Etiket arşivi: Raif Öztürk

Nur Kahramanı ve İnsan Seli..

Bir önceki hastalığında, Sema hastanesinde kendisini ziyaret etmiştim. Tekrar sağlığına kavuştuktan sonra da birkaç defa çeşitli etkinliklerde ve BEDÎ apartmanında da görüşmüştük kendisiyle. Ölüm; hepimize çok yakın ve ummadığımız bir zamanda geleceğine inandığımız halde, Sungur abimim vefatını öğrenince, çok şaşırdım ve birkaç saniye bocaladım. Oysa bu gerçekten, Peygamberler bile müstesna değildi. Kendimi toparladıktan sonra ilgili haberi okumaya devam ettim.

En çok ilgimi çeken husus ise son gününde, maneviyat âleminde geçen ilginç bir gelişme ile Diyanet işleri Başkanımızın “vefat ânına” davet edilmesiydi.

Şöyle ki:

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, o gece rüyasında önemli bir toplantı sırasında, masada heybetli bir adam görür. Yaklaşır ve kim olduğunu sorar. Adam: “Ben Mustafa Sungur’un babasıyım. Sungur gözünü açtı, seni bekliyor” der.

Mehmet Görmez bu rüya üzerine Mustafa Sungur acaba iyileşti mi, diye yakınlarını arar. Mustafa Sungur ağabeyin, uzun zamandır hastanede bilinci kapalı vaziyette yattığını öğrenir. Prof. Görmez ertesi gün ilk uçakla İstanbul’a gelir ve Mustafa Sungur abiyi ziyaret eder.

Aylardır bilinci kapalı vaziyette yatan Mustafa Sungur ağabeyin gözleri açılır ve Diyanet İşleri Başkanımıza “Es Selamu Aleyküm” dedikten sonra, gözlerini yavaşça kapatır ve bir-iki dakika içinde vefat eder. Bu zamanlama tesadüf olabilir mi hiç?…

Yüce Rabbim ganî-ganî Rahmet eylesin…

Diyanet İşleri Başkanımızın kıldırdığı cenaze merasimine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ile AK Parti İl Başkanı Aziz Babuşcu katıldı. Fatih camiinin içi tamamen dolduğu gibi, camiin avlusu dahi bir insan seli gibiydi.

VASİYETİ:

Babasının Eyüp Mezarlığı’ndaki defin işlemleri sonrası Cihan Haber Ajansı’na açıklamalarda bulanan Muhammed Sungur, “Babam her fani gibi, gayri faniden rufakiyeye intikal etti. Bu Allah’ın kanunudur. Her nefis ölümü tadacaktır.” ifadeleri kullandı.

Babasının hayatını iman ve hakikatleri anlatmakla geçirdiğini söyleyen Sungur, “Babam 17 yaşından itibaren, tüm hayatını Kuran Hakikatleri davası yolunda sarf etti. Hakikatleri neşrederek yaşadı. Her gün ya bir derste ya da bir toplantıda, birilerine iman ve hakikati anlattı. Cenabı Hak inşallah cennetlerde buluşturur.” diye konuştu.

Babasının şöhretten hoşlanmadığını söyleyen Sungur, esas meselenin Cenabı Hakkın rızası istikametinde hareket etmek olduğunu dile getirdi. Sungur, “Üstadımız kendini bir hiç olarak görmüştür. Üstadımız mahiyet, tevazu bunların üzerinde çok duruyor. En büyük sır, en büyük vazife Allah’ı tanıtmak ve Allah’la yaşayabilmektir. Efendimiz (a.s) ‘Birisinin senin elinle hidayete gelmesi dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır.’ şeklinde buyurmuştur.” ifadelerini kullandı.

Cenaze merasimine gelenlere dualar eden Muhammed Sungur şunları söyledi: “Babam da sevdiklerinin, dostlarının yanına gitti. Dostlarıyla buluşmaya gitti. Ölüm firak değil, belki lika-dır. Kavuşmaktır, buluşmaktır. Yurt içinden ve dışından gelen tüm kardeşlerimizden ve dostlarımızdan Allah razı olsun.”

Bir NUR KAHRAMANI olan Mustafa Sungur abi için yazılması gerekenler, köşe yazılarına ve sütunlara sığmayacağı için, sizleri H.İhsan Atasoy hocamın, “Üstâdın Manevî Evlâdı, FENÂ FİNNÛR – MUSTAFA SUNGUR” adlı eserine havale ediyorum.

Mutlaka okuyunuz…

A. Raif Öztürk / Moralhaber.net

En “AKILLI” İnsan Kim? Siz Ne Kadar Akıllısınız?

Bu konuda, herkes farklı görüşler söyleyebilir. Kimine göre kış gelmeden, yola çıkmadan, sınav gelip çatmadan, deprem, yangın veya sel olmadan tedbirini alan kimse akıllı insandır. Kimine göre de evlenmeden önce iyi araştırarak en doğru kararı veren, iş ortaklığından önce çok istişare eden veya gelecek on yılın bile plan-programını yapabilen insan, çok akıllıdır.

Bu kriterlerin hepsi, sadece akıllı olmanın belirtileri ve işaretleridir. Ancak, bir de birbirine zıt veya farklı görüşte olup farklı işler yapanlardan her birisi dahi, kendisinin en akıllı davrandığını zannediyor ve kendi konumunu savunuyorlar. Ötekilerini ise hâkir görebiliyorlar. Üstelik de böyle kimseler, toplumun çok büyük çoğunluğunu teşkil ediyor.

– Birkaç örnek arz edeyim: Hayatı, sadece dünya hayatından ibaret olduğunu sananlar, başkaları gibi boşu boşuna namaz kılmadıkları için, ramazanda boşu boşuna aç durmadıkları için ve bunlara benzer diğer sorumluluklara inanmadıkları için kendilerini daha akıllı sanıyorlar. Üstelik de diğerlerini hâkir görüp, sözde saflıklarını ileri sürüp, onları kınıyorlar.

Bir başka kesim de; “basit bir iğnenin veya bir çivinin bile kendi kendine olamayacağı” bilinciyle, her şeyin bir yaratıcısı olduğuna, şu koca kâinatın insan için donatıldığına, yüz binlerce bitkilerin, hayvanların, hattâ tabiat kanunlarının da bir sistem içinde insana hizmet ettirildiğine inanıyorlar. Küçük bir atölye veya laboratuarın bile bir gaye için kurulduğu bilindiği gibi, şu koca kâinatın da gayesiz ve başıboş olamayacağına tam inanıyorlar.

Bu doğru tespitlerinin ardından ise yine farklı kulvarlarda arayış içine girerek, çok farklı tanrı inançlarıyla, ona karşı şükrâne olarak bir şeyler yapılması gerektiğine de inanıyorlar.

Ancak, bunların da her biri, farklı kulvarlarda oldukları halde, kendisinin en doğrusunu bulduğuna inanıyor.

Bizzat Japonya’da gözlemlediğim Budist’ler ve Shinto’lar veya Hindistan’daki yüzlerce çeşit dini inançların mensupları dahi, her biri kendi inançlarının doğruluğuna inanıp, kendilerinin daha akıllı olduklarını zannediyorlar. Kendileriyle birebir görüşmelerimizde, bunları yakinen görebiliyoruz.

Hatta dağdaki teröristler bile, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmasalar, o kadar zahmete katlanmazlar herhalde. Kendilerine anlatılanlara inandırıldığı gibi hareket ettikleri ve evham ürünü dahi olsa, bir gaye uğruna çalıştıkları için, onlar da kendilerini akıllı sanıyor. Hattâ kendileri gibi düşünmeyenlerle, ölesiye mücadele ediyorlar.

– Peki, görüşler bu kadar çok, birbirilerine zıd ve muhtelif olduğuna göre, en doğru hareket tarzımızı, yanılmadan nasıl bulacağız?

– Kendimizin de bir yanılgı içinde olup-olmadığımızı, yani akıllı davrandığımızı nasıl anlayacağız? İşte bütün mesele bu!…

Çok önemli bir soru ve sorun, fakat cevabı da çok basit ve kolay aslında.

Ancak, Şeytan-ı Aleyhillâ’ne, insanları bu doğruluktan saptırmak için, bütün âvaneleriyle birlikte seferber oldukları için, yanılanların yüzdesi, tahminlerden çok-çok yüksek oluyor. Çünkü şeytanî tuzaklar insanlara, gerçeklerden çok daha lezzetli ve câzip gösteriliyor.

– Bu çok önemli soru ve sorunun bir nevi cevabı şöyle:

Her şeyin; gerçek mi sahte mi olduğunu açığa çıkaran birim değerler var. Her hesabın doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir “sağlama”sı var.

Meselâ: Altının, sahte veya gerçek olduğunu gösteren, hatta kaç ayar olduğunu bile ortaya çıkaran mihenk taşı, bu konuda hiçbir tereddüt bırakmıyor.

Paraların sahte veya gerçek olduğunu gösteren cihazlar var.

Bir inşaatın, binanın, köprünün veya herhangi bir tesisin çürük veya mükemmel olduğunu ortaya çıkaran teknikler, cihazlar ve hesaplar var.

Her şeyin sahte veya gerçek, doğru veya yanlış, çürük veya sağlam, hatalı veya mükemmel olduğuna dair cihazlar, hesaplar veya kriterler olur da, insanların görüşlerinin ve davranışlarının isabetli veya yanlış olduğunu gösteren kriterler olmaz mı hiç?…

***

İşte aynen bu örneklerde olduğu gibi, insanların da Hz. Adem (A.S.)’dan bu yana, şeytanın aldatıcı tuzaklarına düşmemeleri için, niçin yaratıldıklarını, bu dünyaya niçin gönderildiklerini en doğru biçimde bilmeleri için, Yüce Yaratıcı her dönemde, en ideal KRİTERLER göndermiş.

İnsanlık çoğalıp medenileşmeye başladıktan sonra da, kıyamete kadar yetecek donanımda, en mükemmel kanunlar, örnekler ve prensipler manzumesi, hattâ (navigasyon hükmünde) mukaddes bir yol haritası olan Kur’ân-ı Kerimi göndermiş.

Anlamakta zorlanmayalım, ihtilâfa düşmeyelim ve bocalamayalım diye, insanlığın en doğru sözlüsü olduğu, düşmanlarınca dahi itiraf edilen Hz. Muhammed’i (SAV) de rehber ve kılavuz olarak görevlendirilmiş. Medeniyetlerin, kıtaların ve Asırların başkalaşması nedeniyle, gelişen çağlarda da insanların bu mesajları doğru almalarını sağlayacak, ilmen de donanımlı olarak “Kutup İmamları, mezheb imamları, müctehidler ve Bediüzzamanlar” tayin etmiştir.

– İşte bizlere sağlıklı bir şekilde ulaştırılan bu KRİTERLERE, en güzel bir şekilde uyan ve “sırat-ı müstekıym” mihengine en yakın olan kişilerin, görüşleri en doğru olup ve yanılmayan akıllı kişiler olduğu, çok net bir şekilde ortadadır. Aksi halde, herkes kendi görüşünü doğru bilerek, yanılmaya devam edecektir.

Tâ ki, bu sınav bitip, kendisini sorgulanma âleminde buluncaya kadar!…

Tâ ki, ardında bıraktığı sadece 70-80 yıllık dünya sınavıyla, trilyonlarca yıllık (hattâ sınırsız, sonsuz, ebedî bir) cennet hayatını kaybettiğini anlayıncaya kadar!

Kim bilir, belki de ebedî bir Cehennemi hak ettiğini, görerek anlayıncaya kadar!…

Pek tabiidir ki o zaman, iş işten geçmiş olacak…

– İşte, ilgili Hadis-i Şerif: Kişiye sekerât halinde (yani ölüm sarhoşluğu ile can çekişirken), hak ettiği menziller (Cennet veya Cehennem) gösterilecektir.

İşte ilgili âyetler:

Mü’minûn Suresi, 99-100. Ayetler: Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” Hayır, hayır! Bu onun söylediği artık mânasız bir sözdür… (Prof. Dr. Suat Yıldırım meali.)

– En’am Suresi, 27. Âyet: Onlar (Cehennem) ateşinin karşısında durdurulduğunda, “Ah n’olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!” dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!…

Bakara S. 277. Âyet: İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler…

..İşte mutlaka karşılaşacağımız iki farklı âkıbet!…

– Bu gerçekler ışığında en akıllı insan, bu olacakları, şu sınav yerindeyken idrak ederek, lâyık-ı vechiyle âhiretini kazanmaya çok çalışan insandır.

Bir başka ifadeyle: İbadetlerini, dünya işlerinin arasına sıkıştırmaya çalışan değil, olmazsa-olmaz ibadetlerinden artan zamanda, dünya levazımatını kazanan kimse, en akıllı insandır. Çünkü insan; “Ancak ve ancak, Allaha kulluk ve İbadet için yaratıldı.” (Zâriyât Suresi, 56. Âyet.) .. Gerisi teferruât… Vesselâm.

A. Raif Öztürk

İnternet Çarşısı ve bizim seçtiklerimiz !..

Eve geldiğimde, aile efradı salonda oturmuşlar, sohbet ediyorlar. Torunlar da bilgisayarın koltuğuna (ikisi birden) oturmuş, çizgi film seyrediyorlar. Derken başka şeyler izlemeye başladılar!

Allah c.c. herkesinkini bağışlasın, benim üç torunum var.

Her birisi, birbirinden tatlı İlâhî ni’metler bunlar. Rabbim her isteyene nasip etsin. Yüce Rabbim “râzı olduğu şekilde terbiye etmemizi” de bizlere muvaffak eylesin.

İkiz erkekler 4 yaşındalar. Haftada bir veya iki defa bize geliyorlar.

Geçen gün kendi aralarında oynarken tartışmaya başladılar.

Birbirilerine sarf ettikleri kelimelere ve kurdukları cümlelere dikkat ettim. İnanınız ki sokaktaki çocukların, kavga sırasında söyledikleri sin’li kef’li kelimeler havada uçuşuyor.

Derhal müdahale ettim ve mürebbiye konumundaki ebeveynlerini, teyze ve anneannelerini çağırarak, bu çirkinliğin sebebinin izahını istedim.

Yemin billâh, evlerinde kesinlikle münakaşa olmadığını, hele hele böyle sözlerin asla söylenmediğini belirttiler. Ben kendilerine:

-“Bakınız olay ortada, bunlar bu pis sözleri mutlaka birilerinden öğrendiler. İlk aklıma gelen şudur. Siz bunları parka çıkarıyorsunuz yâ. Orada oyun oynayan diğer mahalle çocukları, herhalde kavga sırasında böyle pis sözler söylüyorlar. Bunlar da siz farkında değilken bunları öğreniyorlar, olabilir. Bundan sonra çok dikkat ediniz. Böyle bir şey duyduğunuz zaman derhal müdahale ediniz. Çocukları oradan uzaklaştırınız ve bu tür konuşmaların kötülüğünü, çirkinliğini ve vebalini onların anlayacakları lisanla mutlaka anlatınız…” Vb. gibi ikazlarda bulundum.

Aradan birkaç hafta daha geçti.

Eve geldiğimde, aile efradı salonda oturmuşlar, sohbet ediyorlar. Torunlar da bilgisayarın koltuğuna (ikisi birden) oturmuş, ÇİZGİ FİLM! seyrediyorlar.

-“Bizimkiler işin kolayını bulmuşlar, çocukları o parka çıkarmak yerine, evde çizgi film ile oyalıyorlar.” Diye düşünüyordum ki, çizgi filmdeki konuşmalar dikkatimi çekti. Çizgi filmdeki kahramanlar (!!!) , aynen, sokak serserilerinin kavgalarındaki sin’li kef’li, edepsizce konuşuyorlardı. Hemen kapattım ve ebeveynlerini çağırdım.

-“Gelin, bakın, görün, bu masum çocuklar, bu pis ve galiz küfürleri nereden öğreniyorlarmış. Ve utanın, utanın…” diye bağırdım.

Annesi, teyzesi ve anneannesi yemin billâh ederek, “biz onlara, TV’larda çıkan normal çizgi film açmıştık. Birkaç parodiyi de beraber izlemiştik. Gayet normal idi.” Gibi savunmalar yapıldı.

Sonra bu ciddi konu üzerinde kafa patlatmaya, araştırma ve denemeler yapmaya başladık. Bir de gördük ki; 5-10 dakikalık çizgi film bitince, çocuklar ekranın yanındaki yedeklere tıklıyorlar ve yeni bir çizgi film açıyorlar. Her tıklamada da ahlaksız parodilere farkına varılmadan sürükleniyorlar. Yani sizler de Kur’ân veya ilâhi dinlemeye başlasanız bile, yandaki yedek tercihlerin içine falan bayan ses sanatçısından ilâhi diye, sınırlara kaydırmalar başlıyor. O ilâhiyi merak edip açsanız, pop veya danslı tercihler eklenmeye başlıyor. Bu zoka, ahlâksız videolara kadar gidiyor. Nefsiniz meylettikçe, ahlâksızlık boyutu da sınır tanımaz oluyor…

Eeee, hizmette (!) sınır olmayınca, HEZîMET DE kaçınılmaz oluyor.

Yani kısacası: İnternette sınırsız bir hizmet de var, sınırsız bir ahlâksızlık da var!…

Hani, Nur terapilerde, nur sohbetlerinde KADER bahsi işlenirken, ASANSÖR MİSALİ veriliyor ya, işte aynen onun gibi bir durum var ortada. Yukarıdaki olay bana bu asansör misalini hatırlattı. Şöyle ki:

Şehir merkezinde, on katlı ve asansörlü modern bir bina düşününüz. Bu binanın her katında, ayrı ayrı, her türlü isteği karşılayacak donanımda hazırlıklar var.

Meselâ;

Birinci katta, kütüphane var. İkinci katta, üniversiteye hazırlık dershaneleri var.

Üçüncü katta, Çay ocağı, büfe, cafe, lokanta ve restoran gibi yerler var.

Dördüncü katta, cami, medrese, konferans ve seminer salonları gibi, bilim, eğitim ve ibadet yerleri var.

Beşinci katta, ticaretle ilgili fuar ve sergi salonları var.

Altıncı katta, sanat ve hobilerle ilgili akvaryum, kuş kafesleri sergileri bulunuyor.

Yedinci katta, yine sosyal ihtiyaçların karşılandığı yerler tanzim edilmiş.

Ve nihayet diğer katlarda, diskotek, kumarhane, meyhane ve isimlerini anmaya bile hayâ ettiğim bilmem ne hâneler bulunuyor.

Siz asansöre bindiğinizde, asansörün içindeki düğmelerden, üzerinde de her lisan ile belirlenmiş olanlardan hangisine basarsanız, sizi oraya çıkaracaktır.

Tercih sizin olduğu için, kazanç da veya SUÇ da sizin olacaktır.

Beni oraya asansör çıkardı, ben masumum, suç asansörün” gibi saçma sözlerle, asla asansörü suçlayamazsınız…

İşte bu misal ile “insana CÜZ’Î İRADE verilmiş olduğundan, neresi tercih ediliyor ise neticesi de (iyiyi veya kötüyü) tercih edene aittir. Kader asla suçlanamaz” tezi ispat ediliyor…

İnternet de; işte böyle bir teknolojidir. Büyük bir çarşıdır.

Rahmanın adamları da orada dükkânlar açmış, ŞEYTAN’IN adamları da orada dükkânlar açmışlar.

İnsanlar ise kesinlikle sınavdadırlar. Tercihlerine göre netice alacaklar.

Burada önemli olan, kesinlikle her konuda bilinçli, tedbirli ve kararlı olmaktır…

Küçük çocuklarımızı sokağa bıraktığımız zaman, nasıl ki gözümüzle, kulağımızla, kalbimizle ve bütün duygularımızla pürdikkat üzerine titriyorsak, bilgisayar başına bıraktığımız zaman da, aynen öyle pürdikkat üzerlerine titrememiz şarttır…

Aksi halde asansörün 8., 9. veya 10. kat düğmelerine basıp sefalet çukuruna düşebilirler.

Allah c.c. bizleri ve hepimizin yavrularını muhafaza eylesin…

Raif ÖZTÜRK

araifozturk@mynet.com

Risale-i Nurlar şimdi de Hindistan’da…

Risale-i Nur cevherlerini bağrına basan ve üniversitelerinde ders kitabı olarak okutmaya başlayan bahtiyar ülkelerin sayısını, inanınız ki bendeniz de tam olarak sayamam.

Çünkü bir çığ gibi büyüyor. Nil nehri gibi, çorak kalmış beldelere Ab-ı Hayat sunuyor.

Bu güzide eserlerin, özellikle akademisyen camia tarafından bağırlara basılmasının, elbette çok haklı sebepleri var. Risale-i Nur Eserleri, çağımızın kültür, ilim ve fen seviyesine en uygun müspet metotlarla, akla, mantığa ve kalbe hitap ederek, ikna ve ispat yoluyla hizmet ediyor. Bu nedenlerle, yalnız Türkiye’de değil, diğer birçok araştırmacı ülkelerde de hüsn-ü kabule mazhar olmaktadır. Gerçi güzel ülkemizde, yarasaların ışıktan korktukları gibi, İslam Güneşinden ve Kur’an Nurundan korkan zavallı bir zihniyet tarafından, yarım asırdan fazla engellenmeye çalışıldıysa da, bu Nur çağlayanının önüne geçilemedi. Çünkü Allah c.c. Nurunu tamamlayacaktı. “Bin yıl sürecek” diye ilan ettikleri bu şiddetli baskı süreci, öyle bir dürüldü ve toplandı ki, bu ilandan sonra, sadece 10-15 yıl içinde, bir paçavra gibi o bahtsızların başlarına çalındı. Dünyadaki sorgulamalarına başlandı bile…

İşte bu zor şartlarda kazanılan Risale-i Nur cevherlerinin nur saçan parıltıları, tüm dünya ülkelerinde de fark edildiğinden, ısrarlı TALEPLER her geçen gün artmaktadır.

Bu sayı öyle hızlı bir şekilde artmaktadır ki, 50’ye yakın lisana çevrilerek, yüze yakın ülkede hüsnü kabul ile yayılmaktadır. Yüce Rabbimiz daha ziyade etsin. Amin…

Asya, Avrupa, Kuzey Afrika gibi yakın kıta ülkelerinde düzenlenen, birçok sempozyumlara bizzat katıldığım halde, bu Hindistan sempozyumuna bazı sağlık tedbirleri nedeniyle katılamadım. Fakat bu 9-10 günün faaliyetlerini, çok yakından takip etmeye çalıştım. Hindistan’a giden 49 kişilik gurup içindeki ağabey ve arkadaşlarımın tespitlerinden de yararlanarak, okurlarımı ve dostlarımı, bu bayram havasından haberdar etmeyi, önemli bir görev addediyorum…

***

Öncelikle, Hindistan nasıl bir ülke olduğunu kısaca hatırlayalım:

Hint felsefesi, çok tanrılı din anlayışına dayanıyor. Binlerce tanrı (inancı) var. Binlerce inanç ve farklı görüş var. Tek bir yaratıcıya inanmamanın, yani “tevhit hakikatinin” olmamasının doğurduğu sonuç olarak, insanlar kendilerinden farklı, ilginç ve güçlü gördükleri her şeye tapıyorlar. İnek kutsalların başında geliyor. Hint felsefesine göre inek, insanlardan daha güçlü ve ilginç. Çünkü, insanlar şu teknolojiyle bile süt yapamıyor. İnekler süt üretiyor. Süt, olağanüstü bir terkip. O halde inekler, insanların yapamadıklarını yapan tanrılardır ve o halde inekler kutsaldır. Hindistan, 1 milyar 200 milyonun üzerindeki nüfusuyla, dünyanın ikinci büyük ülkesi olarak dinlerin, medeniyetlerin, kültürlerin, zenginliklerin buluştuğu bir belde. Bugün, onlar da Risale-i Nur hakikatlerine susamışlar ve bunu fark etmişler…

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın; İslam dininin ve Müslümanlığın ne kadar kıymetli olduğu, böylesine akla ziyan inançlara muhatap olmanın ve putperestliğin çaresizliği artık fark ediliyor. Akl-ı selim liderler ve akademisyenler, bu çaresizliği, huzur ve mutluluğa çevirebilmek için, arayış içindeler. Bu nedenlerle de, Hindistan’ın çeşitli bölgelerinde, üç farklı üniversite tarafından ve İ.İ.K.V. (İst. İlim ve Kültür Vakfı) işbirliği ile 29 Ocak – 03 Şubat tarihleri arasında üç farklı konferans düzenlendi. Konu: “Çok Kültürlü Bir Dünyada Barış İçinde Yaşama Pratiği : Risale-i Nur Örneği” idi…

Hindistan denilince, İslam’ın en büyük müceddidlerinden İmam-i Rabbani akla gelir. Bugünkü verilere göre Hindistan’da yaklaşık 300 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu rakama göre dünyanın en kalabalık İslam ülkesi “Hindistan” kabul edilmektedir.

Hindistan’a Müslüman Arap tüccarlar 7. yüzyıldan itibaren sık-sık gelmeye başlamışlar. 12. Yüzyılda Müslüman Delhi sultanlığı kurulmuştur. İslam’ın putperestliğe olan düşmanlığı, tek tanrılı inancı ve kast sistemine karşı çıkmasına rağmen, yüzyıllarca İslam’ın hoşgörüsüyle Hindular ve Müslüman’lar bir arada huzur ve güven içinde yaşamışlardır. Şer güçler tarafından kışkırtmalar, tahrikler ve provokasyonlar olmasa, yine aynı birliktelik sürdürülebilecektir. Sağlam basabilmek için, R.Nur ekolü incelenip, benimsenmektedir.

Bu itibarla da Hindistan’da “Bediüzzaman Rüzgârı” esmeye başlamıştır.

İlk üniversitede 29.02.2012 günü “Risale-i Nur ve Türkiye’de İslam” konulu, iki bölümden oluşan konferansın ilk bölümü, sempozyuma kayıt yaptıran binin üzerinde yüksek lisans, doktora öğrencisi ve akademisyenlerin katılımı ile gerçekleştirildi.

Kur’an tilaveti ve dualar ile açılan konferansın açılış konuşması, Darul Hüda Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Bahaüddin Nadwi tarafından yapılarak konferans hakkında genel bilgi verildi. Açılış konuşmalarının ardından, Türkiye’den Abdullah Yeğin, İhsan Kasım Salihi, Ali Katıöz, Rıza Akçalı, Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Prof. Dr. Faris Kaya, ABD’den Prof. Dr. Thomas Michel, Prof. Dr. Irfan Omar, İngiltere’den Prof. Dr. Colin Turner, Kanada’dan Prof. Dr. Bilal Kuşpınar, Dubaiden Prof. Dr. Abdulhakim El-Enis, Hindistan’dan Dr. Onampilli Muhammad Faizy, Dr. Faisal Hudawi, Dr. Bahauddin Hudawi, Dr. Said Hudawi Nadapuram, Prof. Dr. Sayed Abdul Muneem Pahsa, İngilizce veya Arapça olarak birer tebliğ sundular.

JNU Üniversitesinden, Arap ve Afrika Çalışmaları dekanı, Prof. Dr. M.A. Islahi konuşmasında; “..100 yıl önce, ilginç ve barıştırıcı fikirleriyle dünyaya gelen bu zatı, (Bediüzzaman’ı) yeni tanımanın sevinci içerisindeyiz. Ona Bediüzzaman ismi verilmesi boşuna değildi, çünkü kendisi bu ismi hak etti ve çok sıkıntılar çekti. O İslam’ın bir şiddet dini olmadığını öğretti ve O her zaman İslam’ın şiddet karşıtı olduğunu söyledi” dedi.

Hindistan Devlet Bakanı Janab Arif Muhammad Khan, konuşmasında; “..Risale-i Nur-u araştırdım, okudum ve Risale-i Nuru şöyle tanımlayabilirim “Bereket-ul Kuran”. Yani Bediüzzaman yazdığı risalelerin hakikatlerini Kurandan almıştır. Bediüzzaman Hutbe-i Şamiyede şunu der, “Gelecek, İslam’ındır ve İslam’ın olacak, bu da iman ile olacak.” Bu çok-çok önemli bir cümlesidir.

JNU, Edebiyat ve Kültür Çalışmaları dekanı Prof. Dr. R.N. Menon ise konuşmasında; “Bugün maalesef günümüzde, din adına öldürülen insanların, din adına kurtarılan insanlardan fazla olduğunu görmekteyiz. Bunun sebeplerinden birisi vahiy kaynaklarının yanlış tefsir edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bediüzzaman’a bu konuda çok ihtiyacımız var, Bediüzzaman 6000 sayfalık eserlerinde Kur’anı akıl ve kalbin işbirliği ile tefsir etmiş ve insanlığa sunmuştur. Bediüzzaman’ı ben de bu konferans vasıtası ile yeni tanıdım. Onun “en büyük düşmanlarımızdan birisi cahillik ve bu düşmana ilimle karşılık vereceğiz” demesi beni çok etkiledi. Konferansı düzenleyenlere çok teşekkür ediyorum…

***

Daha sonraki tarihlerde; Mevlid-i Nebevi münasebetiyle üniversite tarafından Kerala eyaletinin geneline hitap eden büyük bir program gerçekleştirildi. Peygamber Efendimizi (SAV) anma ve anlama adına sabah saat 09:00 da başlayan program gece 24:00 a kadar devam etti. Yüz binlerce insanın “on stadyum” büyüklüğündeki dev bir alanda salatü selamlar ve tekbirlerle, olağanüstü bir güzellik oluşturdukları bu atmosferde Türkiye’den gelen misafirlere de, bu topluluğa hitap etme imkânı verildi. Türkiye’deki hizmetler anlatıldı. Risale-i Nur dünyanın en büyük ikinci ülkesi olan Hindistan’da, yüz binlerce insanın ilgi ve dikkatle dinlediği Risale-i Nur külliyatındaki, “Kâinatın efendisi” SAV. ile alakalı bölümler katılımcıların “Allahuekber” nidalarıyla çınladı…

***

Böylesine çok önemli bir sempozyumu ve bayram havası içinde geçen sunumları, elbette bir makaleye sığdıramazdım. Biraz uzattığım için hakkınızı helal ediniz.

Raif Öztürk / Moral Haber