Etiket arşivi: Mustafa Nutku

21 Aralık 2012’ye bir gün kaldı..

Maya takvimine göre, 21 Aralık 2012’de dünyanın sonunun geleceği ve bu tarihte sadece İzmir’in Şirince ve Fransa’nın güneyindeki Bugarach köylerinde bulunanların zarar görmeyeceğine dair Maya inancı (?), bir müddetten beri dünya gündeminde çeşitli açılardan bahis konusu oluyor.

Bugün 20 Aralık 2012, yani bahis konusu tarihe bir gün var..

Geçen Cumartesi günü, bir vakfın burs verdiği üniversite öğrencileriyle yaptığı kış dönemi toplantısına davetliydim. Benden başka davetli çeşitli yaş ve akademik unvanlı öğretim üyeleri değişik mevzulardan bahseden konuşmalar yaptıktan sonra, öğrencilere de soruları olup olmadığı soruldu. Aslında, soruların konuşmalarla ilgili olması gerekirken, bir kız öğrenci yapılan konuşmalarda hiç bahsi geçmediği halde;

“-21 Aralık 2012’de kıyamet kopacak mı?” sorusunu sordu.

Ben, o toplantıda bu sorunun sorulmasına biraz hayret etmekle beraber, cevapsız da bırakmamak gerektiğini düşündüm. O toplantıda biraz evvel “israfsızlık” mevzuunda 40 dakika kadar devam eden bir konuşma yapmıştım. Bu soruya da, yaptığım konuşma çerçevesinde bir cevap vermeyi uygun gördüm:

“-Kıyamet; ‘Küçük Kıyamet’ ve ‘Büyük Kıyamet’ olmak üzere iki çeşittir. Küçük kıyamet; insanın ölümüdür. İnsan ölünce, onun küçük kıyameti kopmuş olur. Ecel vakti de belirsiz olduğu ve ölüm, yani insanın ‘Küçük Kıyamet’i her zaman gelebileceği, hergün yaklaşık üçyüzbin insan bu dünyadan küçük kıyametleri olan ölümle ayrıldığı için, öncelikle ve bilhassa onunla ilgilenmek, ona hazırlanmak ve en kıymetli sermayesi olan ömür müddetini israf ile ebedî ve telafisi mümkün olmayan bir iflas ve zarar haline girmemek lâzımdır”dedim.

falling lightsBir dergi yazımda da belirttiğim gibi; aslında hayat, içinde yaşadığımız andan ibarettir.

Geçmiş ve gelecek, elimizde değildir; biz, içinde bulunduğumuz anı doğru yaşamağa çalışmalıyız. Işıklı bir nokta hareket ettirilse, ışıklı bir çizgi gibi görünür; halbuki o, gerçekte ışıklı bir çizgi değil; ışıklı bir noktadır.

Hayat çizgimiz”, bu misaldeki “ışıklı çizgi”gibi, içinde yaşadığımız an da, bu misaldeki “ışıklı nokta” gibidir ve içinde yaşadığımız an, hayatımızın asıl gerçeğidir.

Hayat dediğimiz hâlât (haller),içinde bulunduğumuz andan ibarettir.”(BSN) vecizesi de, bu gerçeği ifade eder.

O halde yaşamak, aslında içinde bulunulan ânı yaşamaktır. Bunun ne derecede farkındayız ve bu farkında oluşumuzla bu gerçeğe ne derecede uygun ve doğru yaşıyoruz?

Bu konuda bir iç muhasebe ve nefis muhasebesi yapmamızın, bize büyük lüzumu ve faydası vardır.

***

Düz bir çizgi çizelim. Bu çizgi üzerindeki bir noktayı sağa doğru hareket ettirelim. Bu hareket eden nokta, çizginin sol ucundan hangi hızla uzaklaşırsa, çizginin sağ ucuna da aynı hızla yaklaşır.

Bu misale benzer şekilde, dünyada yaşarken, ömrümüz zaman çizgisi üzerinde hareket eden bir nokta gibi, bir başlangıçtan bir sona doğru gitmekte olduğumuzu düşünecek olursak, dünya hayatımızın sonuna doğru yaklaşma hızımız, bu hayatımızın başlangıcından uzaklaşma hızımız kadardır.

Diğer bir ifadeyle; geçmiş bizden ne kadar hızla uzaklaşıyorsa, gelecek bize o kadar hızla yaklaşıyor.

İnsanların büyük çoğunluğuna dünyadaki hayatlarında, “tevehhüm-ü ebediyet” denilen bir manevî zaaf hali refakat eder. Yani, insanlar kendilerini, “dünyada ebedî kalacakmış gibi” düşünmek ister.

Bazıları bunun da ötesinde, dünyada ebedî yaşamanın çarelerini araştırır.

Allah (c.c.), bu dünya hayatından sonraki âhiret hayatında insana ebedî hayat vereceği için, ebedî yaşamak isteğini de insanın içine koymuştur.

Bu istek, veriliş maksadına uygun olarak, âhiret hayatı için sarf edilmeli ve âhirette zaten kaçınılmaz olan “ebedî hayat”ın levazımatını -başta iman ve namaz olmak üzere- bu dünyada hazırlamaya, her şeyden daha fazla önem vermelidir.

***

Büyük Kıyamet”in vakti mevzuuna gelince; bir söz okunduğu veya dinlendiği zaman, onu kimin söylediğine, kime söylediğine, ne söylediğine ve hangi makamda söylediğine dikkat etmek gerektiğine dair mühim kaideyi göz önüne alarak o söz değerlendirilmelidir.

21 Aralık 2012’de Büyük Kıyamet’in kopacağını kim söylemiş? Maya’lar.. Kimdir bu Maya’lar, sözlerine ne derece itimat edilebilir, düşünülmesi gerekmez mi?

Müslüman olanların Maya’ların veya başkalarının değil; “-Allah (c.c.) ne diyor, onun Resulü (s.a.v.) ne diyor, Allah ve Resulünün dediklerini bize nakleden hakikî âlimler, Allah Resulünün ilim vârisleri ne diyor?” onu merak edip, ona itibar etmeleri gerekmez mi?

Kur’an-ı Kerîm’in 54. Sûresi Kamer Sûresi’dir. Buna “İktarabet Sûresi” (“İktarabet”in lügat manâsı “yaklaştı”) de denilir. Bu sûre, Mekke döneminde nazil olmuştur.

Bu sûrenin ilk âyeti, Peygamberimiz’in (s.a.s.) Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi olan ayın yarılması mucizesinden ve kıyametin vaktinin yaklaştığından sadece dört kelime ile, çok vecîz bir şekilde bahsetmektedir: “Yaklaştı saat, yarıldı ay.”

Bu âyetle Büyük Kıyametin vaktinin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi üzerine, sahabe-i kirâm Büyük Kıyamet’in vakti hakkında Peygamberimiz’e (s.a.v.) sorular sormuşlardır. O sorularla ilgili olarak, A’râf Suresi 187. âyet meali’nde şöyle denilmektedir: “Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: “Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!” O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.”

Lokman Sûresi’nin 34.(son) âyeti meali de şöyledir:

Şüphesiz Allah ki, kıyamet (vakti) hakkındaki bilgi ancak O’nun katındadır. Ve yağmuru (O) indirir. Rahimlerde olanı da , (O) bilir. Ve hiçkimse yarın (amel cihetiyle) ne kazanacağını bilemez. Hem hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz, Allah Alîm (sizin bilmediğiniz her şeyi bilen) dir, Habîr (her şeyden haberdar olan)dır

Hayrat Neşriyât, Kur’an- Kerîm ve Muhtasar Mealinde, âyetin mealini bu şekilde verdikten sonra, bilhassa bu asrın gelişmiş çeşitli fennî mâlumatıyla bu âyet mealiyle ilgili zihninde bazı sorular olabileceklere de , Risale-i Nur Külliyâtı Lem’alar adlı eserdeki 16. Lem’adan mühim bir iktibası da dipnot olarak vermiş. O iktibasın kaynağından bulunup okunmasında fayda vardır.

15 Asır önce nâzil olmuş bir âyetle Büyük Kıyamet’in vaktinin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi, dünyanın o zamana kadarki ömrüne nisbeten geriye kalmış olan ömrü itibarıyladır. O âyetin nazil olduğu sırada bugünkü fennî bilgilere göre, dünya 3,5 milyar yıl yaşındaydı. O tarihten 15 asır sonra kıyametin kopacağı düşünülse; dünyanın 3,5 milyar yıllık geçmiş ömrüne nisbeten, 15 asırlık yani 1500 yıllık kalan ömrünün kısalığı (1500/3500000000), kıyametin yaklaştığını bildiren âyetin hakikatini biraz daha iyi anlamayı kolaylaştırabilir.

Cebrail (a.s.)’in insan sûretine girip Peygamberimiz’e (s.a.v.) iman, İslâm, ihsanın ne olduğuna dair sorularına Peygamberimiz’in verdiği cevapların, ümmetinin bunları bilmesi için Allah (c.c.) tarafından bildirmesiyle olduğu söylenebilir; “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusunun cevabını veremeyişi de, çeşitli hikmetlerle Allah (c.c.) tarafından cevabının bildirilmemesiyledir.

O hikmetlerden biriyle ilgili olarak biz, her an “Küçük Kıyametimiz” olan ölümümüz gerçekleşecekmiş veya “Büyük Kıyamet” kopacakmış gibi, daima ona ve onun ardındakilere hazırlığımızı ihmal etmemeliyiz.

Bu hazırlığımızın gerçekte Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı istediklerine hakikî iman ve Salih amelle olabileceği hakikatiyle, İzmir’in Şirince veya Fransa’nın Bugarach kasabasına silah, fener, balta, ilaç, gıda maddeleri ile ahmakça sığınmak arasındaki çok büyük tezat ibretle tefekkür edilmeli ve bu ibretli tefekkürden alınan dersle gereği yapılmalıdır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Kaynak: www.NurNet.Org

En Garip Hadise!

EN GARİP HADİSE..

Sungur Ağabey vefat etti. “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn.” Allah (c.c.) rahmet eylesin. Ölüm, mü’minler için kayıp değil; geçici bir firaktır. Allah (c.c.) bizi ebedî cennetlerde buluştursun.

Şimdiye kadar ölen yalnız kendisi olmadığı gibi, şimdiden sonra da büyük kıyamete kadar ölüm kervanıyla dünyayı terk ederek küçük kıyametleri tahakkuk edecek insanlar olmakta daima devam edecektir.

Kendisi Risale-i Nur câmiası içinde çok tanınmış bir kişi olduğu için, hakkında çok kişinin söyleyebileceği şeyler vardır. Bu vesile ile, bize “vaiz olarak kâfi gelebileceği” bildirilmiş ve hayatın en büyük gerçeği olan ölümle ilgili düşüncelerimizi murakabe etmemizde mutlaka fayda vardır.

Çünkü bu dünyada ölüm herkesin değişmez akıbetidir; kimse onun dışında kalamaz. Hergün yüzbinlerce insan bu dünyaya gelirken, yüzbinlerce insan da bu dünyadan ayrılmaktadır. Hz. Ömer’in kendisine hergün ölümü hatırlatması için parayla bir adam tuttuğu, o adamın hergün Hz. Ömer’e (r.a.) gelip;

“-Ya Ömer, öleceksin!

dediği, bir müddet sonra o adamın hatırlatmasına ihtiyaç duymadan da hergün ölümü düşünebilecek hale gelmesi sebebiyle, Hz.Ömer’in (r.a.) o adamın işine son verdiği bilinmektedir.

Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyâtı Yirmibirinci Lem’a’da, “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.” demektedir.

Acaba biz, “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi olan râbıta-i mevt”i kendi nefsimizde yapabiliyor muyuz? Yapamıyorsak, en mühim şey olan ihlâsı kazanmak ve onu muhafaza etmenin en tesirli sebebine müracaatı ihmal ediyoruz demektir. Bu ihmalimizin bize zararının ne olacağının farkında mıyız?”

*

Çeşitli vesilelerle, dünyadaki garip hadiselerden bahsedildiğini duyarız veya okuruz. Hattâ, dünyadaki garip hadiselerden birlikte, mukayeseli olarak bahseden kitaplar da vardır.

Mısır’daki Gize Piramidi’nin dünyanın yedi harikasından biri ve dünyanın en garip binası olduğu iddiasını insanlara kabul ettirebilmekte fazla güçlük çekilmez. Fakat;

‘-Dünyadaki en garip hadise acaba hangisidir?’ sorusuna,

‘-Dünyadaki en garip hadise, insanların birbirlerinin ölümlerinden birçok defalar haberdar oldukları halde, ölümü kendilerinden uzak görmeleridir.’

cevabında insanların ittifakını temin edebilmek kolay değildir.

Çünkü, dünyadaki garip hadiseleri nakledenler ve diğer bütün insanlar, imanlarının zaaf veya kuvvetiyle mütenasip olarak ölümden gaflet halini nefislerinde derece derece yaşadıkları için, bizzat yaşadıkları bu hadisenin garabetini fark edebilmeleri de aynı derecede olamaz!

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

İnsanlardaki “Ebedi Yaşama” Arzusu ve “J.R.”ın Ölümü!

24 Kasım 2012 sabahı haber ajansları, Dallas dizisinin kötü adamı ‘J.R.’ın öldüğü haberini dünyaya yaydılar.

Bir TV dizisindeki ‘kötü adam’ rolüyle, ‘gerçekte kötü adamlığın’ ayni şey olmadığına, ancak kötülüğü iyiliğine galip olana “kötü” denilebileceğine, insanları Cennet’e veya Cehennem’e ancak Allah’ın (C.C.) gönderebileceği gerçeklerine kısaca işaretten sonra, bu ismin hafızamda bıraktığı ibret verici en kalıcı iz olan, kendisiyle yıllar önce yapılan bir röportajında söylediklerinden bahsetmek istiyorum:

O röportajında ‘J.R.’ın, öldükten sonra yok olmamak ve ebediyen yaşamak arzusu için, o zamanki kendi inanç sistemi içerisinde söylediği şu sözler dikkatimi çekmişti:

Öldükten sonra yok olmak istemiyorum. Bunun için, öldükten sonra malikanemin satılmayıp neslimden gelecekler tarafından kullanılmasını, cesedimin toprağa gömülmeyip yakılmasını, cesedimin yakılması neticesinde geride kalacak küllerimin malikanemin bahçesine serpilmesini, küllerimin serpildiği bahçe toprağında çeşitli mevsim sebzeleri yetiştirilmesini vasiyet edeceğim.

Böylece benim vücudumun külleriyle beslenen sebzeleri yiyen neslimin bedeninde, hayatım ben öldükten sonra da devam etmiş olacak.

Onun yıllarca önce Türk basınında da yer almış olan bu sözleri, İslâm imanının da altı esasından biri olan öldükten sonra dirilmenin ve ebedî yaşamak arzusunun insan için ne kadar mühim olduğunu düşündüren, iz bırakan, ibretli bir misaldi.

Kur’an-ı Kerîm’deki âyetlerin üçte biri imanın altı esasından biri olan Haşir’le alâkalıdır ve Risale-i Nur Külliyâtı’nda da ‘Haşre iman’dan geniş şekilde bahsedilmektedir. Kısaca verilebilecek bir misal olarak, Sözler adlı eserde, Yirmi dokuzuncu Söz İkinci Maksad Sekizinci Medar’da, ebed arzusunun tüm insanlar için de genel bir arzu olduğundan şöyle bahsedilmektedir:

SEKİZİNCİ MEDÂR: İnsanın fıtrat-ı zîşûuru olan vicdanı, saadet-i ebediyyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikîyyenin ve bir hakîkat-ı câzibedârın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakîkatının hâtimesi bu hakîkatı göstermiştir.”

Allah (c.c.) “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi”.

İnsana ebedî hayat, Allah (c.c.) tarafından verileceği için, onun isteği de dünyaya gönderdiği insanların içine gene Allah (c.c.) tarafından konulmaktadır. Fakat ebedî hayatın verileceği yer, İslâm imanından gafil birçok insanın arayışında olduğu gibi, bu dünya hayatı değildir; bu dünya bir imtihan yeridir ve insan burada vazifeli bir misafirdir. İnsan, bu dünya hayatı esnasında, aslında kendisini istemese bile kaçınamayacağı ahretteki ebedî hayatının, hangi şartlarda olacağını belirleyecek, kazancı da kaybı da çok büyük ve çok mühim bir imtihanın içinde bulunmaktadır.

1980’li yılların dünyaca meşhur televizyon dizisi “Dallas”ta petrol zengini bir ‘kötü adam’ rolünü oynamış ‘J.R.’ın, bu dünyada 81 yıllık gerçek hayatındaki Allah’a kulluk imtihanını da ‘kötü adam’ olarak mı tamamladığı hakkında bilgimiz olmadığı için, onun hakkında bir şey diyemeyiz ve onu Allah’ın (c.c.) adaletine havale ederiz. Biz, ölmeden önce onun da bir röportajında varlığına dikkat çektiği, ‘bütün insanlardaki ebedî hayat arzusunun’ kendimizde en iyi şekilde tatmin edilebilmesinin, ancak İslâm imanından iyi ders alıp o dersleri hayatımıza iyi tatbikle olabileceğini düşünmeli ve bunun gereğini yapmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

“Kendine Göre Müslüman” Olmak Meselesi

Komşularımdan, bazen karşılaştığımda ayaküstü kısa sohbetlerde bulunduğum, halen dünyada en çok kullanılan dil olan İngilizce’yi de öğrenebilmek için hocalarının bir kısmını Mısır’daki Ezher Üniversitesinden getirtmiş olarak Pakistan’da İngilizce eğitim yapan bir İslâmî ilimler fakültesinde ilahiyat fakültesi tahsili yapmış, böylece Arapça yanında İngilizce ve Urduca’yı da öğrenmiş ufku ve ilmi geniş değerli bir imamla günümüzdeki Müslümanların İslâm’ı anlamaktaki ve uygulamaktaki farklılıklarını konuşurken o, mevzuu çok kısa bir cümle ile bağlamıştı: “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..”

Dünyadaki iki milyara yakın Müslüman’ın ve bunlardan 57 tane İslâm ülkesinin “İslâm İşbirliği Teşkilatı” (İİT) adlı bir teşkilatın üyesi olmasına rağmen, Müslümanların dünya siyasetinde ve ekonomisinde birlikten doğan bir kuvvetle hareket edememelerinin sebebinin de, “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..” oluşuyla alâkasının kurulabileceğini ayni imam ilave etmiş ve buna Müslümanların halen yaşadığı günlük hayattan bazı misaller vermişti.

Bu mevzuda ilk verdiği misal, sigara ile alâkalıydı: Bazı fıkıh âlimleri, insan sağlığına zararı ile ilgili bugünkü bilgilerle sigaranın kesin haramlığı hükmünde yıllardır ısrar etmelerine rağmen, bazıları da ekseriya kendi alışkanlıklarından vazgeçmemek ve bundan dolayı kendilerine gelebilecek tenkitlere meydan vermemek için, eski fıkıh kitaplarında eksik bilgilerle yazılmış olanları güya bu konuda delil olabilirmiş gibi göstererek, sigaranın haram olduğunu söylememektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da, kendi teşkilatındaki yüzbin din görevlisinden bazılarının sigara alışkanlığında devamı sebebiyle, bu mevzuda kesin bir tavır koyamamaktadır. İslâm âleminde “kendine göre Müslümanlığın” bunun gibi misallerinin çokluğunda, İslâm âleminde birlik ve beraberliği sağlayabilecek olan “Hilafet”in kaldırılmış olmasının da büyük rolü bulunmaktadır.

Böyle bir dinî yaşayış ortamında her Müslüman’ın, Kur’an’ı ve “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini iyi anlamağa ve kendi hayatına tatbik etmeğe çok ihtiyacı vardır. İslâm dininin iki temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğu, en basit ilmihal kitaplarının bile ilk cümleleri arasında yer alır. Ancak, bu iki temel kaynağı sadece kendi anlayışına, sözlerine, tercihlerine ve yaşayış tarzına delil yapmağa çalışan, bahsettiğim o imamın kısaca tarifini yaptığı gibi “Kendine göre Müslüman” olur.

İslâm şeriatını kendi anlayışına, tercihine, yaşayışına yanlış olarak delil yapmağa çalışmak; İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmaktır. Halbuki, bir Müslüman’ın vazifesi İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmak değil; kendisini İslâm’a uydurmaktır.

Evlilik aktinde olduğu gibi, yürürlükteki mevcut hukuk sistemine göre geri dönüşü çok zor bir kararın öncesinde de, birbirleriyle evlenme namzedi Müslümanların sonradan evliliklerinde uyumsuzluklarla sıkıntılı hallere girmemeleri için, birbirlerinin ne çeşit bir Müslüman olduğunu iyice anlamadan evlenmek kararı vermemeleri daha isabetli olur.

Bu mevzuu biraz daha müşahhas hale getirmek için, zamanımızda bilhassa şehir ortamlarında Müslüman kadınların tesettüründeki (örtünmesindeki) yozlaşmalar üzerinde de önemle durulabilir. Peygamberimiz’in (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicretinin 4.yılının Zilkade ayında örtünme âyetleri olan Ahzâb Sûresi: 59 ve Nûr Sûresi:31 inmiş, Peygamberimiz’in (s.a.v.) hadisleri de bu âyetlere daha fazla açıklık getirmiştir.

İslâm’da örtünmenin esasının, Kur’an ve Hadis’teki sağlam delillerle sabit ve kesin bir hüküm olduğunda İslâm âlimleri ittifak ettiği halde, maalesef moda cereyanlara ve nefislerinin tercihlerine kendilerini kaptırmış bazı Müslüman kadınlar, örtünme mevzuunda İslâm’a uymak yerine sanki bu mevzuda İslâm’ı kendilerine uydurmağa çalışıyor gibi kıyafetlerle, mahremleri olmayan erkeklere görünmektedirler.

İngiltere’de bulunduğum sırada, çeşitli İslâm ülkelerinden gelen Müslüman hanımlardan bazılarının İslâmî tesettüre uymayan şekilde renkli ve şeffaf tüllerle başlarını güya örtmelerini savunmağa çalışırlarken, kendilerinin anadillerinin Arapça olması sebebiyle Kur’an’ı bizzat anlayabildiklerini, anadili Arapça olmayan İslâm ülkeleri kadınlarının ise, daha çok korktukları için Kur’an’daki tesettür âyetlerinin manâsını daha geniş şekilde uyguladıklarını söylemeleri, o hanımların beyleri olan erkeklere de naklediliyordu. Bu da, bahsettiğimiz İslâm’ı kendine uydurmağa çalışmanın öneklerinden biri sayılabilirdi.

12 Eylül 1980 askerî darbesini yapanların, belki de inkılaplara yeni birini daha ilave etmek özentisiyle İslâmî tesettürü yasaklamak için yol arar gibi, kadınların tesettürünün İslâm’daki yeri hakkında görüş talebi üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tesettür yasağı için fetvacılık yapmaktan tamamen uzak ve net bir şekilde İslâmî tesettürü savunan mufassal bir karar yayınlamıştı.

Merhum İskilipli Muhammed Âtıf Efendi’nin Hicrî 1339 tarihinde (Halen 1434 yılında bulunulduğuna göre, 105 yıl önce) İstanbul matbaa-yı âmirede basılmış olan Tesettür-ü Şer’î adlı risalesinin üzerinde şu ibare yazılıdır: “Ahkâm-ı Tesetttüre vakıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’a bir nüsha lâzımdır”. Bu risale bugünkü Türkçe’ye de tercüme edilmiştir, basılmıştır ve satıştadır.

Çeşitli yayınevlerinin çıkarmış olduğu Kadın İlmihalleri’nde ve bunların sahih İslâmî kaynaklarında olduğu gibi, bu risalede de İslâmî tesettürün esasları şöyle açıklanmıştır: Buluğa erdikten itibaren bekâr veya evli her genç kız ve kadın, İslâm’da açılmasına izin verilen âzası hariç olmak üzere, başından topuklarına kadar bütün bedenini örtecek bir dış elbise giymelidir ki, hadis-i şerif gereğince o elbise âza belli olacak dercede dar ve ince olmamalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.): “Suretde elbiseli, hakikatta çıplak kadınlara Allah lânet etsin” buyurmuştur. Bilhassa büyük şehirlerimizde bu tarife uyar şekilde giyinmiş başörtülü genç kızların ve kadınların bile gittikçe arttığı, bazı Müslüman kadınların ve genç kızların dış elbiselerinin, gayrimüslim hemcinslerine daha fazla benzemekte olduğu inkâr edilemez.

İçinde yaşadığımız bu âhirzamanda, güya genç kızlara tesettürü kabul ettirmek için bazıları tarafından söylenen “tesettürle daha güzel görünebilirsiniz” (?) gibi sözlere uyarak, tesettüre aykırı şekilde saçlarını başlarının üzerinde deve hörgücü gibi toplayıp cazip renk ve desenlerdeki “sıkmabaş” tarzında başörtmeyi yapanlar ve bu başörtme şekilleriyle dikkatleri kendi üzerlerine çekmeye çalışanlar da, belki bilmeyerek; Buharî ve Müslim’in sahih hadislerindeki “Cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar” tarifinin içine girmiş olmaktadırlar.

Kadınların tesettürünün esası, bakışları üzerine çekecek şekilde daha güzel görünmek değil; bunun aksine, iç ve dış zinetlerini kendilerine mahrem olmayan erkeklere göstermemektir. Fakat, bu mevzuda “Kendine göre Müslüman” bazı genç kız ve kadınlar, tesettüre aykırı o hallerini tesettüre uymak zannetmektedir.

Kendine göre Müslüman” olmanın diğer bir misalinde; bazı Müslümanların, eline Kur’an’ı almış konuşan kadın veya erkek cinsinden birisinden bahsederken, onu yüceltmek ve takdir etmek edasıyla:

O, Kur’an’a manâ veriyor.” deyişlerine çok rastlamış ve yadırgamışımdır. Kur’an’ın manâsı zaten vardır; ona hiçbir insan kendisi manâ veremez; sadece, bazılarının veya kendisinin anlayabildiği kadarıyla olan manâsından bahsedebilir. Hem o kişi, Kuran’ın Arapçasını hiç bilmediği halde âyetlerin manâsını mealli bir Kur’an’dan da okuyabileceği veya mealde yazılı olanları kendi anlayışına göre biraz farklı şekilde ifade edebileceği için de, onun “Kur’an’a manâ verdiğinden” bahsedilemez.

“- O, Kur’an’a manâ veriyor.” cümlesiyle “O, Kur’an âyetlerinin manâsını anlıyor ve ifade ediyor” denilmek isteniyorsa, “doğru İslâmiyeti yaşamak” gibi çok mühim bir mevzuda Kur’an ve Hadis’ten sadece kendi kapasitesi ve eğitim altyapısı ile sınırlı anlayışını rehber ve yol haritası olarak kâfi görmek hatasından sakınıp, en iyi bilenin bildiğiyle amel etmek gerekir. İslâm’ı en iyi bilen Resulullah (s.a.v.) ve onun bildiğiyle amel etmek de, onun sünnet-i seniyyesine uyarak yaşamaktır. Resulullah’dan (s.a.v.) sonra da sahabelerin ve onun ilmî vârisi sayılabilecek âlimlerin “en iyi bilenler” olarak ne dedikleri araştırılmalıdır. Müctehid imamlara tabi olmamız ve bir mezhebimizin bulunuşu da bu sebebtendir.

 Prof.Dr.Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

En İyi Eğitim Reformu Nasıl Yapılabilirdi?

Bir eğitim-öğretim yılına daha giriyoruz. 23 Nisan 1920 yılında ilk TBMM’nin açılışından şimdiye kadar “eğitim reformu” adı altında ülkemizde çeşitli şeyler yapıldı ve yapılmakta devam ediliyor. Bu vesileyle sorsak: “Acaba bundan biraz daha eski tarihe gitsek 20. yüzyılın başından başlamak üzere, şimdiye kadar ülkemizde en iyi eğitim reformu teşebbüsü hangisi olmuştur?”

Bu sorunun cevabını araştırırken, günlük hayatımızdan bazı müşahhas misaller üzerinde durup düşünmekte, bu misaller üzerinde tahliller yaparak sorunun cevabı ile ilgi kurulabilecek neticeler çıkarmağa çalışmakta da fayda olabilir.

En yakın misallerden olarak: Bundan önceki yazımızda helal gıda mevzuu ile irtibatından geniş bir şekilde bahsettiğimiz “Gazozlar” meselesinde, ilim ehli olmayanların bu mevzudaki söz ve davranışlarını bir tarafa bırakırsak, acaba niçin ilim ehlinden bazıları tarafından da böyle bir mevzu “üzerinde durulmağa değmez” veya “üzerinde durulması lüzumsuz” ve bazıları tarafından ise, yaptıkları kıyâs maa’l-fârık’larla (asıl ile fer’ arasında illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyaslarla) sanki çok önceden“halledilmiş küçük bir mesele” gibi telakki ve ifade edilmektedir?

Hakşinaslıkla ve samimiyetle bu mevzua cevap veren ilim ehli bunun sebebinin, fıkıh ilmini bilenlerin, fen ilimlerini bilmemeleri; fen ilimlerini bilenlerin de fıkıh ilmini bilmemeleri ve bunların birbirleriyle faydalı bir işbirliği yaparak mevzua açıklık getirmemesi olduğunu söylemektedirler.

Kısa bir süre önce, ülkemizin en tanınmış fıkıh profesörlerinden biri, en çok satılan bir günlük gazetede yayınlanan röportajında, “yaşadıkları devir için uyarlamasını yapmadıkları ayni mevzudaki çok sayıdaki fıkıh hükmünü sadece eski kitaplardan derlemekle kalarak, yaşadıkları zaman ve ortama uyum sağlayamadıkları” şeklinde samimî bir itirafta bulunmuştu. 1 Eylül 2012 de İstanbul’da yapılan “5. Uluslararası Helal Gıda Sempozyumu”nun ilk oturumunun son konuşmacısı Kuveyt’li Dr.Hani El Mazeedi yaptığı sunumda ve oturuma başkanlık eden değerli İslâm Hukuku Profesörümüz, oturumda söylenenleri özetleme konuşmasında da, fıkhî hükümler verilirken fen ve din ilimlerinin mezcedilmesindeki noksanlığa dikkat çekmişlerdi.

Bu noksanlığın bizzat yaşadığım en çarpıcı misallerinden birinde, fıkıh ilim adamlarıyla birlikte bulunduğum bir mecliste fenci ve kimyacı olarak benim de bulunduğumu bildikleri halde, bana istihale (kimyasal değişim) ile ilgili olarak bugünün seviyesindeki fennî bilgiler mevzuunda hiçbirşey sormak lüzumunu duymadan, yüzlerce yıl öncesinin eksik fennî bilgileriyle, “bir tuz yatağına düşen aslen necis bir maddenin tuz yatağında istihale ile necis olmaktan çıkıp çıkmayacağını” tartışmalarını hayretle müşahede etmiştim.

Birkaç yıl önce de, Konya’da bir yemekte, yanımda oturan bir misafiri “Hanefî fıkhının âlimlerinden” olarak takdim etmişlerdi. Sofradaki gazozları kendisine göstererek; “Bunlar sofrada olmasa daha iyi olurdu.” dediğimde, fıkıh âlimimizin yüz hatları birden asabiyetle gerilip hışımla bana dönerek: “Ne varmış gazozlarda?” mukabelede bulunmasını da yadırgamış ve hayretle karşılamıştım. Onun bu tavrı karşısında, bir kimyacıya bilim alanıyla en yakından alâkalı olan bu mevzuda ondan doğru fennî bilgi almak maksadıyla değil de, azarlamak gibi bir tavırla sorduğuna bakarak, sofrada gergin bir tartışma meydana getirmemek için susmuştum.

Gazetelerde ve internet sitelerinde fıkhî sorulara cevaplarla ilgili köşelerde de sorulara cevap verenlerin buna benzer bazı hal ve sözleri bulunuyor. Bazıları bilgi noksanlığıyla, hatalı kıyaslarla kendilerinin de müptelâ oldukları gazoz, kefir, ekşi boza ve keskin şıra gibi az da olsa içlerine dışarıdan katılmış veya alkolik fermentasyonla kasdî ve iradî olarak içlerinde teşekkül ettirilmiş sekerat verici alkol ihtiva eden meşrubatı içmeyi helal ilan ederken, bu mevzuda kendilerine göre bazı deliller de göstererek bazı hususlara dikkat çekenlerin delillerini hiç irdelemeden, onlar hakkında suizan ve iftiralarda bulunmaktan geri kalmıyorlar ve bu esnada söylediklerinin, verdikleri fıkhî hükümlerin aleyhine delil olduğunu da fark edemiyorlar.

Bu mevzuyla alâkalı olarak okuyucu suallerine cevap verenlerden bir tanesi gazozlardan bahsederken, “herkesin iftar sofralarını süsleyen gazozlar” şeklinde gazozlara bir medhiyede bulunmayı da ihmal etmemiş ve Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi gibi sahih hadis kitaplarında yer alan :“Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da, tek yudumu da haramdır.” hadisini alıp buna kendine göre manâ vererek, bu mevzuda yapılabilecek itirazları susturacak şekilde gazozları savunmasına delil olacağını düşünerek; “Gazozların bir küpü sarhoş ediyor mu?” sorusunu, önce basit bir hesap yapmağa da lüzum görmeden, yazısında sormuş.

Fazla teferruata girmeden buna, önce onun yapması gereken hesabı biz yaparak cevap verelim: Hadiste küp kelimesi geçmektedir. Normal bir küpün 100 litre kadar sıvı aldığı kabul edilirse, bir oturuşta bir küp gazozu, (ayni şekilde kefiri, bozayı veya şırayı) tabii ki, hiç kimse gerçekte içemez; fakat bunun bir oturuşta içilebilmesi mümkün olsaydı ve içilenin litresinde 5g etil alkol olsaydı, 100 litresinde 500g saf etil alkol olurdu. Bu, saf etil alkol yüzdesi 45 olan rakı, votka gibi çok alkollü içeceklerin 500/0,45=1100 ml’sine tekabül ederdi ki, bu kadar rakı veya votkayı bir oturuşta içtiği halde sarhoş olmayacak kişi yoktur. 100 litrelik küpteki içeceğin litresinde 5g yerine 4g saf etil alkol olsaydı, bu da 400/45=888 ml rakı veya votka gibi sarhoş edici içkiye tekabül ederdi. Ayni hesap, litrede 3g etil alkollü meşrubat için yapılsaydı, bunun da bir küpünün 300/0,45=666 ml rakı veya votka’daki kadar saf etil alkol ihtiva edeceği hesaplanırdı ki, bu kadar etil alkolü bir oturuşta içen de– belki çok nadir rastlanabilecek bazı istisnaları hariç- sarhoş olurdu.

Bir insan bir oturuşta gerçekte 100 litre değil, en fazla 1,5 litre kadar sıvıyı içebileceğine göre, sahih kaynaklarda yer alan bu hadisteki “bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren şey”le kastedilenin, “içindeki sarhoşluk verici maddenin yüzdesi çok az ve bir oturuşta içilebilecek (1,5 litre kadar) miktarı sarhoş etmese bile, bir küp miktarı içindeki (yukarıda hesaplarda belirttiğimiz) sarhoşluk verici madde sarhoş edebiliyorsa” manâsında anlaşılması gerektiği âşikârdır. Dolayısiyle; “Şimdiye kadar gazoz içerek sarhoş olana rastlanmamıştır” şeklinde, çok defa tekrarlanarak yapılan “gazoz savunması” bu hadisin manâsına ters düşmektedir ve geçersizdir. Gazozlar gibi, daha önce de bahsettiğimiz şekilde “iradî ve kasdî işlemle” dışarıdan sekerat verici etil alkolü katmakla veya bilerek fermentasyonla (tahammur, mayalanma ile) içinde sekerat (sarhoşluk) verici etil alkol teşekkül ettirilmiş kefir, şıra, boza gibi içecekler için de hükmün ayni olması gerekir.

Yıllar önce görev yaptığım bir üniversitenin, İlahiyat Fakültesi de vardı. Buradaki, daha önce müftülük de yapmış, çok iyi Arapça bilen, ve halen ayni üniversitede profesör olan bir öğretim üyesinin evine bir bayram ziyareti için gittiğimde, bana tatlının yanında (güya onun hazmını kolaylaştırmak ve verdiği susuzluk ihtiyacını teskin için) gazoz da ikram etmişti. Ben, gazoz içmediğimi ve sebebini söyleyince, aslında aralarında hiç alâka kurulamayacağı halde, beni kendi fikrine ikna etmek için Peygamberimiz’in (s.a.v.)’in yaşadığı devirde hristiyanların meskûn bulunduğu Suriye’den gelen peyniri yediğini söylemiş ve verdiği bu misal gazozların helalliğiyle ilgili çok önemli bir savunma olabilirmiş gibi üzerinde ısrarla durmuştu. Daha sonra değişik zamanlarda, o İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi gibi başkalarının da ayni kıyâsı gazozları aklamak için yapmağa çalıştıklarına rastladım. Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı devirde hristiyanlarla meskun Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olması, bu devirde hristiyan Garp’ta formülleri gizli tutulan meşhur gazozların da tereddüdsüz içilmesine ne derecede delil olabilirdi?

Domuz, bir yıl içinde çok yavru yaptığı için, dişi domuzun sütü yavrularına bile zor yeter ve bir hristiyan ülkesinden gelen peynirin domuz sütünden yapılmış olması fevkalade zayıf bir ihtimaldir. Vejetaryenlere (hayvan kaynaklı olan besinleri yemeyenlere) satmak amaçlı peynirlerde kullanılan “bitkisel peynir mayaları” da yapılmış olmasına rağmen, şimdi de, eskiden olduğu gibi ekseriya sığırlardan elde edilen peynir mayası kullanılır.

Belki o tarihte, Suriye’deki hristiyanlar tarafından peynir mayası alınacak sığırların şer’î boğazlanmaları yapılıp yapılmadığı sorusu da akla gelebilir. Fakat, Peygamberimizin zamanında, hristiyan ülkelerinde şimdi olduğu gibi, “medeniyet” ve “hayvan haklarını korumak” gibi adlar altında, hayatı veren ve ona nasıl son verilebileceğini bildiren Allah’ın (c.c.) emrettiği şer’î boğazlanmaya muhalefet olmadığından, bir Müslüman tarafından olmasa da bir hristiyan veya yahudi tarafından boğazlanmış kesimlik bir hayvandan alınmış mayayla o peynirin yapılmış olması halinde, o peynir Müslümanlar tarafından yenilebilirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) her hususta Allah’ın hıfzında bulunduğundan, nasıl yapılmış olduğunu kendisi bilmese ve bu mevzuda hiç kimse kendisine bilgi vermemiş de olsa, o peynirin yenmesine mani bir durum olsa, Allah (c.c.) bunu ona bildirirdi ve yenmemesi gereken bir gıdayı yemezdi.

Hem Peygamberimiz, vesvesenin ümmeti içinde sanki bir sünnetiymiş gibi yaygın hale gelmemesi için, hristiyanlardan daha fazla İslâm’a düşmanlık eden yahudilerden gelen yiyecekleri bile, hakkında sakınılacak bir bilgi kendisine gelmediği zamanlar yemiştir.

“Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de bir Yahudî kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a göndermiş. Sahâbeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: 

Yâni, pişirilen keçi bana der ki: ‘Ben zehirliyim’ diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbni’l-Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: ‘Neden böyle yaptın?’ O menhuse dedi: ‘Eğer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eğer pâdişâh isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.’ Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarîkte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: ‘Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.”(el-Hakim, Müstedrek: 3/219-220, Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa: 1/644-645)

Eğer kendisinin bizzat edindiği bir bilgiyle veya zehirli, pişmiş keçinin konuşmasıyla o keçinin zehirli olduğunu Peygamberimiz (s.a.v.) öğrenmeseydi, o keçinin bir gayrimüslim ve yahudi kadın tarafından pişirilip kendisine ikram edilmiş olduğuna bakmadan onu yiyecekti. Peygamberimiz’in (s.a.v.), o keçi zehirli olduğunu söylemesine rağmen onu yemiş olmadığını da bugünün bazı Müslümanlarının dikkatine sunmakta belki ayrıca fayda vardır: Onun sünneti olarak örnek alınması gereken davranışı; bir yiyecek veya içeceğin yenilmesi veya içilmesine mani durumu öğrenilince, hem kendisi onu yiyip içmemek ve hem de kendisiyle birlikte ayni sofrada bulunanları bundan menedici bir tavsiyede bulunmaktır. Gayrimüslim ülkelerin imalatı olan yiyecek ve içeceklerin Müslümanlar tarafından yenilmesine ve içilmesine mani bir durumu olduğu bildirilince de, Müslümanlar ondan el çekmeli ve onu yiyip içmekte ısrar ve devam etmemelidir. Halbuki, günümüzde gayrimüslim menşeli bazı yiyecek ve içeceklerin dinî bakımdan mahzurları defalarca söylendiği halde, Peygamberimiz’in (s.a.v.) o zaman gayrimüslimlerle meskûn olan Suriye’den gelen bir peyniri yemesini ekseriya misal gösterip, bu mevzuda da kıyâs maa’l-fârık’ yaparak, o yiyecek ve içeceklerin yenebileceğine zorlama fetva çıkarmağa çalışan, verdiğim misaldeki gibi Müslüman din görevlilerine bu zamanda maalesef çok rastlanmaktadır. Gazozları eksik fennî bilgiler ve çeşitli kıyâs maal’-fârık’larla aklamak gayretlerine karşı söylenebilecekler arasına, Peygamberimiz’in (s.a.v.) Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olmasıyla alâkalı bu misalin doğru yorumunun eklenmesinde de fayda vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, bazı fıkıh profesörlerimizin de üzerine vurgu yaptığı fen ve din ilimlerinin birlikte mezcedilebilmesi ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak üniversite kurulması, helal gıda meselemizle de yakından ilgilidir. Çeşitli mevzularda reformlar yapan mevcut siyasî iktidarın, Anayasa, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) gibi aşılması zor bürokratik engelleri bulunan bu mevzudaki bürokratik engelleri aşabilmesi bugün için çok zor görünmektedir. Önceki hükümetler döneminde Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı yapmış bir kişiye, kendi dönemindeki millî eğitim reformları faaliyetleri mevzuunda bir toplantıda yaptığı konuşmasından sonra, soru-cevap bölümünde söz alarak; “-Fen ve din ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteler kurulması yönünde de proje üretme çalışmalarınız oldu mu?” sorum karşısında, o eski MEB müsteşarı bir an düşünmüş ve daha sonra da; “-Olmaz öyle birşey!” şeklinde bana sert bir mukabelede bulunmuştu.

24.2.2008 Tarihinde İstanbul’da yapılan “1.Uluslararası Helal Gıda Konferansı”nda sunduğum tebliğimde de lüzumuna açıklık getirmeğe çalıştığım böyle bir üniversitenin kurulması mevzuunu, yüz yıl önce ilk defa Bediüzzaman Said Nursi çok aktif olarak savunmuştur. Kendisinin Doğu Anadolu’da bir “Darülfünûn-u İslâmiye” kurmak tasavvuru, 1898-1905 yıllarında Van’da Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde ortaya çıkmış, bu tasavvurunun sistematik hale getirilmesi ve projesinin neşredilmesi 1911 tarihli “Münazarat” isimli eseriyle olmuştur. “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde de, bu üniversite projesinin tahakkuku için 55 yıl çalıştığını söylemektedir.

Bediüzzaman, bu eğitim kurumunun bütün İslâm dünyasına açık olmasını, maddiyat engeline takılmadan talebelerin buraya devam edebilmesini, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinin birbirinin devamı olarak ayni müessesede görülmesini hedeflemiş; dinî ilimler, fen bilimleri ve tasavvufun birlikte okutulacağı bir müfredatın takibini istemiştir. İlkinin ülkemizde kurulmasından sonra, diğer İslâm ülkelerinde de kurulabilecek olanlara emsal olmasını istediği bu Darülfünûn’un Türkiye’deki tesis yerleri olarak, İslâm coğrafyasının merkezlerinden olan Bitlis, Van ve Diyarbakır’da açılmasını istemiştir.

Din ilimleri, fen ilimleri ve tasavvufun birleştirileceği bir üniversitenin müfredatına intibak edebilecek öğrencilerin ayni istikamette alt kademe öğrenimi, yani ilköğretim ve orta öğretimini de bu üniversite bünyesinde görmesi gerekecektir. Zira, ancak böyle bir kaynaktan gelen öğrenciler bu üniversitede başarılı olabileceklerdir. Öğrenim dili olarak hem Arapça’yı hem Kürtçe’yi hem de Türkçe’yi kullanacak resmî seviyeli özel bir kuruluş halindeki bu üniversite, yıllardır ülkemize büyük maddî ve manevî kayıplar verdiren terörizmin kaynağındaki “bütün kötülüklerin başı olan cehalet”e karşı çok mühim bir deva niteliği de gösterebilecekti.

Batıdan kopyalanmış ve o modele şartlanılmış bugünkü maarif sistemimize göre, Bediüzzaman’ın bir asır öncesinde ilk defa tasavvur ettiği bu eğitim modeli bazılarına göre “çok uçuk” gelse de, devlet üniversitelerimizde son yıllarda yapılan sempozyumlarla ciddî şekilde tartışılmağa başlanmıştır.

Bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörlüğü, Mardin Valiliği, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı tarafından Bediüzzaman’ın bu mevzudaki fikirlerinin ilmî olarak tartışılması için Mardin Artuklu Üniversitesinde yapılmış olan “Münazarat Sempozyumu”ndan sonra, 12-14 Ekim 2012 tarihlerinde de Van’da Said Nursi ve eğitim felsefesiyle ilgili olarak “Medresetüzzehra Sempozyumu”nun hazırlıkları yapılmaktadır. Bu sempozyumla ilgili bilgilere www.medresetüzzehrasempozyumu.org web sitesinden ulaşılabilmektedir.

Gerek bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yapılan “Münazarat Sempozyumu”nda, gerekse 12-14 Ekim tarihlerinde Van’da yapılmasının hazırlıkları devam eden “Medresetüzzehra Sempozyumu”nda, anahtar hükmünde bir ölçü olarak, yukarıda bahsettiğim vicdanın ziyası olan din ilimleri ve aklın nuru olan fen ilimlerinin imtizacıyla hakikatın tecellî edeceğine vurgulamada bulunulduğu ve bundan sonra da bulunulacağı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın daha önce de naklettiğim bu mühim vecîzesinin Münazarat adlı eserindeki tam ifadesi şöyledir:

“Vicdânın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Şu hususa da ayrıca temas etmekte fayda vardır: Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası-2’de, batı medeniyetinin semavî kanunlara muhalefet ettiğini ve bunun tokadını yiyeceğini bildirmektedir. Medyaya akseden haberler bunun tezahürlerinin görülmeğe başlamasıyla ilgili olabilir. Müslümanlar, batının kriterlerine uymaktan önce İslâm’ın kriterlerine uymalı, hem yiyecek ve içecek seçimlerinde, hem de diğer hususlarda körükörüne bir “batıcı”lıkla “batılı olmak” adına “bâtılı almak” hatasından sakınmayı kendisine mühim bir vazife bilmeli ve bunun için çok dikkatli ve hakla bâtılı ayırt edecek şekilde seçici olmalıdır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU