazifelerini hakkını vererek yapamayacakları bir erkeği, hayat arkadaşlığı seçiminde yeterli  olmayacak bazı vasıfları için kendine koca olarak kabul etmek, kadın için büyük bir mesuliyet ve hata olur.

      Evli bir kadında, meziyet olarak en başta “kocasına itaat”ın bulunmasının lüzumu üzerinde yukarıda durmuştum. Evli bir kadının kocasıyla iyi geçiminin ve mutluluğunun bütün düğümleri, “kocasına itaat”ta toplanır. Zira, kadının sessiz sedasız kocasına itaati, aralarındaki yüzbin ihtilafı halledebilir. Kadının kocasına bu itaati, ona din ve dünya bakımından yüzbin fazileti de kazandırır. Tıpkı, camilerdeki büyük âvizelerin bir tek demir çubuk tarafından taşınması gibi. O demir çubuk tektir; fakat taşıdığı pırıl-pırıl âvize taşları ise, yüzlercedir. Ancak, evli bir kadının kocasına itaatinin onda  aranacak vasıflar bakımından tek başına  kafi olmadığını da kaydetmeli, aranacak diğer vasıflara bir misal olarak da, mükemmel bir ev kadınlığını, burada belirtmeliyim..

      O halde, “iyi bir zevce “ nasıl olunur? Sana bunu anlatayım. Bu hususta şu anda aklıma gelenleri maddeler halinde sıralamağa çalışayım:

      1 – Evli bir kadın, kocasına karşı çok, ama çok terbiyeli olmalıdır. Ona çok hürmet etmelidir. Hattâ, erkek fahiş bir hata yapsa ve karısına karşı terbiyesizce davransa bile, karısının buna tepki göstermeyip sakin ve terbiyeli halini muhafaza etmesiyle kadının değeri, hem Allah hem de kul yanında artar; erkek de o kadına karşı hem mahcubiyet hem de meclubiyet hissi içerisinde kalır. Kadının bu tavrı, kendisini de, kocasını da, yuvasını da korur. Bunun aksine, kendini haklı görerek tartışmalara, kavgalara girmesinden, elde edebileceği bir fayda yoktur.

      2 – Kızım! Evlenirsen,  kocanı başkalarının yanında sakın tenkit etme ve ona nasihatte bulunmağa kalkışma. Ne kadar hatalı da olsa, onu mahcup etme, onun hatasını teşhir etme.

      Bir de bunun aksinin yapıldığını bir düşün; başkalarının yanında kocasının hatasını yüzüne vuran ve ona nasihat eden bir kadını göz önüne al. O kadın kendini haklı zannederek böyle yapar ama, kocasına bu şekildeki hürmetsizlik kusuru bir yana, ya bir de zannettiği gibi kendisi haklı değilse, yani kocasının hareketi aslında doğru ise.. Halk bu işe ne der; Hâlık bu işe ne der? Ve o erkek, o andan sonra karısına hangi hislerle dolu hale gelir? Hayır! Hayır! Kocanla aranızdaki mesafeyi açabilecek ve soğukluk sokabilecek hiçbir davranışa girmemeğe çok dikkat et! Ona hürmette kusur etme!

      3 – Kocanın meşru işlerinde, daima onun yanında ol. Onu hayretinde, tefekküründe, şevkinde, heyecanında, neşesinde, üzüntüsünde yalnız bırakma. Hayret, tefekkür, şevk, heyecan, neşe gibi müspet hissiyatın paylaşıldıkça artacağını; üzüntü gibi menfî hislerin ise paylaşıldıkça azalacağını düşünerek hareket et. Unutma ki, evlendiğin erkeği sen ebediyet yolculuğunda hayat arkadaşı gibi seçmiş olacaksın.. Böyle bir yol ve hayat arkadaşlığında nasıl hareket etmek gerekiyorsa onu yap!

      4 – Önceki mektubumda da söylediğim gibi, evlendiğin erkeği aile içinde ikinci, üçüncü…sıralara düşürme. Birinci sırayı daima ona ver. Evlendiğin erkeğe ikinci, üçüncü sıraya düşürmen –birinci sırayı müşterek çocuklarınıza vermiş olsan dahi– onu derinden derine yaralar. Her türlü hizmetlerinde önceliği daima erkeğine ver; önce onun karnını doyur, onun sevdiği şeylerden ona ikram et, önce onun çamaşırını yıka ve ütüsünü yap, önce onunla meşgul ol. Bu şekilde onunla beraber geçen hayatında hep ek… ek… ek… Bir gün gelecek bu ektiklerinin mahsulunu mutlaka alacaksın…

      5 – Kadın, kocasının yanında daima temiz, tertemiz bir çiçek gibi olmalıdır. Onun yanında, ona gözünde hoş görünmeyecek her türlü görüntüleri vermekten dikkatle ve hassasiyetle kaçınmalıdır. Birlikte geçirecekleri her zaman dilimi için bu geçerlidir. Bütün bunları bilmek kâfi değildir; tatbikinde de hiç ihmalkârlık göstermemelisin. Sözlerimi dinle!..

      6 – Şimdi maalesef pek moda haline geldiği gibi, evlendiğin erkeğin senin her emrine boyun eğmesi için mücadele vermekten kesinlikle uzak dur! Zira, bu cemiyete bu zamanda ârız olan manevî hastalıklardan en başta gelen bir tanesi de budur. Belki de, bize batıdan bulaşmış menfî bir feminizm hastalığına kapılmış olduklarından kadınlar, bu devirde ve bizim cemiyetimizde, kocalarına mutlak surette hâkim olmayı, kadınlıklarının icabı zanneder gibi davranıyorlar. Aslında ailede hâkim durumunda olması icap eden erkek, yaratılıştan kendisine verilmiş hak ve vazifelere bağlılıkla hareket eder de, kadının bu haksız davranışına boyun eğmezse, aralarındaki uçurum her gün değil her an artabilmekte; boyun eğdiğinde ise bu, “hakkından feragat” şeklinde masum bir davranış görüntüsünde kalmayıp vazifesinden kaçmayı da beraberinde getireceği için, onu Allah indinde mesul duruma düşürmektedir. “Kadın hakları” gibi isimler altında, “aile içinde kadını kocasına karşı dik başlı ve âsi haline getirme” propagandalarının nefsini okşayabilecek yaldızlarının tesiri altında kalmamak, bu devirde ve bu cemiyet ortamındaki kadın için mühim imtihan mevzularından biri haline gelmiştir. Yaradılışın kanunlarına aykırı hiçbir şeyin zaten başarı şansı da yoktur. Kadın, aile içinde bu şekilde haksız ve yaradılışına aykırı bir davanın mücadelesine girerse ve erkek de kadının bu haksız mücadelesinde ona boyun eğmezse, aile yuvalarının bağı her gün çözülmekte devam eder; hem yuvaya hem de varsa küçük çocuklara yazık olur.

        Diyelim ki, kadın bu mücadelesinde muvaffak oldu ve erkeği kendisine esir etti; önce şunu söylemek lâzımdır ki, ne kadar âciz olursa olsun, erkek bunu affetmez. Sonra da –mütehassıs hekimlerin söylediğine göre– hem kadın hem de erkek, bu durumda maddî ve manevî hasletlerinden kayba uğrarlar. Kadın bunun cezasını, daha sonra bütün acılığı ile çeker. Böyle bir mücadele, evli eşlerin arasını da  açtıkça açar . Bilhassa ihtiyarlık zamanında, kadın kendisini yalnızlık içinde bulur. Artık, o zamana kadarki hayat arkadaşı erkeğinin ona sevgisi de saygısı da kalmamış olduğunu geç de olsa fark eder, fakat bir ömür bitmiştir. Bir badem kabuğunda iki badem içi gibi değil de, karşı karşıya gelmiş ve birbirine hırlayan iki varlık gibi olduklarını görürler.

      Sen , sen ol; böyle âdi bir yola sakın  girme!…

      7 – Kocanın kusurlarını, buna mukabil başka erkeklerin de meziyetlerini görme. Kocana başka erkeklerin meziyetlerinden bahsetme. Onun sevdiği şeylerden ona ikram et. Yemeğin daima en iyi yerini ve meyvenin en güzelini ona ver. Onsuz güzel bir yemeği, meyveyi yeme. Ona karşı hareketlerin erkek gibi olmasın; kadınca hareket et. Hattâ hareketlerin, görünüşte çocukça olsun. Erkekler bilhassa, çocuklara benzeyen kadınlara daha çok itibar ederler. Kocanı hiç kimseye, annesine ve babasına bile olsun, şikâyet etme. Onu hiç kimsenin yanında müşkül duruma düşürme. Aranızdaki ihtilafları başkalarına aksettirmek yerine, kendi aranızda halletmeğe çalış. Onu kırma, sevgisini yok etme. Ailenin devamının sağlanmasının, karşılıklı sevgi ve saygının devamlılığı ile yakından ilgili olduğunu katiyen hatırından çıkartma. Yalnız kocanı sevmekle kalmayıp onun yakın akrabalarına da, İslâmî ölçüler dahilinde yakınlık göster. Senin bu davranışının kocanı memnun edeceğini düşün. Fakat mahremiyet sınırlarına uymakta da asla kusur ve ihmal gösterme. Kocanın nikah düşen hiçbir akrabasını ve arkadaşını, sen evde yalnız bulunuyorsan, karısı olmadan evine alma, bekarsa hiç alma. Kimsenin hüsnüniyetine inanma. Lekelenmekten daima uzak dur. Zira kadınlar, beyaz, bembeyaz elbiselere benzerler; hemen leke alırlar. Hele cemiyet, böyle çirkef bir hale gelmişse…

      8 – Bütün hayatın boyunca daima, kocanın yanında neşeli olmağa çalış. Bunu hiç, ama hiç ihmal etme. Yorulan erkeğini, senin ona karşı neşeli halinin dinlendirebileceğini, neşeli bir eşe sahip olmasının onu hastalık kaynağı olabilecek stres hallerinden uzaklaştırabileceğini unutma.  O evden çıkarken onu uğurla; eve geldiğinde de karşıla. Onun ruh haline iştirak et. Sen yorgun olsan bile, onun yanında bunu hiç belli etme; hele şikâyeti hiç yapma. Onun yanında, onu rahatlatabilecek tebessümünü esirgeme. Alınganlık hallerinden vazgeç. Onun sana yapabileceği şakalara tahammül et. Onu mesut edebilecek hiçbir şeyi ihmal etmemeğe çalış. Onun meşgul olduğu ilim nevilerinden sen de, mümkünse ve faydası olabilecekse, en azından ona muhatap olabilecek seviyede bile olsa, öğren (Edison, gençlik devresinde çıkardığı bir gazete nüshasını ihtiyarlığında arayıp bulan karısına minnettar olmuştur.).

      9–Peygamberimiz (s.a.s.), kendisinin peygamberliğine ilk inanan olduğu için, ilk zevcesi Hz.Hatice’yi diğer zevcelerinden üstün tutardı. Bu, zevcesinin kendisine itimadının bir erkek için ne kadar mühim olduğunun delilidir.

Kızım, bu söylediklerim, bu mevzuda ilk aklıma gelenlerdir. Bunlara ilave olarak, tabii ki başka şeyler de söylenebilir. Şimdilik bu bahse dair söylediklerimi şöyle özetlemek istiyorum: Sev ki, sevilesin. Say ki, sayılasın. Fedakâr ol ki, sana karşı da fedakâr olsunlar. Ama bütün bunlar, evvelâ kadından gelmelidir; yani, bu hususlarda ilk adımı daima kadın atmalıdır..Tabii, kendini kocasına sevdirmek istiyor ve saadet yolunda onunla birlikte  bahtiyar olmak istiyorsa…

Neşredenin Notu:Bu mektuplar vesilesiyle, merakla ve haklı olarak sorulabilecek olan;

“-İyi bir zevc nasıl olunur?” sorusunun cevabı da, tek cümleyle şöyledir:

“-Resulullah (s.a.v.)’in aile hayatındaki gibi…”

 Prof.Dr.Mustafa Nutku

22 Aralık En kısa Gün! En Kısa Günlerden En Büyük Kazanç Nasıl Sağlanır?

Dünya ticareti bakımından, kısa günler az kazanç getirir.

Acaba âhiret ticareti bakımından da ayni midir? Ayni değilse, nasıl?

Günler gittikçe kısaldı. Dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesinde iki inkılap noktası vardır: 22 Haziran ve 22 Aralık. Bu iki günde, gündüz ve gecenin uzunluk farkları azamîye ulaşır. Bunlara “Yaz inkılap noktası” ve “Kış inkılab noktası” adları verilir.

“-Niçin kısalır ki, şu günler? Hep bir kararda gitse ne olurdu?

Havanın çabucak karardığını gören veya namaz vakitleri her gün, bir öncekinden farklı olduğu için, takvimdeki vakitleri her gün yeniden kontrol eden insanın aklından bunlar geçebiliyor.

Bir temenni değil; fakat bir sual olarak tekrarlasak:

“–Acaba, günlerin uzunluğu, artıp eksilmeden bir yılın her gününde aynı kalsa ne olurdu?

Günlerin uzayıp kısalması, mevsimlerin değişmesiyle birlikte meydana gelir. Mevsimlerin değişmesinin ise, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimiyle ilgili olduğu, coğrafya kitaplarında tafsilatıyla izah edilmektedir.

Demek ki, günlerin uzayıp kısalması olmasaydı, mevsimler de olmazdı. Zira iki hadise de, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakika eğik oluşu sebebine bağlıdır.

Bu eğiklik olmasaydı meydana gelebilecek diğer bir hadise de, denizlerden çıkan buharın sadece kuzey ve güneye gitmesi ve bunun neticesinde de, her iki kutupta muazzam buz kıtalarının teşekkülü olabilecekti.

Dünyanın dönüş eksenine bu eğimi veren, bu eğimi muhafaza ettiren ve buna bağlı olarak da mevsimleri, günlerin uzayıp kısalmasını husule getiren Müsebbibü’l-esbâb (Bütün sebebleri meydana getiren) Allah’ın (c.c.) yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’de, günlerin uzayıp kısalması hadisesi üzerinde de insanları düşünüp ibret almağa teşvik eden âyetler vardır.

Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün (büyüyüp küçülerek) ihtilâfında (ard arda gelmesinde, istikametli) akıl sahipleri için elbette deliller vardır.” (Âl-İmrân, 6)

(O,) geceyi gündüze katar (böylece gündüz uzar), gündüzü de geceye katar (da gece uzar). Ve O, sinelerin içinde olanı hakkiyle bilendir.” (Hadîd Sûresi, 6)

Gece ile gündüzün ihtilâfında, (aydınlık ve karanlık, kısa ve uzun vaziyetlerle ard arda gelmesinde), Allah’ın gökten bir rızık (yağmur) indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgarları (değişik yönlerden) estirmesinde de akıl erdirecek bir topluluk için deliller vardır.” (Câsiye Suresi, 5)

İlim ve fenlerin en önemli faydası, yukarıda mealleri verilmiş olanlar gibi Kur’an âyetlerinin işaret ettiği deliller olan malumat vermesidir, denilebilir.

Bir Hadis-i Şerifte: “Tefekkür gibi nafile ibadet yoktur” diğer bir Hadis-i Şerifte ise: “Yazık o kimseye ki, böyle âyetleri okur da, bunlarda tefekküre dalmaz” buyrulmuştur.

Gece ile gündüzün, büyüyüp küçülerek, arka arkaya değişip durmasındaki ve Allah’ın (c.c.) göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklardaki büyük deliller, fenlerin verdiği malumat ibret nazarıyla tetkik edildiğinde daha iyi görülebilir. Bunlardan bazıları misal olarak verilse de, bu delil ve ibretler, verilen misallerin sayısıyla tahdid edilemez.

Günlerin kısalması ve havanın erken kararmasıyla güneşin ısı ve ışığından daha az istifade edebildiğimiz kış mevsimi her yıl tekrarlanır.

Günlerin kısalması, gecelerin uzaması demektir. Bu uzun maddî gecelerimizde manevî güneşlerden aydınlanabilirsek, vicdanımızı dinî ilimlerle ziyalandırır; aklımızı da fennî ilimlerle nurlandırarak, bu ikisinin imtizacıyla hakikatin tecellîsine ayna olabilirsek, kısalan günlerin ardındaki maddî karanlıklı uzun gecelerimiz ebedî ve nurlu gündüzleri semere verebilir.

(Prof.Dr.Mustafa NUTKU)